3 Mayıs 2009 Pazar

Akbulut Köyüde Çalışma Hayatı


Fotoğraf: Nail BOZDEMİR




“Memleketin efendisi hakiki müstahsil olan köylüdür”
M.K.ATATÜRK

Köyümüzde, bilinen manada işçi ve işveren ilişkilerine dayalı ve yasalarla tanımlanmış bir iş ve çalışma hayatı yoktur. Yerine göre herkes kendi işinin patronudur.  Ancak anlaşmazlık durumunda evin en yaşlısı (dede, baba, nine, anne) patron yerine geçer ve gerekli kararları ailenin selameti için "diktatörce" alır. Yasaların güvencesi altında olmayan bu tip çalışma hayatında “grev ve lokavt” gibi terimlerin hükmü de yoktur. Yaşanacak bir “tayin terfi” yani okuyup adam olarak işi gereği köyden ayrılması gerekenler ya da köy işlerinden bıkıp şehirlerde tutunmaya çalışmak için köydeki “işi terk etme” eylemine girenler, yaptıkları bu eylemin doğuracağı vahim sonuca katlanmak zorundadırlar. Farkında oldukları bu vahim sonuç “ocağın sönmesi”dir. Çoğu ailede görülen “lokavt” kararlarında göz ardı edilmeyen durum ise “ocağı tüttürecek” bir çocuğun her ne pahasına olursa olsun köyde tutulmasıdır.

Bir tarım toplumu olan köyümüzde herkes işçi olarak doğar, yaşar ve ölür. Bu işçilik elbette yasalarda tanımı yapılan “belli bir ücret mukabili akde (sözleşmeye) dayalı” değildir. Köy çalışma hayatında kişilerin çalışması “sosyal sorumluluk” gereğidir. Herkes bir işin ucundan tutmak zorundadır. Okuyanın, askere gidenin, evlenenin, eli iş tutamayacak kadar sakatlananın ve yaşlıların bakımı bu sosyal sorumluluk çerçevesi içindedir. Kişiyi bu çerçeveye sokan da şüphesiz “aile bağları”dır.

Medeni Hukukumuz mükellefiyet yaşını on sekiz olarak belirlemiş olsa da köy yerinde bu işin "yaşı-başı" yoktur. Tabiri caizse, kız erkek fark etmez, bu sorumluluk çağı kundakta başlar. Daha yürümesini bile bilmeyen çocuğun eline tutuşturulan bir dal parçasıyla kedi, köpek, tavuk, cücüg (civciv), sığır, at, eşek ne varsa onları korkutup kovalaması istenir. Yani köyde ilk öğrenilen iş “çobanlık” mesleğidir. Zaten insan olarak bir yatkınlığımız da olan bu çobanlık etme, “gütme” ve "yönetme" hırsımız yüzünden çoğu kez bilmeden elimizi yüzümüzü kediye tırmalatmış, popomuzu, paçamızı köpeğe kaptırmışızdır.

Gerçek manada ilk görevimiz iki ayağımız üzerinde durmaya başladığımız çağda başlar. “Azar işitme” ve “tokat yeme” gibi bir cezai sorumluluğu da olan bu ikinci görevimiz şimdilerde adına “güvenlikçi” dediğimiz “bekçilik” işidir. Benim aklıma gelen ilk bekçilik görevi “sergü” (sergi) beklemekti. Genellikle tarımsal ürünlerin kurutulması için yapılan bu sergi alanı kuş, tavuk, cücüg, kedi, köpek ve bilumum muzur(dirlik vermeyen, musallat olan) hayvanattan korumak için bir ya da birkaç bekçi (çocuk) tarafından kollanırdı.

Sergi denilince akla belki hemen “resim ve fotoğraf sergisi” gelebilir. Ancak köyümüzde her aile tarafından kurulan birçok sergide, bin bir zahmet ve meşakkatle doğadan elde edilen sanat eseri ürünler gösteri için değil de kullanıma hazır hale getirilmek için sergilenirdi. Sergi altlığı olarak genellikle keçi kılından örülmüş ya da keten ipliğinden bu işler için “dokunmuş” kilimler kullanılırdı. Sergilenen ürünler ise harman sonrası yıkanan ekinler(buğday), bulgurluk için haşlanan buğdaylar, kurutulacak fasulye, nohut gibi bakliyat“günlenmiş mısır unu” için mısır, hoşaflık için kurutulacak erik, elma, armut, kiren gibi “meyve”lerdir.

Bekçilik görevini üstlenen çocukların yaptığı tek iş sergi beklemek değil elbette. Harman beklemek bir diğer işimiz idi. Harmanın düvenlerle harmanda dövüldüğü zamanlar olsun ya da daha sonraki yıllarda patoslarla dövüldüğü günlerde olsun harman yerleri köyün korunması gereken en “stratejik alan”larıydı. Bu koruma, sapların tarladan harmana taşınmaya başlamasıyla başlar tanelerin başaktan ayrılıp ambara, sapın da saman olup samanlığa doldurulduğu son âna kadar işin her aşamasında sürdürülürdü. Buradaki baş düşmanımız tabiî ki yine ahır ve kümes hayvanlarımızdı.

Başka neleri beklerdik diye düşünüyorum da; evi beklerdik. Ailemiz iş için uzak ya da yakındaki tarlalara gittiğinde ev ve çevresindeki diğer her şeyin korunması için  “ev yanları yalnız” bırakılmazdı. Böyle durumlarda her ne kadar “konu komşuya” ricada bulunup “eve ocağa göz kulak” olması istenirse de eğer yaşlılar yoksa asıl görev yine çocuklara düşmekteydi.

Bağlar bahçeler beklenirdi. Köyde nadir olarak yetişen sebze ve meyvelerin bulunduğu bahçeler olsun, özellikle kümes hayvanlarının zarar verebileceği ürünlerin bulunduğu bahçeler ya da fidelik türü yerler olsun hep gözetim altında tutulurdu. Yetişkinlerimizin de geceleri özellikle mısırlıklarda yabani hayvan nöbeti tuttukları olurdu.

Okul çağına giren ve okula gönderilen çocuk, köylü için büyük bir “iş gücü kaybı”ydı. Kentlerdeki çocuklar belki hafta sonunu tatil için iple çekerlerken köydeki çocuklar için hafta içi ders saatleri ip değil halatla çekilen anlardı. İşlerin henüz bitmediği Sonbahar ve işlerin yeni başladığı İlkbahar ayları bizler için pek huzurlu geçmezdi. Her gün okul çıkışı soluğu tarlada aldığımız yetmiyormuş gibi hafta sonları iki tam gün mesai yapmamız gayet normal bir şeydi. Hatta bazı aileler bu dönemlerde iş için bazı günler çocuklarını okula göndermezler ya da önceden öğretmenlerden izin alırlardı. Öküz önünde yürümek, çiziye mısır dökmek, malları gütmek başlıca yaptığımız işlerdendi.

Un çorbasıyla bulgur pilavına talim ettiğimiz bu çocukluk yıllarımızda kuyudan su çekmek, odunluktan eve odun taşımak, samanlıktan “tama daş”a sap saman taşıyıp hayvanların “afur”larını doldurup altlarını “kürümek”, öküzlerin sırtını kaşımak, akşamları “pinniğin” kapaklarını örtmek başlıca vazifelerimiz arasındaydı.

İlkokuldan mezun olan birinin işi hazırdır. Bu iş “bir sap tutmak”tır. Tıpkı “bir baltaya sap olmak” gibi bu iş, erkekler için “sabanın sapı”, kızlar için “süpürgenin sapı”dır. Gelişkin olanlarımız için mezuniyet de beklenmezdi. Aslında mecbur olmasaydı köylünün çocuğunu okula göndermesi bile zordu. Her köy yerinde yaygın kanı çocukların okula gönderilmesi boşunaydı. Çocuğun dersleri zayıfsa ve derslerine çalışması gerektiği velisine bildirildiğinde öğretmenlerin aldığı yanıt ekseriya “Aman be örtmen bey! Okuyup da gaymakam mı olacak?” şeklinde olurdu.

Köyümüz insanı kanunlara, nizamlara ve buna benzer hükümet emirlerine karşı oldukça saygılı ve itaatkârdır. Çocuklarını okutma konusundaki çekimserliği, bitmek tükenmek nedir bilmeyen köy işlerinin ağırlığı ve çokluğundandı.

Okula gönderip göndermeme konusunda köyümüzde kız erkek ayırımı diye bir şey de yoktu. Hatta yanılmıyorsam köyümüzde liseyi bitiren ilk üç kişiden biri kız idi. Hatta ilkokuldan sonra okumak istemiyor diye okulda, öğretmenin yanında “okuyacaksın(!)” diye kızını döven baba (Ali Rıza BAKİOĞLU) bizim köyden çıkmıştır.

İşlerde kadın erkek ayrımı yüzeysel olarak göze çarpsa da genelde tüm işler birlikte yapılmaktadır. Özellikle ebeveyler tarlada mutlaka birlikte olurlardı. Baba çalı tutuyorsa anne soğanlık kazıyordur. Baba su taşıyorsa, anne fide dikiyordur. Baba tarla kenarlarında öküzleri “elinde otlat”ıyorsa, anne bahçeden yonduğu sebze atıklarıyla ineğini buzağısını doyuruyordur. Hatta bahar aylarında görülen evin ocağın, tamın taşın topyekûn bir temizliğe tâbi tutulduğunda analar evi, ocağı, “gesi” ve “urba”ları yıkarken, baba da öküzleri, inekleri, danaları, düveleri bu yıkama bayramına dahil ederdi.

Her yetişkin insan köyde birer işçidir. Köyün ana meşgalesi tütüncülük olduğuna göre bu işin her safhasında görev alınırdı. Fidelik yerinin kazılması, fide ekilmesi, fidelik sulaması, fide otu yonması, fide sökülmesi, tütün dikilmesi, kazılması, kırılması, dizilmesi, asılması, kurutulması, hevenk yapılması, seçimi ve pastalı, istif edilmesi ve nihayet tonga bağlanmasına kadar her aşamada herkes işin bir ucundan mutlaka tutmak zorundadır. Erkek çocuklar daha ziyade dışişlerine koşturulurken kız çocukları ev işlerine ve küçük kardeşlere bakmakla görevlendirilirdi.

Çok eskilerde yerine göre kadınların da çift sürdüğü olurdu ama çift sürme, dağda odun etme, eve odun çekme, değirmene gitme, tarla sulama, hayvanları otlatma ve ahırların temizliği erkeklerin yaptığı işlerdir.  Bahçelere öteberi(soğan, sarımsak, patates, soğan, biber, patlıcan, fasulye) dikip yetiştirme işi, inek sağma, sütü mayalama, “yayık yayma”, eve su çekme, ocağın ateşini yakma, yemek yapma, bulaşık, çamaşır ve ev temizliği kadınların yaptığı işlerdi.

Köy yerinde bir de insan gücüyle yapılan “taşımacılık” işlerine değinecek olursak; öyle filmlerde olduğu gibi tabi ki saban boyunduruğu altına girenlerimiz yoktu ama “su boyunduruğu” altına girme işi kadın erkek hepimizin göreviydi. Köyümüzün su ihtiyacı su kuyularından sağlanmaktaydı. Bu nedenle ev işlerinin sabah akşam tekrar edilen bir işi de eve içmek, yemek yapmak, hayvanları sulamak ve ev temizliği için eve ve ahıra kuyulardan su taşımakta. Yakın kuyulardan alınan sular için sorun yoktu onları iki elimizle de taşırdık mesafe kısa olduğu için.  Asıl sorun 100-200 metre uzaklıktan, rampalı yolla “Bonduruk” dediğimiz araçlarla omzumuzda tenekelerle (18+18)=36 kilo suyu taşırken çektiğimiz su değil zahmetti. Asıl kan-ter içinde kaldığımız “bonduruklu” zamanlarımız ise tütün dikmelerinde “sucu”luk görevlerimiz sırasındaydı. Özellikle 8-10 dikicinin olduğu bir gurupta böylesine bir "suculuk" görevi belki de bir bayram seyran havası içinde geçiyordu ama “ıbrık”larında suyu tükenen dikicilerin “sivrüç”lerle, su bitti diye “takır takır” ibrik çalmaları en zor anlarımızdandı. Artık yük altında yürüme değil koşma zamanıydı.

Çitlerle “tam”a saman taşımak hafif ise de eve yakın tarlalarda kırılan tütünlerin çitini sırtımızda eve taşımak ter yoluyla vücudumuzdaki toksinleri dışarı atmanın en güzel(!) yoluydu. Sırtımızda taşıdığımız bir diğer yük çarşı-pazara satmak için götürdüğümüz “öte-beri”lerimizdi. 1960’lı yıllarda zaman zaman ilçeye kadar asgari on kilometrelik yolu sırtındaki yükle yürüyerek giden büyüklerimizi hatırlıyorum. Köylüyü Alaçam’a pazara götürmek için Çarşamba günleri köye gelen araçlar köy merkezinde beklerlerdi. Çarşıya gidecek olanlar “yük”leriyle birlikte köy meydanında toplanırdı. Bu esnada ailecek küçük çaplı bir “taşınma” işlemi olurdu; mevsimine göre sebze ve meyvelerin yanında mutlaka süt, yoğurt, tavuk ve yumurta ana malzemeler yani emtialar idi.

Eskiden köylerimizde dikkat çeken önemli işlerden biri de meyve toplama işiydi. Özellikle evlerin çevreleri incir, üzüm, armut, dut, erik, elma ve ayva ağaçlarıyla doluydu. İncir ve üzüm harici (bunlar taze olarak tüketilir ya da satılır) diğer meyvelerimiz toplanır birkaç aşamalı işin sonunda pekmez yapılırdı. Sonbahar aylarında köy yerinde yükselen seslerden biri de elmaların “oluk” denen araçlarda “elma tokmak”ıyla “donk donk” diye çıkan seslerle dövülmesiydi. Erkekler silkeler kadın ve çocuklar toplar, birlikte dövüp ezip kazanlarda kaynatır, suyunu sıkar, büyük tavalarda gece sabahlara kadar bu suyu uyumadan kaynatarak ekşi, nardek ve pekmez elde edilirdi. Bir kısmı ise bıçaklarla dilimlenir, küllenir ve güneşte kurutularak “hoşaflık” olarak saklanırdı.

Gelelim mesai kavramına. Yasaların tayin ettiği mesai saatleri şehirde devlet memurları için geçerlidir. Birkaç istisnaları hariç, özel şirketlerde de belli olmayan mesai kavramı köylü için saatle değil gün ışığıyla ilgilidir. Köylerde eskiden “Dün doğdu kalk, gün battı yat” disiplini hâkimken teknolojik gelişmeyle gelen medeniyet ne yazık ki köydeki “iş barışını” da bozmuştur. Gece vakti traktörle çift sürmek, yük taşımak aklıma gelen ilk işlerdir. (Hatırlıyorum da eskiden köylerde akşam olunca hayat sona erer ve dağlardaki çakallarla köylerdeki köpeklerin dışında gece vakti çıkan seslere bir de yaz gününde çaylardaki kurbağalarla “cırcır” böceklerinin sesi de katılırdı. Şimdi gerek evlerdeki elektrikli ve elektronik aletler ve gerekse dışarıdaki motorlu araçlar 24 saat beyinleri tırmalamaya devam edip durmaktadırlar.)

Güneşin doğmasını da beklemeden “gün ışımasıyla” ayağa kalkan köylünün mevsimine göre peşi sıra koşup gideceği bir işi mutlaka vardı. İlk iş elbette ahırdan kümese hayvanların beslenmesiydi. Gün boyu elbette molalar verilir, dinlenilirdi. Yoğun iş günlerindeki en güzel anlar (tabiî ki çocuklar için) yağmurun yağmasıydı. Bahar ve yaz yağmurları gelip geçerdi ama o yorgunluk içinde evlere çekilip verilen ara bir yaz tatiline muadildi.

Tüm bunların dışında özellikle kış günleri işe güce bir “es” yani ara verildiği zamanlar da olurdu. Bunun gibi cenaze, düğün, bayram ve seyran zamanları genç erkeklerin oyun mekânı hiç şüphesiz okulun bahçesi, gezip tozma için buluşma yeri caminin yanıyken genç kızlar da evde ya da bir arkadaşının evinde elindeki “elişi”yle hem laf eder hem çeyizlik hazırlığını sürdürürdü.

Bunca çalışmanın karşılığı elbette “gündelik”, “haftalık” ya da “aylık” gibi de olsa köy yerinde hiç bir ücret söz konusu değildi. Hafta günleri satılan süt, yoğurt, yumurta vb. elde edilen gelir gaz, tuz, yağ, şeker ve sabuna gider ortalama on beş aylık bir uğraşıyla üretilip satılan tütünden elde edilen gelir de banka ya da “Allah ödüncü” olarak alınan borçlara giderdi. Tütün ekim ve dikimi yapacak olan köylünün kimi kooperatiften kimi de bankadan avans çeker, bu para yetmediğinde de eşten dosttan “senetsiz kefilsiz” “Allah ödüncü” denen bir borç para alır, dönem sonunda bazen kooperatife ve bankaya bile borçlu kaldığı olurdu. Zaten eline üç kuruş para geçen köylünün parasında uçan kuşun bile gözü olurdu. 1970’li yıllardaydı zannederim. Babam bana “0ğlum bu Samsunspor ne iş yapıyor, onun için bizden para kesiyorlar” diye sormuştu. Hatta bir sene banka, tekelin zamanında ödemediği paranın faizini bile köylüden tahsil etmişti de köylüye sahip çıkan olmamıştı. Şöyle ki, Köylü tütününü tekele teslim eder, parasını Ziraat Bankasından alır ve bankanın ödediği toplam tutar Tekel tarafından bankaya yatırılırdı. Yine böyle bir yıl banka ödemeleri yapıyor fakat ödeme zorluğuna giren Tekel bankaya ödemeyi geç yapıyor. Bu gecikmeden doğan faizleri de banka “size verdiğim paramı tekel bana geç ödedi deyip, tekelden alamadığı gecikme faizini köylünün sırtına vurmuştu.

Öte yandan köylü alırken de KDV öder, satarken de KDV öder. Önce inanamadım. İki çuval mısırı Bafra’ya götürüp bir “zahracı”ya satmıştım. Kilosu şu fiyattan şu kadar etmesi gereken mısırın karşılığında elime geçen parayı saydığımda noksan dediğimde “Bak sen köylüsün, bu satışla yarattığın katma değeri, mükellef olmadığın için gidip vergi dairesine yatıramayacağından dolayı senin alman gereken KDV’yi ben senden alıp senin yerine ben yatıracağım” demişti.

Sözün kısası, köy yerde yapılacak çok iş vardır. İşçi de patron da kendin olsan bile maalesef “alın terin kutsal değildir”. Dök dökebildiğin kadar. Yarı aç olsan da karnın tok, çıplak olsan da sırtın pek sayılmaktadır. Hem dünyadaki standartlar ortadayken Avrupa Birliği Uyum Yasaları gereği “düşürülmesi” dayatılan “köylülük oranı”nda köylüler bıçağın keskin ağzındayken söylenecek fazla bir söz olmasa gerek.

Ama şu bir gerçek ki, köylerimiz ve köylülerimiz bu toplumun “emniyet sübabı”dırlar. Toprakla uğraşarak kendi kendine yetebilen köylüler kültürel ve sosyal çalkantılarda, ekonomik dalgalanmalar ve krizlerde ülkemizde birer “pasör” görevini üstlenmektedirler. Her ne kadar ekonomik göstergelerde bir bilinmez olarak yer alsalar da işin temelinde gizliden gizliye onlar vardır.

Çünkü O, gerçek üreticidir. Yorulmadan çalışır ve asla rahat yaşama hevesinde değildir.

/Çetin KOŞAR
Köy Günlüğü’nden

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder