21 Nisan 2007 Cumartesi

Anadolu Kadını







Genç Anamın Günlüğü 
Bu yazı, gönderme, yanıt, yadsıma, reddiye, anti-tez vb ters ve yön düşünceler hedeflenerek yazılmamıştır.  “Anadolu kadını” denilince, tek tip, salt çile ile yoğrulmuş, ağzı var dili yok, cismi var, ismi yok, kişiliksiz, köle statüsünde bir klişe karakterler çizilir.






Oysa, Anadolu kadını da evrensel kadın tiplemesinin ayrılmaz parçasıdır. Fabrikanın gülü, klimalı ofislerin beyaz yakalıları da kendilerince çileli, çilekeşlerdir. Sigortasız, sendikasız ve sıfır sosyal güvenceli işlerinde ömür tüketirler. Azınlık teşkil eden ayrıcalıklı kadınları saymazsak (biraz dik başlılıkları, biraz da hayatı paylaştığı erkeklerin kadına, dünyaya bakışı ile sağladıkları istisna konumları ayrı tutulursa), dünya coğrafyasındaki kadınlar ortak kaderi paylaşmaktadırlar.

Kadınlar ve erkekler geleneksel yaşam kuralları arasına sıkışmışlar, çoğunluk yasaların verdiği haklardan habersiz, haberli olanlar da kullanmaktan sakınırlar. Geleneksel, genel kabul gören alışılmış kurallar, yasaların ayrıntılarına tercih edilir. Ne erkek baskındır ne de kadın boyun eğen. Her ikisi de ezel ebed süregelene uymaktan öte yaşamayı deneyemeyen tutsaklardır, kurbanlardır.

Özellikle çocuk yapma ve doğurma konusunda ne baba, ne de kadının onayı sorulur. Cinsiyeti bile gelenekler belirler.  Çünkü fedakârlığın ağır yükü kadına düşecektir.

Gündelik yaşam kotarılırken de kadın, eyleyen kişiliğiyle de konuşan kişiliğiyle de varlığını hissettirecektir. Bu noktalardan baktığımda; anamla babamın ilişkisi (keza büyükbabamla babaannem ve anneannemle dedem arasındaki ilişki ) hiç de okuduklarım ve duyduklarımla benzerlik göstermiyor.

Anam da babam kadar vardı (keza büyükbabam ve dedem kadar ninelerim de vardı) ve söz sahibi idi.

Ben de erkek ecdadımın devşirilmişi olarak sürgün verdim ve yaşıtım, tenteşim onca erkek ve eşim, onun yaşıtları, tenteşleri de okuması yazması olmayan, ancak akılları, fikirleri gündelik yaşamlarını idame ettirmeye yetecek köylü anaların devşirilmişleridirler. Geleneklerimiz, alışkanlıklarımız, beğenilerimiz, beklentilerimiz vd tıpatıp aynısı olmasa da onların uzantısı yeni ışkınlardır.

Biz ne denli varsak yaşamın içinde, söz ve karar süreçlerinde neresinde duruyorsak yurdumuz ve dünyamız olaylarının; onlar da aynı konumdadırlar.

Anam, sabah kalkar, bucaklığa konuşlanırdı; tencere tabak, un hamur, pancar çorbası, darı ekmeği ve inek yalı üzerine kurulu işlerini yoluna yordamına koymaya. Cırt çalıları ocağa kayar, varsa bir parça çıra ile tutuşturur ocağı ve sacayağı sürer ocağın orta yerine. Ardından kalın “yarmaçaları kayar”dı sacayağın aralarına eşitçe.

Anam eşitliğe alışkındı ve şerbetlenmişti yarmaça kayma alışkanlığından ötürü. Sonra çocuklarına, yakınlarına kol kanat germeyle ilerletti misyonunu.

Anamdan (yirmi iki yaşında evlenmiş) bir anekdot:

“Henüz çocuk yaştaydım Tahsildar gelecekmiş dediler. Hemen keçileri Fidelik kenarındaki obuza sakladım. Oğlaklar yürüyecek durumda olmadığından ahırda kaldı. Biraz sonra tahsildar geldi, ahıra indi, malları saydı.

Evde de kimse yoktu.

Bana döndü, ‘hani bunların anaları?’ dedi.

Hemen cevabı yetiştirdim; ‘Onları başkasından aldık, kesip yiyeceğiz. Onun için anaları yok’ dedim. Bana inandılar ve böylece keçileri sayımdan kaçırmış oldum” der, zekasının ve aklının ölçülerini kavramamızı isterdi.

Babam tarlanın, bahçenin ağır işleriyle haşır neşirdi tüm tenteşleri gibi.

Anam, seleğinin içine yerleştirirdi yaptığı yemekleri ve suluları bakraca koyar babamın izini sürerdi.

İmeceyse ağır olurdu yükü, yalnız babamsa hafif. Yanında küçük kardeşlerimden en küçükler büyüklerin sırtına sarılmış pamuklu bağcaklarla yanı sıra tıpış tıpışlanırlardı.Bu arada anti parantez belirteyim; on bir kardeşin en büyüğü idim. .

Bahçeye gelince bağcaklar üğümden üğüme gerilir ve kimine keşanı, kimine peştamalı sarılır ve bebelerin uyuyacağı ılıncak ılıncak olurdu

Ilıncakların altına, ağaçların gölgelediği çimenlerin üzerine kurulurdu sofra. Nasıl bir koku yayılırdı bahçeleri arşınlayıp her yanı kaplayan ve yemeden doyuran.

İki ün, iki gece sürecek düğünlerden eksik olmazdı. İneğinin yallığını, sapını, alafını üç gün önceden hazırlardı. Sabun kokulu fistanını, bayramlık peştamalını, bürümceğini ya da keşanını çıkarırdı sandığından. Sağında, solunda, ardında önünde kardeşlerim pür neşe düşerdik düğün evi yoluna.

Düğün helvasının başına üşüşürdük önce. Cici mamağın içine basardı helvacı keserin ucundaki helvaları. Seyirden önce helvalı ekmekler bölüştürülürdü boyumuzca, kilomuzca. Yakınca içimizi helva düğün sahibinin kapısında alırdık soluğu bir tas soğuk su için.

Salı günleri aynı seremoni yenilenirdi neşe içinde.

Yazın yakıcı sıcağında, kışın dondurucu ayazında duraklarda beklemez, tıklım tıkış otobüslere binmez, asıla asıla ve gözlerinden uykular akarak yarı baygın halde otobüs yolculuğu yapmaz ve hatta tacize de uğramazdı.

Kreş bilmezdi, bakıcı kaygısı çekmezdi.

Sosyal devletin varlığından, sigortadan, doktordan da habersizdi ama olsa ....

Karnımız ağrıdığında ya toprağa, çimene verirdik çıplak tenimizi ya bir bardak şeker şerbeti içer ya da tekebızık (takla) atardık. Göbeğimiz düşmüşse iğneyle çekerler ve tasdaki suyu içer hastalığımızın geçmesini beklerdik. Dinmezse ağrı bardakla çekilirdi göbeğimiz. Kesiklere yara otunun yeşil suyunu akıtırdık.

Yaşamın bu kadarla geçiştirilemeyeceğini ve kentlerin yolumuzun üzerinde duran mecburi istikametler olduğunu öğrendiğimizde başladı anamın ve babamın derin düşünceleri.

Biz büyüdük ve mutsuzlukla ve eşitsizlikle tanıştı anam.

Bağcaklar, ılıncaklar, bucaklıkla tarlalar arasındaki seyrüsefer karşılamaz oldu anamın mutluluğunu.

Söz hakkı zamana yenik düştü, devşirilme günümüz yaklaştıkça tasalar sardı aklını fikrini ve yetmemeye başladı becerileri günü kurtarmaya.

Aslında köylü kadın da, kentli kadın da sancılı ve zor günler yaşıyorlar. Anamın düğünü, bayramı ve Salı günü vardı. Kentli kadının tatil günleri tehdit altındadır. Resmi tatil günlerini belirleyen iş kanunu vb yürürlükteyken çiğnendi ve tatilsizlik meşrulaştırıldı. Cumartesi fiilen yok edildi. Sıra Pazar gününe geldi.

Anamın eli bertildiğinde çıkıkçı Pamiş yenge yumurta akıyla buğday hamurunu karıştırıp koluna sarar; sargıyı üç gün çıkarmamasını tembihlerdi ve yasal olarak üç gün raporlu olurdu. İşler babama ve bize kalırdı. Şimdi gecenin geç saatlerine kadar çalışan kadınlara fazla çalışma ücreti bile ödenmiyor. İşten çıkarma Demokles’in Kılıcı gibi bekliyor tepelerinde.

Çileden öte kavramlar ifade eder bu durumu ve ulaşabilene Avrupa kapılarındadır çözüm, İLO da ve başka kurumlarda.

Kadın ve hatta erkek sorunu gırtlağı çoktan aştı. Kadın sorununun asıl muhatabı ve çözümleyicisi kadınlardır. El elin kaybını türkü çağırarak arar misali, biz erkek aklımızla ne söylesek beyhude tek yanlı bakıldığında. Benim meramım, toplumun öteki yüzünden (kadın-erkek yüzü) biri olarak, birlikte sırtladığımız dünyamızı yaşanabilirliğe taşıma adınadır. Anamın ve dolayısıyla babamın genç günlerini artacak günlere doğru itildiğimiz dikkat çekmektir.

Zavallı “Anadolu kadını” hayıflanmalarıyla bir yerlere varmak olası mı şimdi?

/Murat Mehmet UĞURLU 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder