Akbulut Köyü Ormanları
Akbulut Köyü Hikayeleri
Sebahattin YILMAZ Yazdı!...
Köyde başımdan geçen bir olayı anlatayım. Sene 1975, Lise öğrencisiydim. Samsun ili Alaçam ilçesinde, Alaçam Lisesinde okuyordum. O zamanlar okullarda “Sabahçı-Öğlenci” diye “ikili eğitim öğretim” yapılıyordu. Birinci sene sabahçı olanlar ikinci sene öğlenci oluyordu. O sene ben de öğlenci, bizim söyleyiş tarzımıza göre “öylenci” olarak okuyordum. Ders olduğu zamanlarda hafta içi her gün sabahtan öğlen vaktine kadar yarım gün köydeki işlere yardım ediyor, öğleden sonra da okul için Alaçam’a gidiyordum.
Köyün kışa hazırlık işlerinden olan “odun etme ve çekme” zamanıydı. O zamanlar köyde ormandan ağaç kesme yasağı yoktu. Geniş bir ormanlık alana sahip olan köyümüzde kış yaklaşırken herkes kışlık odun ihtiyacını temin için Ayle Koruluğu hariç ormanın istediği yerinden, yaş kuru farketmez, gün be gün gider odun eder (hazırlar), o gün ya da ertesi gün evine taşırdı.
Köyde yemeklerimiz ocakta ya da kuzinede odun ateşiyle pişirildiği için aslında odun işi kışlık değil dört mevsim yani yıllık bir ihtiyaçtı. Kışlık odunlar bittiği zamanlarda yazın da dağa oduna gidilir ancak bu zamanlarda “yaş” kesilmesine izin verilmez, gidip yaş kesen olursa ve onu da korucu yakalarsa bi ton “azar” işitirdi. Bazı uyanıklar ise haftalar önce gider yaş keser, orman içine saklar, biraz kuruyunca gider alır gelirdi.
Selahattin abimle akşamdan kavilleşir, anlaşır, ben sabah erkenden, gün doğmadan kalkar, baltayı omuzlar, yola düşer, gider odun eder, o da öküzleri koşar peşimden gelirdi. Gün doğmadan diyorum, bilirsiniz kışın günler kısacıktır, göz açıp kapayıncaya kadar hava kararıyor, akşam tez oluyor. İşte bunun için, yani zaman kazanmak için erkenden yola çıkıyorum ki en az, “git-gel” iki saatim yolda geçmekteydi.
Yine böyle günlerin birinde ormana odun etmeye gittim. Olacak ya, odun keserken baltayla ayağımı kestim. Koca dağda yapayalnızım. Yardım isteyecek kimse yok. Bacağım sürekli kanıyor, sarmak gelmiyor aklıma, sarsam neyle saracağım, hiçbir şey yok yanımda. Acısı bir yana sürekli kan kaybediyorum. Odun işini bıraktım. Köye dönmeye karar verdim. Baltayı değnek yaparak zar zor yürüyerek düştüm yola.
Biraz yürüdükten sonra ormanda Sansar dayıya (Sefer Yeşil) rastladım, kızı Fadime ile onlar da odun ediyorlardı. Sefer dayı beni görünce:
- “La yiğenim n’oldu saa böyle” diye sordu, bende:
- “Hiç sorma Sefer dayı, odun ediyedüm baltiinen ayaamı kestim.” deyince o da bana:
- “Kesüg yerüne çişüün yap! mikrop gabmasın.” dedi.
Başkalarına hayrı dokunmayan, menfaatçı kişiler için söylenen “O kesik parmağa bile işemez!” sözünde olduğu gibi bu halk tebabetini (koca-karı ilacını) daha önce de duymuştum ve Sefer dayı da bunu bana önerince, kuytu bir köşe bulup, orada ayağımın kesik yerine “antiseptik” niyetine küçük abdestimi yaptım.
Söyleneni yaptım, yapmasına ama bu defa kapanmaya yüz tutan yara, idrarın tesiriyle tekrar açıldı, yaram yeniden kanamaya başladı. Aslında bu işi sıcağı sıcağına yapmak gerekirmiş, hem yarayı temizler ve hem de acıyı dindirirmiş idrardaki üre yani amonyak…
Açılan yaramdan kan akmaya devam ediyordu. Kanamaya rağmen, bir an önce köye ulaşmak için durmuyor, yürümeye devam ediyordum ancak bayağı kan kaybetmiştim. Biraz daha yürüdüm fakat artık yürümeye dermanım kalmamıştı. Bacaklarımı yüksekçe bir yere koyarak yola boylu boyunca uzanıp yattım.
***
Ortalık sessiz ve sakindi. Kuş sesleri dışında uzaklardan bazı insan sesleri duyuyordum ama kimlerdi, seslensem sesimi duyan olur mu diye düşünürken, karşıki dağda keçi güden Hellen Kazımın oğlu Ramazan Bozdemir beni fark ederek, aşağıda odun kestiğinden haberim olmayan Kazım emmim ve oğlu Ahmet abiye seslendi:
- “Loo Ahmet abii, Ahmet abiiii.” Kendisine seslenildiğini duyan Ahmet abi:
- “Öööy. Ne var la Ramazan n’oldu?” diye sordu. Ramazan:
- “Abi sizin ez yukarıızda bi adam var, yaralu gelibee, gidemiye. Una bi baksanaaz.” dedi.
Kısa sürede Ahmet abi beni buldu, yanıma geldi ve beni sırtına bindirerek kendi arabalarının yanına götürdü. Yiyeceklerini koydukları, azık bohçasını boşalttı ve kesilen ayağımı onunla bir güzel sardı. Hazırladıkları odunları hemen arabaya yüklediler, beni de odunların üzerine bindirerek köye gitmek üzere yola koyulduk.
Kazım emmimin kömüş (çamış) öküzleri vardı. Bu hayvanlar güçlü ve kuvvetli idiler ancak biraz hantal yani ağır gidiyorlardı. Her şeye rağmen, yani ağır ağır ilerlesek de neredeyse yolu yarılamıştık ki baktım karşıdan Selahattin abim hazırladığım odunları almak için bizim öküzleri arabaya koşmuş geliyor; benim durumumu görünce geri döndü ve beni bizim arabaya bindirerek köye doğru yola devam ettik. Bir müddet sonra köye intikal ettik, eve ulaştık.
Benim bu halimi gören evdekilerin panik ve telaşını anlatmama gerek yok zannederim. Hele de bunlar anne, abla ve kız kardeşlerim ise… Onların endişe, telaş ve huzursuzluğunu görünce insan kendi acısını unutup onları teselli edesi geliyor.
Bu telaşa arasında Hava ablam kesilen ayağımdaki yarayı kolonya ile temizlemeye kalktı ve kolonyayı dökmesi ile yara açılıp tekrar kanamaya başladı. Ne yapıp ne ettikse de ikinci defa deşilen yaranın kanamasını bir türlü durduramadık. Sonunda beni Alaçam'a doktora götürmeye karar verdiler.
O zamanlar köyde araç yoktu. N’apalım diye düşünürken, bir traktör sesi duyuldu. Yukarı köyde birine tiftik (pirinç sapı-samanı) getiriyordu. Traktör sahibine durum anlatıldı ve sağolsun giderken bizi de sapağa, Şehminin kavesine kadar götürdü ve biz orada indik.
Yanım sıra Selahattin abim ve Ahmet abi de gelmişti. Sapakta, Bafra'dan gelen Anadol marka bir taksiyi durdurup bindik. O bizi Alaçam Devlet Hastanesine ulaştırdı.
Öğle vakti hastaneye girdiğimizde bana müdahale edecek bir doktor yoktu. Hastanedeki hemşire bize, doktorun öğle tatili için çıktığını, belki hastaneye tekrar gelmeyeceğini bunun için bizim evine gitmemizin daha uygun olacağını söyledi. O günlerde bilirsiniz, önce doktorun özel muayenehanesine gidilir, muayene olunur, sonra hastaneye gidilir, gerekirse röntgen çekilir ve tahlil yaptırılır, reçete öyle yazılırdı.
Tarif üzerinden giderek doktorun evine vardık. Ahmet abi doktorun kapısının ziline bastı. Doktor, üstünde pijamayla kapıyı açtı. Durumum kendisine anlatıldığında:
- “Bekleyin!..” diyerek içeri girip kapıyı kapattı.
Neredeyse yarım saat kadar bekledikten sonra baktık doktordan tık yok. Ahmet abi tekrar kapının ziline bastı. Doktor tekrar kapıya çıktı. Bu defa elindeki havlu ile saçlarını kuruluyordu. Ahmet abi:
- “Doktor bey, biz bekliyok eme bu çöcüg bacaanı kesmiş, boyna ganiye…” deyince doktor:
- “Tamam, geliyorum!..” dedi ve tekrar içeriye girip kapıyı kapattı.
Biz bu halde, yaralı yaralı sokak ortasında doktoru beklerken, şakacılığı ile ünlü Ahmet abi ortalığı yumuşatmak için, emmioğlu Abbas abimin kız kaçırdığının haberini vermesin mi!... Ahmet abi ikide bir “Vay Abbas vay!..” diyerek arkasından Abbas abiyi çekiştirip duruyordu.
Bir müddet sonra doktor kapıda göründü. Biz yol kenarında yaralı yaralı bekleşip dururken, yanımıza geldi. Arabası vardı. Bizi aracına alarak çarşının içinde bulunan özel muayenehanesine götürdü. Araba kirlenmesin diye de ayağımın altına karton koymuştu. Muayenehanesine çıktık, beni sedyeye yatırdı, yarama baktı ve yanında çalışan sağlıkçı(!)ya yapması gerekenleri söyledi. O çalışan kişi, gerekli temizlik ve pansumanı yaptı, ayağımdaki yarayı dört dikiş atarak kapatıp bir güzel sardı ve böylece hastane serüvenimiz sona erdi.
Bu olaydan dolayı bir hafta okula gidememiştim.
O zamanlar yoksulluk vardı, kimsede araç yoktu, ulaşım için önceleri at kullanılırken şimdi öküz arabalarından (kağnı) faydalanıyorduk. Ancak, bu ve benzer konularda her zaman olduğu gibi köyde o zaman daha bir yardımlaşma, daha bir dayanışma ve tutkunluk vardı.
Bu olaydan dolayı bana yardımcı olan başta Kazım emmim ve oğlu Ahmet abime, Selahattin abime, beni yolda yatarken görüp haber veren Halilağanın Kâzımoğlu Ramazan Bozdemir kardeşime, yarama derman bulmaya çalışan Sefer Yeşil dayıma, Hava ablama ve köyümün tüm güzel insanlarına teşekkür ederim.
Bu anımı sizlerle paylaşmaya çalışırken sürç-i lisan ettiysem affola.
/Sebahattin YILMAZ
18 Ocak 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder