Köyde Bakkal Olmak
Köyler nüfusu iki binden küçük olan ve herkesin birbirini tanıdığı, hatta tamamının da ötesinde akraba olduğu, temel gereksinimlerin dışında hiçbir olanağın bulunmadığı, muhtar tarafından yönetilen yerleşim birimleridir.
“Köy, hayatın temellerini öğrenip sonra da görüntüleriyle, konuşmalarıyla, tutukluklarıyla dalga geçilen yaşlı insanlar gibidir. İçinden çıkıp büyük şehirlere gittiğimiz, basit hayatlar yaşayıp dejenere olduğumuz, sonra geriye dönüp dalga geçtiğimiz yaşamı tüm zorluklarıyla, eksiklikleriyle, ihmal edilmişlikleriyle kabullenip alıştığı hayattan, değerlerinden ve kültürlerinden vazgeçmeyen insanların barındığı küçük ama büyük hayatlar barındıran yerleşim birimleridir. Saf komşulukların, yardımlaşmanın, menfaatsiz ilişkilerin, temiz suların, temiz gıdaların, temiz yüreklerin, kısacası saf insanlığın son kaleleridir. Yanık tenli ama hayatlarından memnun çiftçilerin barındığı topluluklardır.”(xespa)
Köyde hayat tekdüze zannedilir ama öyle değildir. Hep şehirlerle karşılaştırırız köy hayatlarını. Lâkin şehir ışıkları bu hususta da bizi hep kandırır. Bizi yanıltmayan, aldatmayan, kandırmayan aksine elimizden tutan, ayakta durmamızı sağlayan tek kurumu vardır şehirlerin; bakkallar. Ki onlar da artık süper marketlerin kuşatması altında iyice köşeye sıkışmış durumdalar.
Bir mahalleye taşındığımızda yerini ilk öğrendiğimiz dükkân bakkal dükkânlarıdır; evimize en yakın olanıdır. Ekmekten yumurtaya, sudan çaya kadar her şey elinizin altındadır. Hele bu dükkân evinizin altında ise istekleriniz pencereden girer evinize bakkala iple sarkıttığımız sepetimizle.
Samimiyet, içtenlik, sıkı dostluk, yardımlaşma hepsi orada vardır. Paranız yoksa kimse sizi boş göndermez. Çünkü "veresiye" bir tek burada geçer şehir yerinde. Bakkalın bir “Bakkal defteri” vardır. Bir defter de sizin elinize tutuşturur. Her ikisine birlikte yazılır ödünç alınan şeylerin parası bir bir. Elimize para geçtiği zaman elindeki defterle bakkal defterini karşılaştırır, mutabakat yaparak ödemeye geçeriz. Hastalık gibi acil durumlarda para lazım olduğunda ilk başvurulan yerdir bakkallar. Bu yönleriyle Türkiye ekonomisini sırtlarında taşımaktadırlar. Onca ekonomik kriz ve çalkantıların bu ülkeyi neden o kadar derinden etkilemediğini anlayabiliyor musunuz?
Oysa kentin önemli merkezlerini tutan dev alış veriş merkezlerinin çeşitlilik ve lüksten başka size sunduğu ne var ki? Cebinizde paranız yoksa tek bir kibrit çöpü bile alamazsınız. Bankanın verdiği kartta “yetersiz bakiye” uyarısını gördüğünüzde siz kimin yüzüne bakarsınız ya da kim sizin suratınızın aldığı şekle bakar. O an ararsınız mahalle bakkalının güler yüzünü; “canım lafı mı olur. Al götür. Sonra ödersin. Rica ederim” sözleri kulaklarınızda çınlar ama karşınızdaki bir kasiyerdir. Ne siz onu tanırsınız ne de o sizi. Zoraki bir güler yüzle bir hoş geldin lafı duyarsınızdır kasaya geldiğinizde ama iki yabancı olduğunuzu o an anlarsınız. Ancak iş işten geçmiştir. “Her ne kadar günümüzde süper, hiper, ultra, mega tekelci marketler tarafından finansal çöküntüye uğratılan küçük esnaf birimlerinin başında gelseler de bakkallar, milletimiz için vazgeçilmezlerden olmuştur.”
Bakkallar bununla da kalmaz. Mahalleye ruh katan yerlerdir. Fırınlardan sonra sabahleyin en erken açılan yerler bakkal dükkânlarıdır. Bunun gibi gecenin geç vaktine kadar açık kalanlar yine onlardır.
Mahallede ne oldu ne bitti, kimin düğünü, cenazesi var gibi bir sürü bilgiyi buradan edinebiliyorsunuz. Soysal hadiselerin ve grupların buluşma noktasıdırlar. Mahalle onlardan sorulur. Aynı zamanda eski zamanların postanesiydiler. Şimdiki gibi nerede o zaman her evde telefon? Eşe dosta bakkalın telefonunu verilir, biri bizi aradığında o da çırağına ya da sokaktaki bir çocuğa “koş yavrum, falancanın telefonu var, çağır gelsin” derdi. Çoğu mektup adresi olarak bakkalın adını verir, mektup yazanlarımız da zarfın üstüne “Bakkal Ahmet Eliyle” diye yazardı.
Haklarında “Bakkalla, çakalla mı uğraşacağız”, “ne bu böyle bakkal defteri gibi” aşağılayıcı deyimler de üretmiş olsak da onların kıymetini korkarım son bakkal dükkânı da kapanınca anlayacağız. Tıpkı köyümüzün bakkalı Ahmet dayı’da olduğu gibi.
Yılını hatırlamıyorum. Yeni yaptırdığı tek katlı evinin bir odasını dükkân yapmış, burada köylünün acil ihtiyaçlarını karşılayacak kibrit, sabun, yağ, tuz, şeker, sakız, bisküvi gibi gıda ve ihtiyaç maddelerini bulundururdu. Gün boyu beklemezdi dükkânında tabi. Her köylü gibi onunda işi gücü vardı tarlada, tabakta, bayırda, düzde… Bakkala gelen kişi hangi tarladaysa çağırır, açtırır dükkanı yapardı alış verişini.
Büyük bir cesaret işiydi köye bir bakkal dükkânı açmak. Büyük bir başarıydı da aynı zamanda bu işi yıllarca sürdürebilmek ve “Bakkal” unvanını alabilmek. O yılarda köylümüz tütün parasını aldığı gün para yüzü görür, yılın diğer günlerini hep borç harç ile geçirirdi. Tütününü sattıktan sonra eline geçen parayla evvela borçlarını öder, parası kalırsa bir çuval şeker, bir teneke (18kg) ayçiçeği yağı alır para için gelecek yılı beklerdi. Bu süre zarfında ihtiyacı olan gaz, yağ, tuz ve şeker için pazara süt, yoğurt, yumurta vb. götürüp Pazar eyler, buradan biriktirdiği üç beş kuruş ile o ihtiyaçlarını temin etmeye çalışırdı. Köylü hepten çaresiz de değildi. Bir de konu komşuyla keşikleşe ödünç alıp verme işi olurdu. Biri birisine bir şey verdiği zaman, kendisinin de bir şeye ihtiyacı olduğunda gider ondan isterdi. Buna alış veriş yapma denirdi.
Bu tür ödünç alıp vermelerin hâkim olduğu bir köyde “bakkal” olmak bunun için bir “cesaret ve başarı” işiydi. Köyde yapılan, bir yerde eskiden olduğu gibi malın malla değiş tokuşunu içeren “mübadele” sistemiydi. Rahmetlinin köye getirmek istediği medeni hayattı. Malın malla mübadelesi yerine alış verişler de “para” kullanmak ve bunu teşvik etmekti.
Bilindiği gibi para bir değişim aracıdır. Piyasada bulunan her türlü mal ve hizmet para ödenerek satın alınır. Bu, paranın mübadele özelliğidir. Oysa biz köy yerinde birçok şeyi parasız mübadele ediyor, “değiş tokuş” yani “trampa” ediyorduk. Bir örnek vermek gerekirse, çocukluğumda merhum Orhan AY abimiz köyde, içinden artist fotoğrafları çıkan dört köşeli “ece” markalı sakız satardı; bir yumurta verir karşılığında ondan bir sakız alırdık. Yani malın mal ile değişimi yapılırdı. Yine, yeni evimizin mutfağına davlumbaz türü bir aksam yaptırmıştık demirci Hamdi eniştemize, karşılığında tütünlerinin istif ve tongasını yapmıştık ailecek. Bu da malın hizmetle değişimiydi. Bunun gibi kimisi ineğiyle danasını değiştirir, aralarında değer farkı varsa “üstlük” adı altında öderdi.
Bakkal Ahmet dayı bu süreçte nelerle karşılaştı? Bu işten ne kadar para kazandı ya da kaybetti? İşin aslını ve sonuçlarını irdeleme şansımız yok şu an. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi köy yerinde bakkal açıp işletmeye kalkmak büyük bir cesaret işiydi ve bu işte tutunup “bakkal” unvanını alabilmek, herkesin sevgisini ve saygısını kazanabilmek gerçekten çok büyük bir başarı idi. Paranın ne kadar önemli olduğunu, paranın her kapıyı açtığını insan bizzat müşahede ederek anlıyordu. Bakkaliye türü ihtiyaçlarımız için bir hafta beklemek yerine ihtiyacımız olan şeyleri anında köyden temin edebilmek için yeteri kadar “para” kazanmak ve elde sıcak para bulundurmak daha elzem hale geliyordu. Tabi bakkal Ahmet dayı köyün zengini değildi. Belki o da veresiye alıyor ve satıp parasının öyle ödüyordu ama burada onun yaptığı daha doğrusu köylüye kazandırdığı bir nitelik vardı ve o da “paranın sıcak yüzü” idi. Para kazanma hırsı insanın çalışma şevkini artırıyordu. Eşinden, dostundan bile olsa bir başkasından bir şey istemek “muhannete muhtaç olmak gibi” geliyordu. Yaşlılarımızın, büyüklerimizin dualarının çoğu da bu yöndeydi zaten; “çalışmak ve muhannete muhtaç olmamak.”
Köyümüzdeki ortalama düşünce düzeyinin mübalağasız fersah fersah üstünde bir girişimci ve gelişimci düşünce gücüne sahip olan bakkal Ahmet dayı, çalışma konusunda bakkalcılık dışında köyde birçok değişiklikleri de denemişti. 1980’li yıllarda köy günlüğüne yazdığım notlar arasında öküz yerine at yetiştirip bunların gücünden faydalanmaya çalıştığını görüyoruz. (çünkü at öküze göre daha çevik ve hızlı davranabilmekteydi.)
Kaç yılında olduğunu bilmiyorum ama köyümüzün ilk ve son bakkalı “Bakkal Ahmet Dayı” önce tek oğlu sevgili Celal’i İstanbul’a gönderdi. Boğazın üstündeki köprülerden birinde gişe memurluğu yaptığını duymuştuk. Daha sonra bakkal Ahmet dayı da bakkalı ve evini kapatıp İstanbul’un yolunu tutmuştu. Köye veda etmişti lâkin ocağı terk edemiyordu. İki yıl önce 2007’nin yaz aylarında köy camiinde bir öğle namazında karşılaşmıştık Ahmet dayıyla. Kendisini önce tanıyamamış ve elini öpüp “hoş geldin abi” demiştim. Fakat o benim elimi bırakmamış; “hoca hoca beni tanıyamadın galiba. Ben sizin dayınızım, Ahmet dayınız yani ben bakkal Ahmet’im” diye kendini tanıtmıştı şaka yollu. Şimdi, fethi hususunda Peygamberimizin müjdesine nail olmuş bir kentimizde, İstanbul’da can yoldaşıyla birlikte ebedi istirahatına çekilmiş durumda. Her ikisine de Allah(cc) rahmet diliyorum. Kabirleri nur mekânları cennet olsun. Başta Celal abimiz olmak geride kalan tüm yakınlarına başsağlığı dilerim.
/Çetin KOŞAR
07/05/2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder