Hükümetlerin borçlanma politikaları yüzünden dünyanın zengin fakir fark etmez hemen hemen tüm devletlerinin iç ya da dış olmak üzere dünya kadar borcu vardır. Devletin borcu da milletin boynunun borcu olduğu için her doğan insan bu dünyaya borçlu olarak gelmektedir.
Borçlanmada, borç isteyen tarafın aslında paraya ihtiyacı olan taraf olması gerekirken ne hikmetse tarihte “yiğit kamçısı” olarak görülen borçlanmayı bize parası olanlar teklif etmişler, tekliflerinde ısrarcı olmuşlar hatta “alacaksınız” diye de diretmişler ve sonuçta emellerine ulaşmışlardı. Osmanlı Maliyesini borçlar çökertmişti. İstemediğimiz halde bize zorla verdikleri paraları tahsil edebilmek için kurdukları “Düyun-u Umumiye” teşkilatında çalışan sayısı, koca İmparatorluğun maliye teşkilatındaki çalışan sayısından daha fazla idi. Yani devlet içinde devlet kurmuşlardı. Bu borçlara karşılık, 1879'da çıkarılan "Rusumu Sitte" Kararnamesiyle tuz, tütün ve alkollü içkilerin inhisarı gelirleri yabancı bankerlere ve daha sonra 1883'de ise "Düyun-u Umumiye"ye bırakılmıştır. Kurdukları reji sistemiyle Akbulut Köylüsünün ürettiği tütüne dahi el koymuşlardı.
Genç Türkiye Cumhuriyeti bu borçları “boyun borcu” addedip tüm yoksulluğuna rağmen kuruşuna kadar ödeme şerefini göstermişti. Sonuçta ne oldu? 1954 yılında borcumuz biter bitmez, bize borç para vermeyi çok sevenler karşımıza dikiliverdi; “Bakın bizim çok paramız var. Size şu kadar hibe olarak vereceğiz, ne olur bizden borç para alın.” Diye kıvranmaya başladılar. Ne yaptık? Aynı hataya yine düştük. Yine gırtlağımıza kadar borçlanıp, dünyaya dünyanın faizini ödedik.
Oysa Kur’an-ı Kerim’in “Kişiye çalışmasından başka bir şey yoktur” kuralını çok iyi özümsemiş bir devlet adamı Mustafa Kemal ATATÜRK “Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden rahat yaşama yollarını aramayı itiyat haline getiren milletler, önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra istiklâllerini kaybetmeye mahkûmdur.” direktifini vererek yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yönünü tayin etmişti. Dinleyen kim?
“Denk bütçe” yapmak yani “ayağımızı yorganımıza göre uzatmak” varken, yerine bizim olmayan paralarla kalkınmaya çalıştık. Çalışmadan, yorulmadan rahat yaşamak için lâzım olan sırtına binilecek eşşekler de bulunmuştu; Köylüler, İşçiler ve memurlar.
Avustralyalı işçiler, 1856'da, sekiz saatlik işgünü lehinde gösteriler yaparak, toplantılar ve eğlenceler düzenleyerek, hep birlikte bir günlük iş bırakmaya karar verdiler. Avustralyalı işçilerin örneğini ilk izleyen Amerikalılar oldu. 1886'da 1 Mayıs'ın evrensel bir iş bırakma günü olmasına karar verdiler, l Mayıs'ta 200 bin Amerikalı işçi iş bıraktı ve 8 saatlik işgünü talebinde bulundu. Avrupa’nın Amerika’nın işçileri giriştikleri bu kutsal mücadeleyle kendilerini kurtararak insanca yaşamak için yasal güvencelere kavuştular. 2009 yılına geldiğimizde bir Avrupalı işçi emekli olduğunda geriye kalan hayatını dünya turuna çıkarak geçirirken Türkiye’de emekli olan bir işçi henüz köyüne gidecek yol parasını bile bulamamaktadır.
Devletimiz şimdilerde işçiler gibi memurlarına da sendikal haklar veriyor. Bu şu demek; “Ben size insanca yaşayacağınız bir “maaş ve ücret vermiyorum.” Bunun yerine size “sendikal hak”lar veriyorum. Sıkıyorsa mücadele edin ve hakkınızı “çalışarak” değil “çarpışarak” alın.” Sonra, İşçi sendikaya üye oldun diye işten atılıyor. Mahkeme, adliye, hâkim, savcı derken işe iade ediliyor. İnsanca yaşayabileceği bir ücret istiyor alamıyor. “Grev” hakkını kullanmaya kalkıyor ama “lokavt”ı yiyor. Hayda! Yine işsiz. O zaman gel beleşe çalış. Beleş dediğimiz şey de koskoca Devlet-i Âliye’ nin büyük gayret ve fedakârlıklarla tespit ettiği “asgari ücret”tir. Gel de bu parayla şehirlerde geçin.
Kent ışıklarına kanarak ya da kandırılarak şehirlere göçmüş köylü, bu sahipsizlik ve çaresizliği içinde kafasını vuracağı çok taş bulabilmektedir kentlerin kaldırımlarında ama iş işten geçmiştir. Köyüne dönse de kentte kalsa da aynıdır. Değişen tek şey vardır o da köyünde ve akabinde kentte kurduğu düzen.
Şimdi düşünüyorum da doğanın merhametine kaldığımız özgür olduğumuz köy hayatı mı daha anlamlıydı yoksa tozu, dumanı, gürültüsü ve patırtısıyla hayatı bize zehir eden ve bugünümüzü ve yarınlarımızı ipotek altına alan kent hayatı mı? Köyüne geri dönsen bir dert, şehirde kalmaya devam etsen iki dert. İş bulup çalışsan üç dert, işsiz kalıp kahve köşelerinde “pineklesen” dört dert…
1 Mayıs Bayram olmaktan çıkarıldı. Tüm dünyada olduğu gibi bu ülkede de Cumhuriyetin kazandırdığı 1 Mayıslar vardı. Adına işçi bayramı deniyordu o zamanlar. Şimdi böyle bir şey kaldı mı? Tarihe bir göz atalım.
1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak "İşçi Bayramı" ilan edildi. İki yıl sonra 1925`te çıkan Takrir-i Sükun Yasası, İşçi bayramını kutlamayı yasakladı. On yıl sonra, 1935 yılında 1 Mayıs`a "Bahar ve Çiçek Bayramı" adı verildi ve ücretsiz tatil günü ilan edildi. 1981`de Milli Güvenlik Konseyi 1 Mayıs`ı resmi tatil günü olmaktan çıkardı.
2008 Nisan'ında, 1 Mayıs'ın "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edildi. 2009 Nisan'ında Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verilen önergeden sonra 1981'den sonra tekrar resmi bayram olarak kabul edildi.
Nereden nereye…! Çalışıp haklarını almayı beceremeyen işçilerin bayram yapma hakları olur mu? Olmaz. Onun için bırakın bayram yapmayı da gelin “dayanışın.” Ne demişti K. Marx; “proletarier aller lander vereinigt euch” yani “Dünyanın bütün işçileri birleşin”
Evet, Türkiye’nin bütün işçileri birleşin, yardımlaşın ve dayanışma içinde olun. Yoksa bu şartlar altında sizler insanca yaşama hakkınıza kavuşamayacaksınız. Hatta elinizdeki işinizden bile olacaksınız.
Devlet baba böyle söylüyor. Bize de büyük sözü dinlemek düşer.
/Çetin KOŞAR
01 Mayıs 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder