8 Kasım 2007 Perşembe

Öküzler de Ağlarmış...



Babanın öksürüğüne uyandı Ömer. Evin tepesindeki pencerede, küçük camda, belli belirsiz bir beyazlık vardı. Ortalık alaca... Sabah yakındı demek. Anasının ocağın çevresinde yumuşacık ayak sesleriyle dolaşmalarını duyuyordu. En az yarım saat olmuştur kalkalı. Evin toprak tabanını süpürmüş, tavayı ateşe koymuştur çoktan. Çekilecek çile değil ya onunki diye düşündü Ömer..

Uyku gözlerinden akıyordu. Az sonra çağrılacağını biliyordu. Yüzünü duvara döndü, yorganı kafasına çekip gözlerini yumdu.

Tavadaki yağ erimeye başlarken ocağın kıyısında oturan Sefer, ilk sigarasını yaktı. Çocuğu işaret etti anaya.

"Kaldır, öküzü koşsun!"

"Değme, az daha yatsın." dedi ana, "Sen ekmeğini ye, ben öküzü koşarım." Usuldan konuşuyorlardı.

Ana kıyamıyordu oğluna, biraz daha uyumasını istiyordu. Ömer, çelimsiz bedeniyle ağır işlerde çalışıyor, yoruluyordu.

"La Havle..!"yle başlayan bir şeyler söylenerek, öfkeyle çıktı Sefer dışarıya. Ahırın kapısına yöneldi. Kapının açılmasıyla az sonra kaldırılıp arabaya koşulacaklarını anlayan öküzler ayaklandılar. İnekler, koyunlar henüz uyku sersemiydiler. Daha onların kalkma, ahırdan çıkma zamanları gelmemişti.

Kınalı öküz önde, Arap öküz arkada, sıcak buğular tüten bedenlerini karanlık avlulardaki duvarlara, kapılara sürte sürte çıktılar dışarı, yandaki bostana doğru yöneldiler. Arap, kenardaki yamaçta ota sarıldı iştahla, Kınalı bostanın ortasına, patateslerin yapraklarına doğrulttu kendini. Ağız dolusu söverek bostana doğru koştu Sefer, Kınalı'yı evin yan tarafında duran arabaya, ot taşıdıkları büyük kağnıya doğru çevirdi. Kulağından yakalayıp boyunduruğa koştu. Arap koşum işini görünce kendiliğinden yanaştı yerine.

"Hay mübarek hayvan hay!" dedi Sefer Arap öküze, "Çok insandan akıllısın sen!"

Öküzleri arabaya koşunca hızlı adımlarla eve yöneldi. Erimiş tereyağının acımsı kokusu, midesinin gurultusuna yanıt veriyordu sanki. Bomboş mideyle onca yolu gitmek, arabaya ot yüklemek, köye dönmek olacak iş değildi. Asıl yemek arabanın dönüşünde hazır olacak olsa da, sabah evden çıkmadan önce birkaç lokma tereyağlı ekmek atıştırmak iyi oluyordu. Alçak tahta iskemleyi altına çekip yer sofrasının yanına oturdu.

"Kaldır artık şunu!" dedi. Sesi daha yüksek perdeden, hafif de öfkeliydi.
Ana yanaştı yatağa,

"Ömercan, kalk hele balam. Gözen kurban..." Ömer'in saçlarını okşuyordu bir yandan.
"Çok yüz veriyorsun bu çocuğa. Rençber çocuğu, babadan sonra kalkmaz."

Ömer yataktan doğrulup direkteki elbiselerine uzandı. Sefer söylenmesini sürdürüyordu.

"Okuyanlar hep böyle. Okula gidince bir halt oluyorlar sanki. Okul bitirenlerin çoğu işsiz zaten. Bir de terbiyesizlik, saygısızlık öğrenip geliyorlar. Bilseydim böyle olacağını, göndermezdim okula."

Bir yandan konuşuyor, bir yandan tavadaki yağa bastırılmış bazlamayı yiyordu Sefer.
"Ben bugün varsam, yarın yoğum, kim tutacak bu çiftin ucunu? Kim tüttürecek bu bacayı?"

Ömer giyindi, asık suratla indi yattığı sekiden. Hem uykusunu alamadan kaldırıldığına, hem de okulunun kötülendiğine içerlemişti.

"Ben okuyacağım baba" dedi, "köyde bin yıl kalsam öğrenemeyeceğim şeyleri öğretiyor okul bana. İş bulur muyum, bulmaz mıyım bilmem ama, dünyayı, evreni öğrenmek istiyorum ben. Asıl okumayanlar terbiyesiz olur."

Sefer'in lokması ağzında kaldı. Bıraktı elindeki kaşığı sofraya,
"Ne yani, ben terbiyesiz miyim şimdi?"
"Ben öyle demek istemedim, yanlış anladın baba..."
"Hele susun bakalım!" diye araya girdi ana, "kızları uyandıracaksınız." Sekideki diğer yatakta, üç bacı karmakarışık yatıyordu.

Ömer yarım bazlamayı tavadaki erimiş yağa batırıp eline aldı, dışarı çıktı. Sabah sabah çıkıveren bu tartışma babayı öfkelendirmekten başka işe yaramazdı. Aslına iyi bir insandı babası ama bazı saplantıları vardı.

Diğer köylüleri gibi babası da sevgisini pek belli etmez, sözüne, davranışına yansıtmazdı. Hasat zamanı, koşum zamanı, biçin aylarında da iyice asık suratlı, yüzü gülmez biri olurdu Zeyneplerin Sefer... Köyün hemen hemen en çalışkan rençperiydi. Gece, gündüz, yaz, kış dur durak bilmezdi. Yalnızdı da üstelik, yardım edeni yoktu. Ömer'in anası, evden, çoluk çocuktan pek boşanıp yardım edemezdi ona. Ömer yeni yeni işe yarayacak çağa geliyordu ama o da bugün var, yarın yoktu. Kış boyu, güz ve bahar ayları boyunca kasabadaki yatılı okulda oluyordu.

Sabah ilk Sefer'in arabası çıkmalıydı yola. Bir tür tutkuydu arı gibi çalışmak Sefer'e. İlk olmak, önce davranmak...

Ömer'se, köyde geçirdiği zamanlarda, babasına canla başla yardım edecek yerde, yaşlı sosyal bilgiler öğretmeninden öğrendiklerini anlatıyor, babasına akıl vermeye çalışıyordu. Kendisi de bu yörede doğup büyümüş olan yaşlı öğretmenleri, bu yörenin toprağının arpa, buğday ekmeğe uygun olmadığını söylerdi. Ekilen tohuma göre, bire iki, bire üç veren bir toprakta, bu türlü tarımla uğraşmak, zararına çalışmak gibi bir şeymiş. Buralarda salt hayvancılık yapılmalı, ekilirse de, yalnızca, yonca, korunga, fi gibi hayvan yemi olan bitkiler ekilmeliymiş.

Babası dinlemiyordu elbette Ömer'i... Tüm köylüleri gibi göreneklerine, kendinden önceki kuşaklardan öğrendiklerine sıkı sıkıya bağlı bir adamdı. Dededen, babadan ne görmüşlerse öyle yaparlardı. Kadına, çocuğa sevgi göstermeyi erkeklikten saymazlar, asık suratla koşturur dururlardı.

Ömer elindeki lokmayı bitirince kapının arkasında duran kovadan maşrapayla su aldı, elini sabunladı. Bacanın arkasına dönüp işedi. Eve girdi.

"Gel oğul, iki lokma daha al, doymadın!" İlle de karnı davul gibi şişene kadar yedirmek isterdi anası.

"Canım istemiyor ana" dedi Ömer, kapının arkasındaki karanlıkta, duvara dayalı bırakılmış çubuğu aldı, dışarı çıkan babasının arkasından koştu.

Arabanın önünden, boyunduruğun altından geçip yukarı zıpladı Ömer. "Ho!" dedi öküzlere.
Ortalık alacakaranlıktı henüz. Köylünün çoğunluğu kalkmamıştı bile. Yeni yeni bazı kapılar açılıp kapanmaya başlamıştı.

Zeynepler'in Sefer, yine kimseye kaptırmamıştı birinciliği. "Baba, biz yine birinciyiz" dedi Ömer, babasının gönlünü almak istemişti birden. Sefer alçak sesle, "geciktik" dedi. Senli benli olmaya hiç niyetli değildi. Köyün güney çıkışındaki Batakköprü'ye yakın evlerin yanından geçerken, evlerin önünde insanlar belirdi. Onlar da arabalarını hazırlıyor, öküzlerini koşuyorlardı. Hava biraz daha aydınlanmıştı.

"Selamünaleyküm!", "Uğur ola!" sesleri, taşları ezerek yürüyen kağnı tekerlerinin tıkırtısı, öküz nallarının çıtırtısı eşliğinde ormana doğru yürüdü Sefer'in arabası. Boyunduruktaki Ömer uykulu gözlerle arabayı geriden izleyen babasının sigarasından çıkan dumanı izliyordu. Sigaranın zararları konusunda da çok konuşmuştu ama dinlememişti elbet babası. Canı sıkıldıkça ya da neşesi oldukça sigara tüttürüyordu.

Ormanı sis basmıştı. Yeşil otlar, renk renk çiçekler, çiğ damlalarıyla yüklüydüler. Tepelerdeki çamların başında asılmış sisin içinden sığırcıklar, serçeler, kargalar ses veriyordu.

Arabanın arkasından önüne doğru geldi Sefer. Otların çisesinden paçaları ıslanmıştı. Âni bir kararla arabaya atladı.

"Geciktik, tez sür" dedi oğluna.
"Ho!" diye seslendi öküzlere Ömer. Sesi, sis basmış ormanda yankılanıp geri geldi. Bir yankı, bir yankı daha çıktı ormanın derinlerinden. Bilmediği bir kuş yanıtladı Ömer'in sesini. Kuşun sesi de ayrı yankılar buldu kendine.

Kınalı öküze hafifçe dokundurdu çubuğu Ömer. Arap öküze vurulmazdı. O, hep diğer öküzden bir adım önde, ayrı tempoda, sağa sola pek aldırmadan yürür, yürürdü. Babasının titizliğini, acelesini bilir gibi giderdi Arap. Bazen Ömer, babasının öküz olsa Arap öküze benzeyeceğini düşünür, sonra da babasını öküze benzettiği için kendine kızardı. Hem, Arap öküz hiç sinirlenmezdi ki, babasına benzesin...

Arap öküze vurmak büyük ayıptı. Arap öküze vurulmazdı. Duyguluydu Arap, alıngandı. Saşırıp vuran olsa, gözünden insan gibi yaş akıtırdı. "Baba öküz"dü Arap. Rahmetli dedesi, boynuna sarılır sarılır öperdi Arap öküzü, "babam" diyerek.

Boş arabayı tarladaki ot yığınına yanaştırdıklarında, güneş de kuytudaki tarlaya ha vurdu, ha vuracak kadar yükselmişti. Bir saate yakın yol gelmişler, ama güneşe yakalanmamışlardı. Hep böyle ayarlardı Sefer.

"Gün arabaya vurmadan, sen yüklemeye başlamalısın" derdi. Baba Kınalı'yı, Ömer Arap'ı boyunduruktan çözdüler. Öküzler, acele adımlarla, iki tarlanın arasındaki yeşil otlu yamaca, tumba yöneldiler. Güçlü çenelerle, iştahla, çiseli yeşilliğe, renk renk çiçeklere sarıldılar. Araba yüklenene kadar onlar da karınlarını iyice doyurmuş olurlardı.

Arabanın arkasındaki ip çözüldü, dirgen, tırmık indirildi. Sefer tükürdü avucuna, "Haydi Bismillah!"
Ömer sabah serininde üşümüş ellerini ovuşturuyordu henüz. "Haydi sallanma!" dedi Sefer, dirgeniyle acele acele arabanın üstüne atmaya başladı ot demetlerini.

Ömer diğer dirgeni alıp arabaya çıktı. Sefer'in arabanın üstüne atmış olduğu otları düzledi önce, sonra yeni gelenleri yerleştirmeye başladı.

Biraz ağırdan alacak olsa, Sefer'in art arda arabaya doldurduğu otların düzeltilmesi zorlaşır, araba yüklenemez olurdu. Sefer de küplere binerdi elbette... Arabanın üzerindeki ot yığını iyice yükselince arabanın çevresini dolanıp yüklemeyi kontrol etmeye başladı Sefer. Sonra da komutları duyulmaya başlandı.

"Ön kulağı aç biraz!", "Geriyi kes!", "Ortala!"

Ömer zorlanıyordu arabanın üstünde. Hem babasının güçlü kollarıyla attığı ot demetlerini yerleştirmeye, hem de görülen aksaklıkları düzeltmeye çalışıyordu. Arabaya ot yüklemenin bir tür mimarlık, bir tür sanat olduğunu düşündü Ömer. Tonlarca otu, iki tekerlek üstünde, öküzlerin çektiği, üçgen biçimli bu ilkel araca çok dengeli olarak yüklemek zorundaydı. Yükleme dengesiz olursa, en küçük bir sarsıntıda, tekerin bir taştan atlamasında, hemen devriliverirdi araba. Ayrıca, öndeki kısmı, boyunduruk üstünden öküzlerin boynuna binen ağırlığı da belli bir düzeyde tutmalıydı. Boyun kısmı ağır olunca, hayvan boyunduruk altında ezilir, inişlerde, yüklü araba öküzü sürüklerdi. Hafif olduğu zaman da, öküzler arabayı yönlendiremez, yokuşta iyi çekemezlerdi.

Yüklenme işi bitince, Sefer, güneşte ışıl ışıl ışıyan metal tabakasından bir sigara sarıp yaktı. Art arda birkaç duman öbeği savurdu havaya. Sonra, arabanın arkasına indirilmiş, sarılı duran urganı açtı, bir ucunu, arabanın üstündeki Ömer'e attı.

Ömer, arabaya yüklenmiş otu sıkmak için kullanacakları kalın urganı baştan sona doğru sağlı sollu iki yana sarkıtarak doladı.

Sefer, aşağıda, sigarasını keyifle tüttürüyordu. Arabanın çevresini dolanmış, yükleme işleminde bir kusur bulamamıştı. Ne de olsa, yukarıdaki onun oğluydu. Köydeki yaşıtlarının hiç biri bu denli becerikli olamazdı. Kanında var rençperlik diye düşündü.

Arabanın üstünde, elini siper ederek ufuktaki tepelere baktı Ömer. Eğrisu’yun üstünden yumak yumak pamuksu bulutlar geliyordu. Yağmur belirtisi yoktu. Babası işler aksıyor diye kızsa da, Ömer istiyordu yağmuru. Bu iş mevsimindeki yağmur, geçici de olsa işlerin durması demek, dinlence demekti çünkü. Derede balık tutmaya, çayırlarda at sürmeye, akranlarıyla güreşmeye, oynaşmaya, köpeklerle uzak koyaklarda dolaşmaya, zamanı olurdu.

"Ha Yallah!" Sefer aşağıdan ipe asılmış çekiyordu.
Ömer davrandı, tekmeyle yukardan vurarak ipin ot yığınına oturmasına yardım etti. Sonra da babasının arabanın altındaki bir tahta kopçadan geçirdiği ipin diğer ucunu yukardan çekmeye başladı. Sefer, arabanın diğer yanına geçmiş, ipe oradan asılıyordu.

"Ha Yallah!",
"Çek!",
"Bir daha!"...

İpin sıkılması bitince, karınlarını doyurmuş, yan gözle onları izleyen öküzlere yöneldiler. Arap öküz kendiliğinden yürüyüp geldi arabaya doğru. "Gel babam" dedi Ömer Arap öküze. Arap ıslak burnunun ucuyla kokladı Ömer'i, mızıldadı. Bir tanışlık imgesi, bir sevgi belirtisiydi yaptığı.

Öküzlerin boyunduruğa koşumu tamamlanınca Ömer arabaya tırmandı. Bir eliyle arabaya yüklenmiş otu önden sıkmış yan ipe tutundu, çubuğuyla Kınalı öküz hafifçe dokunup "Ho!" dedi. Ot yüklenince ağırlaşmış araba, nemli toprağı tekerleriyle yumuşacık yararak ilerledi.

Ormana güneş vurmuş, nazlı nazlı salınan çam ağaçları, ormanın açıklıklarını bezemiş renk renk çiçekler, su boylarınca diz boyu uzamış yeşil çayırlar pırıl pırıl aydınlanmıştı. Kurbağaların, kuşların şen şarkıları, çalışkan arıların vızıltıları duyuluyordu.

Batakköprü ormanının ortasında yollar daracık, eğri büğrüydü. Ömer'in korktuğu tehlikeli bir yamaç vardı orada. Araba yamacı tırmanırken Ömer'i de sıkıntı basmıştı.

Yamacın bir yanı suyun oyduğu bir dere, bir yanı, ağaç kökleriyle, kayalarla oluşmuş yüksek bir duvardı. Arabayı derenin yumuşak toprağından ve üstteki kayalardan uzak tutarak, güvenli bir şekilde geçirmeye çalıştı Ömer. Birkaç metre istediği gibi gitti araba. Sonra, arabanın ağırlığıyla, yumuşak toprakta birden kayıverdi tekerler... Alttaki teker, dere kenarındaki çamura gömüldü. Durup kalıverdi araba.

"Nalet kör şeytana!" diye ünledi Sefer. Tükürdü ağzındaki sigarayı.
Tekerin battığı yanda koşulu Kınalı öküze yanaştı Sefer. Hayvan da Sefer de göz göze bakışarak soludular bir süre. Kınalı, başına gelecekleri bilir gibi iki damla gözyaşı döktü. Sefer tınmadı öküzün gözündeki yaşı. Yanaştı elindeki çubukla Kınalı'nın böğrüne...

"Ho!" diye bağırdı, "Ho itoğluitin sattığı!" Vurdu çubuğu, bir daha, bir daha vurdu. Hayvan tüm gücüyle abandı boyunduruğa, olmadı... Araba kıpırdamıyordu yerinden. Sefer, durmaksızın vuruyordu elindeki çubukla. Dizinin üstüne çömeldi Kınalı öküz. Gözlerini sonuna kadar açmış, tüm bedeniyle ileri abanıyordu. Yine olmadı. Sefer bir daha vurdu çubuğu tüm gücüyle, çubuk parçalanıp gitti. Sefer tekme atmaya başladı Kınalı öküze.

Sefer baktı, yetmiyor öküzün çabası arabayı oradan çıkarmaya, öfkeli sözler, sövgülerle geldi arabanın önüne. Gözleri çakmak çakmak olmuştu. Sessizce durumu izleyen Ömer'in bacaklarının arkasında, iplere sıkıştırılmış, arabanın baş tarafını yukarda tutmak için kullanılan koca ağacı, dayak dedikleri odun parçasını çıkardı yerinden. Yanaştı Kınalı'nın yanına, onunla vurdu hayvanın böğrüne. İçi seslendi Kınalı'nın. Bir kez daha yüklendi öküz. Yetmedi gücü. Sindi kaldı yerine. Gözlerinden ip gibi yaşlar iniyordu.

"Baba dövme artık hayvanı, gücü yetmiyor işte" diyerek atladı arabanın üstünden Ömer. Dayanamamıştı öküzün dövülmesine, gözyaşı dökmesine.

"Oraya Arap öküzü koşalım. O daha güçlüdür" dedi.
"Sen karışmasan olmaz sanki" diye sinirli sinirli söylendi Sefer. Yine de oğlunun söylediği aklına yatmış olmalı ki, yanaştı Arap öküzün yanına, onun bağını açmaya başladı. Ömer de atladı arabadan Kınalı'yı açtı boyunduruktan. Bir yandan da alnını kaşıdı, yüzüdü okşadı öküzün, gözyaşlarını sildi eliyle.

Ters koştular hayvanları bu kez. Kınalı'yı Arap öküzün yerine, Arabı da tekerin battığı, az önce Kınalı'nın açıldığı yere...

Öküzler yerlerine koşulunca "Ho" diye ünledi Sefer, sesi ormanda yankılanıp geri gelirken elindeki dayağı da bindirdi Arap öküzün sırtına. Arap çoktan anlamıştı yapması gerekeni, yüklendi arabaya. Olmadı... Teker iyice oturmuştu çamurlu, yumuşak toprağa, çıkmıyordu. Dize düştü hayvan. Gözlerinin aklarını devire devire yüklendi arabaya. Sefer yanaştı öküzün yanına, Ömer'in yapma etme demesine aldırmadan vurdu elindeki odunu, bir daha, bir daha vurdu.

"Baba zorlatma, çamurun içinde bir taş olmalı. Teker taşa dayanmıştır. Çıkmaz... Arabanın calını kırarız sonra" dedi Ömer. Gözyaşları içindeydi. Aldırmadı Sefer oğluna. Duymazdan geldi. Bir daha vurdu. Çelik bir yay gibi gerilmiş Arap iki gözünden birer avuç yaş dökerek bir kez daha yüklendi... Araba, alttan gelen bir çatırtıyla kayıp gitti öne, teker, aynı saplandığı yerde kalakaldı...

Ömer, arabanın altından gelen çatırdı duyulmadan çok önce dökmeye başlamıştı gözyaşlarını. Dedesinin sevgili öküzü dövülmüştü...

Arabanın tekerlerinin ortasındaki ağacı, mazıyı tutan, cal dedikleri ağaç kırılmış, araba bozulmuştu. Simdi iyice öfkelenecekti Sefer. Sorumlusu da kendisiydi elbet...

"Ben sana demedim mi baba!" diye bağırdı Ömer. Yüksek sesle ağlıyordu. Calın kırılmasından çok Arap öküzün odunla dövülmesiydi canını acıtan. "Baba" idi Arap, "can" idi. Evden birisi ağlasa, Arap da ağlardı. Üç gün aç kalsa, ne bostana girer, ne izin verilmeden evin önündeki yığılı ota ağzını sürerdi.

Ömer gitti, gözlerinden yaşlar boşanan Arap öküzün boynunu sarıldı. Gözyaşlarını sildi elleriyle, gözünü öptü. Arap burnuyla boynuna uzandı Ömer'in. Gözleri kömür karası, gözleri acı bulutu gibiydi.

Sefer sinirli sinirli ileri gitti, geri geldi arabanın yanında. Üç araba taşıyacaktı bugün aklınca. Bu terslik en az iki saatini alacak, dönümlerden biri yetişmeyecek, iş gecikecekti. Yetiştiremiyordu bir türlü. Neredeyse ekinler biçilecek olmuş, o daha ot işini yarılayamamıştı bile. Bir kendisiydi çalışan, bir de bu çelimsiz oğlan. Tanrı da sevmiyordu herhalde bu kulunu. Oğlandan sonraki üç çocuğu da kız olmuştu. Kimi zaman isyan eder, kızlarını da karısını da kollarından savururdu sağa sola. Yardım edebilecek bir tek bu oğlan vardı, o da "ille de okuyacağım" diye tutturmuştu. Ekin mevsimi okulda, koşum zamanı okuldaydı. Okullar açık olduğunda, hafta sonları gelebiliyordu ancak.

Ah şu Durmuş öğretmen! O ısrar etmişti okutacaksın diye. Gönülsüz göndermişti Ömer'i Sefer. "Oğlu için masraftan kaçınıyor" demelerini istememişti.

"Çık arabaya, ipi aç! Otu boşaltıp calı yapacam" dedi Sefer. Elindeki dayağı nacakla yontmaya başlamıştı bile.

Ömer duraladı. Dayağın odunu yumuşak doruk ağacındandı. Cal olarak dayanıklı olmaz, bu ağır arabanın altında kırılır giderdi. Ayrıca, otu yere indirip tekrar yüklediklerinde de otun kurumuş çiçeği yere akacak, otun değeri, besleyiciliği düşecekti. Dedesi bir bir anlatmıştı zamanında bunları Ömer'e...

"Dayımgil ota gitmeyecekti baba, ben gidip onların boş arabayı getireyim. Otu ona atar götürürüz, yere yıkmamış oluruz. Bizim boşalan arabayı da evde rahat rahat onarırsın."

"Bırak şimdi, o uzun iş!"
"Uzun ama akla yakını da o. Elindeki ağaçtan cal olmaz baba"
"Kes sesini ulan itoğluit!" diye bağırdı Sefer. Elindeki nacağı nasıl vurduysa yonttuğu dayağa, odun ortasından kırılıverdi.

"Ben sana demedim mi baba?"
Elindeki kırık ağacı kaldırdı Sefer, karşısında bilgiçlik taslayan oğluna fırlattı. Odun Ömer'in kafasının ortasına indi.

İnledi Ömer, yere yıkıldı. Kanlar boşandı Ömer'in yüzüne, boynuna. Kıpkırmızı oluverdi birden.

Arap öküz acıyla inledi! Boyunduruğu zorlayıp Ömer'e ulaşmak istedi, başaramadı.
Sefer dondu kaldı. Neye uğradığını şaşırdı. Kim atmıştı odunu tek oğlunun kafasına, kim koymuştu yavrusunu kanlar içinde böyle?

Kendisi mi, kendi kırılası kolları mı? İnanılacak gibi değildi olanlar! Dizinin bağı çözüldü, şaşkınlıktan gidemedi Ömer'in yanına. Koşar adım geldi birisi, arkasından birileri daha... Birisi ölmüş dedi, bir başkası henüz yaşadığını söyledi.

Sefer taş kesilmişti. Düş müydü yaşadıkları, gerçek mi, bilmiyordu. Komşusu köylüler Ömer'i sırtladılar. "Boku cinli!" dedi tanıdık bir yüz. Sefer'e nefretle bakıyordu.

At sürdüler köye doğru. Bir koşu at arabası getirdiler köyden. Ömer'in üstü başı kan içindeydi. Birisi iç çamaşırından bir parça yaktı, yarasına sarmaya kalktı. Bir başkası yaraya mikrop kaptırırsın diye söylenerek engel oldu. Kafasını gelişigüzel sardılar, at arabasındaki yorganın üstüne yatırdılar. Canlı mı, ölü mü bilmiyorlardı... Buz gibi bir yüzle, soluksuz yatıyordu çocuk.

Ömer arabanın üstünde, kanlar içinde gitti. Akrabaları geldi yanına. Sefer'i kaldıramadılar yerinden. Gözleri yağmur bulutu olmuştu. Hiç görmemişlerdi böyle ağladığını bu adamın. Ağzı açılıp kapanıyor, sesi çıkmıyordu.

Ana geldi, dizlerini döverek. Ömer'e yetişememişti. Elleri unlu, saçı başı karmakarışıktı.. Hamuru bırakıp da gelmişti, yüreğinden kan akıtarak, koşarak gelmişti. Yemek pişiriyordu yarı aç gönderdiği yavrusuna. Nereden bilecekti bu deli adamın çocuğa kıyacağını?

"Ellerin kırılsaydı!" dedi kocasına nefretle, "Sen gitseydin al kanlar içinde hastanelere! Nasıl kıydın fidanıma, yavru balama?" Bir ömür boyu söyleyemediklerini şimdi haykırıyordu adamın suratına. Göğsünü yumrukluyor, kendini yerlere atıyordu.

Kasabaya gidenler döndüklerinde evde kimse yoktu. Ana üç kızıyla kardeşinin evine sığınmıştı. Feryatlar içinde ağıt yakıyordu.

Sefer hâlâ arabanın yanında, otları, toprağı avuçlayarak ağlamaktaydı. "Korkma, yaşıyor" dedi dönenler, "dikiş attılar yarasına. Bir iki gün hastanede kalırsa kendine gelir"

Kandırıyorlar mıydı acaba? Zorla kaldırıp eve götürdüler Sefer'i. Arabanın otunu başkaları taşıdılar kapıya. Sabaha kadar ağladı Sefer. Oğlundan, konu komşudan utanmasaydı hastaneye gidecekti. Kalkamadı yerinden. Akrabalarının getirdikleri çorbadan içmedi, yatağına da girmedi.

Sabah anayı da getirdiler eve. Gönülsüzdü oysa, gelmek istememişti. Sefer'den yana hiç bakmadı. Çocuklarını doyurdu gözleri yaşlı... İneklere, koyunlara komşular baktı.

Gün boyu Sefer içerdeki karanlık bir köşede, ana kapının önünde yollara bakarak akşam ettiler. Günbatımına yakın, karşıdan, kasaba yolundan gelen amcanın atlarını seçti kadının gözleri. Arabadaki yatağın içinde Ömer olabilir miydi?

Bir umutla fırladı yerinden. Derinden gelen bir sezgiyle, inanılmaz bir coşkuyla koştu. Baca, bostan dinlemedi. Lastikleri çayda kaldı. Vurdu kendini arabaya. Amca atları durdurdu. Ömer arabanın arkasında solgun yatıyordu.

"Oğul kurbanım sana!" dedi ana... Eğildi yavrusunun üstüne, yarasına el sürmeden öptü, öptü, sarıldı. "İyiyim anam, ağlama!" dedi Ömer. Yüzü soluk, gözleri bulanık, sesi güçsüzdü. Araba evin önüne çıkana kadar gören, duyan, kim varsa kapıyı bacayı sardı. Evin içi doldu.

Evin içi insan yığını oldu. Sekiye yatak açıp Ömer'i yatırdılar. Durmadı, yatmadı Ömer. Babasını görememişti. "Babam nerde?" diye sordu. Ahırın karanlık köşesinde ağlarken buldular Sefer'i. Kollarından çeke çeke getirdiler. Ömer indi yataktan. Boynuna sarıldı babasının, "Üzülme babam, ben iyiyim" dedi. Bakamadı Sefer oğluna, yerinden kalkamadı.

"Çok çalışıyorsun baba, çok çalışıyor, çok yoruluyorsun. Onun için de çok sinirlisin. Biliyorum, hep bizim için uğraşın. Ama ne olur bu denli sinirli olma. Bir daha Arap öküze vurma baba. Elini, ayağını öpeyim, bir daha Arap öküze vurma. Onun gözünden yaş geldikçe dedem ağlar sanıyorum"

Komşular Ömer'i kucaklayıp yatağına yatırdılar. Babayı kaldırıp ocağın başındaki yerine getirdiler. Ana acele hamur teknesine, una, suya sarıldı. Oğluna yediremediği yemeği yeniden pişirecekti... Aç olmalıydı balası. Kan yitirmişti, canı örselenmişti. Doyurmalıydı onu. Sonra bu komşular, akrabalar, kimse aç dönmemeliydi.

"Gitmeyin, birlikte yiyelim, hamur açacağım, hengel keseceğim" dedi komşulara. "Giden kim? Hengeli yemeden kovsan de gitmeyiz" dediler gülerek. Kızlar, gelinler yardıma davrandılar. Evin içinde bir telaş, bir koşuşturma, bir gülüşme...

Sefer'in gözlerine can gelir oldu yavaştan. Sesi, dünden beri ilk kez çıkıyordu. Utangaç çocuklar gibi önüne bakarak konuştu. "Satacağım bu çifti, çubuğu." dedi. "Ne hayrını gördük yıllardır? Az daha baladan oluyorduk. Hep yedik bitirdik kendimizi. Hani neyin sahibi olduk?"

Bir şaşkınlık, bir suskunluk oldu evin içinde. Rençperliğin simgesi, köyün en titiz, en çalışkan adamıydı konuşan. Çatlak çıkıyordu sesi. Boğazını temizledi... "Aha, buradaki herkes tanık olsun, satacağım bu köyde neyim varsa. Büyük kentlere, büyük okullara götüreceğim oğlumu. Okuyacak, istediği bütün okulları okuyacak..."

"Yok baba, olmaz!" dedi Ömer; doğruldu yattığı yerden, "Sen satsan da ben sattırmam. Bilirim, bu köyü, bu köyün taşını toprağını ne denli sevdiğini. Benim için öyle konuşuyorsun. Yalnız bilmediğin bir şey var, ben de en az senin kadar severim köyümü. Dağını, taşını, suyunu, ormanını, insanını, her şeyini, hatta tarlada çalışmasını da severim. Büyük kentlere değişmem ben köyümü. Hem okumak istiyorum, hem de köyden kopmamak, sizlerden ayrılmamak... Okumak, köye, köydeki toprağa karşı olmak değil ki! Sen öyle sanıyorsun. Sen öyle sandığın, sinirli olduğun ve çalışırken işi yetiştiremediğin için kızıyorsun okumama. Benim kitabıma, kalemime düşman olma baba! Ne toprağı bırakmaya gerek var, ne de kitabı..."

Ana kazandan çıkardığı hamuru süzüp tepsiye yayıyordu. Gözleri yaşlıydı. İlk kez böyle dile gelişini duyuyordu oğlunun. Ne güzel konuşuyordu Ömer... Onun balasıydı konuşan, yaralı yavrusu...

Yağını, yoğurdunu gezdirdi hengelin.
"Buyurun komşular" dedi. Sofrayı sardı kalabalık.
"Korkmayın!" dedi ana, "gerisi var!"

Sefer ocağın yanında oturuyordu hâlâ. Birden kalktı yerinden Sefer, sekiye uzandı. Minderin üstünde şaşkınca kalabalığı izleyen küçük kızı Fatma'yı aldı kucağına. Saçını okşadı, yanağından öptü. İlk kez baba kucağı görmüştü çocuk. Neye uğradığını şaşırdı. Sefer sofradan aldığı ilk lokmayı kızının ağzına koydu.

Ana gülümseyerek izliyordu olanları. "Dünya tersine döndü" dedi kendi kendine. Mutluluktan uçuyordu...

/A. Alper Akçam    


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder