19 Mayıs 2009 Salı

Akbulut Köyü 2. Keşkek Şöleni


Akbulut Köyü 2. keşkek Şöleni

Değerli AKBULUT (sordanköy) köylülerimiz,

Bu yıl 28 Haziran 2009 pazar günü 2.sini düzenleyeceğimiz KEŞKEK GÜNÜ’ müzün TARİHİ DEĞİŞMİŞTİR. Haziran ayının son pazarı yerine Ağustos ayının ilk pazarına ertelenmiştir. Bu yıl ki buluşma tarihimiz 02 Ağustos 2009 Pazar günüdür.

Başta;
-Köydeki işlerimizin yoğunluğu,
-Öğretmen arkadaşların henüz tatile girmemiş olmaları,
-Yıllık izin hakkını kullanacakların ve en önemlisi de
-Gurbetteki köylülerimizin genel isteği üzerine böyle bir karara varmış durumdayız.

Yaptığımız iş hayırlı bir iştir. İnsanımızı bir araya getirme, buluşturma, tanıştırma, kaynaştırma ve en önemlisi de bu vesileyle kaynayan kazanlarla yaptığımız “köy hayrı”dır. Yediren, içiren olmak, insanların hayır dualarını almak bizim kültürümüzde var olan bir şeydir. Bu kültürü Allah’ın izniyle geçen yıl başlattık yine onun izniyle her yıl yaparak, gelecek nesillerimize hep birlikte hayırlı bir gelenek, kültürel bir miras bırakmış olacağız.

Öte yandan böyle buluşmalara ne kadar ihtiyacımız olduğu ortadadır. Yıllardır, bayram, düğün ve cenazeler dışında işten güçten başımızı kaldırıp bir araya gelmeye fırsatımız bile olmuyor. Hep birlikte büyüdüğümüz arkadaşlarımız hatta kardeşlerimizle bile senede bir gün toplanmak, oturup konuşmak, dertlerimizi sevinçlerimizi paylaşmak insani vazifelerimiz arasında değil midir?

TÜRKİYE ‘nin neresinde olurlarsa olsunlar, tüm köylülerimizi bu güzel buluşmaya şimdiden davet eder, saygılar sunarım.

/Sunay BAKİOĞLU
19 Mayıs 2009, 23:34

14 Mayıs 2009 Perşembe

Dünya Çiftçiler Günü



14 Mayıs 1946 Uluslararası Tarım Üreticileri Federasyonu'nun kuruluş tarihidir. Bu kuruluşun kısa adı İFAB’ tır. Türkiye Ziraat Odaları Birliği bu kuruluşun üyesidir.

Uluslararası Tarım Üreticileri Federasyonu, 1984 yılında Hindistan‘da yapılan genel kurulunda, bir günün Dünyada çiftçiler günü olarak seçilmesine ve tüm üye ülkelerde kutlanmasına karar verilmiştir. Bu toplantıda 14 Mayıs‘ı Dünya Çiftçiler Günü olarak ilan edilmiştir.

Uluslararası Tarım Üreticileri Federasyonu'nun kuruluş günü olan 14 Mayıs yalnız bizde değil kuruluşa üye bütün ülkelerde Dünya Çiftçiler Günü olarak kutlanmaktadır.

Çiftçi, geçimini toprağı ekerek sağlayan kimsedir.

Dünya Çiftçiler Günü’nde radyo ve televizyonda çiftçinin sorunları dile getirilir. Bu konuda açık oturumlar düzenlenir. 

Hazırlanan özel programlarda, tarımda verimlilik konusu üzerinde durulur. Sulama, gübreleme, ilaçlama konusunda aydınlatıcı bilgiler verilir. Toprağın daha iyi işlenebil­mesi için ekim, dikim, bakım ve hasat işlerini yapmakta kullanılan alet ve makinalar tanıtılır. Yine Dünya Çiftçiler Günü’nde çok güç şartlar altında çalışan çiftçilerin ekonomimize katkıları anlatılır.

Dünya Çiftçiler Günü okullarda da kutlanır. Beslenmemiz için gerekli tarım ürünleri üreten çiftçilerimizin bağ, bahçe ve tarlada nasıl zor şartlar altında çalıştıkları açıklanır. Giyeceklerimizin ham, maddesi olan pamuğun, ipeğin, yünün üretilmesinde çiftçilerimizin çalışmaları anlatılır. Sınıflarda tarım ürünleri koleksiyonu yapılır. Çiftçilerle ilgili şiirler okunur. Okul gazetesine Dünya Çiftçiler Günü'nün anlam ve önemini açıklayan yazılar hazırlanır. Gazete ve dergilerde yayınlanan yazılar kesilerek değerlendirilir.

Nüfusumuzun büyük çoğunluğu köylerde çiftçilik yapar. Çiftçiler her mevsimde çalışırlar. Bu çalışmalarının sonucu olarak sofralarımızın ekmeğini, meyvesini, sebzesini üretirler. Yaşamımızı çiftçilerimizin ürettiklerini yiyerek sürdürürüz. Güç şartlar altında çalışan, yorulan çiftçilerimize saygılı olmalıyız. Yiyeceklerimizin her birinde çiftçilerimizin alın teri ve göz nuru olduğunu unutmamalıyız.

Dünya Çiftçiler Günü'nde öğrendiklerimizi unutmayalım. Beslenmemizi sağlamak için her mevsim gece gündüz, yaz kış demeden çalışan çiftçilerimize saygılı olalım.

ÇİFTÇİYE SAYGI
Tahıl deyince aklımıza buğday, arpa, çavdar, mısır, yulaf gibi taneli bitkiler gelir. Tüm bu tahılların içinde en çok ekilen buğdaydır. Buğday tarihin en eski çağlarından beri insanların başlıca besin kaynağı olmuştur. Soframızdan hiç eksik etmediğimiz, her öğün yediğimiz ekmek buğdaydan yapılmaktadır. Buğday, ekmek haline gelinceye kadar çeşitli işlemlerden geçer.

Küçük buğday tanesi, toprağa ekilişinden ekmek haline gelinceye dek başından geçen öyküsünü şöyle anlatıyor:

«Ben küçücük bir buğday tanesi idim. Ali Dayı sonbahar mevsiminde yağmurlar başlayınca tarlasını sürdü. Gübreliğinde biriktirdiği gübreyi toprağına vererek tarlasının verim gücünü artırdı. Daha sonra traktörlerle tarlasını sürdü. Tarlası sürülünce toprağı kabardı. Alttaki toprak üste, üsteki toprak da alta gelerek karıştı. Sürdüğü tarlasına tohumluk için ayırdığı beni ve öteki arkadaşlarımı ekti. Üstümüzden tırmıkla geçerek bizi iyice toprağa karıştırdı. Daha sonra da sürgü ile bastırdı. Ben ve arkadaşlarım tüm kış süresince toprağın altında kaldık. Yağmur, kar gibi yağışlarla sulandık, ilkbahar mevsimi gelince havalar ısınmaya başladı. Biz de bir canlanma oldu. Sıcağın ve suyun etkisi ile filizlendik. Yeşil yeşil toprağın üzerine çıktık. Tüm tarla yeşil bir halıya benzedi. Gelip geçenler bize büyük bir hayranlıkla bakıyor­du. Gün geçtikçe, biz daha da büyüdük. İlkbaharın son günlerine doğru başaklandık. Başaklarımızda yeşil yeşil buğday tanecikleri oluştu. Başağımızda bulunan taneler her gün biraz daha büyüdü. Yaz mevsimi gelin­ce de olgunlaştı. Tanelerimiz daha da irileşti. Yemyeşil olan başaklarımız, sapsarı oldu. Bu kez san bir halıyı andırıyorduk. Hele rüzgar esince sağa sola doğru hareket ederek dans ediyorduk. Tanelerimiz iyice olgunlaşınca Ali Dayı ve iki çocuğu oraklarla yanımıza geldi. Saplarımızı köklerimizden ayırarak bizi biçti. Biçildikten sonra demet haline getirildik, harman yerine geldik. Harman yerinde, toprağın üzerine yayıldık. Üzerimizden geçen döven, bizi iyice ezdi. Tanelerimizi, başaklarımızdan ayrıldı. Daha sonra tahta küreklerle rüzgara karşı savrulduk. Saplarımızdan iyice ayrılmak için ince bir tel örgüden meydana gelen elekten geçirildik. Çuvallara doldurulduk değirmene getirildik. Değirmende bizden başka tahıllar da vardı. Değirmenin içi un elde etmeye yarayan araç ve makinelerle dolu idi. Rüzgarla dönen değirmen taşlarının arasında iyice ezilerek un haline geldik. Tekrar çuvallara doldurulduk. Ekmek yapılıp pişirilen ve satılan fırınlara geldik.

Fırında çalışan işçiler bizim bir bölümümüzü aldılar. Elekten geçirerek kepeği aramızdan ayırdılar. Sonra su ile yoğrulduk, hamur olduk. Fırınlara girdik, piştik, kızardık. Fırın vitrinlerine konduk, bakkallara dağıtıldık. Sofraya geldik.»

Buğdayın ekilişinden sofraya gelinceye kadar süren serüven burada bitiyor. Bu süre içinde en çok emek veren, alın teri döken çiftçidir. Yalnız ekmek değil, soframızdaki meyvede, sebzede, çorbada, yemekte çiftçimizin emeği, alın teri vardır. Bu nedenle çiftçilerimize ne kadar saygı göstersek, azdır.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Köyümüzde Hayvancılık


apbas abi ve emaktarlar

Hayvan Ekonomisi
Ekonomik açıdan köyümüzdeki hayvancılık mandıra türü bir yapıda değildir. Yani ticareti için yapılmamaktadır. Sığırlar, hayvansal ürün elde etmenin yanında gücünden faydalanmak için yetiştirilir. Her aile gücünden faydalanmak için mutlaka bir çift öküz edinir. Bunun yanında bir iki inek, hem süt, yoğurt, ayran vb. ürünleri için hem de hayvan neslinin bekası için yetiştirilir. Yavruları büyüdükçe ya da çoğaldıkça ihtiyaç fazlası olduğundan dolayı satılır. Bu satılan hayvanları alanlar dişilerini edinmek erkeklerini de çiftleştirip öküz yapmak için alırlar. Bazıları ise kasaplara satılır. Kasaplık hayvanlar genellikle yaşlı olanlarıdır. Bununla birlikte, huysuz vb. olup da öküz olamayacak danalar (erkek sığırlar) ile kısır düveler (dişi sığırlar) genç de olsalar kasaplık olarak elden çıkarılırlar.

Alım satım işlerini herkes kendisi yapar. Satmak istediği hayvana köyden ya da komşu köylerden talip çıkmazsa ilçeye götürülen hayvanlar burada kurulan hayvan pazarlarında satılmaya çalışılır. Yine bunun gibi, öküzünü ineğini değiştirmek, ya da yeni bir öküz ya da inek almak isteyen kişilerin de tek uğrak yeri bu pazardır. Tıpkı hafta günü pazara gidildiği gibi yine aynı günde yani Çarşamba günü kurulan hayvan pazarı, köprübaşı mahallesinde Uluçay’ın kenarına kurulmaktaydı. Hayvanların pazara sevki araçlarla değil yürüterek yapılır. Bunun için asfalt yol değil de Sarımsak, Gecekli, Evci ve Pergelli istikametinde kestirme yol izlenirdi.

Hayvan alım satımı ya da aracılık işlerinin yapan kişiye “tecir” denilmektedir. Köy içinde bu işi meslek haline getiren kimse yoktur. Ancak bu işlerden anlayan, ara sıra bu işi yapan kişiler de vardır.

Özellikle sütü için yetiştirilen sığır türleri eskiden “kara cins” denilen geleneksel türlerdi. İlçe Veterinerliğinden gelen baytarlar bu cinslerin daha iyi ürün veren “Jersey” türleriyle değiştirilmesi için her gün köye gelip modern yolarla “dölleme” yapmaktadırlar. Bu sayede elde edilen ineklerden elde edilen süt miktarı eskiye göre iki üç kat artmış durumdadır. Eski tür inekleri sağmak için köyde kullanılmakta olan bir iki litrelik “inek çanak”ları artık yetmez olmuş yerine “pakrak” ya da plastik kovalarla süt sağılmaya başlanmıştır.

Köyümüzdeki adıyla kömüş (manda) yetiştiriciliği yapılmamaktadır. (Züver’in) Mehmet koşar bir ara sığır öküzü yerine manda öküzü kullanıyordu. Bir ara Emin koşar da süt ve yoğurdu için dişi manda ediniyordu. Fakat günümüzde bunların hiç birisine rastlanmamaktadır.

Gücünden faydalanılmak için köyümüzde at, eşek ve katır gibi taşıyıcı hayvan yetiştirilmez. İhtiyaç duyan aileler satın alarak beli bir süre kullanır ve daha sonra elden çıkarırlar. Ancak küçüklüğümüzden beri Rıza ve Raif Yılmaz kardeşler tarla işleriyle uğraşamadıkları için eşek beslemekteydiler.

Küçükbaş hayvanlardan koyun ve keçi de aynı sığırlarda olduğu gibi bazı ailelerce yünü için yetiştirilir. Ama bakımı ayrı bir uğraş istediği için uzun süre yapılmayıp, kısa sürede elden çıkarılmaktadır.

Kümes hayvanlarını her aile mutlaka yetiştirir. Eti ve yumurtası için yetiştirilen ve horoz ve tavuklardan oluşan bu hayvanların bir kısmı da yine ek gelir sağlamak için tek tek pazarda satılmaktadır. Bazı aileler eti için yumurtasını satın alarak kuluçkaya yatmış “külük” tavuğun yumurtalarının yanına koyarak ördek yavrusu (şibik) elde ederler ve bunları özel olarak yetiştirirler. Bir yıl Nihat Ustaoğlu kaz yetiştirmişti. Bazı aileler de deneme mahiyetinde hindi yetiştirmişti.  Özellikle kış günlerinde kesilip, etinden ve suyundan çeşitli yemekler yapılarak yenir.

1970’li yılların sonuna doğru Hamit Koşar ve Dursun yılmaz tarafından ev tavşanı yetiştiriciliği yapıldıysa da randıman alınmadığı için terkedilmiştir.

Eskiden beri birkaç kara kovan ile Cemal yılmaz tarafından sürdürülmekte olan arıcılık köyde yaygınlaşma eğilimi içindedir. Şadi Koşar, Adem koşar, Kemal Şen, Nemci Şen, Sadık Şen vb. üç beş kovanla bu işe koyulanlar arasındadır. Ticari amaçlı olmayan bu çalışmalar deneme halinde sürmektedir.

Köyümüzde kuşçuluk yoktur.

/Çetin KOŞAR
[Köy İncelemesi, Samsun, 1984 ]

7 Mayıs 2009 Perşembe

Bakkal Ahmet Dayı'nın Ardından

(Bakkal) Ahmet YILMAZ. 
03 Mayıs 2009'da  Aramızdan ayrıldı.


Köyde Bakkal Olmak


Köyler nüfusu iki binden küçük olan ve herkesin birbirini tanıdığı, hatta tamamının da ötesinde akraba olduğu, temel gereksinimlerin dışında hiçbir olanağın bulunmadığı, muhtar tarafından yönetilen yerleşim birimleridir.

“Köy, hayatın temellerini öğrenip sonra da görüntüleriyle, konuşmalarıyla, tutukluklarıyla dalga geçilen yaşlı insanlar gibidir. İçinden çıkıp büyük şehirlere gittiğimiz, basit hayatlar yaşayıp dejenere olduğumuz, sonra geriye dönüp dalga geçtiğimiz yaşamı tüm zorluklarıyla, eksiklikleriyle, ihmal edilmişlikleriyle kabullenip alıştığı hayattan, değerlerinden ve kültürlerinden vazgeçmeyen insanların barındığı küçük ama büyük hayatlar barındıran yerleşim birimleridir. Saf komşulukların, yardımlaşmanın, menfaatsiz ilişkilerin, temiz suların, temiz gıdaların, temiz yüreklerin, kısacası saf insanlığın son kaleleridir. Yanık tenli ama hayatlarından memnun çiftçilerin barındığı topluluklardır.”(xespa)

Köyde hayat tekdüze zannedilir ama öyle değildir. Hep şehirlerle karşılaştırırız köy hayatlarını. Lâkin şehir ışıkları bu hususta da bizi hep kandırır. Bizi yanıltmayan, aldatmayan, kandırmayan aksine elimizden tutan, ayakta durmamızı sağlayan tek kurumu vardır şehirlerin; bakkallar. Ki onlar da artık süper marketlerin kuşatması altında iyice köşeye sıkışmış durumdalar.

Bir mahalleye taşındığımızda yerini ilk öğrendiğimiz dükkân bakkal dükkânlarıdır; evimize en yakın olanıdır. Ekmekten yumurtaya, sudan çaya kadar her şey elinizin altındadır. Hele bu dükkân evinizin altında ise istekleriniz pencereden girer evinize bakkala iple sarkıttığımız sepetimizle.

Samimiyet, içtenlik, sıkı dostluk, yardımlaşma hepsi orada vardır. Paranız yoksa kimse sizi boş göndermez. Çünkü "veresiye" bir tek burada geçer şehir yerinde. Bakkalın bir “Bakkal defteri” vardır. Bir defter de sizin elinize tutuşturur. Her ikisine birlikte yazılır ödünç alınan şeylerin parası bir bir. Elimize para geçtiği zaman elindeki defterle bakkal defterini karşılaştırır, mutabakat yaparak ödemeye geçeriz. Hastalık gibi acil durumlarda para lazım olduğunda ilk başvurulan yerdir bakkallar. Bu yönleriyle Türkiye ekonomisini sırtlarında taşımaktadırlar. Onca ekonomik kriz ve çalkantıların bu ülkeyi neden o kadar derinden etkilemediğini anlayabiliyor musunuz?

Oysa kentin önemli merkezlerini tutan dev alış veriş merkezlerinin çeşitlilik ve lüksten başka size sunduğu ne var ki? Cebinizde paranız yoksa tek bir kibrit çöpü bile alamazsınız. Bankanın verdiği kartta “yetersiz bakiye” uyarısını gördüğünüzde siz kimin yüzüne bakarsınız ya da kim sizin suratınızın aldığı şekle bakar. O an ararsınız mahalle bakkalının güler yüzünü; “canım lafı mı olur. Al götür. Sonra ödersin. Rica ederim” sözleri kulaklarınızda çınlar ama karşınızdaki bir kasiyerdir. Ne siz onu tanırsınız ne de o sizi. Zoraki bir güler yüzle bir hoş geldin lafı duyarsınızdır kasaya geldiğinizde ama iki yabancı olduğunuzu o an anlarsınız. Ancak iş işten geçmiştir. “Her ne kadar günümüzde süper, hiper, ultra, mega tekelci marketler tarafından finansal çöküntüye uğratılan küçük esnaf birimlerinin başında gelseler de bakkallar, milletimiz için vazgeçilmezlerden olmuştur.”

Bakkallar bununla da kalmaz. Mahalleye ruh katan yerlerdir. Fırınlardan sonra sabahleyin en erken açılan yerler bakkal dükkânlarıdır. Bunun gibi gecenin geç vaktine kadar açık kalanlar yine onlardır.

Mahallede ne oldu ne bitti, kimin düğünü, cenazesi var gibi bir sürü bilgiyi buradan edinebiliyorsunuz. Soysal hadiselerin ve grupların buluşma noktasıdırlar. Mahalle onlardan sorulur. Aynı zamanda eski zamanların postanesiydiler. Şimdiki gibi nerede o zaman her evde telefon? Eşe dosta bakkalın telefonunu verilir, biri bizi aradığında o da çırağına ya da sokaktaki bir çocuğa “koş yavrum, falancanın telefonu var, çağır gelsin” derdi. Çoğu mektup adresi olarak bakkalın adını verir, mektup yazanlarımız da zarfın üstüne “Bakkal Ahmet Eliyle” diye yazardı.

Haklarında “Bakkalla, çakalla mı uğraşacağız”, “ne bu böyle bakkal defteri gibi” aşağılayıcı deyimler de üretmiş olsak da onların kıymetini korkarım son bakkal dükkânı da kapanınca anlayacağız. Tıpkı köyümüzün bakkalı Ahmet dayı’da olduğu gibi.

Yılını hatırlamıyorum. Yeni yaptırdığı tek katlı evinin bir odasını dükkân yapmış, burada köylünün acil ihtiyaçlarını karşılayacak kibrit, sabun, yağ, tuz, şeker, sakız, bisküvi gibi gıda ve ihtiyaç maddelerini bulundururdu. Gün boyu beklemezdi dükkânında tabi. Her köylü gibi onunda işi gücü vardı tarlada, tabakta, bayırda, düzde… Bakkala gelen kişi hangi tarladaysa çağırır, açtırır dükkanı yapardı alış verişini.

Büyük bir cesaret işiydi köye bir bakkal dükkânı açmak. Büyük bir başarıydı da aynı zamanda bu işi yıllarca sürdürebilmek ve “Bakkal” unvanını alabilmek. O yılarda köylümüz tütün parasını aldığı gün para yüzü görür, yılın diğer günlerini hep borç harç ile geçirirdi. Tütününü sattıktan sonra eline geçen parayla evvela borçlarını öder, parası kalırsa bir çuval şeker, bir teneke (18kg) ayçiçeği yağı alır para için gelecek yılı beklerdi. Bu süre zarfında ihtiyacı olan gaz, yağ, tuz ve şeker için pazara süt, yoğurt, yumurta vb. götürüp Pazar eyler, buradan biriktirdiği üç beş kuruş ile o ihtiyaçlarını temin etmeye çalışırdı. Köylü hepten çaresiz de değildi. Bir de konu komşuyla keşikleşe ödünç alıp verme işi olurdu.  Biri birisine bir şey verdiği zaman, kendisinin de bir şeye ihtiyacı olduğunda gider ondan isterdi. Buna alış veriş yapma denirdi.

Bu tür ödünç alıp vermelerin hâkim olduğu bir köyde “bakkal” olmak bunun için bir “cesaret ve başarı” işiydi. Köyde yapılan, bir yerde eskiden olduğu gibi malın malla değiş tokuşunu içeren “mübadele” sistemiydi. Rahmetlinin köye getirmek istediği medeni hayattı. Malın malla mübadelesi yerine alış verişler de “para” kullanmak ve bunu teşvik etmekti.

Bilindiği gibi para bir değişim aracıdır. Piyasada bulunan her türlü mal ve hizmet para ödenerek satın alınır. Bu, paranın mübadele özelliğidir. Oysa biz köy yerinde birçok şeyi parasız mübadele ediyor, “değiş tokuş” yani trampa” ediyorduk. Bir örnek vermek gerekirse, çocukluğumda merhum Orhan AY abimiz köyde, içinden artist fotoğrafları çıkan dört köşeli “ece” markalı sakız satardı; bir yumurta verir karşılığında ondan bir sakız alırdık. Yani malın mal ile değişimi yapılırdı. Yine, yeni evimizin mutfağına davlumbaz türü bir aksam yaptırmıştık demirci Hamdi eniştemize, karşılığında tütünlerinin istif ve tongasını yapmıştık ailecek. Bu da malın hizmetle değişimiydi. Bunun gibi kimisi ineğiyle danasını değiştirir, aralarında değer farkı varsa  “üstlük” adı altında öderdi.

Bakkal Ahmet dayı bu süreçte nelerle karşılaştı? Bu işten ne kadar para kazandı ya da kaybetti? İşin aslını ve sonuçlarını irdeleme şansımız yok şu an. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi köy yerinde bakkal açıp işletmeye kalkmak büyük bir cesaret işiydi ve bu işte tutunup “bakkal” unvanını alabilmek, herkesin sevgisini ve saygısını kazanabilmek gerçekten çok büyük bir başarı idi. Paranın ne kadar önemli olduğunu, paranın her kapıyı açtığını insan bizzat müşahede ederek anlıyordu. Bakkaliye türü ihtiyaçlarımız için bir hafta beklemek yerine ihtiyacımız olan şeyleri anında köyden temin edebilmek için yeteri kadar “para” kazanmak ve elde sıcak para bulundurmak daha elzem hale geliyordu. Tabi bakkal Ahmet dayı köyün zengini değildi. Belki o da veresiye alıyor ve satıp parasının öyle ödüyordu ama burada onun yaptığı daha doğrusu köylüye kazandırdığı bir nitelik vardı ve o da “paranın sıcak yüzü” idi.  Para kazanma hırsı insanın çalışma şevkini artırıyordu. Eşinden, dostundan bile olsa bir başkasından bir şey istemek “muhannete muhtaç olmak gibi” geliyordu. Yaşlılarımızın, büyüklerimizin dualarının çoğu da bu yöndeydi zaten; “çalışmak ve muhannete muhtaç olmamak.”

Köyümüzdeki ortalama düşünce düzeyinin mübalağasız fersah fersah üstünde bir girişimci ve gelişimci düşünce gücüne sahip olan bakkal Ahmet dayı, çalışma konusunda bakkalcılık dışında köyde birçok değişiklikleri de denemişti. 1980’li yıllarda köy günlüğüne yazdığım notlar arasında öküz yerine at yetiştirip bunların gücünden faydalanmaya çalıştığını görüyoruz. (çünkü at öküze göre daha çevik ve hızlı davranabilmekteydi.)

Kaç yılında olduğunu bilmiyorum ama köyümüzün ilk ve son bakkalı “Bakkal Ahmet Dayı” önce tek oğlu sevgili Celal’i İstanbul’a gönderdi. Boğazın üstündeki köprülerden birinde gişe memurluğu yaptığını duymuştuk. Daha sonra bakkal Ahmet dayı da bakkalı ve evini kapatıp İstanbul’un yolunu tutmuştu. Köye veda etmişti lâkin ocağı terk edemiyordu. İki yıl önce 2007’nin yaz aylarında köy camiinde bir öğle namazında karşılaşmıştık Ahmet dayıyla. Kendisini önce tanıyamamış ve elini öpüp “hoş geldin abi” demiştim. Fakat o benim elimi bırakmamış; “hoca hoca beni tanıyamadın galiba. Ben sizin dayınızım, Ahmet dayınız yani ben bakkal Ahmet’im” diye kendini tanıtmıştı şaka yollu. Şimdi, fethi hususunda Peygamberimizin müjdesine nail olmuş bir kentimizde, İstanbul’da can yoldaşıyla birlikte ebedi istirahatına çekilmiş durumda. Her ikisine de Allah(cc) rahmet diliyorum. Kabirleri nur mekânları cennet olsun. Başta Celal abimiz olmak geride kalan tüm yakınlarına başsağlığı dilerim.

/Çetin KOŞAR
07/05/2009

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Modernleşme Sürecinde Köy - Kent


METİN BİR DOST.GÜNAY

Müslüman Düşüncenin İslami çalışmaları iki eksen üzerinde ilerliyor. Bunlardan birini ele alacağız: İslam’ın sosyo ekonomik tabanı ile ilgili olanı. Müslüman bir topluluğun itikad, eğitim, ibadet, ahlak manasında yetkinleşmesi, irşad edilmesi, insanlar arasında çıkarılmış hayırlı bir ”orta ümmet” oluşları ile ilgili çalışmaları içerir. Bu cümleden çalışmalar topluluğun tamamının gücü nisbetinde dahil olduğu ahlak ve rububiyet ameliyeleridir. ”İçinizden bekarları.. evlendirin” (24 nur 32) ayeti bir emir, bu ayeti topluluğun hatırına getirerek ”hizmet” mecraı oluşturmak ise İslami çalışma çerçevesinde anlaşılmak gerekir. Hangi ihtiyaçların hangi çalışmaları icbar ettiği topluluğun yapısı içinde belirli olur. Ancak son tahlilde Müslüman topluluk belli bir nicel büyüklüğe ulaşmışsa elbette kendisine bir lider, reis, önder, mürşid, imam,vs. isimlerle anacağı mesuliyet ve öngörü sahibi rehber seçmeli ve bu vazifeyi o zatın iş yönetimi kriterlerine bırakmalı. İslam dininin müntesibi ferdler bu türden meselelerle küçük veya büyük ölçekli nüfus yapılarında karşılaşırlar ve herkes “hepiniz çobansınız, emriniz altındakilerden mesulsünüz” ilkesi gereği bir çözüm üretmelidir. Zaten bu husus insanın tek başına yaşayamaması, toplumun ferdi olması, topluluk ferdlerinin dünyevi manada birbirine muhtaç olmalarının gereğidir. Müslüman Düşünce değerleri oluşturma yolunda kanaat inşa eden rehberlerimiz çalışmaların ana eksenini zikrettiğimiz alanda yoğunlaştırmamışlardır. Bu alan “mahalle” ve modern dönemde “sivil toplum” örgütlenmelerinde kısaca cemaatik oluşumlar içinde tanımlanmıştır.

Müslüman Düşüncenin ana ekseni politik bir zeminde yol almaktadır. Müslümanların siyasi çatısı durumunda bulunan Osmanlı, milliyetçilikler karşısında parçalanmaya uğradıkça ülkenin kendine mahsus sosyo-ekonomisi çökmüş böylece gelişen kapitalizm ile karşılaşmak zorunda kalan Müslümanların “modernleşme” problemleri zuhur etmiştir. Müslüman düşünür “Batı’nın ilmini alalım” derken azgelişmişliği, Batı karşısındaki askeri başarısızlıkları, cehaleti ve hastalıkları, harabeye dönmüş meskenleri, alet edevat üretimindeki eksikliği yenmeyi düşünüyordu şüphesiz. Ancak bunlar Batı’lı bilim-teknoloji paradigmasının eksikliğinden oldu denilemezdi sanırım.

İslam’ın Osmanlı’da şehir dini olduğu ama modern zamanlarda köylüleştiği düşüncesi giderek daha çok tartışılıyor. Sefa Kaplan’ın 18.03.2008 Hürriyet’teki “Kentli İslam Köylülüğe Yenildi mi?” başlıklı yazı dizisinde Mehmet Altan’dan şu sözler nakledilmiş: "İslamiyet, Şeyh Galip’ten Taliban’a geldi yeryüzünde. Bunun bir sosyolojik analizini yapmak lazım. Eskiden Müslümanların ağırlığı kentlerdeyken kırlara kaymasıdır bunun sebebi. Şeyh Galip, inanılmaz şekilde işlenmiş bir derin kültürün çok önemli bir ferdiyken; Taliban, Afgan kırlarının bütün hoyratlığını ifade eden bir vahşetle ortaya çıktı. İkisi de Müslüman ise aradaki fark nedir? Bence aradaki fark o dinin kendi kültürel özelliklerinin, güzelliklerinin, yaratıcılıklarının farkına varılmayıp onu siyaseten bir silah olarak kullanmaktır." Böylesi düşünceler giderek daha çok dillendirilmeye başlandı. Türkiye’de şehirleşmenin köylülere dayatılması sonucu kentlere akmaya başlamış kitlelerin “Taliban”la benzeştirilmesi de problemli. İyi bir şehirde yaşamak ama şehri estetikten yoksun “eski köylü yeni lümpen” tiplerin doldurduğunu vehmetmek son dönemde pek çok yazarın dile getirdiği kıyısından köşesinden paylaştığı bir yargı. Şehir aristokrasisi bir yandan köylüyü şehirlere çekmek ve onları ürettiği malların pazarı kılmak istiyor ama bir yandan da şehirlileştirmek istediği köylünün şehirde “dindar”laşmasına içerliyor. Şehirleşen köylülüğün sol-seküler partilere değil de sağ-muhafazakar partilere yığışması ve muhafazakar bir kılık-kıyafet tercihi ile kamusal alanda aktif rol alma talebini dillendirmesi burjuvazinin zevkleriyle uyumsuz bir toplumsal alanın oluştuğunu gösteriyor.

Kimi Müslüman yazarlar şehirde olan bitenin toplumsal devinimle ilgisinden söz açarak heyecan ve sabırla neticenin beklenmesinden yana görünüyorlar. Yüksek kültürel üretimden yoksun çirkin görüntülerin sorumlusu sadece kentte dindarlaşan Müslümanlara ait olamayacağını merkez karar vericilerin de bu çirkinlikte mesul sayılmaları gerektiğini haklı olarak ifade ediyorlar. Onlara göre asıl problem estetikle ilgili değil imana ilişkin samimiyet ve dürüstlük sorgulaması ve arayışıdır. (Ümit Aktaş, estetik ve şehirli/köylü İslam tartışmaları, tekilhaber.com).

Yine bir başka Müslüman görüş, İslam ve burjuva meselesini tartışırken, mülk sahipliğini rızk meselesi üzerinden ele almak şeklindedir. Buna göre Allah mülkü dilediğine verir, kişi bu mülkü nasıl tasarruf edeceği hususunda ilkeyi dinden edinir, ama malı dilediği gibi harcama yetkisine sahip değildir. Malı veye emtiayı dilediği kadar harcamaya kalkarsa Müslüman toplum ona doğruyu ikaz etmek, fesada uğrayan kişiyi ıslah etmek hakkına sahiptir. (Abdulaziz Tantik, tekilhaber.com). Bir başka düşünce de burjuvaziyi lümpen-esas burjuvazi şeklinde ayrımlayarak, rüşvetle haramla iştigal eden İslamcıların, aslında köyde “volk” değerlerle yaşarken şehre gelip lümpenleşmekle tezahür ettiği, gerçek burjuvazi ile yani üreten, sanayi ticaretle sermaye biriktiren Müslüman(dindar) erbab-ı sınaet ve ticaret ile bir olmayacağı yollu ifadeyle gelişiyor. Hatta giderek ileri de geçiyor ve “İslam’ı bir Medeniyet olarak üretecek olan Müslüman burjuvazidir” diyor (Hilmi Yavuz, Köylüleşen İslam mı, Lümpenleşen İslam mı, Zaman,21.12.2008). O da köylülüğün şehirlere işçi sınıfına dönüşmeden katılımı halinde şehir ile köyün ideolojik anlamda farklılaşmamış birliğinin bozulmayacağına vurgu yapıyor. Aslında AKP’nin de 29 mart 2009 seçimleri dolayımındaki miting söylemlerinde özellikle şehirleşmenin kazanımlarından yeterince pay alamamış kitlelere mesajı “medeniyet” vurgusunaydı: kentsel dönüşüm, kırsal kalkınma, büyüyen kentler, sobasının isi kiri değil temiz doğalgaz, okullarda bilgisayar, toplu taşım araçları, alt geçit, köprülü kavşak.. istemez misiniz? Diyelim ki istiyoruz, ama nasıl geçineceğiz?

Müslüman Düşüncenin zenginlik meselesi ile ilgili tefekkürünün gelip tıkandığı yer 200 yıl önceki selef entelektüellerinin Batı’nın sömürü ile inşa ettiği şehirlere duyulan yarı kıskançlık yarı büyülenmişlik bilinçaltının yeniden uyanmasından başka bir şey değil. Ahmet Midhat : “Öyle her ciheti mamur, müzeyyen, muntazam memleketleri görüp de kendi memleketimin bunlara benzememesini tahayyül edememek benim için asla kabil olamaz” (Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Midhat Efendi, MEB y.,s:31) derken, Ziya Paşa:Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kaşaneler gördüm/Dolaştım mülk-ü islamı, bütün viraneler gördüm, (Cenevre, şaban, 1287/1870) yazar. Bediüzzaman da “İla-yı kelimetullah’ın bu zamanda bir büyük sebebi maddeten terakki etmektir… Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyyeye yardım edecek noktaları(funun ve sanayi gibi) maal memnuniye alacağız”(Divan-ı Harb-i Örfi, Sözler y,el Kitabı,s:19)der. Hekimoğlu İsmail, Mahir İz’den naklen “avize alacaksın, gerekirse araba da alıp mobilya gibi şeylerden kaçmayacaksın. Çünkü memleket iktisadı bunları almakla kalkınır. Sen alacaksın ki, fabrika çalışsın” (Tefekkür ve Edebiyat, adlı kitabından) aynı görüşü tekrarlar.

Köylülerin şehre gelmesi ve proleterleşmeleri köylülere ait bir tercih değildi. Köylü 1000 yıldır toprağında üretiyor ve geçiniyor, kendince de dinini eda ediyordu aslında. Ona köyün “geri” şehrin “ileri” olduğunu söyleyen de kendi dışında biriydi. Toprağında özgür ve geçinebilirken niçin proleterleşmesi isteniyor? Ha! kentte yaşamak isteyen buyursun yaşasın. Asfalt yollarda mı yürüyecek buyursun. Ama yaşadığı veya yaşamak istediği standartları da köylüye vergi salmasın. Müslüman aydınlanma, köylülerin kentte dindarlaşmasını; burjuvazi, kente geçime gelen köylünün proleterleşmesini; merkezi hükümetler de vergi büyüklüklerinin ve bürokrasi etkinliğinin devasallaşmasını temel alarak meseleyi kavrıyorlar. Köylülüğün “kötü” bir süreç olduğuna dair söylem 200 yıllık bir “uygarlaşma” masalıdır. Ama daha da önemlisi son dinin nebisi Efendimiz Muhammed(asv)’in Medine’de ki yaşamının şehir kültürü, sermayesi, sanayisi içermiyor oluşudur. Hatta öyle ki gelen misafirler çoğu kere kalabalık içinde “peygamber kimdir“ anlayamıyorlardı. Keza Ebubekr(ra), Ömer(ra)’in şehir anlayışları da burjuva üretmiyordu. Köylülük şehirlilik meselesi, Muaviye ile zuhur etti.

/Lütfi BERGEN

5 Mayıs 2009 Salı

‘Şehirli’ Türklerin ‘Köylü’ Zihniyeti


Serdar .Cetin.Tekin .Hasan
Hürriyet editörü Sefa Kaplan’ın geçen hafta (14 Aralık 2008) yayınlanan ‘Köylü İslam’ konulu yazı dizisi, oldukça iyiydi. Söz konusu gazetede köşe yazarlığı yapan isimlerin en az yarısını cebinden çıkarabilecek bir entelektüel olan Kaplan, sosyal bilimci ve ilahiyatçıların görüşlerine başvurarak, Türkiye’deki İslami pratiğin neden ‘kentlilik’ten uzak olduğunu sorguluyordu. Bu soruya orada verilen cevapların çoğu da kanımca doğruydu.

Ancak ‘ülkemizdeki İslami pratik niçin şehirliden çok köylü’ diye sorarken, bu soruyu soran, hatta aslında sormaya bile zahmet etmeyip daha ziyade ‘bu köylüler etrafımızı sardı şekerim’ diye yakınan Türkler’in de vaziyetine biraz bakmak lazım. Acaba bu ‘şehirli’lerimiz gerçekte ne kadar şehirli?

Aslında ‘şehirli’ ne demek, önce bir ona değinelim. Yerimiz dar, onun için bu konudaki tek bir tanıma atıfta bulunayım: Alman sosyolog Tönnies’in ünlü ‘cemaat-cemiyet’ ayrımına. Buna göre, tarıma dayalı geleneksel yaşam, insani ilişkilerin sık dokulu ve senli-benli olduğu ‘cemaat’ler; endüstriye dayalı modern yaşam ise, bireyselliğin ön plana çıktığı ‘cemiyet’ler oluşturur. Yani modern anlamda ‘şehirli’ olmanın en büyük ölçüsü, kendi başına düşünüp karar veren bir ‘birey’ olmaktır.

90’lı yıllarda Boğaziçi Üniversitesi’ndeki sosyoloji derslerimde okurdum bunları. Ama dersten çıkıp da okulun ünlü ‘sosyete kantini’ne gidince, karşıma enteresan bir tablo çıkardı: Neredeyse herkes birbirine benzerdi. O zamanlar siyah ‘tayt’ üzerine giyilen siyah Harley Davidson marka çizmeler modaydı; ‘havalı’ kızların hemen hepsi tornadan çıkmış gibi onları giyerdi. Zevkler, renkler ve hatta mimikler bile birbirine yakındı. Okulun bir de ‘orta kantin’i vardı; bu ‘sosyetik’ler oraya ayak basmaz, o tarafa ancak solcu veya İslamcı ‘ideolojik’ler giderdi.

Kısacası bizim Boğaziçi de (yani orası bile!) bir ‘cemiyet’ten çok, bir kaç ‘cemaat’in birbirlerine fazla dokunmadan bir arada bulunduğu bir yere benziyordu.

O zamanlar aynı sıraları paylaştığım, şu aralar California Üniversitesi’nde doktora yapan bir arkadaşım var. Bir defasında sohbet ediyorduk. ‘Beni en çok ne şaşırttı burdaki kampüste, biliyor musun’ dedi. ‘İnsanlar birbirine hiç benzemiyor. Kimi botla geliyor derse kimi terlikle, çoğu da ne giydiğini hiç umursamıyor.’

Amerika’ya gittiğimde beni de en çok etkileyen şeylerden biri budur: Bu ülkenin şehirlerinde herkes kendine göre bir havadadır. Hangi kılıkla gezerseniz gezin, kimse dönüp size bakmaz. (New York’ta gelip geçene dönüp dönüp bakan birini görürseniz, bilin ki Türk olma ihtimali yüksektir.) Hem insanların acelesi vardır, hem de sizden görmeyi bekledikleri standart bir şekil yoktur ki, oturup ‘bu da kimmiş böyle’ diye süzsünler.

İşte bu bireysellikle kıyaslandığında, bizim ‘şehirli’ Türklerin çoğu, özellikle de kendilerini ‘çağdaş’ addedenler, aslında epey cemaatçi ve dolayısıyla da ‘köylü’dür. Kuşkusuz Batı’daki şehirli yaşamın ‘lezzet’lerini iyi bilirler. Hangi şarap hangi peynirle gider, neyle ne giyilir, vesaire... Ama ‘zihniyet’ itibarıyla hiçbiri birer ‘birey’ değildir. Onun için tornadan çıkmış gibi giyinir, yaşar ve düşünürler. Kendi kalıplarına uymayan herkesi de yargılar ve ayıplarlar.

Baksanıza, bir gazete, Hac’dan dönen THY Genel Müdürü’nün ‘havaalanına terlikle girdiğini’ tespit etmiş. Bu müthiş buluşu da haber yapıp, ‘Temel Kotil’in VIP’deki terlikli fotoğrafı, Sefa Kaplan’ın ‘Köylü İslam’ yazısına cuk oturdu’ diye yazmış. Ama ne yazık ki, bunu yaparken, böyle saplantıların ancak insanlara dönüp dönüp bakan o ‘ayıplayıcılar’a has olduğunu fark edememiş. Ne yapalım, köylülük işte...
/Mustafa AKYOL

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Köylüler / Honore De Balzac


Köylüler, Honore De Balzac

Olağanüstü ve acımasız gözlemciliği, insafsız belleği yanında, taşkın, yaratıcı ve yoğun, sonsuz zenginlikte bir imgeleme sahip, dahi yazar Balzac'ın insanı kavrayışı şaşırtıcı bir derinlik gösterir. Yapıtlarındaki en belirgin özellik hiç kuşkusuz nesnelliktir. Siyasal yönden tutucu ama büyük bir gerçekçi olan Balzac fotoğraf makinesinin gerçekçiliği gibi görmez olayları. O koşullara göre değişen insanların iç dünyalarına bir büyücü gibi girerek zengin, hareketli, renkli, şiirsel dünyalar yaratır. Soylu toprak sahibiyle topraksız çiftçi arasındaki mücadeleyi yansıtan "Köylüler" Balzac'ın kendisinin de çok değer verdiği olgunluk dönemi yapıtıdır. Kişisel olarak aristokrasiyle ve soylulara sempati duyan Balzac bu mücadeleye katılan herkesi tam bir yansızlıkla verir. Balzac bu romanda aristokrasinin yalnızca yenilgisini değil aynı zamanda bu yenilginin kaçınılmaz bir son olduğunu da anlatmıştır.


 “Çağ, Büyük Fransız Devrimi’nin galibi burjuvazinin palazlanma çağıdır. Bu romanda 1793’te halkı kendi çıkarı doğrultusunda kullanan burjuvazinin, feodal artıkları tasfiye etmek ve tam egemenlik kurmak için çevirdiği dolaplar anlatılır. Ve topraksız köylünün toprak sahibi olma, kır proletaryasının burjuvalaşma tutkusu anlatılır. Balzac, burjuvazi elinde alet olan köylüleri de batırır çoğu kez, popülizm modasına kaptırmaz kendini, ama asıl zehirini burjuvazi üzerine akıtır ve de burjuvalaşmaya can atan köylüler üzerine. Köylüleri, sözde müttefikleri düzenbazlara karşı uyarır, derebeyi değiştireceklerini haber verir. Flaubert’inki kadar derin ve içten olmamakla birlikte, burjuva düşmanlığı Balzac’ta da köklüdür. Fakat bu, ne romantiklerden miras kalan duygusal bir antiburjuvalıktır, ne de halkı idealize eden bir tutum. Balzac da, Flaubert gibi, burjuvayı aşağıdan, halkın gözüyle değil, yukardan aristokrat gözüyle seyreder. Gerçi Balzac’ın soylulukla bir ilgisi yoktur, ama soyluluğa özenir. Hatta 1830’larda adını De Balzac olarak değiştirir. Siyasal inanç bakımından lejitimisttir. Şu var ki, Balzac her şeyden önce Balzac’tır.

Köylüler’de ileri sürdüğü kimi görüşler tartışılabilir olmakla birlikte, tüm İnsanlık Güldürü’nde olduğu gibi, bu romanda da çok ilginç beşeri, sosyal, ekonomik malzeme vardır.”

“Köylüler” (Les Paysans) romanının ortaya çıkış öyküsü ilginçtir. 1834 yılında Madam Hanska ile İsviçre’deyken doğmuştur fikir. Ama Balzac’ın kafasında mı doğmuştur, Madam Hanska’nın kafasında mı? Kesin olarak bilinmez. Köylülerle soylular, kır proletaryasıyla feodal toprak sahipleri arasındaki sinsi savaşımı, köylülerle taşra burjuvazisiyle fodal kalıntılar arasındaki ilişkileri, Balzac’a Madam Hanska’nın telkin ettiği, bu konuyu mutlaka işlemesini istediği, fakat anlatılan olayların Çarlık Rusyasına ait olduğu, Balzac’ın bu konuyu Fransa’ya özel olarak Burgonya’ya uydurduğu söylenir. Köylüler’in düşünsel ve toplumsal yönünü Ukraynalı kontesin biçimlendirdiği ve Balzac’ın mizacına, romantik yaratıcı usulüne ters düşen bu manevi baskısının bu romanı yazıp bitirmesine engel oluşturduğu da ileri sürülmüştür. Bu bakımdan, Flaubert’in, dostları tarafından, Madame Bovary’yi yazmaya zorlanmasına benzer bir durum burada da beliriyor. Şu farkla ki, Flaubert’in istemeye istemeye, kahrederek yazdığı Madame Bovary onun ilk yapıtı – ve başyapıtı – olmuş, Balzac’ın yazmak isteyip de yazamadığı, en büyük yapıtı olarak tasarlandığı, ama başaramayacağından korktuğu, gücünü aşan bir konu olarak gördüğü Köylüler ise Balzac’ın son romanı olmuş, tamamlanmamış bir yapıt olarak kalmıştır.

Bu başarısızlığı, köylüleri ve kırı iyi tanımamasına yoranlar var. Salt romana sosyal-ideolojik inceleme katmaya heveslenmesini neden gösterenler var. Köylüler’i romandan çok bir deneme sayanlar, işin içinden çıkamamasını ve yapıtını ve yapıtın teknik bakımdan karmakarışık, geriye dönüşler (retrospektiv) ve konudışı anlatımlar (digresyon) ile ağırlaşmış kuruluşunu buna yoranlar vardır. Romanın birinci kısmı La Presse’de tefrika edilir. Fakat gazete, Köylüler’i keser, onun yerine Dumas’ın La Reine Margot’sunu yayımlamaya başlar. Balzac yayımcı ile bozuşur, artık hiç devam edemez Köylüleri yazmaya.

Köylüler dosyası ancak yazarın ölümünden sonra karısı tarafından açılır tekrar. Madam Hankska’nın elinde Köylüler’in Balzac’ın kaleminden çıkmış senaryosu, notları, sahneleri, hatta ikinci kısım birkaç bölümü vardır. Madam Hanska, Balzac’a sadık kalarak hepsini düzenler, hazırlar ve Köylüler 1845’de kitap halinde çıkar.

Köylüler Savaşı -I



Friedrich Engels'in 1894 yılında yazdığı ve orijinal adı " Fransa'da ve Almanya'da Köylü Sorunu" olan bu eseri bugün Türkiye'de  Avrupa Birliği dayatmalarıyla yapılan Köylü nüfusunu azaltma politikalarıyla karşılaştırarak okumakta yarar var.

Burjuva ve gerici partiler, sosyalistler arasında köylü sorununu birdenbire ve her yerde gündemde görmekle olağanüstü bir şaşkınlığa düşüyorlar. Aslında bu işin uzun zamandan beri böyle olmamasına şaşmak daha doğru olurdu. İrlanda'dan Siçilya'ya, Andaluzya'dan Rusya ve Bulgaristan'a kadar, köylü, nüfusun, üretimin ve siyasal iktidarın çok önemli bir etkenidir. Sadece Batı Avrupanın iki bölgesi, bir ayrıklama oluşturur. Büyük-Britanya'da, büyük toprak mülkiyeti ile büyük tarım, toprağı kendi hesabına işleyen köylüyü tamamen ortadan kaldırmışlardır. Prusya'nın, Elbe'nin doğusundaki bölümünde de, aynı süreç yüzyıllardan beri sürer ve orada da, gitgide, köylü ya "kovulmuş", ya da [sayfa 407] iktisadi bakımdan arka plana atılmıştır.

Bugüne kadar, köylü, siyasal bir etken olarak, kendini sadece tarla yaşamının yalnızlığına dayanan iç sönüklüğü ile göstermiştir. Nüfusun büyük yığınının bu iç sönüklüğü, sadece Paris ve Roma parlamenter bozulmuşluğunun değil, ama Rus despotluğunun da en güçlü dayanağını oluşturur. Ama hiç de üstesinden gelinemez bir şey değildir. İşçi hareketinin doğuşundan beri, burjuvalar, Batı Avrupa'da, özellikle küçük toprak mülkiyetinin egemen olduğu yerlerde, sosyalist emekçileri, köylülerin imgeleme yetisine "paylaştırıcılar" görünümü altında göstererek, onları kuşkulu ve iğrenç kılmakta güçlük çekmemişlerdir; onları, köylü mülkiyeti üzerine kurgular kuran tembel ve açgözlü kentliler olarak göstermek, burjuvalar için kolay olmuştur. 1848 Şubat devriminin bulanık sosyalist özlemleri, Fransız köylülerinin gerici oy pusulaları sayesinde hızla silinip süpürülmüşlerdir. Dinginliğe sahip olmak isteyen köylü, anılarının hazinesinden köylülerin imparatoru Napoléon efsanesini çıkardı ve ikinci İmparatorluğu kurdu. Köylülerin bu marifetinin Fransız halkına nelere mal olduğunu biliyoruz; Fransız halkı bugün bile bunun sonuçlarının acısını çekiyor.

Ama o çağdan bu yana, çok şey değişti. Kapitalist üretim biçiminin gelişmesi, küçük tarımsal işletmeye ölüm yumruğunu indirdi. Küçük tarımsal işletme, karşı konmaz bir biçimde çöküyor, ölüyor. Kuzey ve Güney Amerika ile Hindistan'ın rekabeti, Avrupa pazarını ucuz tahıl baskınına boğdu; hem de öylesine ucuz ki, hiç bir yerli üretici, yabancı rakipleri ile savaşıma giremiyor. Büyük toprak sahibi ile küçük köylü, göz göre göre yıkıma uğramalarını, her ikisi de aynı gözle görmektedirler. Ve her ikisi de toprak sahibi ve köylü olduklarından büyük toprak sahibi, kendini küçük köylü çıkarlarının savunucusu olarak gösteriyor ve o da —genel olarak— onu öyle kabul ediyor.

Bununla birlikte, Batı, güçlü bir sosyalist işçi partisinin [sayfa 408] geliştiğini de görmüştür. Şubat devrimi çağının karanlık önsezi ve duyguları, tüm bilimsel gereklikleri yanıtlayan, belgin ve elle tutulur istemleri kapsayan bir program durumuna gelmek üzere, durulaşmış, gelişmiş, derinleşmişlerdir. Bu istemler, durmadan artan bir sayıdaki sosyalist milletvekilleri tarafından, Alman, Fransız, Belçika Parlamentolarında orunlanmışlardır. Siyasal iktidarın sosyalist parti tarafından fethi, gitgide daha yakın görünüyor. Ama siyasal iktidarı fethetmesi için, bu partinin önce kentten tarlalara geçmesi, kırda bir güç durumuna gelmesi gerekiyor. Bütün öbür partiler üzerinde, iktisadi nedenleri siyasal sonuçlara bağlayan sıkı ilişkiyi açıkça görme üstünlüğüne sahip olan, kuzu postu altında saklanan kurdun, köylünün o patavatsız dostunun, büyük toprak sahibinin maskesini de uzun zamandan beri yüzünden çıkarmış bulunan bu parti, ikiyüzlü savunucularının elleri arasında yıkıma adanmış köylüyü, onu sanayi işçisinin edilgin düşmanı durumundan, etkin düşmanı durumuna dönüştürmelerine kadar, kendi haline bırakmalı mıdır? Ve böylece, köylü sorununun özüne gelmiş bulunuyoruz.

I
Kendisine yönelebileceğimiz tarımsal nüfus, çeşitli bölgelere göre daha da değişken, çok farklı öğelerden bileşmiştir.

Almanya'nın batısında, Fransa ve Belçika'da da olduğu gibi, küçük topraklı (parcellaira) köylülerin küçük yetiştirimi ağır basar; bu köylüler, çoğunlukla topraklarının sahipleri ve azınlıkla da küçük çiftlik kiracılarıdırlar.

Kuzey-Batıda —Aşağı-Saksonya ve Schleswig-Holstein'da— çiftlik uşakları, hizmetçiler, hatta gündelikçilerden vazgeçemeyen büyük ve orta köylüler ağır basar. Bavyera'nın bir bölümünde de durum böyledir. [sayfa 409]

Prusya'nın, Elbe'nin doğusundaki bölümü ile Mecklembourg, —yanısıra, görece güçsüz ve sürekli olarak azalan bir orandaki orta ve küçük köylüler ile birlikte—, büyük toprak mülkiyeti ve çiftlik hizmetkârları ve gündelikçiler yardımıyla yapılan büyük yetiştirim alanlarıdırlar.

Merkezi Almanya'da, bütün bu mülkiyet ve işletme biçimleri, aralarından birinin geniş bir alan üzerindeki üstünlüğü olmaksızın, yerine göre çeşitli oranlarda birbirlerine karışmış olarak bulunurlar.

Ayrıca, sahip bulunulan ya da kiralanan tarlanın aileyi beslemeye yetmediği, sadece bölgesel sanayiin kurulmasına temel hizmeti gördüğü ve bu sonuncuya, tüm yabancı rekabete karşın, ürünlere sürekli bir sürüm sağlayan son derece düşük ücretler ödenmesini olanaklı kılan az çok geniş bölgeler de bulunur.

 Peki, kırsal nüfusun bu bölüntüleri arasında, sosyal-demokrat partinin kazanabileceği bölüntüler hangileridir? Bu sorunu elbette ancak ana çizgileri içinde irdeliyoruz. Ancak en göze çarpan biçimleri göz önünde tutuyoruz: aracı aşamalar ve karma toplumsal nüfuslarla uğraşmak için yerimiz eksik.

Küçük köylüden başlayalım. Küçük köylü, genellikle, Batı Avrupa için, sadece tüm köylülerin en önemlisi olmakla kalmaz, ayrıca tüm bu sorun bakımından bize bunluklu örneği (cas critique) de sağlar. Eğer küçük köylü karşısındaki konumumuzu saptarsak, kırsal nüfusun öbür öğeleri karşısındaki tutumumuzu belirlememizi sağlayan işaret noktasına da sahip oluruz.

Küçük köylüden, burada, onun ailesi ile birlikte düzenli olarak işleyebileceğinden daha büyük ve ailenin beslenmesi için zorunlu olandan da daha küçük olmayan bir toprak parçasının sahibi ya da kiracısını —özellikle sahibini— anlıyoruz. Öyleyse bu küçük köylü, küçük zanaatçı gibi, modern proleterden, çalışma araçlarını henüz elinde bulundurması [sayfa 410] bakımından ayrılan bir emekçi, yani aşılmış bir üretim biçiminin bir kalıntısıdır. Kendi atası olan serf, ya da çok ayrıksın bir biçimde özgür, ama haraç ve angaryaya bağlanmış köylüden, üç bakımdan ayrılır. İlkin, Fransız Devrimi, onu, beyine borçlu bulunduğu feodal yükümlülük ve hizmetlerden kurtarmış ve çoğu durumda, hiç olmazsa Ren'in sol kıyısında, toprağını onun kendi mülkiyetine vermiştir. — İkinci olarak, özerkli ortaklığın (communauté) korumasını yitirmiştir. Böylece eski ortaklıktaki [Mark -ç.] yararlanma payından yoksun kalmıştır. Ortaklaşa toprak, ya eski bey, ya da Roma hukukuna dayanan "aydın" bürokratik bir yasama tarafından el çabukluğuna getirilmiştir. Böylece küçük köylü, ot ve saman satın almaksızın davarını besleme olanağından yoksun kalmış bulunduğunu görür. Ama iktisadi bakımdan, ortaklaşa topraktan yararlanma haklarının yitirilmesi, feodal yükümlülüklerin ortadan kalkmasını, hem de çoğuyla, ödünler. Çift hayvanlarını besleyemeyen köylülerin sayısı durmadan artar. Üçüncü olarak, bugünkü köylü, bir de eski üretken çalışmanın yarısını yitirmekle ayır dedilir. Eskiden o, ailesi ile birlikte, çok büyük bir bölümünü kendi üretmiş bulunduğu hammaddeler yardımıyla, gereksindiği sınai ürünleri kendi üretiyordu. Gene de eksik kalan şey, tarım dışında bir iş daha yapan ve çoğu zaman ücretleri trampa ya da karşılıklı hizmetler yoluyla ödenmiş bulunan köy komşuları tarafından sağlanıyordu. Aile ve hele köy, kendi kendilerine yetiyorlar ve kendileri için gerekli olan şeylerin hemen hepsini üretiyorlardı. Hemen hemen arı durumundaki doğal ekonomiydi bu, para hemen hiç kullanılmıyordu. Kapitalist üretim, parasal iktisat ve büyük sanayi aracıyla, bu duruma son verdi. Ama eğer ortaklaşa topraktan yararlanma, bunun varlığının temel bir koşulu idiyse, bir sanayiin ikincil pratiği de bir başka temel koşulu idi. Böylece köylü gitgide daha aşağı düştü. Vergiler, kötü hasatlar, paylaşmalar, duruşmalar, köylüleri birbirleri arkasına tefecinin [sayfa 411] Ocağına düşürürler, borçlanma, her biri için, gitgide daha genel ve gitgide daha büyük bir şey olur; kısacası, bizim küçük köylümüz, aşılmış bir üretim biçiminin her tür kalıntısı gibi, çaresiz bir biçimde yıkıma mahkûmdur. Gelecekteki bir proleterdir.

Bu bakımdan, sosyalist propagandayı can kulağı ile dinlemesi gerekir. Ama içine işlemiş bulunan mülkiyet duygusu, onu henüz bundan alıkoyar. Kendi küçük toprak parçasını korumak için ne kadar sert bir biçimde savaşım verme zorunda kalır, umutsuzluk onu oraya ne kadar sıkı bir biçimde kenetlerse, toprak mülkiyetinin ortaklaşa mülkiyete çevrilmesinden söz eden sosyal-demokrat da, ona o kadar, tıpkı tefeci ve avukat gibi, tehlikeli bir düşman olarak görünür. Sosyal-demokrasi bu önyargıyı nasıl yok edebilir? Kendi kendine ihanet etmeksizin, ölmekte olan küçük köylüye ne verebilir?

Burada, marksist eğilimli Fransız sosyalistlerinin tarım programında pratik bir dayanak noktası buluyoruz: küçük köylü iktisadının klasik ülkesinden geldiği ölçüde dikkate değer bir dayanak noktası.

Partinin ilk tarım programı, 1892'de,[2] Marsilya Kongresinde kabul edildi. Bu program, varlıksız tarım işçileri (gündelikçiler ve çiftlik uşakları) için, şunları ister: tarım işçileri sendikaları ve belediye meclisleri tarafından saptanmış asgari ücret; yarı yarıya işçilerden bileşen tarımsal yargı kurulları; komünal toprakların satışının yasaklanması ve devlet topraklarının, sahibi bulunduğu ya da kiralamış olduğu tüm toprağı, ortaklaşa işleme ereğiyle, ücretli işçi kullanma yasağı ve komünün denetimi altında, varlıksız tarım emekçilerinin ortak ailelerine kiralayacak olan komünlere kiralanması; yaşlılar ve sakatlar için, büyük toprak mülkiyeti üzerindeki özel bir vergi ile beslenen emeklilik sandıkları.

Küçük köylüler için, —aralarında özellikle küçük çiftlik [sayfa 412] kiracıları gözetilir—, köylülere maliyet fiyatına kiralanacak tarımsal makinelerin komün tarafından satın alınması; gübre; akaçlama (drainage) boruları, tohumluk, vb. alınması ve ürünlerin satılması için tarım birliklerin [kooperatifler -ç.] kurulması: değeri 5.000 frankı geçmeyen mülkler için ferağ ve intikal harçlarının kaldırılması; İrlanda'da olduğu gibi, aşırı çiftlik kiralarını indirmek ve sözleşmesi biten kiracı ve ortakçılara, mülkte sağladıkları değer artışı nedeniyle verilecek ödentiyi saptamakla görevli hakem komisyonları; Yurttaşlık Yasasının (Medeni Kanun)[3] mülk sahiplerine hasat üzerinde bir ayrıcalık veren 2102'nci maddesinin kaldırılması; alacaklının tarladaki ürüne elkoyma hakkının kaldırılması; köylü için, işinin yürütülmesi bakımından zorunlu olan tarım aletlerini, ürün, tohumluk gübre ve çekim hayvanlarını kapsayan haczedilemez bir yedeklik kurulması; uzun zamandan beri eskimiş bulunan genel kadastronun gözden geçirilmesi ve bu arada, her komünde yerel gözden geçirme; son olarak, parasız tarımbilim dersleri ve tarımsal deneme alanları istenir.

Görülüyor: Köylüler yararına ileri sürülen istemler —burada şimdilik işçiler yararına ileri sürülen istemlerle uğraşmıyoruz,— pek ileri gitmiyor. Aralarından bir bölümü başka ülkelerde gerçekleşmiş bulunuyor. Kira hakem komisyonları açıkça İrlanda modelinden geliyor. Tarımsal birlikler, Ren ülkelerinde hanidir var. Kadastronun gözden geçirilmesi, tüm liberallerin ve hatta tüm Batı Avrupa'daki bürokratların sürekli bir dileğidir. Öbür noktalar da, kapitalist rejim bundan önemli bir zarar görmeksizin, gerçekleştirilebilirler. Bunları sadece programın ne olduğunu göstermek için söylüyorum. Böyle söylemekle, kimseyi kınamıyorum; tersine.

Bu program, Fransa'nın çok çeşitli bölgelerindeki köylüler arasında partinin durumunu öylesine düzeltti ki —iştah yedikçe gelir—, onu tarımcıların beğenisine daha da iyi uydurma zorunluluğu duyuldu. Gene de, bu işte, tehlikeli bir [sayfa 413] alan üzerinde tehlikeye atılındığı seziliyordu. Genel sosyalist programın temel ilkelerini çiğnemeksizin, köylüye, gelecekteki proleter olarak değil, ama bugünkü kırsal mülk sahibi olarak nasıl yardım edilebilirdi? Genel sosyalist programın temel ilkelerini çiğneme eleştirisinden kurtulmak için, yeni pratik önerilerin önüne, sosyalizm ilkesinin, küçük mülkiyeti, kapitalist üretim biçiminin tehdit ettiği yıkıma karşı korumayı gerektirdiğini tanıtlamaya çalışan bir teorik gerekçeler açıklaması konuldu; hem de bu yıkımın kaçınılmaz olduğu görüle görüle. Eylülde, Nantes Kongresinde kabul edilmiş oldukları biçimleriyle, bu gerekçeler açıklaması ile istemlerin kendilerini, biraz daha yakından inceleyelim.
       
İşte gerekçeler:

 "Genel Parti programının deyimlerine göre, üreticilerin, ancak üretim araçlarını ellerine geçirecekleri zaman özgür olabileceklerini göz önünde tutan;

 "Sanayi alanında, bu üretim araçları, her ne kadar üreticilere ancak kolektif ya da toplumsal bir biçim altında geri verilebilecek derecede bir kapitalist merkezileşmeye erişmiş bulunuyorlarsa da, hiç değilse, üretim aracı olan toprağın birçok yerde bireysel olarak üreticilerin kendi ellerinde bulunduğu Fransa'da, tarımsal alanda ya da toprak alanında, bugün için durumun böyle olmadığını göz önünde tutan;

 "Köylü mülkiyeti ile belirlenmiş bulunan bu durum, her ne kadar kaçınılmaz bir biçimde yok olmaya adaysa da, sosyalizmin rolü, mülkiyet ile emeği ayırmak değil, ama tersine, tüm üretimin, bölünmesi proleter durumuna düşmüş bulunan emekçilerin kulluk ve sefaletine yol açan bu iki etkenini aynı ellerde birleştirmek olduğundan, sosyalizmin, bu yok oluşu hızlandırma durumunda olmadığını göz önünde tutan;

"Sosyalizmin görevi, tıpkı demiryolları, madenler, fabrikalar vb. gibi, aylak sahiplerinden geri alınmış büyük topraklar aracıyla, her ne kadar tarım proleterlerini, kolektif ya da toplumsal biçim altında, mülk sahibi durumuna [sayfa 414] getirmek ise de, topraklarını kendi başlarına işleyen toprak sahiplerinin, bu toprak parçalarının mülkiyetini, devlet hazinesine, tefeciye ve yeni toprak beylerinin saldırılarına karşı korumanın da, onun aynı derecede kaçınılmaz bir görevi olduğunu gö zönünde tutan;

"Bu korumayı, kiracı ya da ortakçı adı altında, başkalarının topraklarını işleyen, ve her ne kadar gündelikçileri sömürüyorlarsa da, kendilerinin de kurbanı oldukları sömürü yüzünden buna zorunlu bulunan üreticilere de yaymanın gerekli olduğunu göz önünde tutan;

 "Anarşistlerin tersine, toplumsal düzenin değişmesini yaygınlaşmış ve yoğunlaşmış sefaletten beklemeyen ve emek ve toplum için kurtuluşu, hükümeti ele geçiren ve yasa yapan kır ve kent emekçilerinin örgütlenme ve birleştirilmiş çabalarından başka hiç bir şeyde görmeyen İşçi Partisi, tarımsal üretimin tüm öğelerini, çeşitli sanlarla ulusal toprağı değerlendiren tüm çalışımları, ortak düşmana, toprak feodalitesine karşı aynı savaşımda birleştirmeye yönelik, aşağıdaki tarım programını kabul etmştir.”
      
 Bu gerekçeleri biraz daha yakından inceleyelim.
      
 Önce Fransız programının, üreticilerin özgürlüğünün üretim araçlarına el konmasını ön gerektirdiğini söyleyen tümcesinin, hemen şu tümce ile tamamlanması gerekir: Üretim araçlarına el konması, ancak iki biçim altında olanaklıdır; ya, hiç bir zaman, hiç bir yerde üreticiler için genel bir biçim durumuna gelmemiş bulunan ve sinai ilerlemenin gitgide olanaksız kıldığı bireysel mülkiyet olarak; ya da, maddi ve entelektüel koşulları, kapitalist toplumun gelişmesi tarafından yaratılmış bulunan ortak mülkiyet olarak. Öyleyse, üretim araçlarının kolektif mülkiyeti, proletaryanın elindeki bütün araçlarla izlenmelidir.
       
Demek ki, üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti, burada ardından koşulacak tek ana erek olarak sunulmuştur. Sadece alanın hanidir hazırlanmış bulunduğu sanayide değil, ama [sayfa 415] genel olarak, öyleyse tarımda da. Bireysel mülkiyet, programa göre, hiç bir zaman ve hiç bir yerde tüm üreticilere yayılmamıştır; bu nedenle ve üstüne üstlük, sanayinin gelişmesi onu yok ettiği için, sosyalizmin çıkarı onu sürdürmekte değil, ama yok olduğunu görmektedir; çünkü bireysel mülkiyet var olduğu yerde ve var olduğu ölçüde, ortak mülkiyeti olanaksız kılar. Eğer programa başvuracaksak, bu işi, kendini programda dile getiren genel tarihsel doğruluğu, bugün onun Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da bir doğruluk olarak kalmasını sağlayan koşullar içine koyduğuna göre, Nantes'da anılan tümceyi çok anlamlı bir biçimde değiştiren tüm programa başvurarak yapalım.
       
Üretim araçlarının, tek tek üreticiler tarafından kendilerine mal edilmesi, bugün bu üreticilere gerçek bir özgürlük kazandırmaz. Zanaatçılık büyük kentlerde yıkıma uğramıştır; Londra gibi büyük merkezlerde hatta tamamen yok olmuş, yerini büyük sanayi, sweating-system [4] ve kusurlu batkı ile geçinen sefil şarlatanlara bırakmış bulunmaktadır. Toprağı kendi hesabına işleyen küçük köylü, ne toprak parçasının sağlama bağlanmış mülkiyetine sahiptir, ne de özgürlüğe. Tıpkı evi, avlusu, birkaç tarlası gibi o da tefecinin malıdır; varlığı, borçların kölesi olan köylünün hiç yapamadığını yapıp, şurada burada birkaç dingin gün geçirebilen proleterin varlığından daha da güvensizdir. Yurttaşlık Yasasının 2102'nci maddesini kaldırın, haczedilemez bir tarım aletleri, davar vb. yedekliğini yasa ile koruyun, onu, davarını kendi "gönül rızası" ile satacağı, kendini tüm varlığıyla tefeciye vereceği ve böylece kendisine yeni bir can çekişme süresinin tanınmasından hoşnut kalacağı, bir baskıya karşı güvence altına alamazsınız. Küçük köylüyü, kendi mülkiyeti içinde koruma girişiminiz, onun özgürlüğünü değil, ama sadece köleliğinin özel biçimini korur; içinde ne yaşayabildiği, ne de ölebildiği bir durumu uzatır! Öyleyse programınızın birinci paragrafına başvurma zahmetine hiç de değmezdi. [sayfa 416]
       
Gerekçeler açıklamasına göre, üretim aracı olan toprak, bugün Fransa'da, birçok yerde, bireysel olarak, üreticilerin kendi ellerinde bulunuyormuş; oysa, sosyalizmin rolü, mülkiyet ile emeği ayırmak değil, ama tersine, tüm üretimin bu iki etkenini aynı ellerde birleştirmekmiş.— Bu genel görünüm altında, sosyalizmin rolünün bu olmadığını, tersine, üretim araçlarını, kolektif olarak, üreticilere vermek olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu durum gözden yitirilir yitirilmez, yukarda anılan tümce, sosyalizmin, bugün sadece görünüşte küçük köylünün mülkü olan şeyi, onun gerçek mülkü haline dönüştürmeye, yani küçük çiftçiyi bir mülk sahibi durumuna getirmeye ve borçlu mülk sahibinin borçlarını ödemeye yönelik bir şey olduğu kanısını uyandırarak, bizi yanılgıya düşürür. Sosyalizm, köylü mülkiyetinin bu yanıltıcı görünüşünün ortadan kalkması ile elbette ilgilenir; ama bu görünüş ortadan bu biçimde kalkmayacaktır.
       
Ama ne olursa olsun, şimdi işte tam da oradayız: Program gerekçeleri, sosyalizmin ödevinin, onun kaçınılmaz ödevinin, "topraklarını kendi başlarına işleyen toprak sahiplerinin bu toprak parçalarının mülkiyetini, devlet hazinesine, tefeciye, ve yeni toprak beylerinin saldırılarına karşı korumak" olduğunu da düpedüz açıklayabilirler.
       
Buna göre, bu gerekçeler, sosyalizmden, bir önceki paragrafta olanaksız olduğunu açıkladıkları bir şeyi yapmasını isterler. Tarımcıların küçük köylü mülkiyetinin "kaçınılmaz bir biçimde yok olmaya aday" olduğunu söyledikten sonra, sosyalizmin bu mülkiyeti "korumasını" buyururlar. Devlet hazinesi, tefecilik, yeni toprak beyleri, bütün bunlar kapitalist üretimin köylü mülkiyetinin kaçınılmaz yok oluşunu kendileri aracıyla iyi bir sonuca vardırdığı aletlerden başka şeyler midirler? "Sosyalizm"in köylüyü bu teslise karşı hangi araçlar yardımıyla koruyacağı ilerde görülecektir.
      
 Ama mülkiyetinde korunma hakkına sahip olan sadece köylü değil. [sayfa 417]
      
 "Bu korumayı, kiracı ya da ortakçı adı altında, başkalarının topraklarını işleyen ve her ne kadar gündelikçileri sömürüyorlarsa da, kendilerinin de kurbanı oldukları sömürü yüzünden buna zorunlu bulunan üreticilere de yaymak", aynı biçimde "gereklidir". İşte çok garip bir alan üzerinde bulunuyoruz. Sosyalizm, özellikle ücretlilerin sömürülmesine karşı savaşır. Ve burada, sosyalizmin kaçınılmaz ödevinin, bize... "gündelikçileri sömürdükleri" zaman, Fransız çiftlik kiracılarının korunması olduğu söylenmiş bulunuyor. — Söylenenleri tıpatıp aktarıyorum! Ve bu, "kendilerinin de kurbanı oldukları sömürü" yüzünden buna zorunlu bulundukları için böyle!
       
Bu yanlış tutumu bir kez benimsedikten sonra, kayıp gitmek ne kadar hoş ve ne kadar kolay! Büyük ve Orta Alman köylüleri, Fransız sosyalistlerine Alman sosyalist partisi yönetim komitesi nezdinde kendilerine şefaatte bulunmaları, hizmetkârlarını sömürdükleri zaman, tefeciler, vergi alıcıları, buğday spekülatörleri ve hayvan tecimenleri tarafından "kendilerinin de kurbanı oldukları sömürü"yü anımsayarak, partinin onları da korumasını sağlamaları için ricaya gelsinler, — onlara ne yanıt verecekler? Ve büyük toprak sahiplerimizin, borsa, rant ya da buğday tefecileri tarafından "kendilerinin de kurbanı oldukları sömürü"ye dayanarak, tarım işçilerinin sömürüsünde onlardan sosyalist koruma istemek üzere, (tahıl ithalatının ulusallaştırılması üzerine, onlarınkine benzer bir tasarı sunmuş bulunan) kont Kanitz'i de onlara göndermeyecekleri konusunda Fransız sosyalistlerine kim güvence verebilir?
      
 Ama Fransız dostlarımızın, öyle göründükleri kadar kötü düşünmediklerini de hemen söyleyelim! Sözkonusu parça, sadece çok özel bir durumda uygulanacak: Kuzey Fransa'da, toprak, köylülere, çok elverişsiz koşullar içinde şeker pancarı ekme zorunluluğu ile kiralanır; bizde olduğu gibi, köylüler, pancarları, belli bir fabrikaya, bu fabrika tarafından [sayfa 418] saptanmış fiyatlar üzerinden satmak, önceden saptanmış belli bir tohumluğu almak, belli bir miktarda gübre kullanmak zorundadırlar ve, ürünleri teslim ederken de, ayrıca utanılacak bir biçimde aldatılırlar. Bu, Almanya'da da böyledir. Ama eğer bu türlü köylüler korunmak isteniyorsa, bunu kaçamaksız söylemek gerekirdi! Eğer sadece, tüm genelliği içinde, bu türlü kurulmuş tümceye göre bir sonuca varılırsa, bunun sadece Fransız İşçi Partisi programını değil, ama genel olarak sosyalizmin temel ilkesini de ayaklar altına atdığını kabul etmek gerekir; öyleyse, gerekçeleri açıklama yazarları, eğer gerekçelerin o çok özensiz yazılışı kendi güdeklerine karşı çeşitli çevreler tarafından sömürülürse, yakınmakta haklı olmayacaklardır.
      
 Aynı biçimde, gerekçelerin son sözleri de bir yanlış anlamaya yol açabilirler. Buna göre Sosyalist İşçi Partisinin görevi: "tarımsal üretimin tüm öğelerini, çeşitli sanlarla ulusal toprağı değerlendiren tüm çalışımları, ortak düşmana, toprak feodalitesine karşı aynı savaşımda birleştirmektir.
      
 Ben, herhangi bir ülkenin işçi partisinin, kendi saflarına, kırsal proleterler ve küçük tarımcılar dışında, büyük ya da orta köylüleri, ya da zengin çiftlik kiracıları, hayvan yetiştiricileri ve ulusal toprağı işleyen öbür kapitalistleri kabul etmesi gerektiğine açıkça karşı çıkarım. Bunların hepsinin, toprak feodalitesini, kendi ortak düşmanları olarak gördüklerini, bazı sorunlarda onlarla bağdaşma durumunda bulunduğumuzu, belirli erekler için belli bir zaman boyunca onların yanında savaşmamızı kabul ederim; ama, partimiz içinde, her ne kadar toplumun her sınıfından gelen bireyleri kabul edebilirsek de, ister orta köylü, ister orta burjuva olsun, kapitalist çıkar topluluklarını hoş göremeyiz. Burada da anlam göründüğü gibi değil; yazarların bütün bunları düşünmedikleri açık; ama ne yazık ki, genelleme gereksinmesi onları çok ileri götürmüş ve eğer sözleri onların hiç düşünmedikleri anlamda alınırsa, buna hiç de şaşırmamaları [sayfa 419] gerekecek.
       
Gerekçeler açıklaması, programa yeni katmalarla izlenmiş. Bu katmalar da, gerekçeler açıklaması kadar gelişigüzel bir biçimde kaleme alınmış.
       
 Komünlerin tarımsal makineler satın alacakları ve bu makineleri köylülere maliyet fiyatı üzerinden kiralayacakları maddesi, komünlerin bu makineleri devlet yardımı ile satın almaları ve, sonra, bunları küçük ekicilerin yararına parasız olarak sunmaları biçiminde değiştirilmiş. Bu yeni ödün, tarlaları ve toprak işleme biçimleri ancak çok sınırlı bir makine kullanımına izin veren küçük ekicileri pek de zengin etmeyecek.
       
Daha sonra:
      
 "Tüm dolaylı vergilerin kaldırılması ve 3.000 Frankı geçen gelirler üzerindeki tüm dolaysız vergilerin müterakki vergi durumuna dönüştürülmesi."
       
Yıllardan beri, hemen bütün sosyal-demokrat programlar bunu ister. Ama yeni olan ve bu tümcenin içeriği üzerinde ne kadar az düşünüldüğünü gösteren şey, bunun özellikle küçük köylüler yararına istenmesidir! İngiltere'de, sadece bir örnek vermiş olmak için söylüyorum, devlet bütçesi 90 milyon sterlin lirasıdır. Gelir vergisi bunun, on üç buçuk on dört milyonunu getirir, oysa geri kalan yetmiş altı milyon, kısmen, ticarethanelerin vergilendirilmesinden (posta, telgraf, pul), ve en büyük bölümü de, yığın tüketimi üzerindeki vergi ve harçlardan, yani tüm halkın, ve özellikle yoksulların gelirini, küçük küçük kırpan, ama yavaş yavaş milyonlar oluşturan o durmadan yinelenen kemirilmesinden gelir. Ve, güncel toplumda, devlet harcamalarının bir başka biçimde karşılanması da hemen hemen olanaksızdır. İngiltere'de, en az 120 sterlin lirası (3.000 frank) olan gelirler üzerindeki müterakki bir verginin 90 milyon getireceğini kabul edelim. Yıllık ortalama birikim, tüm ulusal zenginliğin yıllık artışı, 1865'ten 1875'e kadar, Giffen'e göre, 240 milyon sterlin lirası idi. Eğer [sayfa 420] bunun bugün 300 milyon olduğunu varsayarsak, 90 milyonluk mali yükün, birikimin aşağı yukarı üçte-birini götüreceği sonucu çıkar. Bir başka deyişle, sosyalist bir hükümetten başka hiç bir hükümet, böyle bir işe girişemez: ama sosyalistler iktidara geçecekleri zaman, onların, bu vergi reformunu gelip geçici, önemsiz bir sayışmalık gibi gösterecek, ve küçük köylülere bambaşka olanaklar açacak başka işleri olacaktır.
       
Bu mali reformun, köylüler için daha uzun zaman kendini bekleteceği de kabul edilmişe benzer ve onlara "bu arada": "topraklarını kendi başlarına işleyen toprak sahipleri için toprak vergisinin kaldırılması ve toprağı ipotekli borçlar altında bulunan kimseler için bu verginin azaltılması" vaat edilir.
-Devam Ediyor-