
Müslüman Düşüncenin İslami çalışmaları iki eksen üzerinde ilerliyor. Bunlardan birini ele alacağız: İslam’ın sosyo ekonomik tabanı ile ilgili olanı. Müslüman bir topluluğun itikad, eğitim, ibadet, ahlak manasında yetkinleşmesi, irşad edilmesi, insanlar arasında çıkarılmış hayırlı bir ”orta ümmet” oluşları ile ilgili çalışmaları içerir. Bu cümleden çalışmalar topluluğun tamamının gücü nisbetinde dahil olduğu ahlak ve rububiyet ameliyeleridir. ”İçinizden bekarları.. evlendirin” (24 nur 32) ayeti bir emir, bu ayeti topluluğun hatırına getirerek ”hizmet” mecraı oluşturmak ise İslami çalışma çerçevesinde anlaşılmak gerekir. Hangi ihtiyaçların hangi çalışmaları icbar ettiği topluluğun yapısı içinde belirli olur. Ancak son tahlilde Müslüman topluluk belli bir nicel büyüklüğe ulaşmışsa elbette kendisine bir lider, reis, önder, mürşid, imam,vs. isimlerle anacağı mesuliyet ve öngörü sahibi rehber seçmeli ve bu vazifeyi o zatın iş yönetimi kriterlerine bırakmalı. İslam dininin müntesibi ferdler bu türden meselelerle küçük veya büyük ölçekli nüfus yapılarında karşılaşırlar ve herkes “hepiniz çobansınız, emriniz altındakilerden mesulsünüz” ilkesi gereği bir çözüm üretmelidir. Zaten bu husus insanın tek başına yaşayamaması, toplumun ferdi olması, topluluk ferdlerinin dünyevi manada birbirine muhtaç olmalarının gereğidir. Müslüman Düşünce değerleri oluşturma yolunda kanaat inşa eden rehberlerimiz çalışmaların ana eksenini zikrettiğimiz alanda yoğunlaştırmamışlardır. Bu alan “mahalle” ve modern dönemde “sivil toplum” örgütlenmelerinde kısaca cemaatik oluşumlar içinde tanımlanmıştır.
Müslüman Düşüncenin ana ekseni politik bir zeminde yol almaktadır. Müslümanların siyasi çatısı durumunda bulunan Osmanlı, milliyetçilikler karşısında parçalanmaya uğradıkça ülkenin kendine mahsus sosyo-ekonomisi çökmüş böylece gelişen kapitalizm ile karşılaşmak zorunda kalan Müslümanların “modernleşme” problemleri zuhur etmiştir. Müslüman düşünür “Batı’nın ilmini alalım” derken azgelişmişliği, Batı karşısındaki askeri başarısızlıkları, cehaleti ve hastalıkları, harabeye dönmüş meskenleri, alet edevat üretimindeki eksikliği yenmeyi düşünüyordu şüphesiz. Ancak bunlar Batı’lı bilim-teknoloji paradigmasının eksikliğinden oldu denilemezdi sanırım.
İslam’ın Osmanlı’da şehir dini olduğu ama modern zamanlarda köylüleştiği düşüncesi giderek daha çok tartışılıyor. Sefa Kaplan’ın 18.03.2008 Hürriyet’teki “Kentli İslam Köylülüğe Yenildi mi?” başlıklı yazı dizisinde Mehmet Altan’dan şu sözler nakledilmiş: "İslamiyet, Şeyh Galip’ten Taliban’a geldi yeryüzünde. Bunun bir sosyolojik analizini yapmak lazım. Eskiden Müslümanların ağırlığı kentlerdeyken kırlara kaymasıdır bunun sebebi. Şeyh Galip, inanılmaz şekilde işlenmiş bir derin kültürün çok önemli bir ferdiyken; Taliban, Afgan kırlarının bütün hoyratlığını ifade eden bir vahşetle ortaya çıktı. İkisi de Müslüman ise aradaki fark nedir? Bence aradaki fark o dinin kendi kültürel özelliklerinin, güzelliklerinin, yaratıcılıklarının farkına varılmayıp onu siyaseten bir silah olarak kullanmaktır." Böylesi düşünceler giderek daha çok dillendirilmeye başlandı. Türkiye’de şehirleşmenin köylülere dayatılması sonucu kentlere akmaya başlamış kitlelerin “Taliban”la benzeştirilmesi de problemli. İyi bir şehirde yaşamak ama şehri estetikten yoksun “eski köylü yeni lümpen” tiplerin doldurduğunu vehmetmek son dönemde pek çok yazarın dile getirdiği kıyısından köşesinden paylaştığı bir yargı. Şehir aristokrasisi bir yandan köylüyü şehirlere çekmek ve onları ürettiği malların pazarı kılmak istiyor ama bir yandan da şehirlileştirmek istediği köylünün şehirde “dindar”laşmasına içerliyor. Şehirleşen köylülüğün sol-seküler partilere değil de sağ-muhafazakar partilere yığışması ve muhafazakar bir kılık-kıyafet tercihi ile kamusal alanda aktif rol alma talebini dillendirmesi burjuvazinin zevkleriyle uyumsuz bir toplumsal alanın oluştuğunu gösteriyor.
Kimi Müslüman yazarlar şehirde olan bitenin toplumsal devinimle ilgisinden söz açarak heyecan ve sabırla neticenin beklenmesinden yana görünüyorlar. Yüksek kültürel üretimden yoksun çirkin görüntülerin sorumlusu sadece kentte dindarlaşan Müslümanlara ait olamayacağını merkez karar vericilerin de bu çirkinlikte mesul sayılmaları gerektiğini haklı olarak ifade ediyorlar. Onlara göre asıl problem estetikle ilgili değil imana ilişkin samimiyet ve dürüstlük sorgulaması ve arayışıdır. (Ümit Aktaş, estetik ve şehirli/köylü İslam tartışmaları, tekilhaber.com).
Yine bir başka Müslüman görüş, İslam ve burjuva meselesini tartışırken, mülk sahipliğini rızk meselesi üzerinden ele almak şeklindedir. Buna göre Allah mülkü dilediğine verir, kişi bu mülkü nasıl tasarruf edeceği hususunda ilkeyi dinden edinir, ama malı dilediği gibi harcama yetkisine sahip değildir. Malı veye emtiayı dilediği kadar harcamaya kalkarsa Müslüman toplum ona doğruyu ikaz etmek, fesada uğrayan kişiyi ıslah etmek hakkına sahiptir. (Abdulaziz Tantik, tekilhaber.com). Bir başka düşünce de burjuvaziyi lümpen-esas burjuvazi şeklinde ayrımlayarak, rüşvetle haramla iştigal eden İslamcıların, aslında köyde “volk” değerlerle yaşarken şehre gelip lümpenleşmekle tezahür ettiği, gerçek burjuvazi ile yani üreten, sanayi ticaretle sermaye biriktiren Müslüman(dindar) erbab-ı sınaet ve ticaret ile bir olmayacağı yollu ifadeyle gelişiyor. Hatta giderek ileri de geçiyor ve “İslam’ı bir Medeniyet olarak üretecek olan Müslüman burjuvazidir” diyor (Hilmi Yavuz, Köylüleşen İslam mı, Lümpenleşen İslam mı, Zaman,21.12.2008). O da köylülüğün şehirlere işçi sınıfına dönüşmeden katılımı halinde şehir ile köyün ideolojik anlamda farklılaşmamış birliğinin bozulmayacağına vurgu yapıyor. Aslında AKP’nin de 29 mart 2009 seçimleri dolayımındaki miting söylemlerinde özellikle şehirleşmenin kazanımlarından yeterince pay alamamış kitlelere mesajı “medeniyet” vurgusunaydı: kentsel dönüşüm, kırsal kalkınma, büyüyen kentler, sobasının isi kiri değil temiz doğalgaz, okullarda bilgisayar, toplu taşım araçları, alt geçit, köprülü kavşak.. istemez misiniz? Diyelim ki istiyoruz, ama nasıl geçineceğiz?
Müslüman Düşüncenin zenginlik meselesi ile ilgili tefekkürünün gelip tıkandığı yer 200 yıl önceki selef entelektüellerinin Batı’nın sömürü ile inşa ettiği şehirlere duyulan yarı kıskançlık yarı büyülenmişlik bilinçaltının yeniden uyanmasından başka bir şey değil. Ahmet Midhat : “Öyle her ciheti mamur, müzeyyen, muntazam memleketleri görüp de kendi memleketimin bunlara benzememesini tahayyül edememek benim için asla kabil olamaz” (Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Midhat Efendi, MEB y.,s:31) derken, Ziya Paşa:Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kaşaneler gördüm/Dolaştım mülk-ü islamı, bütün viraneler gördüm, (Cenevre, şaban, 1287/1870) yazar. Bediüzzaman da “İla-yı kelimetullah’ın bu zamanda bir büyük sebebi maddeten terakki etmektir… Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyyeye yardım edecek noktaları(funun ve sanayi gibi) maal memnuniye alacağız”(Divan-ı Harb-i Örfi, Sözler y,el Kitabı,s:19)der. Hekimoğlu İsmail, Mahir İz’den naklen “avize alacaksın, gerekirse araba da alıp mobilya gibi şeylerden kaçmayacaksın. Çünkü memleket iktisadı bunları almakla kalkınır. Sen alacaksın ki, fabrika çalışsın” (Tefekkür ve Edebiyat, adlı kitabından) aynı görüşü tekrarlar.
Köylülerin şehre gelmesi ve proleterleşmeleri köylülere ait bir tercih değildi. Köylü 1000 yıldır toprağında üretiyor ve geçiniyor, kendince de dinini eda ediyordu aslında. Ona köyün “geri” şehrin “ileri” olduğunu söyleyen de kendi dışında biriydi. Toprağında özgür ve geçinebilirken niçin proleterleşmesi isteniyor? Ha! kentte yaşamak isteyen buyursun yaşasın. Asfalt yollarda mı yürüyecek buyursun. Ama yaşadığı veya yaşamak istediği standartları da köylüye vergi salmasın. Müslüman aydınlanma, köylülerin kentte dindarlaşmasını; burjuvazi, kente geçime gelen köylünün proleterleşmesini; merkezi hükümetler de vergi büyüklüklerinin ve bürokrasi etkinliğinin devasallaşmasını temel alarak meseleyi kavrıyorlar. Köylülüğün “kötü” bir süreç olduğuna dair söylem 200 yıllık bir “uygarlaşma” masalıdır. Ama daha da önemlisi son dinin nebisi Efendimiz Muhammed(asv)’in Medine’de ki yaşamının şehir kültürü, sermayesi, sanayisi içermiyor oluşudur. Hatta öyle ki gelen misafirler çoğu kere kalabalık içinde “peygamber kimdir“ anlayamıyorlardı. Keza Ebubekr(ra), Ömer(ra)’in şehir anlayışları da burjuva üretmiyordu. Köylülük şehirlilik meselesi, Muaviye ile zuhur etti.
/Lütfi BERGEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder