17 Mayıs 2008 Cumartesi

Herkesin Gidebileceği Bir Köyü Olmalı


Çemberimde gül oya
Gülmedim doya doya
Dertlere karıyorum
Günleri saya saya….
                             (Biga türküsü)
  
Geçen senelerde, Ali Çolak (hocam da olur)  herkesin gidebileceği bir köyü olmalı yollu bir şeyler yazmıştı... Canevimden  vurulmuştum. Kuzey’in o ayaz gecesinde hayalen de olsa, memleketime götürmüştü beni o yazı...

Köyümün hür ovalarına, deniz gibi kabaran yemyeşil ekin tarlalarına, gelincik öbeklerine, bağ bostan bozumlarına, fokur fokur kaynayan pekmez kazanlarına, koyun kuzu melemeleriyle inleyen kırlarına, tezek kokulu sokaklarına, yunup yıkandığım derelerine, günabakan vadilerine, velhasıl çocukluğumun günlük güneşlik günlerine gidivermiştim. Bu tatlı rüyadan uyandığımda Ali Çolak’a hak verdim. Evet, insanın gidebileceği bir köyceğizi olmalıydı.

Memleket hasreti işte böyle bir şeydi, ansızın gelip hançerini saplıyordu yüreğinize. Gitmesek de görmesek de, orda bir köyümüz olduğunu bilmek, belki bir gün ansızın çekip gitmek, bir bayram sabahı köyün ihtiyarlarının ellerinden öpmek, çocukların yanaklarından okşamak, yüzlerine bakakalıp kendi çocukluğunu aramak, sünnet mevlitlerinde bol tereyağlı pilava, keşkeğe iştahla kaşık sallamak… Ve sizi oracıkta bekleyeduran çocukluk arkadaşlarınızın varlığını bilmek... Memleketin sımsıcak hayalleriyle avunup gurbetleri ısıtmak...

Şükür ki bir köyüm var, köylüm var bu ölümlü dünyada. İşte yine ruh okşayan bir nisan sabahıyla Biga’ya doğru yaklaşırken arabanın içinde, çocuksu heyecanımla hiç bir ayrıntıyı kaçırmamak için hop oturup hop kalkıyordum. Günün ilk ışıklarıyla mevcelenen Boğaz suları karşımdaydı, sarıçiçek ve papatyalarla dolu koyaklar, kekik kokulu bayırlar, aşina evler, sokaklar, kokular ve benim insanım...

Balıkkaya tepesine sırtını veren Biga, antik zamanlardan tevarüs ettiği asil edasına,  hala hiç toz kondurmuyordu. Türklerin Anadolu’da perçinledikleri aziz varlıklarının mağrur bir nişanesi olduğunu nasıl da biliyordu!

Ne güzeldir memleketimin insanı! Gözü bir şey görmez ki, halay yerinde Harmandalına dönen delikanlının. Yaşlısına gençliği yeni baştan yaşatır, klarnetle yükselen Estergon kalesinin nağmeleri.

İşte Biga’dayım... İçini Marmara’ya döken Kocabaş çayının kenarındayım. Köye gidecek bir taksi çevirdim.

Erik çiçeklerinin patlamış mısır gibi uçlandığı bir mevsimdi. Kuzuların memeden ha kesildi ha kesileceği bir mevsim.

Araba köye yaklaştıkça tam bir duygu karmaşası içinde zamanın dışına çıkıyordum. Ruhumda kökleşen gurbet duyguları birer birer yok oluyordu. Daha bir benleşiyordum. İşte minaresi görünmüştü köyümün. Bağrında anayı babayı barındıran köyümün.

Tozlu yollarında çocukluğumu yitirdiğim, koyun sürülerinin ardında türlü hayallere daldığım, ağaçlarından düşüp başımı yardığım anacağım karşımdaydı. Burada her şey ve herkes bendendi...

Cümle âlem bir yana, memleket bir yana...
Elveda gurbet, merhaba ey vatan…
Vesselam...
/Engin SEZEN

15 Mayıs 2008 Perşembe

Köylü Ne Yapsın?



Köy, nüfusu iki binden aşağı olan, cami, mektep, otlak, yaylak, baltalık gibi orta malları bulunan ve toplu veya dağınık evlerde oturan, kanunla kendisine verilen işleri yapan bir tüzel kişilik olarak tanımlanır. (442 Sayılı Köy Kanunu)

Köylü çiftçi demek değildir. Ancak Türkiye topraklarının büyük çoğunluğu tarıma dayalı olduğu için köylüden ziyade çiftçi devletin öncelikli muhataplarındandır.

Gerçek üretici olan "Köylü milletin efendisi"ydi. Ama artık T.C. yasalarının üstünde( henüz değilse bile bu yöndeki kararlılığımızı gösteren imzalar atılmıştır)  görülen Avrupa Birliği Müktesebatına göre köylüler "HALLEDİLMESİ"  gerekli zümrelerdir.

AB politikaları sayesinde kendi toprağınızın üzerinde gerçek bir üretici olup efendi gibi yaşamak varken şimdi insanlarımız kentlere yığılıp, fabrikalarda, hizmet sektörlerinde birer amele olarak çalışmaktadır. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış döneminde olduğu gibiyiz şu an. 

Köyden kente göçün sebebi, yönünü şaşırmış devlet politikamızdır. AB istedi diye çiftçiye desteği kaldır, Gümrük duvarını kaldırarak sübvanse edilmiş dış tarım ürünlerini ithal et... Köylü kurtuluşu kente göçüp tabiri caizse "uşak" olmakta bulacaktır.
/Çetin KOŞAR


12 Mayıs 2008 Pazartesi

Köyde Bir Pİyes



Akbulut İlkokulu -1974


1973-74 Eğitim öğretim yılı. Akbulut İlkokulu öğrencileri sahneye çıkmışlar. Yıl sonu kapanış etkinlikleri çerçevesinde köyde akşamüstü bir piyes sahneleniyor. 

Sahnedekiler; Nusret Koşar, Şahin Yılmaz, Sebahattin Yılmaz, Metin Şen ve Mustafa.      FOTO: Kibar YEŞİL'in arşivinden. 


Gündüz etkinliklerinde öğrenciler tarafından folklor/halk oyunları gösterileri yapılmış. Şiir, şarkı  ve çeşitli kısa oyunların ( Dilsiz berberin toplu  traş gösterisini  hiç unutamıyorum) ardından okul paydos edilmiş ama akşama bırakılan bu piyes için tüm köy halkına katılmaları için çağrı yapılmıştı.

Konusu, Türk köyüne saldıran ve bir vatandaşımızı (Zeki ŞEN) şehit eden Gâvurlar Türk Askerleri tarafından kovalanmaktadır. Bu sahnede Rum Milis güçleri kaçmaktan yorulup bitap düşmüşler ve çaresiz dinlenmeye karar vermişlerdir. Türklerden çok korkmaktadırlar ve aynı zamanda bu kovalamaca yüzünden hayatlarından bezmişlerdir.

Sahnenin dillerde en çok dolanan sözü ise Metin ŞEN'e aittir. “Oofff of. Tabanlarım sismistir bre. Hele şurada azıcık oturup dinlenelim yavu.”

Ateş yakıp ısınmaya çalışırlarken Türk Askerleri ani baskınla kısa bir çatışma sonunda onları kıskıvrak yakalayarak teslim alır.

Aklımda kalan bir başka sahne ise Zeki ŞEN ’in vurulma esnasında kurşun yediği bağrından beyaz elbisesine kanların akması gerekiyordu. Kan rengi elde etmek için domates salçasından hazırlanan düzeneği bir iğne ile patlatması gerekiyordu. Zeki, tüm aramalara rağmen yakasındaki iğneyi bulamamış ve bu düzeneği (kan(!) torbasını) bir türlü patlatamamıştı. Çünkü, yakasına takılı olan bu iğne çatışma ve kargaşa esnasında yakasından düşmüştü. 

İlginçtir. Bu piyeste gerçek silah (tüfek) ve mermiler (fişek) kullanılmıştır. Tabi sahnede öğrenciler tarafından değil…  Okulun bahçesine kurulan seyyar sahne arkasında ve seyircilerin bulunduğu bölümün arka taraflarında köylüye ait av tüfekleri sahipleri tarafından karşılıklı olarak havaya ateşlenerek seyirci iki ateş arasında bırakılmış oldukça gerçekçi bir savaş sahnesi ortaya konulmuştu.

Sinema ve televizyon nedir bilmeyen köylü için bu piyes bittikten sonra köy halkı büyük bir heyecan ve coşku yaşamış. Piyes sonrası bu sevinç beldeki tabancaların da ateşlenmesiyle doruğa ulaşmıştı.

Tüm bu güzelliklerin arkasında kim vardı dersiniz? Elbette okul müdürümüz Sayın Mustafa AÇIKGÖZ ve köyümüzün yetiştirdiği ender değerlerden Sayın Fevzi ŞEN öğretmenimizdi. Emeği geçen diğer öğretmenlerimizle birlikte hepsini saygı ve hürmetle selamlar ellerinden öperim.

/Çetin KOŞAR
Köy Günlüğü’nden…

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Hıdırellez Kültürü



Geyikkoşan Hıdırellez Şenlikler, Alaçam/SAMSUN 



Kökeni nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, pek çok millî unsuru bünyesinde taşıdığından bize mal olmuş bu gelenek, günümüzde sınırlı bir kesimden kadın ve genç kızların kır eğlentisi şekline sürdürülmektedir. Sürdürülüyor sürdürülmesine ama pek çok motiflerinden yoksun olarak...



/ Ali Işık
Hıdırellez kelimesi; sözlüklerde: “Kışın sonu sayılan 6 Mayıs günü başlayıp kasımın ilk günü olan sekiz son teşrine kadar, altı ay süren yarısı.” ; “Rûmî Nisanın 23 üncü gününe ‘rûz-ı hızır’ denilir. İnsanlar arasında meşhur olduğuna göre ‘Cenâb-ı Hızır’ın kendisi gibi hayât-ı câvidâna mazhar olan Hazret-i İlyas ile o günde buluşup görüşmelerine denir. O mevsimde arzın yeşilliklerinin olgunluğa gelmesine müstenid olmak ma’kuldur. Avam arasında yaygın söylenişiyle ‘hıdırellez’, ‘Hızır-İlyas’dan galattır.” şeklinde yer alır.

 “Hıdırellez neden dolayı kutlanmaktadır?”
Rivayet, “Hıdırellez, Hızır ve İlyas adlı iki kardeş nebinin isimleridir. Bunlar, her 6 Mayıs’ta bir araya gelirler. Onların bir araya gelmesiyle bolluk, bereket olur ve yaz başlar. Bizler de bu günü bahçe veya kır gibi açık alanlarda sak olarak geçirip Hızır’a erişmeyi, dolayısıyla sıhhat, afiyet ve bereket bulmayı umuyoruz.”dur.

Bu cevap ve halkın birtakım hıdırellez inanış ve kutlayışları hakkındaki kanaatimiz odur ki; bu âdet İslâmiyet öncesi paganizm döneminde görülen, tabiattaki çeşitli evrelerin halk yaşantısı üzerine bıraktığı etkiler yanında, çok tanrılı dinlerin bazı inanış ve tapınışlarının -İslâm’a rağmen- kutlanılmasıdır. Zaten halkımızın pek çok âdet ve geleneğinin kökeni ya İslâm öncesi dinî hayatına yahut da bu toprakların önceki sahiplerinin paganizm veya Hıristiyanlıktan kaynaklanan eski âdetlere dayanmaktadır. Ancak halk, İslâm inancının etkisiyle bu kabil tezlere karşı çıkarak, “Bizler sadece Hızır ve İlyas aleyhisselâmların senede bir gün bir araya gelişlerini anmaktayız. Hem bu karşılaşmada bolluk, bereket vardır. Bundan da nasibimizi niçin almayalım?” savunmasına geçmektedirler.

Halk kendisini ne denli haklı ve mazur göstermeye çalışsa da bu düşünce ve inançlarda iki hakim unsur vardır ki, onlar da bu âdetin İslâmiyet’ten önceki inanışların uzantısı olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir. Bunlar:

1- Tabiatın, adeta ölü olduğu uzun kıştan kurtulup baharla birlikte yeniden hayat bulmasının kutlanması;

2- Birtakım hoşa gidici, coşkulu kutlama faaliyetleri ile bazı etkili varlıkların gönlünü hoş ederek bolluk, bereket bulma inancıdır.

Milletimiz İslâm’a girmekle birlikte –yeni dince reddedilen- bazı âdetleri bir türlü bırakamamış, bu tür gelenek ve göreneklerine İslâmî gerekçeler bularak kendilerini mazur gösterme yönüne gitmişlerdir. Bu gelenek de böylelikle Hızır ve İlyas’a isnat edilmiş olabilir. Gerçi bu isnadın tutarlı gerekçeleri olduğu, bu isimler hakkında bilgi sunan dinî referanslar incelendiğinde görülecektir. Bu tutarlı gerekçe de Peygamberimizin hadislerine göre Hızır ve İlyas isimleriyle bereket ve derde devanın özdeşleşmiş olmasıdır.

Halkın ısrarlı savunmasına rağmen İslâm dininin temel iki kaynağı Kur’an ve Hadis’te hıdırelleze dair bir bilgi yoktur. Hatta bu günün dört gözle beklenen kutsal zatı Hızır’ın ismi Kur’an’da açıkça belirtilmemiştir de. Kur’an’da Kehf Sûresinde geçen ve Hz. Musa ile bir kıssasına yer verilen bu zatın kim olduğu ihtilaflıysa da çoğu müfessirlerce Hızır olarak kabul edilegelmiştir.

Hadislerdeki Hızır’a gelince:
“Ebû Hüreyre (ra)’den rivâyet olduğuna göre Nebi (sav): Hızr’a Hızır denilmesinin sebebini izah ederek: “Hızır otsuz kuru bir yere otururdu da ansızın o otsuz yer yeşillenerek peşi sıra dalgalanırdı.” buyurmuştur.”

“Hızır’ın adı Mücâhid’e göre Elyesa’dır, nesebi Sâm İbn-i Nûh’a müntehî olur. Tâberî’ye göre, Hazret-i İbrahim’in dördüncü batında evlâdıdır. İbn-i Asâkîr, Hızır ve İlyas’ın iki kardeş olduğunu Süddî’ye nisbet ederek bildirmiştir. Ulemânın cumhuruna göre Hızır, peygamberdir. Hızır kıssasının birçok cihetleri nübüvvetine delâlet ettiği için sahih olan nebi olmasıdır. Velî olduğunu iddia edenler de vardır. En çok ihtilaf edilen cihet Hızr’ın hayatı keyfiyetidir. Şârih Aynî’nin beyânına göre, ulemânın cumhuru hususiyle mükâşefe sahipleri Hızır’ın hayatta olduğunu ve sahralarda görüldüğünü kabul etmişlerdir. Ömer İbn-i Abdülaziz’in, İbrahim İbn-i Edhem’in, Bişr-i Hâfî’nin, Ma’rûf-ı Kerhî’nin, Cüneyd’in, İbrahim Havass’ın Hızır’ı gördükleri rivayet olunmuştur. Fütûhât-ı Mekkîye’de Muhiddîn Arâbî de Hızır’ın hayatı hakkında birtakım hikayeler bildirmiştir. Kâmus Tercümesi’nde de şehâdet parmağı ile orta parmağının beraber olması Hızır’ın fârık bir alâmeti olduğu naklediliyor. Yine Aynî, Tarih-i Kebîr’inde bu hususa dair bir bahis açtığını ve Hızır’ın hayatını delilleriyle müdafaa ettiğini haber veriyor.

Müfessir Ebû Hayyân ise, Şârih Aynî’nin hilâfına olarak, ulemânın cumhuru Hızır’ın öldüğüne kâil olduklarını iddia etmiştir. Ehl-i intikâdın yüksek bir simâsı olan İbn-i Kayyım; Hızır’ın hayatına dair nakledilmiş rivayetlerin hepsi yalandır, bu hususta sahih bir hadis yoktur, demiştir. Hiç şüphesiz ki hayatını reddedenlerin delilleri kuvvetlidir. O cümleden birisi ve en kuvvetlisi Enbiyâ Sûresi’nin 34. Âyetidir ki meâli şöyledir:

” Bir de habîbim biz, senden önce gelip geçen hiçbir peygamber için ebedî hayat müyesser kılmadık.” Âl-i İmrân Sûresi’nin 144 üncü âyeti de bu hususta kâfi bir delildir ki: ”Muhammed, muhakkak surette bir peygamberdir. Kendisinden önce de birtakım peygamberler gelip geçmiştir. Muhammed ölürse, yahut öldürülürse, ey Muhammed’in ashabı siz topuğunuza basarak geri mi döneceksiniz?” buyurmuştur. Şu meşhur hadis-i şerîf de inkar edenler için kuvvetli bir delil olabilir. Peygamber efendimiz hayatının son günlerinde: “Bundan yüz sene sonra bugün yeryüzünde yaşayanlardan bir kimse kalmaz.” buyurmuştur. Müellif Buhârî, İbrahim Hurbî, İbn-i Cevzî, Menâvî de Hızır’ın hayatta olmadığını kabul edenlerdendir.”

Hızır’ın hayatı üzerine Kâtib Çelebi de ilginç görüşler beyan eder: “Hızır’ın hayatından murat, eğer beşer olmaktan soyunup da ruhâniyete katılmak ise, Hazret-i İsâ aleyhisselâm gibi onların hakkında söylenmiş olan delillerin benzerleriyle bu dava da o hale göre sabit olur. Lâkin Hazret-i İsâ aleyhisselâm yeniden hayat bulup ininceye dek ne halde ise, Hızır da o hal üzre olur. Onların soydaşları ile buluşup görüşmedikleri gibi Hızır’ın da buluşmaması lazım gelir. Onların buluşup görüşmeleri başka bir iddia olur ki önceki iddiaları bozar.”

Anlaşılan odur ki; çoğu hadis bilginlerine göre öldüğü kesin, ancak tasavvuf ehlince halâ yaşayan Hızır ile Musa’nın vakası bir zâhir ve bâtın kıssasıdır. O bâtın (gizlilik) Hızır meselesinin konusunu meydana getirir. Tasavvufçuların sözünde buna delil de yok değildir. Şeyh Sadreddin İshak Konevî “Tebsıratü’l-Mübtedî ve Tezkiretü’l-Müntehî” isimli eserinde: “Hızır (as)ın varlığının misâl âleminde” olduğunu nakletmiş. Abdurrezzak-ı Kâşî: “Hızır, ruhun ferahlığından, İlyas ruhun sıkıntısından ibarettir” demiş. Bazıları da Hızriyyetin, Hızır (as)ın derecesi üzere bazı salih kimselerin erdiği bir rütbe olduğunu söylemiştir.

İlyâs (as)’a gelince: Kur’an-ı Kerim’de En’am ve Saffât sûrelerinde ismi zikredilir. Ancak hayatı hakkında açık bilgi yoktur.

İlyas (as) hakkındaki hadise gelince:
“Hazkil (as)’in vefâtı üzerine Benî İsrail’de fenalıklar çoğalmış, halk putlara tapınmağa başlamış. Bunun üzerine Hakk Teâlâ İlyas peygamberi göndermiştir. Musâ’dan sonra Benî İsrail peygamberlerinin hepsi, zaman geçtikçe Tevrat ahkamını unutan Benî İsrail’e Tevrat’ın hükümlerini yenilemek üzere gönderilmişlerdir. Musâ’nın vefâtından sonra onun yerine peygamber olan Yûşa’ (as) Şam’ı fethederek burayı Benî İsrail esbat ve kabaili (evlat ve kabileler) arasında taksim etmişti. Bunlardan bir kabile halkına da Ba’lebek ve mülhakatı düşmüştü. İşte İlyas peygamber, bu kabile halkına gönderilmiştir. Ba’lebek halkı üzerinde o sırada hükümran olan putperest melik, tebasını zorla bunlara tapmağa teşvik ederdi. Onun ‘Ba’l’ adlı bir putu vardı. İlyas peygamber ise halkı Allahü Teâlâ’ya davet ederdi. Zalim hükümdarın gadrine uğrayan İlyas peygamber nihayet kaçar ve köylerde gezerek Tevrat öğretir ve bu surette gizli yaşardı. İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayete göre, bu seyahati sırasında İlyâs bir köye uğramış, Benî İsrail’den bir kadının hanesine sığınmıştı. Misafir olduğu kadının Elyesa’ İbn-i Ahtub adlı ve hastalıklı bir çocuğu vardı. Kadın, çocuğunu okutmak için İlyâs’ı gizlemişti. O da çocuğa dua etmiş, çocuk şifa bulmuştu. Bunun üzerine Elyasa’ iman edip kendisinden ayrılmamış ve İlyas’ın vefatında Benî İsrail’e peygamber olmuştur.”

İlyas’ın Hızır olduğu da söylenmiştir. Zira İsa ve Hızır gibi İlyas’ın da henüz hayatta olduğuna dair bazı eserler vardır. Ebu Hayyan, tefsirinde der ki: “İlyas, İsâ’ya yakın olarak zikredilmiştir. Henüz ölmemiş olmakta ortaktırlar.”

Sözün kısası, öyle anlaşılıyor ki insanımız hıdırellez geleneğine kendi dininden bir mesnet oluştururken dinin medrese yorumundan çok tekke yorumuna yaslanmıştır. Bu kabulde tekke çevresinin halkla iç içeliği, yanı sıra hoşgörü sınırlarının enginliği, kuşkusuz, en büyük etken olmalıdır. Bütün anlaşmazlık ve tartışmalar bir yana, insanımızın engin muhayyilesi, ortak özellikler taşıyan bu iki zatı önce kardeş kabul etmiş, sonra da âb-ı hayatı içmekle ölümsüzleştiklerine inandığı bu iki kardeşi göklerde yaşatıp her 6 Mayıs gününde de bunları bir araya getirerek birtakım inanç, kutlama ve eğlence faaliyetlerine dayanak yapmıştır. (…)