7 Aralık 2013 Cumartesi

Anadolu, Köy ve Edebiyat

Sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş insanlık tarihi için çok yenidir. Türk tarihi içinse daha da yeni. İlk örneklerini İ.Ö. 4000 yıllarına ait Sümer belgelerinin oluşturduğu yazı, Türk yaşamına ancak VIII. yüzyılda (Orhun Yazıtları) girer.

Tarih yazıyla başlatılır. Sözlü kültür döneminin önemsiz olduğu anlamına gelmez bu durum. Bu dönem de çok zengin bir birikimi günümüze taşır. Masallarla, destanlarla, şiirlerle, türkülerle, diğer halk ürünleriyle... Batı kültürü büyük ölçüde Homeros’un destanlarına dayandırılır. Türk destanları ise Türk kültürünün beslendiği ana kaynaklardandır.
           
Yazının önemi nereden gelir? İnsanlığın, toplumun belleğini ayrıntılarıyla, özellikleriyle oluşturmasından. Gelişme için, ilerleme için somut bir dayanak, temel alınacak bir hareket noktası sağlamasından. Yazı belgedir, kalıttır. Çünkü yok edilmedikçe, yakılmadıkça yazı ortadan kalkmaz. Batı Ortaçağı yaşarken İbn-i Sina’nın, İbn-i Rüşt’ün, Farabi’nin insan aklı konusundaki kuramlarının; Aristoteles’in, Platon’un felsefelerine dair yaklaşımlarının, yorumlarının göz alıcı başarısı yazıya, kültüre verilen önemle ilgilidir.
           
Yazılı kültür ürünü olarak şiir en eski türdür. En eski, en denenmiş, sınanmış, en etkili... Roman ise yeni bir tür. Ve ortaya çıkışının tarihsel bir anlamı var. Romanın başlangıcı, makineleşme ve sanayileşme sonucunda toprağa dayalı üretim ve insan ilişkilerinin dağılışına, kent kökenli insanın, bireyin doğuşuna denk düşer. Yeni koşullar, yeni sorunlar yeni bir edebi biçimi zorunlu kılar.
           
Cervantes’in “Don Kişot”u Batı edebiyatındaki ilk romandır. İlk Türk romanı  Şemsettin Sami’nin 1872 yılında yayımlanan “Taaşuk-İ Talât ve Fitnat” adlı yapıtı olup, Nabizâde Nâzım’ın “Karabibik” adlı eseri ise edebiyatımızda köyü konu alan ilk romandır. Nabizâde Nâzım 1886 yılında Harp Akademisi’ni bitirerek, 26 yaşında kurmay yüzbaşı rütbesiyle Genel Kurmay’da çalışmaya başlamış, yakalandığı kemik vereminden kurtulamayıp, 1893 yılında, daha 31 yaşındayken ölmüştür. Köyü büyük olasılıkla emirerinden dinlerek öğrenmiştir.

Romanımız ilk örneklerinden birinde köye ilgi göstermesinde karşın, aynı ilgi izleyen yıllarda sürmemiştir. Zaten “Karabibik”te de köyü işleyiş çok dolaylıdır. Köyden, Anadolu’dan söz eden ikinci roman 1910’da yayımlanan Ebubekir Hazım Tepeyran’ın “Küçük Paşa”sıdır. Biyografik öğelerden kaynaklanıyor olsa gerek, Tepeyran gibi, Anadolu’da doğup, İstanbul’da büyüyen, ama himayesindeki Paşa’nın ölümünden sonra köyüne zorla gönderilen bir çocuğun öyküsü anlatılır “Küçük Paşa”da.

Anadolu’yu işleyen bir diğer yapıt, Refik Halit Karay’ın “Memleket Hikâyeleri”dir. Bu eser, İstanbul’dan Anadolu’ya zorunlu bir çıkışın gözlemlerinden oluşur. Türkçeyi kullanışındaki ustalıkla, renkli anlatımıyla, teknik sağlamlığıyla, düş gücüyle edebiyatımızın ustalarındandır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” adlı önemli romanı edebiyatımızda aydın sorunu/sorumluluğu, aydın-halk ikilemi üzerine yazılmış ilk yapıt kabul edilir. “Yaban” da dışardan bir bakışın ürünüdür. Ancak, sorular soran, üstlendiği bir görevi olan romandır. Önemi, günümüzde de tartışma açıcı yanı buradan gelir. Yazar mevcut durumdan Türk aydınını şu sözlerle sorumlu tutar:

“Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksun insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimde de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin ve yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakta kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”

Özellikle Sadri Ertem’in, Reşat Enis’in, Sabahattin Ali’nin (“Kuyucaklı Yusuf”), Kemal Tahir’in (“Sağırdere”, “Körduman”, “Rahmet Yolları Kesti”, “Yediçınar Yaylası”, “Köyün Kamburu”, “Kelleci Memet”), Orhan Kemal’in (“Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Kanlı Topraklar”), Yaşar Kemal’in (“İnce Memed”, “Ağıtlar”, “Demirciler Çarşısı Cinayeti”, “Yusufçuk Yusuf”, “Akçasaz’ın Ağaları”…), Abbas Sayar’ın (“Yılkı Atı”, “Dik Bayır”, “Can Şenliği”), Mahmut Şevket Esendal’ın (“Otlakçı”) eserleriyle köy ve köylü konusunda gerçekçi yaklaşımın başarılı örnekleri verilir. Bu eğilimin devamında kente göç olgusu da bir yanıyla köyle ilişki içinde işlenecektir.

Üzerinde durulması gereken bir ayrıntı da 1950 sonrasında ülkemiz tarımına giren traktörün köylümüz üzerinde meydana getirdiği etkilere ilişkin gözlemlerin edebiyata yansımasıdır. Traktörün köylünün yaşamına girmesiyle nasıl da aileden biri durumuna (belki daha da üstün!) geldiği, sonrasında neden olduğu işsizlik çarpıcı psikolojik çözümlemelerle, etkili benzetmelerle edebiyata girmiştir. Buna en iyi örneklerden biri Talip Apaydın’ın “Sarı Traktör”üdür herhalde. Ve Kemal Bilbaşar’ın kimi öyküleri, Yaşar Kemal’in “Hüyükteki Nar Ağacı”, Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde”si… Edebiyatla toplumsal dönüşümler arasında böyle de bir ilişki söz konusu.
Bir dönem köy konusu o kadar yoğun işlenmiştir ki, bu durum eleştirmenlerce ele alınmış, özellikle 1970’li yıllarda “köy romanı” uzun süre tartışılmıştır. “Köy romanı” diye addedilen romanlardaki karakterlerin genellikle şablon denebilecek kadar hazır ve kalıp kahramanlardan (iyiler/kötüler), bireysel dünyalardan yoksun kişiliklerden oluşturulduğu iddiası bu eleştirilerin en temel gerekçesi olmuştur. “Köy romanı”nın yazılmasında Köy Enstitülü yazarlar kuşağının da (Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Dursun Akçam) önemli payı vardır. Söz konusu eleştirilerde haklı yanlar bulunsa da, hem nüfusunun büyük bölümü köy kültüründe yaşayan bir toplumda yazılan eserlerde köye ilgisiz kalınmasının mümkün olamayacağı; hem de böyle bir edebiyatın ilk örneklerinde hatalı denemelerin de olacağı açıktır.

Kaldı ki, “köy konulu edebiyat eseri yazılmaz” diye bir yargı da doğru değildir. Dünya edebiyatında köyü/köylüyü konu eden pek çok başyapıt vardır. Balzac (“Köylüler”, “Köy Hekimi”), William Faulkner (“Köy”), Tolstoy (“Kazaklar”), Nerval, Charles-Ferdinand Ramuz,  Solohov, Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı, Torngy Lindgren gibi büyük yazarlar köyü işlemekten kaçınmamışlardır. Önemli olan, yazarın, kurgularken köylüyü ruhsal karmaşıklığı içinde, çatışmalarıyla, çelişkileriyle, çok yönlü bir bakışla algılaması ve yansıtmasıdır. Bu başarıldığı durumda, olayların geçtiği yerlerin ya da karakterlerin kimliklerinin fazla önemi yoktur. Ortak insan kaygılarının iyi işlenmesidir beklenen.

Günümüzdeki Türk edebiyatında yazarların köye ilgisi var mı? Ne yazık ki bu soruya olumlu karşılık vermek çok zor. (Bu anlamda belki az da olsa Mustafa Kutlu’yu anmak olanaklı.) Hâlâ yüzde kırkı köylerde yaşayan bir ulusun edebiyatında köyün önemini yitirmesini açıklayabilmek mümkün değil. Elbette aynı biçimde yazılamaz, ancak gene de yazılır.

Görüldüğü gibi başlarda aydınlar Anadolu’yu çok çeşitli zorunluluklar sonucunda tanımışlar, gözlemlerini eserlerine yansıtmışlardır. Bu nedenle de ilk kitaplar büyük oranda yüzeysel, gerçekçilikten uzak kitaplar olmuştur. Ancak yazı alanındaki gelişmenin ve halkın kendi içinden bakışın etkisiyle gerçekçi ve başarılı eserler yazılmış, edebiyatımızdaki benzersiz yerlerini almışlardır. Bize düşense doğaya, erdeme, insana; halkın tarihsel ve geleneksel birikimine yönelen bu güzelim eserleri okumak. Hayatımız değişmeyecek belki, ama hayata bakışımızın boyutlanacağına, derinleşeceğine hiç kuşku yok.

(Türktarım dergisinde yayımlanmıştır.)

6 Aralık 2013 Cuma

Adlar, Soyadlar Ve Lakaplar..

Dede Korkut'un "Boğaç Han" hikayesini okuduktan sonra, Eski Türklerde çocuklara adlarının bir beceri gösterdikten sonra konulduğunu öğrenmiştik.. Bir insanın veya eşyanın adı onun özüne ilişkin bir nitelik olarak görüldüğünden, konulacak ad ile o adı "taşıyacak" kişinin uyum göstermesi gerekir.. Erkek çocuklara büyükbabanın adının konulması Anadolu'da oldukça yaygın bir gelenektir. Bazen konulan isimde yanlış yapıldığında çocuğun hastalandığına, o adı taşıyamadığına ve ağır gelen bu ad değiştirilmedikçe iyileşemediğine inanılır..

Ad, kişinin niteliğine ait bir bilgi içerdiğinden, olası düşmanlarca bilinmesi sakıncalı durumlar yaratabilir. Çünkü birine büyü yapabilmenin temel şartlarından biri, onun adını bilmektir. Hamaset edebiyatında veya bazı filmlerde duyulan, "Yiğidim, adını bağışlar mısın ?" sorusu, kendi hakkında önemli bir bilginin yabancı biri tarafından öğrenilmek istenmesinin hoş karşılanmayabilmesinden kaynaklanmaktadır..
  
Dursun, Durmuş, Satı, Satılmış, Hediye, Armağan, Ömür, Yaşar gibi adlar çocuk ölümlerine karşı tedbir olarak konulan isimlerdendir. Bebekleri ölen aileler, bu adları tercih ederek, "isim büyüsü" yapmaktadırlar..

Eski Türkler de aynı yöntemi uygulayarak, kötü ruhları bebeklerin değersizliğine inandırıp kaçırtmak için çocuklarına İtalmas(z), İtboku, Çoçkabay (domuzbay) gibi adlar koymuşlardır..

İsim büyüsünün bir cephesi de, istenmeyen çocukların doğmasını engellemek için konulan isimlerdir.. Yeter, Döne, Kafiye, Soner, Sonay gibi.. Erkek evlat isteyip de kızı olan aileler ise bu arzularının gerçekleşmesini kızlarına koydukları adlara bağlarlar. Yeter, Döne, Songül gibi isimler bu amaca da hizmet ettiği gibi, Orta Asya ve Anadolu'da Ulbolsun, Turterim, Tamamgül, Gelsinbay ve Kıbrıs'ta kullanılan ve aslı Arapça olup "inci gibi" anlamına gelen "Dürriyye"dir. Türkçe "dur" dan geldiği sanılan "Duriye" de bu adlardandır..

Dünyanın en yaygın adları Tevrat'dan alınan, üç dinin de benimsediği adlardır. İkinci Meşrutiyet döneminde, Türkçülük akımının kuvvetlenmesinden sonra çocuklara Cengiz, Attila gibi adlar koymanın yaygınlaşması üzerine, dönemin tanınmış İslamcılarından ve sonranın felsefe hocası Babanzade Ahmet Naim, bu pagan adlara ateş püskürmüş, "Hristo" adının bile bizler için daha tanıdık ve makul olduğunu yazmıştı !..

Avrupa'da da Hristiyan dünyasına ait olmayan pagan adlar yaygındır. Tanınmış bazı Avrupalı adların anlamları şöyledir :
Gerald: Mızrak taşıyan ; Albert : Onurla aydınlanan ; Lambert : Ülkeyi aydınlatan ; Robert/Rupert/Rupprecht : Ünle aydınlanan ; Herbert : Orduyu aydınlatan, ordunun ışığı ; Bertram/Bertrand : Parlak karga ; Bernard : Ayı gibi kuvvetli ; Eberhard : Yaban domuzu gibi kuvvetli ; Edward : Zenginlikleri bekleyen ;
Louis/Lewis/Ludwig/Luigi : Cesur savaşçı ; Adolph : Soylu kurt ; Rudolph : Ünlü kurt ; Ursula : Dişi Ayı ....

Eski Yunanlılar da atı çok sevdikleri için "hippo" (at) ile başlayan adlar almışlar, Hippokrates gibi.. Romalılarda ise erkek ön adlarının sayısı çok azdır.. Aulus, Gaius, Lucius, Marcus, Publius, Servus, Titus, Tiberius gibi yaklaşık yirmi addan ibarettir !.. Bu ön adların ardına soyun adı (nomengentile), baba adı ve kabile adı (tribunus) eklenirdi. Romalı kadınların ise genellikle ön adları yoktur. Yalnızca aile adlarını kullanmışlardır. Ailede birden fazla kız çocuğu varsa onları Prima (Birinci), Secunda (ikinci), Tertia (üçüncü) vb. diye adlandırırlardı..

Asya Türklerinde, doğumn gününde yaşanan olaylara göre, örneğin o gün düşman yenildiyse Yağıbasan, konuk geldiyse Konukkeldi, yemek verildiyse Aşbergen gibi adlar ya da obanın kurulduğu yere göre Uralbay, İdilbay gibi adlar konulmaktaydı..

Anadolu'da Arif, Arife, Bayram, Cumali, Recep, Şaban, Ramazan, Bahar, Seher, Hilal, Mevlüt, Miraç,Kadir, Kadriye gibi doğum gününü belirleyen adlar yaygındır. Ayrıca, Anadolu'da, çoğunluğu yörenin saygın yatırlarından kaynaklanan adlarla çocuklara isimler konulmaktadır. Çocuğu olmayan kadınların yatırlara adakta bulunmaları yaygın bir gelenek olduğundan, yerel yatırlardan alınan adlar çok fazladır.. Örneğin Sivas'ta Ahmet Turan ; Elazığ'da Hıdır ; Gaziantep ve Kahramanmaraş'ta Ökkeş ; Diyarbakır'da Şehmuz ; Tunceli'de Veysel ; Besni'de Vakkas gibi.. Trabzon yöresinin klasik ismi ise Temel değil İlyas'tır..

1908 yılında İkinci Meşrutiyetin ilanıyla birlikte "Enver'ler, Niyazi'ler" o yıl doğan çocuklara yaygın olarak konulmuştur. Arnavutluk devrim lideri Enver Hoca ile Kıbrıs doğumlu bilim insanı Niyazi Berkes'in adları bunlara örnektir..

1960 İhtilali sonrası Hürriyet, Adalet ; 1970'lerden sonra Deniz, Ulaş adları yaygınlaşmış ; 1980'lerden sonra Merve, Berk ; 1990'larda Can takılı adlar moda olmuştur..

Ad koyma geleneklerinde önemsenmeyen konulardan biri de -han, -men, -man ekiyle biten adların dilbilgisi kuralında erkek olması gerektiğidir. Örneğin, Azeri devriminin önderlerinden Neriman Nerimanov erkektir ve adı bu kurala uygundur. Zaten Neriman da pehlivan demektir..
  
Arapça'da -et ekiyle biten adların dişil olmasına karşın Türkiye'de bu kural önemsenmemekte, erkeklere dişil sözcükler isim olarak takılmaktadır..

Türkiye'de büyüklere adları ile seslenilmemesi, görgü gereğidir. Küçüklerin büyüklere adlarıyla seslenememeleri, adın büyüsel güç taşıdığı inancıyla ilgili olmalıdır.

Gelinlerin, kocalarının akrabalarına adlarıyla hitap edememesi adeti bu inanışın ne kadar güçlü olduğuna bir örnektir.  Trabzon'da bir gelin, kayınbabası izin vermedikçe onun yanında konuşamaz. Bu tabunun ne kadar güçlü olduğuna dair örnek de Kazakistan'dan : Kayınbabasının adı Mehmet olan gelinler, kelime-i şehadet getirirken "Lailaheillalah beybabam adlı resulullah" demektedirler !..

Lakap yaygınlığının bir nedeni de ad tabusu olmalıdır. Soyadı bulunmadığından insanların birbirleriyle karıştırılmaması için lakapları ile anılması, köy toplumundan Osmanlı devlet ricaline kadar yaygın bir gelenek olmuş, tarihçilere de önemli bir kolaylık sağlayacak biçimde, birçok devlet adamı lakaplarıyla tarihe geçmiştir..

Çin'de İÖ 2852'de soyadı almanın zorunlu olduğu söylenir. Milyarlık Çin'de soyadı sayısı 400 civarında olduğundan, milyonlarca Çinli aynı soyadını taşır. 1911 Devrimine kadar aynı soyadını taşıyanların evlenemediğini de düşünürseniz, ne kargaşa !..
  
Batı'da soyadı kullanımı Roma İmparatorluğu'nda başlamıştır. Ortaçağ'dan itibaren yavaş bir süreçle de olsa tüm Avrupa'da yaygınlaşmıştır. İngiltere'de 1000 yıllarında başlamış, 1600'lü yıllarda herkesin bir soyadı olmuştur..
  
Avrupa'da yaşayan Musevilere ise zorla soyadı verildi ama Hıristiyanların kullandığı soyadlarını almaları yasaklandı !..

KUDRET EMİROĞLU'nun "Gündelik Hayatımızın Tarihi" adlı kitabından alınmıştır..  

5 Aralık 2013 Perşembe

Ulusal Kültür Oluşumunda ve İçinde Köy Kültürünün Yeri ve Önemi


Kültür derken yalnızca yazılan okunan, söylenen dinlenen olarak algılanmamalı. Folklor genel kültürün, folklor içinde gelenek görenek yol, töre yine kültürün önemli ve ana parçalarıdır. Hatta toplumların kendi kurallarıyla oluşan töre yerinde tüm kültürü geride bırakıp başlı başına bir yaşam tarzı bir hukuk oluşturur. Başlı başına bir bilim dalı olur.

Ayrı ayrı mercek altına alacak, yakından bakacak olursak nice alt görünen, ana başlıkları altına alan kültürel öğelerin var olduğuna tanık oluruz. Biz burada bu ayrıntıyı fazla kurcalamadan (irdelemeden) Ulusal kültür içinde köy kültürünün, kapsam, etki alanının niceliğine ve oluşumunda katkı boyutuna göz atalım.

Burada akıl yürütürken fazla düşünmenin savurganlık olduğu hemen uç verir. Düşün dünyasının derin koyuluklarında araştırmaya da gerek yok gün yüzü dururken. Ulusal kültürün neresinden bakarsanız bakın köy göz kamaştıran otantizmiyle hep odaktadır. Geçmişim unutulmaya yüz tutmuş nice anıtları oralarda canlı tutulmaya çalışılır, iyisiyle kötüsüyle (âşıklık geleneği gibi). Ulusların kimliği olan sözel halk destanları, toplum hukuku ( gelenek, görenek, töre vb.) orada girer yaşama, orada korunmaya çalışılır. Yani bu gün ulusal kültürümüzde zayıflamış ama unutulmamış ne denli değerler var ise varlıklarını köye borçludur.

Eski köy meclislerini düşünün. Kış gelince köy gecelerinde masallar, hikâyeler, şehirlerde orta oyunları, meddahlar aynı kaynağın çıktılarıdır diyecek kadar kesin bir inanış var içimde. Uzun kış gecelerinde, yedi numara lambanın romantizminde dehşetli söz söylemeye ilham olurdu o geceler. Şehirlerde köylülerin konaklama yeri olan hanlar kentlinin bile ilgisini çeker muhabbetin keyfini, lezzetini doğduğu mekânda tatmak isteyen nice mürekkep yalamışlar müdavimi olurdu buraların. Dedekorkutlar, Aslı ile Keremler, Ferhat ile Şirinler, Yusuf ile Züleyhalar, Mecnun-Leylalar, Arzu ile Kamberler, Hüseyin ile Sanemler o topraklarda çimlenmiş ve ulusal kültürümüze renk katmışlardır. Yine köy kültürü içinde barınarak günümüze kadar ulaşmışlardır. Eğer edebiyatımızda aşk, sevda, hasret, vuslat, kahramanlık, yiğitlik işleyen şiir, roman ve destanlar duygu dünyamıza lezzet veriyorsa bu yemeğin anığı o günlerde ve o topraklarda kavrulanlardır.

Kıyım, beton çoğaldı, orman azaldı, yağış azaldı, yağış azaldı yer altı suları azaldı, yer altı suları azaldı, kaynak suları, pınarlar ya azaldı ya kurudu.

İnternet, televizyon gelişti, söz azaldı, sevgi saygı azaldı, topluluk halinde eğlenme, söyleme, dinleme, tartışma azaldı, köylülük azaldı, köylülük azalınca, kültürün kaynağı ya azaldı ya tamamen kurudu. Atasözlerinin deyimlerin kökenini araştırsak varacağımız sonuç bu savın haklılığını tam olarak ortaya koyacaktır. Burada söz konusu edilen teknolojiyi yermek değil, dokunduğu yerdeki durumu açıklamaktır. Hesap makinesinin matematiksel düşünceyi kısırlaştıracağının dile getirilmesi ne denli yanlışsa…

Köylü şehre inmezse, şehir ölü şehir havasına bürünüyor. Köylü ekmez, biçmez, yetiştirmezse ülke üzerine ölü toprağı çöküyor, herkes aç. Köy kültürü omuz vermezse, köy kültür üretmezse, ulusal kültür boş olmazsa bile yoksuldur, güdüktür. Bir ülke her şeyiyle tüm değerlerinin oluşumunda, geçmişini ve geleceğini, büyük dilimin sahibi olan köye borçludur. Kentlerde söyleşiler köy ağalarının diyaloglarından konusunu alırdı. Süreçte şehirliler köylü kıssalarıyla günlerini geçirir, söz ustalığı, toplum adamlığı dağarcıklarını doldururlardı. Köy beden, kent ve eğitim makyajdır. Olmayan yüze makyaj yapılamaz, olmayan bedene giysi dikilmez.

Burada, bir kategoride genişlettiysek düşüncelerimizi, olduğu yerde sıkışıp kalmamalı. Kültür içinde yer alan tüm birimlere bu şablon oturtularak bakılmalı, düşünülmeli.

Ulusal kültüre sanayi dersek, köy o sanayiye hammadde üretendir.

Daha net kanıya varmak için bir düşünelim bu gün köyler bu bağlamda eski formunda mıdır? Televizyon başta olmak üzere teknolojik olanaklar köyde yarenliği, henk’i, muhabbeti bitirmedi mi? İşte kültürün nüvesi olan söze son veren bir örnek. Bu bendin tıkanışına milat dersek, milattan sonra eski değerde, zenginlikte, kültür temeli oluşturacak boyutta kültürümüze, mekânına bakmaksızın katılmış olan ne vardır? Peki nedendir? İşte şakağımız, işte parmağımız: Dayayıp düşünmek serbest...

*******Serhat Kültür Dergisi ve Gazetelere

/ Cemali Hikmet AKSU

4 Aralık 2013 Çarşamba

Köyün Dehlizlerinden Yankılanan Ses William Faulkner


Faulkner, dedesinin bir yazar olmasının da etkisiyle, küçük yaşta edebiyata ilgi duyar. Güneyli olmanın ‘gururu’ ile büyütülür.  Kısa bir süre Mississippi Üniversitesine devam etse de okulu bırakmak ve çalışmak zorunda kalır. İyi bir eğitim alamaz ama kendini yetiştirmeyi başarır.  Edebiyata l924’te Marble Faun adlı şiir kitabıyla başlayan Faulkner, önemli bir yazar olan Sherwood Anderson’la tanıştıktan sonra romana geçer ve kendini tümüyle edebiyata verir.  1942 yılına kadar on iki roman tamamlayıp Hollywood için senaryolar üretse de l946’da The Portable Faulkner adlı kitabının yayımlanması, yeniden hatırlanmasına ve kitaplarının birbiri ardına yeniden ele alınmasına neden olur.  1949’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülür. Romanlarında işlediği Güney’e karşı sevgisinin yanı sıra yerli halkın cahilliği, tüccarların ve ortada görülmeyen derebeylerinin açgözlülüğüyle Mississippi eyaletinin mahvolmasına duyduğu korku ondan hiç eksilmemiştir.

Amerikan edebiyatının en önemli yazarları arasında yer alan William Faulkner’ı incelerken onun, her şeyden önce Güney Amerika’da Mississippi eyaletinin New Albany kasabasında doğduğunu göz ardı etmemeliyiz.  O Güneylidir ve Güney’i yazmıştır.** Doğduğu, büyüdüğü ve kuşağının öbür yazarlarından ayrılarak hayatını geçirmek üzere seçtiği toprağa karşı bir sevgisi vardır. Köy yaşamının sert ve acımasızlığına tanık olmuştur.  Sınıf farklılıklarının sarsıcılığını çok küçük yaşlardan itibaren fark eder.  Kendi oturduğu evin Mississippi’nin diğer bölgelerinden farklı olduğunu, yaşadığı evin tek başına kurgulanmış bir dünya olduğunu, kapının dışında da başka bir hayat olduğunu anlar.  Yaşadığı ortamı sorgulamaya  ve bu ortamı yaratan koşullarla hesaplaşmaya başlar.
Malcolm Cowley, William Faulkner’a Giriş adlı denemesinde Faulkner’in bir mit dünyasına benzeyen, ama bütün ayrıntılarıyla yetkin ve canlı bir Mississippi ili yaratmak isteğinin yanı sıra Yoknapatawpha İli hikâyesini bütün Güney’in yankısı ve efsanesi haline getirişini ele alır.  Onu her şeyden önce anlattığı coğrafya bağlamında değerlendirirken Faulkner’ın ‘Yoknapatawapha İli’nin- tek sahibi William Faulkner’dır diye kendi çizdiği haritalardan birine not düştüğünden söz eder.

2400 mil karelik alana dağılmış, l5611 kişilik nüfusu olan Yoknapatawpha İli Faulkner’ın kurguladığı güneyde bir bölgedir.‘Köy’ romanın geçtiği Frenchman’s Bend sosyal, kültürel, ekonomik ve ahlaki açıdan güney yöresinin bir kesitidir. Frenchman’s Bend bir mikrokosmos içinde bir mikro dünyadır; o coğrafyadaki hayatın ve insani koşulların ancak küçük bir temsilcisidir.

Malcolm Cowley’nin yorumuna göre, Absalom, Absalom! da aşağıdaki şu diyalog Faulkner’ın Güney’e olan bakış açısını özetler gibidir:

‘Güney’i anlat bana.’ der Quentin Compson’un Harvard’daki oda arkadaşı
Shreve McCannon adlı Kanadalı. Ohio’nun gerisindeki bilinmeyen bölgeyi merak etmektedir.  ‘Nasıldır orası?’ diye sorar. ‘Ne yaparlar?  Niçin yaşarlar orada?
Ne yaşatır onları?’  Ve temeli biraz Faulkner’ı andıran, bazen onun yerine
konuşuyormuş gibi görünen Quentin cevap verir, ‘Anlayamazsın sen.
Orada doğmuş olman gerek.’  Gene de, Güney’in özü saydığı uzun
ve ateşli bir hikâye anlatır ona. Quentin’in zihninde, Güney yalnızca
bir bölge değil, efsanemsi geçmişini yeniden yaşamaya çabalayan
tamamlanmamış ve engellenmiş bir ulustur.’

1940 da ‘Köy’ romanını yazar.  Daha sonra yazacağı Kasaba (1957) ve Malikâne (1959) üçlemenin diğer iki kitabıdır. Bu üçlemede Güney’i her boyutuyla ele alır.

Her üç kitapta da yeni zenginler arasına katılan, zorbalığı ve vicdansızlığı ile tanınan, başını  Flem Snopes’un çektiği ailenin yükselişi ile geleneksel değerleri savunan o yöre halkının  mücadelesi anlatılır.

Faulkner, Köy romanında, güney kasabalarından birindeki yaşamı anlatır. Ama yerel çerçevenin çok ötesine uzanarak bu kasabanın insanlarını en açıkgözlüsünden en bilinçsizine kadar ele alıp evrensel çağdaş insanın yoğun ve ayrıntılı bir resmini çizer. İktidar, zorbalık ve rüşvetin kol gezdiği adaletsiz bir dünyada cinayetleri, tecavüz ve sapıklıkları anlatır. Vatanı olan güney ülkelerinde siyahlara karşı uygulanan politikaları eleştirmekten ve ırkçılığa karşı olan tavrını ortaya koymaktan çekinmez.

Faulkner romanlarını, karakterlerini Yoknapatawpha adını verdiği yarı-kurgusal bölgede yaşama geçirir.  Günlük olayları, karakterleri ayrıntılarıyla verirken Güney’in havasını, toprağını, ruh halini, tarihini, kısaca duyumsanabilecek neredeyse tüm varlığını yansıtır.  Snopes ailesi üzerine üçlemesinin ilki olan ‘Köy’ yoğun, ağır, aynı zamanda da çarpıcı bir romandır. Olay örgüsü karmaşıktır.  Kurnaz ve entrikacı Flem Snopes, akrabalarıyla birlikte, Frenchman’s Bend köyünü yavaş yavaş ele geçirmeye başlar. Snopes klanı, bir anlamda ABD’de ‘kalın enseli’ tabir edilen taşralı orta sınıfın ortaya çıkışının ve yükselişinin hikâyesidir.**

O l a y    Ö r g ü s ü

Frenchman’s Bend’deki hemen hemen her şeyin sahibi olan Will Varner, son yıllarında işlerinin ve mal varlığının çoğunu otuz yaşındaki oğlu Jody’ye devretmeye başlar.  Bir gün Jody Varner, dükkânında otururken köye yeni gelen Ab Snopes ile karşılaşır. Ab, Varnerler’in sahibi olduğu çiftliklerden birini kiralamayı kafasına koymuştur. Jody, daha sonra gezginci satıcı Ratliff’ten Ab’in kiracısı olduğu diğer çiftliklerde ahırları ve ambarları yaktığı üzerine şüpheler çektiğini öğrenir. Jody ve babası, Ab’ın üzerindeki bu kötü şöhretin onlara zarar vermeyeceğine karar verirler. Mallarından bazılarını yakabileceğinden korksalar da onu kiracı olarak kabul etmekte bir sakınca görmedikleri gibi oğlu Flem Snopes’u da dükkânda tezgâhtar olarak işe alırlar.

Yine Ratliff’in ağzından Ab’ın yaşamöyküsünü dinleriz.  Baba Ab Snopes’un iç dünyası nefretle doludur.  Bu nefretin nedenini şöyle açıklamıştı Ratliff: Ab bir keresinde oldukça ünlü bir tüccar olan Pat Stamper ile bir at alışverişi için anlaşmış. Ab bir katır ile yaşlı bir atı Stamper’e göstermeden önce hayvanların bakımını yaptırmak için Jefferson’a götürmüş. Ancak Ab katırları Jefferson’dan çıkarmaya çalıştığında katırlar yığılıp kalmış. Bu arada Stamper Ab’a sağlıklı ancak oldukça garip görünen bir grup katırı değiş tokuş etmiş. Ayrıca   Stamper onu siyah renkli besili bir atı satın almasına ikna etmiş. Eve dönerken bir fırtına kopar, at siyahtan beyaza, besili halinden cılız, zayıf bir hale döner. Meğer Ab’nin satın aldığı yeni at, Stamper’in boyayıp bisiklet pompası ile şişirdiği kendi yaşlı atıymış.

Will Varner’in kızı Eula, erken gelişmiş, tombul, etine dolgun, duygusal bir kızdır. Flem Snopes dükkâna çırak geldiğinde on üç yaşındadır. On altı çocuğun en sonuncusu, evin bebeğidir. O yörenin gördüğü tek ve ilk bebek arabası onundur, neredeyse köpek arabası kadar büyük, kaba ve pahalı bir şeydir. Ne bir oyun arkadaşı vardır ne de bir kız sırdaşı. Sekizine geldiğinde ağabeyi, Eula’nın okula gitmesine karar verir. Yeni okul öğretmeni Labove, Eula okula geldiği ilk günden ona âşık olur. Labove aynı zamanda hukuk okumaktadır. Frenchman’s Bend ile hukuk okuduğu üniversite arasında mekik dokur. Bir gün okuldan sonra Eula’ya tecavüze yeltenir ama başaramaz. Daha sonra Eula’nın, bu davranışını ağabeyi Jody’ye anlatacağından korkar, hiç kimseye söz etmeden bir gece yok olup gider.

Eula büyüdükçe birçok talibi olur. On altı ve on yedi yaşındaki gençler ve okulda olmayan diğerleri, yaban arıları gibi, onun çevresine üşüşürler. Pazar günkü ayinde onu görmek için kiliseye doluşurlar. Bunlardan en önemlisi yirmi üçünde Hoake McCarron, bu yarışı başta götürür. Eula’nın hamile olduğunu anlayan McCarron köyü terk eder ve Teksas’a kaçar.  Baba Will Varner devreye girer, Eula’yı Flem Snopes ile evlendirir.

Flem Snopes, balayından Buck Hipps adlı bir Teksaslı ile ve bir dizi benekli ve ehlileştirilmemiş atla geri döner. Teksaslı, toplamış olduğu bu atları çiftçilere açık artırma ile satmayı planlamaktadır. Satışa başlamadan evvel açık artırma sırasında fiyat teklifi yaparak fiyat arttırması şartıyla atlardan birini Eck Snopes’a vereceğine söz verir. Henry Armstid fiyat teklifinde bulunur. Henry karısının tüm karşı çıkmasına rağmen beş dolara bir at satın alır.  Karanlık çöktüğünde atların çoğu satılmıştır. Diğer alıcılar satın aldıkları atları bağlamaya çalıştıklarında, benekli şeytanlar, bir ihmalden dolayı açık bırakılmış ahır kapısından dağlık araziye kaçarlar. Henry Armstid bu karmaşada bacağını kırar. Eck Snopes kendisine verilen atın peşine düşer. At aşağı yola doğru koşmaya başlar. At köprüde Vernon Tull’un kullandığı ve içinde Tull’un karısı ve ailesinin bulunduğu arabanın içine dalar. Arabayı çeken katırlar heyecandan şahlanınca Tull arabadan düşer. Vernon Tull, arabasına verilen hasardan ötürü Eck Snopes’a dava açar.

Bu arada aile içinde sorunlar çıkmaya başlar. Geri zekâlı oğul Isaac ihmal edilir. Ona kötü davranılır. Isaac bir ineğe âşık olduğunda, bu davranışı köyde skandal olur. Flem’in akrabası Mink Snopes, sığırına el koyan Jack Houston’ı öldürmekle suçlanır. Flem Snopes, Mink Snopes mahkemeye çıkarıldığında ona yardım edebilecekken dava boyunca durumu görmezden gelir. Mink, ömür boyu hapse mahkûm edilir.

Bir gün Henry Armstid, gezginci satıcı Ratliff’e Flem Snopes’un her gece Wıll Varner’den aldığı yaşlı Fransız adamın yerindeki bahçede kazı yaptığını söyler. Köyde İç Savaş’tan beri, evi inşa edenlerin bahçeye para ve mücevher gömdüklerine dair söylentiler vardır. Henry ve Ratliff, bu paranın peşine takılırlar. Define arama aleti olan Bookwright adında bir adamı da yanlarına alarak gizlice bahçeye girerler. Gömülü olan metalin yerini belirledikten sonra, kazmaya başlarlar.  Her biri gümüş sikkelerin bulunduğu bir kese çıkarır. Tüm kaynaklarını birleştirip aceleyle araziyi satın almaya karar verirler.  Ratliff, Flem Snopes’a fahiş bir fiyat ödemeye karar verir.  Gece biraz daha kürek sallasalar da başka gömü çıkaramazlar. Ratliff birdenbire hiçbir kesenin veya çuvalın yerin altında, toprakta otuz yıl bozulmadan kalamayacağını idrak eder.  Ratliff ve Bookwright, gümüş paraları incelediklerinde, paranın İç Savaş’tan sonra basılmış olduğunu anlarlar. Armstid, orada hiçbir hazinenin olmadığına inanmayı reddeder. Gece gündüz kazmaya devam eder. İnsanlar, çevre kasabalardan ve köylerden, onun çılgınca kürek sallayışını izlemeye gelirler. Flem Snopes da Jefferson’a giderken Henry’yi izlemek için şöyle bir durur, küçümseyen bir tiksintiyle Henry’ye uzaktan bakar, atları dizginlerinden tutarak yoluna devam eder.

*            *          *

Faulkner’ın romanları karakter açısından zengindir. Yaşadıkları koşullar altında yenilmiş, içlerinde kendi alın yazılarının acısını taşıyan çiftçiler, dükkâncılar, dikiş makinesi simsarları, gezginci satıcılar, zenci aşçılar ve ortakçılarla dolu dolu yaşarız Güney’i. Hepsi de kendi koşulları altında önümüze serilirler. Ne yazık ki bu insanların garip bir boyun eğme duyguları onları ele geçirmiştir.

Faulkner, köylüyü, ruhsal karmaşıklığı içinde, çatışmalarıyla, çelişkileriyle halkın kendi içinden farklı farklı karakterlerin bakış açılarıyla yansıtır. Kurguladığı bu küçük coğrafi kesitte Faulkner, görüş genişliğine ulaşabilmek için iç içe geçmiş hikâyeleri bir araya getirmiştir.  ‘Köy’ adlı romanında belli bir tutarlılık sağlayabilmek için karakterler arasındaki ilişkileri, her birinin yaşadığı olayların ve ortak sorunların üzerine eğilerek kendine ait bir teknik geliştirerek vermiştir. Hikâyeden hikâyeye sürüklenirken bu hikâyeleri birbirlerine bağlayan karakterleri de çok iyi kullanır. Ömer Türkeş bu konuda şöyle yorum getirir:

“Yalnızca olayın merkezindekilerin değil, hikâyeye katılan tüm karakterlerin
bakış açısını birinci tekil kişi söylemiyle yansıtarak gerçeğin farklı algı ve
yorumlarına ulaşmaya çalışır Faulkner.  Böylelikle zaman kavramı da göreceli olur,
çünkü hikâyeyi anlatan kişilerin zihinlerindeki zaman algısı farklıdır. Kimisi
bir olayı çocukluğundaki imgelerle birlikte canlandırır, kimisi geleceğe
projeksiyon yapar.  Yaşanan an kimisi için çok kısa, kimisi için çok uzundur.”


Romandaki devinimi, gezici dikiş makinesi satıcısı V. K. Ratliff sağlar. Roman onun anlatısıyla ilerler. Konuşma bir kez başladı mı arkası gelir.  Yeni şeyler söylenir, her konuda rastgele söylenen sözler birbirine karışır, erkekler arka arkaya soru sormaya başlayınca o da yanıt verir. Ayrıca yargıç Gavin Stevens, ikinci ve üçüncü el kitaplar okuyan delikanlı Charles Mallison, kısaca yöre halkının büyük bir kısmı, anlatılarıyla romana katılırlar.  Romanın can alıcı bir başka boyutu da köy insanın davranışının sergilenmesidir. Bu amaçla, Jefferson halkı üçüncü tekil şahıs olarak köy toplumunun belleğini oluştururken köy tüm ayrıntılarıyla belgelenmiş olur. Böyle bir teknik kolektif bilincin yansıtılmasında anlatıya yardımcı olur. Bu bağlamda Köy yazılı bir eserden daha çok ‘sözlü’ bir yapıttır. Faulkner bu tekniği yaratırken karakterlerin birbirlerine abartılı olarak aktardıkları sözlü geleneğe yaslanır. Sözlü kültürden yazılı kültür oluşturulmuş olur.

Konu içinde birliği sağlamak için Faulkner bir ikinci teknik daha kullanır. Romanda yer alan hikâyeler tekrarlanır veya değişik bir şekilde yeniden ve eklenerek tekrar tekrar anlatılır.  Genelde roman aynı ana tema üzerinden, değişik davranışlar sergileyen karakterleri karşımıza çıkarır. Örneğin okul öğretmeni Labove’un öğrencisi Eula Varner’a duyduğu uygunsuz ve münasebetsiz tutku, İke Snopes’in bir inek için duyduğu aşk, aynı şekilde uygunsuz bir aşk  (ironik ve garip bir versiyonla) olarak tekrarlanarak değişik bir boyuttan karşımıza çıkar.

‘Bir sürü dil döktü ineğe, öğüt verircesine; birlikte üstün bir çaba harcadılar.
Ama yine de yeryüzü yukarı doğru kaçtı; bastıkları yer, kum ve her ne varsa şiddetle altlarından koptu ve yukarı doğru, hâlâ hafifçe dumanla lekeli uçuk renkli göğe
doğru fırladı;  bir kez daha uçurumun dibine, iç içe ve tepişerek serildiler,
oğlan bir kez daha alttaydı, sonra, o çılgın çırpınışı hiç durmayan inek böğürerek
ayağa kalktı, atın yaptığı gibi dörtnala hendekten aşağıya koşmaya başladı
ve oğlan onun peşi sıra gitmek için ayağa kalkmadan önce yok olup gitti.’ (s.174)

Yine tekrarlanan başka bir öge de Will Varner’ın giyim tarzı ve davranışlarıdır. Will Varner  ekose kasketi, o küçücük boyunbağı ve o ak gömleği ve ağzında sürekli çiğnediği çikletle köyde dolaşır. Altmışlı yaşlarındadır. Bölgenin bir numaralı adamıdır. Yöredeki en iyi ve en büyük toprakların sahibi odur. Son kırk yıldır elde ettiği dağınık çiftlikleri denetler. Geri kalan toprakların çoğu da onun üstüne ipoteklidir. O bir toprağı satın almışsa, onu herkesten daha ucuza düşürmüştür ve eğer orayı elinde tutuyorsa, bu da orasının çok değerli olduğundandır.  Tefecidir. Kasabadaki dükkân ve pamuk çırçırı, değirmen ve demirci atölyesi de onundur. O yörenin insanlarından biri alışverişini yapmaya ya da buğdayını öğütmeye ya da pamuğunu çiğitten ayırmaya ya da hayvanını nallatmaya başka bir yere gidecek olursa kötü talih peşini bırakmaz diye halk arasında bir söylenti bile dolaşır. Yöre halkı ona ‘Ne yapmalıyım?’ tavrıyla değil de, ‘Ne yapmamı isterdin?’ tavrıyla gelirler.

‘Hem hareketli hem de tembeldi;  hiçbir şey yapmazdı (Ailenin bütün işlerine oğlu bakardı), bütün zamanını hiçbir şey yapmadan geçirirdi.  Oğlu daha kahvaltıya inmeden o evden çıkmış olurdu, ama nereye gittiğini kendinden ve bindiği yaşlı, semiz, beyaz atından başka kimse bilmezdi. Atı ve kendisi yörenin on mil kadar dolaylarında her an görülebilirdi...’ (s.14)


Flem Snopes, Will Varner’ın Frenchman’s Bend’deki hükmedici, buyurgan rolünü benimser.  Ekonomik gücü de eline geçiren Flem Snopes, Varner’ın davranışları gibi giyim tarzını da benimser. Artık Will Varner’ın bir kopyasıdır. O da dükkânın önündeki galerideki adama aynı kendini beğenmiş ve ilgisiz bir tarzda konuşur. Tıptkı Will Varner gibi yapmacık ve samimiyetsizdir. Romanda Will Varner’ın yerini alan kişinin onun oğlu Jody değil, halefi Flem Snopes olması da ironiktir. Aynı şekilde Snopes ailesinin her bir ferdi onun yükselişine gıpta edercesine Flem’in davranışlarını benimserler ve onu taklit etmek için âdeta yarış halindedirler.

Flem Snopes, finansal kazançlara takıntılı ve oldukça maddiyatçıdır. Hiçbir duygusal düşünce onu hesaplarından ve planlarından engelleyemez.  Flem Snopes’un Will Varner’ın kızı Eula’nın kocası olması belki de romanın en ironik yanıdır. Flem’in insani duygulardan bu kadar yoksun olmasının bir nedeni de onun zaten hiçbir duygusunun olmamasıdır. Diğer tüm erkeklerin aksine, Flem Snopes fiziksel olarak Eula’dan etkilenmemiştir. Onun bedenine karşı bir arzu duymamaktadır. Mantık ve duygunun birleşmesinin sembolü olan evlilik, Flem ve Eula’nın evliliği için söz konusu değildir. Aralarında cinsel bir ilişki de yoktur.  Evlendiklerinde karnında taşıdığı çocuk Flem’den değildir. Evlilik Flem için maddi bir kazanç ve avantajdır.

Romanda mantık ön plandadır. Ticaret, hükmetmek için yapılır. Neredeyse törensel bir nitelik taşıyan pazarlıklar, anlaşmalar, takaslar anlatılır. Paranın el değiştirmesidir ticaret. Hangi tarafın diğerinden ‘daha iyisini’ elde etmesi önemli değildir. Flem Snopes bu koşullar altında zengin olmuştur. Hoş bu koşulları yaratan kendisi olmamıştır. Bu düzeni böyle bulmuştur ve bu sistem üzerinden kazanç sağlamıştır. Flem Snopes’un kurbanlarının zayıflığı mantık ve duyguyu birbirine karıştırmalarından gelir. Will Varner, Flem Snopes’tan önceki nesil olarak  bu durumdan yeteri kadar kazanç sağlamıştır. Bu bağlamda Köy romanının konusunu Flem Snopes’un yükselişinin hikâyesi olarak ele almak mümkündür.

Ömer Türkeş, Faulkner’ın kahramanlarına şöyle yorum getirir:

‘Faulkner, Güneylidir ve Güney’in yazarıdır. Bugün zihinlerimizdeki ABD
imgesi ile, onun romanlarını anlamakta güçlük çekebiliriz. Çünkü Faulkner’ın anlattığı coğrafyada yaşayan insanların ruhsal durumları, açlık sınırına dayanan yoksullukları ve ürkütücü cehaletleri vaaz edilen toplumsal ilerlemeden nasibini bir nebze olsun almamıştır. Bu cahil insanları çeşitli zihinsel saplantılar ve ruhsal bozuklukları ile tarif eder Faulkner. Toplum içerisinde ama toplumdan soyutlanmış, ayakta kalmak için geleneklere sarılan, ama bu geleneklerle boğulan, dayanışmadan yoksun, bencil ve çaresiz kişilerdir onun roman kahramanları. Erdem diye sarıldıkları değerleri, süreç içerisinde bir saplantıya ve ardından koyu bir kötülüğe dönüşür.’

Faulkner, Güney Amerika halkı ile yüzleşmeyi, ona bakmayı, onu görmeyi ve bu halkı anlatmayı bilen bir romancı olarak Amerika’nın gerçeğini anlatan bir yazar. Amerikalıya  Güney’in yoksul insanını  anlatır. Yıllarca köylünün kanını emen ve onu bir posa halinde yere serdikten sonra, ondan tiksinme hakkını kendinde bulan toprak ağalarından söz etmekten çekinmez. Köy halkının yoksunluğu ve cehaleti ile baş başa kalışını gözler önüne sererken politik tavrı da ortaya çıkar. Romanlarında kurduğu anlamla, okuru hikâyelerinin serüvenine sürükler ve bu sürükleyicilik, okuru aydınlatmak içindir. Faulkner’ın başarısı sanatı bir duygu aracına çevirmeden, acıma ve öfke gibi patetik duygulanımı bir kenara bırakarak köy yaşamını yaşayan ve tanıyan biri olarak bize bu yaşamı bir sanat yapıtına dönüştürerek dünya belleğine aktarmasında yatar.

Dünya edebiyatında köyü/köylüyü konu eden pek çok başyapıt vardır. Balzac’ın Köylüler’i, ve Köy Hekimi, Tolstoy’un Kazaklar’ı, Charles-Ferdinand Ramuz’un Göksel Mutluluk’u, Yaşar Kemal İnce Mehmet’i, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u, Kemal Tahir’in Köyün Kamburu’ve  Sağırdere’si, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si  gibi… Ünlü yazarlar köyü işlemekten kaçınmamışlar,  bu eserleriyle köy ve köy yaşamı konusunda gerçekçi yaklaşımlar ve başarılı örnekler vermişlerdir. Bize düşen görev, köylülerin yaşamlarını günü gününe yaşanan küçük bir yaşamdır diyerek küçümsememek, doğaya, erdeme, insana, hayata ve halkın tarihsel ve geleneksel birikimine yönelen bu eserleri okumaktır. Bu eserleri hayatımıza kattıkça bakış açımızın boyutlanacağına, derinleşeceğine hiç kuşku yok.
                                                                                                                
9 Mart, 2008    

Kaynakça:
*      Malcolm Cowley, William Faulkner’a Giriş, Yeni Dergi, Ocak 1966
**    A. Ömer Türkeş, İnternetten – Sahaf@ Pandoracom.tr. Eski Kitaplar -
***  Mutsubara Yoko,  İnternetten –  The Concept and Representations of ‘the people’ in the             Hamlet - The Faulkner Journal, No 7, Sept 2005 

3 Aralık 2013 Salı

Köy Ve Şehir Monografilerinin Halk Kültürünün Korunup Aktarılmasına Katkıları


 

Arş. Gör. Ayhan KARAKAŞ
ÇÜ Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
akarakas@cu.edu.tr

ÖZET
Köy ve şehir monografileri her alanda hızlı bir değişim yaşayan toplumumuzun yerleşim yerleri çerçevesinde çekilmiş birer kültürel fotoğrafı gibidir. Toplumumuzun sahip olduğu kültürel değerlerin değişiminin kolaylıkla izlenmesini sağlayan bu çalışmalar aynı zamanda kayıt altına alınan zengin malzeme üzerinde daha kapsamlı çalışmaların yapılmasını olanaklı kılmaktadır. Bu türden monografi çalışmalarıyla çalışma sahası ile ilgili verilen genel tanıtıcı bilgilerin yanında halk kültürünü oluşturan geçiş dönemleri (doğum, evlenme, ölüm); bayram, tören ve kutlamalar; halk inanışları; halk mutfağı; halk hekimliği; manzum, manzum-mensur ve mensur anonim halk edebiyatı ürünleri kültürümüze kazandırılmış oluyor. Üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde genellikle lisans ve yüksek lisans düzeylerinde verilen monografi çalışmaları, ortaya konulan ürünlerle, ülkemizin kültür atlasının oluşumunda önemli temel taşları olacaktır. Bu türden yöresel çalışmalar tamamlanmadıkça Türkiye’deki gelenek ve ürünler ile ilgili varılacak yargılar gerçekçi olmayacaktır. Bu da ancak yörelere göre yapılacak monografik çalışmalarla mümkündür. Köy ve şehir monografisi çalışmalarıyla halk kültürü ürünlerinin yerelden ulusala, ulusaldan evrensele nasıl taşınacağı sorusunun yanıtı aranacaktır. Çalışmamızda halk kültürü mirasının derlenip araştırılarak gelecek kuşaklara aktarılmasını köy ve şehir monografileri örneğinden yola çıkarak açıklamaya çalışacağız.

GİRİŞ
Kültür; insan davranışının ve bu davranışın yansımalarının arkasında yatan dünyanın soyut değerleri, inançları ve algılarından ibarettir. Bunlar, toplum üyeleri tarafından paylaşılan ve toplumda kabul edilen davranışlar üretirler. Kültür, biyolojik kalıtımdan çok dil aracılığıyla öğrenilir ve bu kültürün parçaları tamamlanmış bütünler olarak işlev görür (Haviland, 2002: 63).

Her millet; dil, kültür, tarih mirasıyla dünyada yerini alır. Bireylerin kökleşmesini ve toplumsallaşmasını sağlayan kültür mirasları geçmişin tanıklarıdır. Bu yönleriyle geleceğin şekillenmesinde etkindirler. Sosyal yapı, ait olduğu toplumun kültür ögeleriyle şekillenir. Sosyal yapı, bir değerler ve kurumlar bütününün meydana getirdiği, gelişme özelliği gösteren, kişileri ortak noktalarda birleştiren bir sosyal yaşam biçimidir (Tural, 1994: 14).

Kültür; yaşanan, yaşatan ve yaşayan varlık olarak geçmişten geleceğe sürekliliktir (Güvenç,1993: 231). Kültür toplumsaldır. Kişi içinde yaşadığı toplumun kültüründen soyutlanamaz. Kültür tarihseldir, uzun bir yaşam dilimi içinde olgunlaşır. Kültür bir yaşam biçimi, bir toplumsal davranıştır. Bu olgu da bir süreç içinde bir tarih çanağında oluşur. Türk kültürü, belirli bir coğrafyayla sınırlandırılamayacağı için göçüp yerleştikleri, devlet kurup egemen oldukları ülkelerin tümünü kapsamaktadır (Artun, 1996: 12).

Halk kültürü, insanların ve insan topluluklarının kültürel kimliklerinin ana kaynaklarından bir bölümünü oluştururken, öte yandan da tüm insanlığın paylaştığı ortak bir mirastır. Bu mirasın kökleri yerel tarihlerin ve doğal çevrelerin derinliklerine uzanır. Halk kültürü, kültürel çeşitliliğin korunması için gerekli temel ögelerden biridir. Sözlü kültür, insanların belleğinin bütün toplumlarda yaşamasının ön koşuludur. Ancak böylelikle uygarlıklar kültürü korunabilir. Kültürel miras, yaşam verdiği kültürel çeşitlilik gibi, sürdürülebilir kalkınma ve barışın garantisidir (Artun, 2005: 313).

Toplumların yaşam biçimlerini belirleyen ögelerden biri olan halk kültürü geleneği kuşaktan kuşağa , dilden dile aktarılır ve kültürel zenginliğin temelini oluşturur. Kültürel değerlere sahip çıkılması sağlıklı bir sürdürülebilir gelişmenin temellerinin pekiştirilmesi bakımından vazgeçilmezdir. Kültürel zenginlik, yaratıcılığı beraberinde getirmekte, yaratıcılık da sağlıklı ekonomik ve toplumsal gelişmeyi desteklemektedir (Artun, 2005: 314).

 Halk kültürü ürünlerimiz, Türk toplum hayatının ifadesi, duygu ve düşünce beraberliğinin göstergesidir. Milli kültür yerellikten çıkmış, onu aşarak yurt bütünlüğünde benimsenmiş ortak değerleri, yaşama biçimleri ve buna bağlı unsurları içine almaktadır. Bu unsurlar; doğum, evlenme ve ölüm olaylarından oluşan geçiş dönemleri; bayram, tören ve kutlamalar; halk inanışları; halk mutfağı; halk hekimliği ve anonim halk edebiyatı; halk hukuku; halk mimarisi; halk botaniği; halk veterinerliği gibi çeşitli alanlara dayanmaktadır.

Uzun bir süreç içerisinde oluşan halk kültürü ögeleri derlenerek kayıt altına alınmadığı takdirde gelecek kuşaklara aktarılamama ve unutulup yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu kaygı çalışmamızın temel amacını oluşturmuştur.  İşte bu zengin halk kültürünün kayıt altına alınıp korunması noktasında monografiler önemli bir yer tutmaktadır. Monografiler, halkbilimi çalışmalarında geçen yüzyılın yarılarından itibaren kullanılan tek konulu çalışma türü olarak son derece yaygın araştırma ve yorumlama araçlarıdır. Türk halkbilimi çalışmalarında da başarıyla kullanılan motif, tür esasına dayalı monografilerin yanı sıra bir köy, kasaba veya kent gibi yerleşme biriminin halk kültürünün kendi bütünlüğü içinde çalışıldığı köy, kasaba veya kent monografisi olarak adlandırılan çalışma tarzı yaygınlaşmış durumdadır. Analitik tahlile yönelik olarak alan araştırmasıyla derlenen malzemenin kendi iç bütünlüğünü taşıyan ve içinde yer aldığı sosyo-kültürel ve fiziki çevreye dair bilgilerle birlikte sistematik olarak tasnif edilmesi bakımından monografiler son derece önemli bir halkbilimi çalışma türüdür (Çobanoğlu, 1999: 35-36).

 Bu türden monografiler her alanda hızlı bir değişim yaşayan toplumumuzun yerleşim yerleri çerçevesinde çekilmiş birer kültürel fotoğrafı gibidir. Toplumumuzun sahip olduğu kültürel değerlerin değişiminin kolaylıkla izlenmesini sağlayan bu çalışmalar aynı zamanda kayıt altına alınan zengin malzeme üzerinde daha kapsamlı çalışmaların yapılmasını olanaklı kılmaktadır

Üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyatı ile Halkbilimi bölümlerinde lisans ve lisansüstü düzeylerde verilen monografi çalışmaları, ortaya konulan ürünlerle, ülkemizin kültürel zenginliğine büyük katkılar sağlayacaktır. Yurdumuzun farklı yörelerinden okumaya gelen öğrenciler kendi köyleri ile ilgili çalışmaları ortaya koydukça bu derlenen malzemeler üzerinde yapılan çalışmalar da artacak ve derlemelerin değeri anlaşılacaktır. Bu türden yöresel çalışmalar tamamlanmadıkça Türkiye’deki gelenek ve ürünler ile ilgili varılacak yargılar gerçekçi olmayacaktır. Bu da ancak yörelere göre yapılacak monografik çalışmalarla mümkündür. Köy ve şehir monografisi çalışmaları halk kültürü ürünlerini yerelden ulusala, ulusaldan evrensele taşıyacaktır.

Ülkemizde üniversitelerde yaptırılan lisans ve lisansüstü düzeydeki tezlerde ve bireysel olarak gerçekleştirilen şehir folkloru araştırmalarında, çeşitli çalışma plânları kullanılmakta ve söz konusu plânlar temel olarak aynı başlıkları taşımaktadırlar. Çalışma plânındaki bu başlıklara yeni rastlanan halk kültürü malzemesi için yeni

başlıklar eklenebilir ya da çalışma sahasında bulunmayan malzemeleri içeren başlıklar çalışma plânından çıkarılabilir. Bu çalışmada; giriş, geçiş dönemleri, bayram, tören ve kutlamalar, halk inanışları, halk mutfağı, halk hekimliği, halk veterinerliği ve anonim halk edebiyatı başlıkları üzerinde durulmuştur. Halk kültürü oldukça geniş kapsamlı bir terim olduğu için halkın sahip olduğu bütün değerleri ifade eder. Bu sebeple konu başlıkları istenildiği kadar genişletilebilir. Araştırmacılar özel çalışma alanlarına göre çalışma plânlarını belirleyebilirler. Ayrıca monografi çalışmalarında plânda yer alan konu başlığı sayısının çok fazla olmaması araştırmayı daha başarılı kılacaktır; çünkü bu yolla malzeme üzerinde daha fazla çalışma imkânı bulunabilecektir. Yine çalışmanın bir tez çalışması olup olmadığına bağlı olarak süre sınırlamasının olması, fiziki ve ekonomik koşullar araştırmanın plânını değiştirebilecek etkenlerdir. Yapılan monografi çalışmalarında öğrencilerin ve araştırmacıların gösterecekleri titizlik derlenen malzemenin doğru verilere dayanmasını sağlayacaktır. Kaynak kişi sayısının fazla tutulması ve şartlar uygunsa katılmalı gözlem tekniğinin kullanılması yapılacak monografi çalışmasını daha başarılı kılacaktır. Ayrıca lisans düzeyinde olmasa bile lisansüstü düzeyde yapılan monografi çalışmalarında derlenen malzemenin özelliğine bağlı olarak her bölümün sonunda bir inceleme çalışmasına yer verilebilir. Yapılacak bu inceleme daha sonra monografiden yararlanacak araştırmacıların da işlerini kolaylaştıracaktır.

Köy ve şehir monografilerinde öncelikle konu, amaç, kapsam ve yöntem belirlendikten sonra bunlar çalışmanın giriş kısmında belirtilir. Araştırma yapılacak olan alanın tarihi, coğrafi özellikleri, nüfusu, ekonomik yapısı ve sosyo-kültürel yapısı hakkında genel bilgiler verilir. Bu bilgiler yörede yapılacak alan çalışmasında araştırmacıya önemli kolaylıklar sağlayacaktır. Çalışma alanının fiziki ve coğrafi özelliklerini bilen araştırmacı hazırlıklarını buna göre yapacaktır. Sosyo-kültürel yapı hakkındaki bilgiler ise seçilecek alan araştırma yönteminin belirlenmesinde etkili olabilir. Örneğin dışa kapalı bir toplum yapısının hakim olduğu yerlerde katılmalı gözlem tekniğinin kullanılması oldukça zordur. Böyle bir yapıya sahip olan toplumdaki insanların dışarıdan gelen yabancı bir araştırmacıyı aralarına bir süreliğine de olsa kabul etmeleri oldukça güçtür. Bunların dışında coğrafi özelliklerin bilinmesi yöre mimarisinin özellikleri hakkında bize önemli ipuçları verir. Nüfus ve sosyo-kültürel yapı ise yöredeki bazı âdet ve uygulamaların oluşumunda ve değişiminde etkilidir. Bu konuda yapılacak değerlendirmelerde yörenin sosyo-kültürel ve ekonomik yapısı araştırmacıya oldukça yardımcı olur.
Monografi çalışmalarında en zengin halk kültürü malzemesinin derlendiği ve etrafında birçok âdet, gelenek, töre ve törenin oluştuğu bölümlerinden biri doğum, evlenme ve ölüm başlıklarından oluşan geçiş dönemleridir. Geçiş dönemleri halk kültürünün en temel bölümlerinden biridir. Çalışmada yöreden derlenen malzeme verilmeden önce Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki benzer konudaki uygulamalar yazılı kaynaklardan aktarılabilir. Geçiş dönemlerinden ilki olan doğum, monografilerde
doğum öncesi ve doğum sonrası olmak üzere iki ana bölümden oluşmaktadır. Doğum öncesi başlığı; “kısırlığı giderme, gebelikten korunma, çocuğun sağlıklı doğması ve yaşaması, aşerme, doğacak çocuğun cinsiyetini belirleme, gebe kadının kaçınmaları, doğum hazırlığı” konularını içermektedir. Doğum sonrasında yapılan uygulamaları içeren bölüm de oldukça zengindir. Bu bölüm; “göbek kesme, çocuğun eşi (göbeği), lohusa bakımı/lohusa ziyareti/lohusa şerbeti, lohusa sütü/ilk meme/ilk giydirme, albasması, kırkbasması, kırklama, ad koyma, ilk gezme, aydaş çocuk, yürüyemeyen/konuşamayan çocuk, huy kesme, sütten kesme, ilk diş/saç kesme, kız çocuklarında kulak delme” başlıklarından oluşmaktadır.

Evlenme de etrafında birçok âdet, gelenek ve törenin oluştuğu bir geçiş dönemidir. Monografilerde evlenmenin oldukça fazla alt başlığı vardır. Evlenme başlığı altında “evlendirme biçimleri, evlilik çağı/evlilik yaşı/evlenme isteğini belli etme” yer alır. Evlilik öncesinde; “gelin-güvey seçimi, kısmet açma, görücülük/kız isteme, söz kesme/tatlı yeme/başlık, nişan, nişanlılık, davet/okuntu” ile ilgili bilgilere yer verilir.

Düğünle ilgili başlıklar ise; “bayrak dikme/sağdıç, çeyiz, kına/kırkım, gelin alma, gelin indirme, özne övme, nikâh/gerdek”tir. Düğün sonrasında ise sadece “duvak” başlığı bulunmaktadır. Yine her başlıkla ilgili yazılı kaynaklardan aktarılacak bilgi derlenen malzemeyi tamamlayacaktır.

Geçiş dönemlerinden sonuncusu olan ölüm, ölüm öncesi ve ölüm sonrası olmak üzere iki ana bölümden oluşur. Ölüm öncesinde, “ölümü düşündüren ön belirtiler” bölümünde çeşitli başlıklar altında ölümü akla getiren durumlar kaynak kişilerden elde edilen bilgiler ışığında verilir. Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki benzer uygulamalardan verilecek örnekler çalışmayı daha da zenginleştirecektir. Ölüm sonrasında ise; “ölünün bekletilmesi, yıkama ve kefenleme, cenazenin taşınması, gömme ve mezarlıkta yapılan işlemler, cenaze evi, belirli günler/ölü yemeği, ölünün eşyaları, devir/iskat, yas tutma, mezar ziyaretleri” ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Geçiş dönemlerine bağlı olarak halk kültürünün derlenmesi oldukça önemli bir hizmettir; fakat derlenen bu malzeme üzerinde yapılacak inceleme ve değerlendirmeler çalışmayı daha zengin hale getirecektir. Özellikle lisansüstü düzeyde yapılan monografi çalışmalarında geçiş dönemlerinin her alt başlığındaki derlenen bilgilerle ilgili incelemeler yapılmalıdır. Bu âdet, gelenek ve törenlerin eski Türk kültürü ile olan bağlantıları ele alınmalı, uygulamalardaki eski kültür izleri ortaya çıkarılmalıdır; çünkü geçiş dönemleri etrafında oluşan inanç ve uygulamaların birçoğunda İslâmiyet’e rağmen Şamanizm, atalar kültü ve tabiat kültlerinin izlerini görmek mümkündür.
“Bayram, Tören ve Kutlamalar” bölümünde sünnet ve çevresinde gelişen inanç ve uygulamalar, askerlik ve askere uğurlama ile ilgili âdet ve inanmalar, dinî ve millî bayramların kutlanılışı ile ilgili âdetler, kandillerde yapılan uygulamalarla ilgili derlemelere dayanan bilgiler verilir. Bu bölümde de konu başlıkları ile ilgili yazılı kaynaklardan alınacak bilgilerle de konu desteklenmelidir. “Halk İnanışları” başlığı altında yöredeki yatır ve ziyaretler ile ilgili inanışlar, kurban/adak, ocaklar, nazar/nazarlık, büyü, uğur/bereket, tabiat olaylarıyla ilgili inanışlar, hayvanlarla ilgili inanışlar, günlerle ilgili inanışlar, rüya ile ilgili inanışlar verilecek kısa teorik bilgiler ışığında sıralanır. Bu bölümde de inanışlar incelenmeli ve gerekli inceleme ve değerlendirmeler yapılmalıdır.

“Halk Mutfağı” bölümünde yörenin yemek kültürü ortaya konmaya çalışılır. Yörede yapılan yemekler üzerinde yörenin ekonomik yapısının, coğrafi şartlarının, bitki varlığının, toplumun sosyo-kültürel yapısının etkileri vardır. Bu başlıklara göre yemekler çeşitlilik kazanır. Yiyecek türleri ve yapılışları, içecek türleri ve yapılışları, yiyecek ve içeceklerin korunması, kışlık hazırlanan yiyecekler, mutfak araç ve gereçleri, bunların kullanılışları, sofra gelenek ve görenekleri bu bölümün alt başlıklarını oluşturmaktadır.

Halk hekimliği ile ilgili uygulamalar ülkemizin büyük bölümünde oldukça zengindir. Hastalıkların sağaltılmasında kullanılan yöntemler ve ilaçlar, hastalıkların türlerine göre ya da yapılış şekillerine göre sınıflandırılabilir. Halk baytarlığı ya da veterinerliği dediğimiz bölümde de halkın hayvanları hastalıklardan korumak ve hastalıklarını tedavi etmek amacıyla kullandığı yöntemler ve ilaçlar, alınan bilgiler ışığında sıralanır. Halk hekimliği ve halk baytarlığı bölümlerinde özellikle büyüye dayalı sağaltma işlemlerinde büyük ölçüde eski Türk kültürünün izleri yaşamaktadır. Bu yüzden sağaltma işlemleri incelenmeli ve kültürel yönden değerlendirilmelidir. Anonim halk edebiyatı ürünlerine yer verilen bölümde de yörenin özelliğine bağlı olarak çok zengin malzemelere rastlanır. Yörelere göre farklı türlerdeki metin sayıları artıp azalabilir. Örneğin bir yöremizde ağıt söyleme geleneğinin zenginliğine dayalı olarak ağıt sayısı fazla iken başka bir yöremizde halk hikâyesi sayısı fazla olabilir. Bu bölüm; manzum anonim halk edebiyatı ürünleri, manzum-mensur anonim halk edebiyatı ürünleri, mensur anonim halk edebiyatı ürünleri ve köy seyirlik oyunları ana başlıklarından oluşmaktadır. Manzum anonim halk edebiyatı bölümünde yöreden derlenen; türkü, mani, ağıt, ninni ve tekerlemeler verilecek teorik bilgilerden sonra sıralanır. Her türün sonunda biçim ve içerikle ilgili bir inceleme ve sınıflama yapılması yörenin bu türlerle ilgili geleneğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Örneğin bir yöreden derlenen ağıt metinleri sınıflandırılıp incelendiğinde o yörenin ağıt söyleme geleneği ortaya konmuş olur. Daha sonra bu türlerle ilgili yapılacak geniş kapsamlı çalışmalarda bu verilerden yararlanılabilir. Türkiye’de bu türlere bağlı gelenekle ilgili yapılacak değerlendirmeler ancak bu tür bireysel çalışmalara dayanılarak yapıldığında gerçeklik taşıyacaktır.

Manzum-mensur anonim halk edebiyatı ürünlerinin yer aldığı bölümde bilmeceler cevapları ile birlikte verilmeli, atasözü, deyim, alkış ve kargışlar da numara verilerek sıralanmalıdır. Bu bölümdeki anonim ürünler de biçim ve kavram özelliklerine göre sınıflandırılıp değerlendirilmelidir. Böylelikle yapılacak geniş kapsamlı çalışmalara veri sağlanmasının yanı sıra yöredeki gelenek tespit edilmiş olacaktır. Mensur anonim halk edebiyatı başlığı altında yer alan ve yöreden derlenen masal, fıkra, efsane ve halk hikâyesi metinleri verilecek teorik bilgiler ışığında sınıflandırılıp değerlendirilmelidir. Köy seyirlik oyunları da oyuncular, malzeme-teknik, dil ve üslûp gibi başlıklar altında incelenmelidir. Bunun sonucunda elde edilen veriler de yörenin geleneğinin belirlenmesini sağlamakla kalmayacak daha sonra yapılacak çalışmalar için de önemli bir basamak teşkil edecektir. Anonim halk edebiyatı başlığı altında yer alan her metne bir kısaltma ve sıra numarası verilirse bu, inceleme kısmında araştırmacıya oldukça yardımcı olur. Araştırmacı metinlere yapacağı göndermelerde bu kısaltma ve sıra numaralarını kullanabilir. Örneğin Feke ağıtlarındaki birinci metin için, Feke ve ağıt sözcüklerini sıra numarasıyla birlikte ifade eden “FA-1” kısaltması kullanılabilir.

Monografinin sonuç bölümü, çalışmanın sonucunda elde edilen verilerin tartışıldığı ve değerlendirildiği bölümdür. Burada varılacak olan yargılar çalışmanın esasını oluşturmaktadır. Metin içinde verilen kaynak kişilerin künye bilgilerinin yer aldığı bölümden sonra çalışmada geçen yerel kelimelerin anlamlarının verildiği bir sözlük hazırlanması çalışmadan yararlanmayı kolaylaştıracaktır. Monografi çalışmasının sonuna koyulacak olan yöre ile ilgili ve yapılan çalışmanın ilgi çekici bölümlerini yansıtacak olan fotoğraflar çalışmaya görsel bir zenginlik katacaktır.

Ülkemizde monografi yoluyla yapılacak olan derlemelerle unutulmaya ve kaybolmaya başlayan halk kültürümüz kayıt altına alınmış olacaktır. Bu derlemeler ve bunların üzerinde yapılacak incelemeler halk kültürümüzün korunup gelecek kuşaklara aktarılması yolunda en acil atılması gereken adımlardır. Yapılan monografi çalışmaları ise halk kültürümüz adına yapılmış en değerli çalışmalar olarak kabul edilmeli ve bu çalışmaların sayısı üniversitelerimizce, araştırmacılarımızca ve bu işe gönül verenlerce artırılmalıdır. Türkiye’de bireysel olarak ve üniversitelerce yaptırılan bu çalışmalar
arasında bir koordinasyon sağlanmalıdır. Çalışmalar belirli bir plân çerçevesinde yapılmalıdır. Plânlı yapılacak çalışmalar halk kültürümüzün daha hızlı bir şekilde kayıt altına alınmasını sağlayacak ve bu şekilde kültür aktarımı daha hızlı ve başarılı olacaktır.

Bu konuda en önemli görev Kültür Bakanlığı ve üniversitelerimize düşmektedir. Bakanlıkça hazırlanacak eğitici ve bilgilendirici kısa film ve yayınlarla halk kültürünün değeri vurgulanmalı ve derleme faaliyetleri özendirilmelidir. Bu şekilde toplumun çeşitli kesimlerinin de desteğiyle faaliyetler daha hızlı bir şekilde yürütülecektir. Kültür Bakanlığı koordinatör olarak üniversiteler arasında koordinasyonu sağlamalı ve çalışmaları plânlamalıdır. Üniversite bulunan bölgelerde halk kültürü derleme işini üniversiteler üstlenmeli ve elde edilen kültürel malzeme bölge kültürünü oluşturma yolunda kullanılmalıdır. Ayrıca malzemelerin toplanıp işlendiği ve araştırmacıların hizmetine sunulduğu “Milli Folklor Arşivleri” oluşturulmalıdır. Özel arşive sahip olan araştırmacılar malzemelerini bu arşivlere devretmelidirler. Milli Folklor Arşivleri yapılacak folklor yayınlarını da finanse edebilecek ekonomik güce sahip olmalıdırlar. Üniversitelerin ulaşamadığı yörelerdeki derleme faaliyetleri ise Kültür Bakanlığı’nca yapılmalıdır. Daha sonra bölgesel olarak elde edilen bu birikim Türkiye’nin halk kültürü haritasını ortaya koyacaktır. Böylece halk kültürümüz plânlı bir şekilde kayıt altına alınıp gelecek kuşaklara aktarılmış olacaktır.

*Bu yazı, Kocaeli Üniversitesi ile MOTİF Halk Oyunları Eğitim ve Öğretim Vakfı’nın
16-18 Aralık 2005 tarihlerinde Kocaeli’nde ortaklaşa düzenledikleri “Halk Kültürlerini
Koruma-Yaşatma ve Geleceğe Aktarma Uluslararası Sempozyumu’nda sunulan bildiri
metnidir.

Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 15, Sayı 2, 2006, s.243-250
KAYNAKÇA
 ARTUN, Erman (1996), Günümüzde Adana Âşıklık Geleneği (1966-1996) ve
Âşık Feymani, Adana İl Kültür Müdürlüğü Yayınları, Adana.
 …………………(2000), Adana Halk Kültürü Araştırmaları I, Adana
Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, Adana.
 …………………(2005), Türk Halkbilimi, Kitabevi, İstanbul.
 BAŞÇETİNÇELİK, Ayşe (1998), Adana Halk Kültüründe Geçiş Dönemleri,
Doğum-Evlenme-Ölüm, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Adana.
 ÇOBANOĞLU, Özkul (1999), Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri
Tarihine Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara.
 GÜVENÇ, Bozkurt (1994), Türk Kimliği, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
 HAVILAND, William A. (2002), Kültürel Antropoloji, Kaknüs Yayınları,
İstanbul.
 KARAKAŞ, Ayhan (2005), Feke Halk Kültürü Araştırması, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana.
 TURAL, Sadık Kemal (1994), Kültürel Kimlik Üzerine Düşünceler, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara.
 YILMAZ, Mehmet Ali (2005), Aladağ Halk Kültürü Araştırması, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana.

2 Aralık 2013 Pazartesi

Sıla-İ Rahim


Akraba ve yakınları ziyaret etme, hallerini ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma anlamında bir İslam ahlâkı terimi. İslam’da insanlar arası ilişkilere önem verildiği gibi özellikle yakınlardan başlayarak anne ve babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilip gözetilmesi prensibi son derece önemlidir. Halit b. Zeyd (Ebu Eyyüb el-Ensarî) hazretlerinden rivayet edildiğine göre bir adâm Hz. Peygamber’e gelerek: “-Yâ Rasûlallah; beni Cennete sokacak bir ibadet söyler misiniz?” dedi…

Rasûlüllah şu cevabı verdi:
“Allah’a ibadet eder ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılar, zekât verir ve sıla-i rahm edersin” (Buharî, Zekât, 1).

Peygamber Efendimizin bu kadar önemle üzerinde durduğu ve yapıldığı zaman müslümanların Cennete girmelerine sebep olacağını haber verdiği sıla-i rahim; her türlü hayır işlerinde akraba ve yakınların görülüp gözetilmesidir. Gerek âyetlerde, gerek hadislerde, bunun, namaz, zekât gibi farz ibadetlerden hemen sonra zikredilmesi, İslâmdaki önemini göstermektedir. Alimler sıla-i rahimde bulunmanın vacib olduğu görüşündedirler. Bunun, terkedilmesi, yani akraba ve yakınlarla olan ilgisinin kesilmesi, büyük günâh sayılmıştır. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

“Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının” (en-Nisâ, 4/I);

“Onlar ki Allah’ın gözetilmesini emrettiği hakları gözetirler (akrabalık bağlarını devam ettirirler ve iyilikte bulunurlar); Rablerine saygı beslerler ve kötü hesaptan korkarlar…”;

Fakat Allah’ın tevhit akidesini kabullendikten sonra onu bozanlar ve Allah’ın bağlanmasını emrettiği bağları koparanlar (akrabalık bağlarını kesenler) ve yeryüzünü fesada verenler var ya; işte bunlar, lânet onlara ve yurdun kötüsü Cehennem de onlara” (er-Ra’d, 13/21, 25).

Ayet ve hadislerde geçen “rahim” (akraba) sözünün hangi derecede akrabaları içine aldığı hususunda farklı görüşler vardır. Bazılarına göre kendileriyle evlenilmesi haram olanlar; bazılarına göre vârisler akraba sayılır. Bazı âlimler de, mahrem olsun olmasın, kişinin bütün yakınları akraba (rahim) dir demişlerdir. Bu son görüş, toplumsal yardımlaşma bakımından daha kapsamlıdır.

Allah (c.c) ve Peygamberi (s.a.s), akrabanın görülüp gözetilmesini emrettiklerine göre, bunun nâsıl yapılacağını iyi bilmek gerekir.

Sıla-i rahmin birkaç derecesi vardır. En aşağı derecesi akrabalarımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmak; karşılaştığımızda selâmlaşmayı, hal hâtır sormayı ihmâl etmemek; dâima kendileri hakkında iyi şeyler düşünmek ve hayır dilemektir. İkinci derece de ziyâretlerine gitmek ve çeşitli konularda yardımlarına koşmaktır. Bunlar daha çok bedenî hizmetlerdir. Özellikle yaşlıları zaman zaman yoklayarak, yapılacak işleri varsa onları takib etmek kendilerini sevindirecektir. Sıla-i rahmin üçüncü ve en önemli derecesi akrabalara malî yardım ve destek sağlamaktır.

Bu yardımlar herkesten beklenemez. Hasta ve yatalak bir kişiden akrabasını ziyâret etmesini istemek anlamsızdır. Fakir birisinden de başkalarına mâlî yardımda bulunmasını beklemek de yanlıştır. Yalnız zengin, hali vakti yerinde bir müslümanın, sadece ziyâret ve hal, hatır sormakla bu görevi yerine getirebileceği de söylenemez. Böyle zengin birisi için sıla-i rahim, yoksul akrabalarına elinden geldiğince malî destekte bulunmaktır. Bu destek ödünç para vermekle olabileceği gibi; karşılıksız mâlî yardımlar şeklinde de olabilir. Şu halde, yakınları görüp gözetmek deyince, yukarıda belirtilen üç derecedeki yardımdan hangisine güç yetiniyorsa, onun yapılması anlaşılmalıdır. Yapabileceği görevi yapmamak müslümanı bu konuda sorumlu kılar. Yukarıdaki âyet-i kerimede, Allah Teâlâ’nın bu görevi yerine getirmeyenlere yönelttiği lânet unutulmamalıdır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Her Cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allah’a arz olunur: Yalnız sıla-i rahimde bulunmayanların amelleri kabul olunmaz” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 484).

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
” Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse akrabasını görüp gözetsin” (Buharî, İlim, 37; Müslim, İmam, 74-77).

“Akrabalık, Arş’ta asılıdır. Der ki: “-Beni gözeteni Allah gözetsin; beni terk edeni Allah terk etsin” (Müslim, Birr ve Sıla, 17);
“Akrabalık bağlarını kesip koparan kimse Cennete giremez” (Buhari, Edeb, 11);

“Her kim rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini istiyorsa akrabasını görüp gözetsin” (Buhari, Edeb, 12);

“Ey insanlar, birbirinize selâm verin, akrabanızı gözetin, yemeği yedirin! Geceleyin insanlar uyurken namaz kılın ki selâmetle Cennete giresiniz” (Tirmizî, Et’ime, 45).

“Yoksula yapılan sadaka bir sadakadır. Bu sadaka akrabaya yapılmışsa iki sadaka demektir. Biri sadaka, diğeri sıla-i rahimdir ki bu da sadaka sayılır” (Tirmizi, Zekât, 26).

Akrabalarımız, özellikle hala, teyze, amca, dayı, gibi yakınlarımız aileden sayılır. Onları kendi yakınlarımız bilerek davranışlarımızı ayarlamakta büyük faydalar vardır. Rasûlüllah (s.a.s): “Teyze, anne yerindedir” (Tirmizi, Birr, 5) buyuruyor. Amca da baba yerindedir. Bu kadar yakın olan kişilere karşı yerine getirilmesi gereken bazı ahlâkî görevlerin bulunması tabiidir. Bu görevler arasında olan ziyaretlere özel bir yer ayrılmalıdır. Aşağıda anlatılacak genel ziyaret kurallarına uyarak yakınları, başta bayramlar olmak üzere, zaman zaman ziyâret etmek, mümkünse hediyeler götürmek güzel bir davranıştır. Yapılan ziyareti iâde etmek de gerekir. Müslümanı ziyarete gelene gitmemek aradaki bağların daha çabuk kopmasına sebep olmaktır.

Ziyaretler akrabalar arasındaki sevgi bağlarını güçlendirir. Dargınlıkları sona erdirir. Sevinç ve üzüntülerin karşılıklı paylaşılmasına, sıkıntılara birlikte çareler aranmasına vesîle olur. Özellikle yaşlılar toplumda yalnız kalmadıkları, çevrelerinde kendilerini seven, arayıp soran insanların bulunduğu inancı ile son yıllarını huzur ve mutluluk içinde geçirirler.

Sıla-i rahim konusunda dikkat edilecek hususlârdan biri de şudur: İyilik, karşılık bekleyerek yapılmamalı, sadece görüp gözeten yakınlara karşı sıla-i rahimde bulunulmamalı; aksine, unutan, akrabalık bağlarını koparanlara karşı da bu görev yerine getirilmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:

“İyiliğe benzeri ile karşılık veren kişi, tam anlamıyla akrabasını görüp gözetmiş olmaz. Hakiki sıla, kişinin kendisi ile ilgiyi kesenleri görüp gözetmesidir” (Buharî, Edeb, 15).
İyilik her durumda düşünülmeli ve yapılmalıdır. Yoksul ve güçsüz iken iyilik ve yardımdan söz edip, zengin ve güçlü duruma yükselince başka türlü davranmak, fesâd ve ahlâksızlıktan başka bir şey değildir.

Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
Demek idâreyi ve hâkimiyeti ele alırsanız hemen yer yüzünde fesad çıkaracak, akrabalık bağlarını bile parçalayıp keseceksiniz öyle mi? Onlar öyle kimselerdir ki Allah kendilerini rahmetinden kovmuş da duygularını almış ve gözlerini kör eylemiştir. (Muhammed, 47/22-23).