26 Eylül 2007 Çarşamba

Akbulut Köyü'nde Ramazan Medeniyeti



Çok deruni bir tecrübe, çok boyutlu bir hakikat olduğu için Ramazan bize
oruç ile hayat arasındaki ilişkiyi de çok iyi görmemizi sunacak bir tablo resmediyor:
Gündelik hayatta yaptığımız şey, kaçmak. Kendimizden kaçak.
 Bizi kendimizden kaçıracak o kadar çok şey var ki.
İşte oruç, bize, artık kaçamazsınız kendinizden;
birazcık kendiniz olun diyerek bizi tutuyor kendimize getiriyor.
İnsanın kendine gelişi, kendini hatırlayışı, gözlerinin görmeye,
 gönlünün olabildiğince açılmaya başladığı an mümkün olmaya başlıyor.
 Ve insanın içi o zaman ışıyor, aydınlanıyor; gözü görmeye başlıyor,
 gönlü açılıyor bütün dünyalara ve insanlara. Ramazan sevinci bu.
Yusuf KAPLAN.

 Benim küçüklüğümde hatırladığım ilk Ramazan anısı, o yıllar köyümüzde cami olmadığı için babalarımızın Gelemet Camiine Teravih Namazına gitmeleriydi. Karlı bir zamanda idi Mübarek Ramazan.  Üç dört yaşlarımda olmalıyım. Yani 1965-66 yılları. Biz çocuklar o zaman büyüklerimizin yanında oyun oynamayı bırakın çocuklarla kendi aramızda bile konuşmaktan çekinirdik. En mutlu ve hür anımız bu teravih namazı vakitleriydi. İftar yemeği yenir ve akşam namazı eda edilir edilmez ya babam kendisi çıkar arkadaşlarına gider ya da arkadaşları gelir onu alır teravih namazı için Gelemet Köyü Camiine giderlerdi. İşte bizim evdeki krallığımız bu dakikadan itibaren başlardı. O bir, bir buçuk saatlik dilim içinde gün boyu yapamadığımız bütün haylazlıkların hepsini yapmaya çalışırken bir yandan da Gelemet Camiinin ışıklarını gözetlemeyi sürdürürdük. Annemiz ve ninemiz bu yaramazlıklarımızdan bıkar usanır “Kurt gitti, koyun yaylaya çıktı” diyerek bizi sükûnete çağırırlardı. Ne zaman ki Teravih Namazı biter ve Caminin ışıkları söner bizim de yaramazlıklarımız hız keser bembeyaz kar örtüsünün aydınlattığı arazide köye doğru gelen karaltıları izler eve yaklaştıklarında ise bir akşamlık bu sevincimizin de sonu gelirdi. Bize sağladığı bu hürriyet ortamı nedeniyle Ramazan akşamları içimizde bir hoşluk oluştururdu.

Daha sonra ilkokul yıllarımda hatırladığım Ramazan, okulların ilk açıldığı zamanlara tekabül eder. Zannederim 1968-69 yıllarıydı. Okulumuza Amerika’dan ambalajlarında tokalaşan iki el deseni bulunan süttozu, katı yağ ve bembeyaz un ‘dan müteşekkil gıda yardımı geliyordu. Bkz: http://www.vahdet.com.tr/isdunya/dosya6/1705.html  Her gün sırasıyla okulda çocuğu olan bir aileye akşamdan bu “beyaz un” (bizim unlar kepekli ve esmerdi) ve katı yağdan birer adet gönderilir. Ertesi gün öğle vaktinde “yağlı ekmekler” yapılır ve okula getirilirdi. Okulun bahçesinde büyükçe bir kazanda kaynatılan suya karıştırılan süttozundan elde edilen sütten evden getirdiğimiz süt taslarıyla süt alır yağlı ekmeklerle beraber yer içerdik. (Hiç ihtiyacımız yokken bu yardımların niçin geldiğini hâlâ anlamış değilim.) 

Ramazanın ilk günüydü zannederim. Gece annemin “bişi” yaparken ekmek teknesinin çıkardığı sesten uyanmış sahurda yemek yemiş, izin vermemelerine rağmen gizlice oruç tutmaya niyetlenmiştim. Ertesi günü okulda süt ve yağlı ekmek kuyruğuna mecburen sokulmuş oruçlu olduğumu söylememe rağmen kimseyi ikna edememiş hatta abim beni “niye oruç tutuyorsun?” diye babama şikayet etmekle tehdit etmişti. Tüm ısrarlara rağmen orucumu bozmamış, ilk öğretmenim Mustafa AÇIKGÖZ’ın “Üstelemeyin. Rahat bırakın” uyarısıyla baskılardan kurtulmuş, o gün yemek saatinde okulun bahçesinde yiyip içen arkadaşlarımın arasında oturarak orucumu tutmuştum.O günlerden bir kare için bkz: http://img.blogcu.com/uploads/jeje_hasanakbulutilkokulu.jpg . Tabi burada anti parantez belirteyim; ileriki yıllarda “eşşek kadar adam” olmamıza rağmen oruç tutmayalım diye ailelerimizden izin alabilmek için kırk bin tane bahane üretirdik.

Zaman zaman biz ısrarla oruç tutmak isterken bazen de ailemiz tutmamızı önerirdi. Cuma ve özellikle Ramazanın son günü (arefe günü) “kuşun kurdun” bile oruç tuttuğu söylenir bizlerin de oruç tutması istenirdi. O günlerde ben hep bu hayvanları, kuşları izler gerçekten oruç tutup tutmadıklarını öğrenmeye çalışırdım. Daha sonraları anladım ki maksat bize bu günlerin önemini kavratmakmış.

Çocukken oruç tutardık deneme mahiyetinde. Aile ile birlikte sahura kalkar. Ertesi gün ya oruç tatardık ya da yarım gün tutar öğleyin sahurda artan “bişi”leri yiyerek soranlara “öylene gadar oruç dudtug şindi de “bişi”nin kulândan dutuyog” derdik. Sık sık oruçlu olduğumuzu unutur bol bol yer içer bir güzel karnımızı doyurduğumuz günler olurdu. Yemek yediğimizi iftar vakti gelince iştahsızlığımızdan anlardık. Bu konuda da bizlere hiçbir zorluk çıkarılmaz “Allah yedirip içirdi” denirdi.

Çocukluk yıllarımız geride kalıp artık yetişkin bir birey olduğumuz zamanların ilk yıllarında Ramazan ayı köy işlerinin en hararetli olduğu yaz dönemine rastlamaktaydı. Zihnimizde kalması gereken en tatlı anılar bu dönemde olması gerekirken şöyle bir baktığımda ne yazık ki bir Ramazan Ruhuna rastlayamıyoruz. Hep iş ve güç ön planda gelmektedir.

Mayıs ve Haziran da iki büklüm eğilip gün boyu tütün diken, tütün kazan; Temmuz güneşinin altında ellik ve orakla buğday biçen, harmanda “Patos” a “bağ” yetiştiren, samanlıkta saman çiğneyen; ormanda odun kesip, taşıyıp arabaya yükleyip kilometrelerce yol kat edip gelen oruçlunun halini bir düşününüz. Elbette en makbul ve en yüksek sevaplı oruç bunca zahmet ve meşakkatle tutulan oruçtur. Bundan şikâyetçi değiliz, aksine hatırlıyorum öyle zannedildiği gibi hiç de ağır gelmiyordu bize o zamanlar. Benim aradığım bugün kentlerde yaşanan Ramazan Günleri ile özellikle Osmanlıdan gelen geleneksel Ramazan Şenlikleri ya da Ramazan etkinliklerine benzer faaliyetlerin bir damar bulup köylere sirayet edip yerleşememesidir.

Tüm bunların yanında köyümüzde Ramazan kültürü hiç yok mudur?  Elbette vardır. Her şeyden evvel Ramazan bereketi sofralarda kendini göstermekteydi. Normal zamanlarda yerine göre bir tencere çorba ile geçiştirilen akşam öğünlerimiz Ramazan vesilesiyle bir ziyafet sofrasına dönüşmektedir. Çorbanın yanında yemek pilav ya da makarna ile birlikte en azından bir mevsim salatası hoşaf ya da tatlı da sofrada yerini almakta idi. Bizimle birlikte tarladan dönen analarımız bu günlerin hürmetine bizlerden en az bir saat önce eve dönerler ve bu süreyi sofrayı zenginleştirmek için kullanırlardı.

Öte yandan tarladan geç dönenler veya uzun yoldan gelenler iftar vakti yollarda olduklarında gerek aileleri tarafından ve gerekse onları fark edenler tarafından yolda karşılanarak oruçları açtırılırdı. (Bu konuda “Züverin Memedin eşi Melek ingeyi” anmadan geçmek istemiyorum. Tam bilemiyorum ama “kamış ve kındıra” kesimi yapılan bir “Saz” dönüşü mü idi yoksa Toplu Köyünde yarıcılık yaptığımız bir tarla dönüşü mü idi neydi? İftar vakti “Cilim Mevkiinde olmuş. İyice yorulan öküzlerimiz de oldukça ağır seyrediyordu ki bizler de açlıktan bitkin bir haldeydik. Akşamın o alaca karanlığında Gecekli sapağında bize doğru gelen bir karaltı gördük. Gelen kimse adı gibi kendisi de Melek olan Melek yenge idi. Bir çanakta “eşi çalkalaması” ve bir “Patıl” ekmeğiyle birer lokma ile de olsa ayaküstü açtırdığı o oruçlarımızdan payına düşen sevabı ancak Allah bilir.)

Köyümüz gençleri için Ramazan Günlerinin belki de en keyif verici ânı İftar ile Teravih namazı arasında kalan zaman dilimi idi. Bu saatler onlar için tahsis edilmiş boş zamanlardı. Alelacele iftar yemeği yenir ardından akşam namazları da kılındıktan sonra gençler doğruca Camiye değil Caminin yanına arkadaşlarla buluşmaya iki sohbet etmek ve aralarında şakalaşmak için koşarlardı. Camiye yakın yerlerde guruplar halinde toplanılır tiryakiler ailelerinden gizlice sigaralarını tüttürür, iş güçten fırsat bulup bir türlü görüşemedikleriyle bir ay boyunca bol bol görüşme fırsatı bulurlardı.

Sadece gençler mi yapardı bu ayaküstü sohbetleri? Hayır. İhtiyar delikanlılar da bu sosyal faaliyete katılırdı. Teravih Namazına yarım saat kala başlayan Vaaz ve Nasihatlere iştirak etmek yerine dışarıda sohbet etmeyi yeğlerdi çoğunluk. Bu sohbetler o kadar koyulaşır ki konuşmaların ve gülüşmelerin volumu bazen ayar patlatır hatta Camii içersinde vaaz eden imamın sesini bile bastırırdı. Bunun için sık sık içerdeki cemaatten birileri dışarı çıkar sessiz olmaları ve hatta içeriye girmeleri için onları uyarırdı.

Bugün bile çocuk ruhunun verdiği neşe ve sevinçle Teravih Namazı kılmak için camiye giden çocukların namaz esnasında birbirlerine yaptıkları muziplikler sonucunda “kikirdeşip” “gülüşmeleri” zaman zaman büyükleri kızdırsa da bazen büyüklerin de gülüşmelerine yol açmakta idi. Onlara asla ve kat’a kızıp azarlanılmazdı. Mesul olmadıkları halde bir eyleme iştirak ederek kazanacakları Camii sevgisi, toplu hareket etme melekesi, sosyalleşme ve imanlarını kuvvetlendirme fırsatı büyüklerin onlara tanıyacağı bu hoşgörü ile kazanılacaktı. Zaten bir suç olarak görülmeyen ve insanın doğasında var olan “sınırları zorlama isteği” çocukluğumuzda da özellikle teravih namazlarında zuhur eden bu bir türlü kendini tutamayıp gülüşmeler büyüklerimiz tarafından ayıplanmaz namaz sonrası biz çocuklarla şakalaşma vesilesi olurdu.

Ramazan boyunca köyde yaşanan eğlence ve şenlikler işten güçten fırsat bulup bir araya gelemeyen insanların Teravih Namazı öncesinde bir araya gelerek görüşmeleri, konuşup eğlenmelerinden ibaretti. Namaz sonrasında hiçbir yerde oyalanılmadan evin yolu tutulur sahur ve yarının işleri için erkenden yatılırdı.

Bir sosyalleşme aracı olan Ramazan, elbette sadece bir eğlence ayı değildi. Bunun bir de manevi yönü vardı. Bu aylarda toplumsal ilişkiler bir düzene girer, insanlar bir birleriyle daha anlamlı ve manalı diyalog içinde olurdu. “Sılayı Rahim” gibi sık sık yapılması gereken fakat iş güç nedeniyle hep ertelenen “gidip-gelmeler” Ramazan vesilesiyle önem kazanır. Uzak ve yakındaki eş, dost, hısım ve akraba ziyaretleri böylece artar. Köyde hemen hemen her aile bir birlerini iftara davet eder. Böylece Ramazan ayı boyunca her gün ayrı bir bayram havası içinde geçerdi.

Ramazan ayı dışında diğer günlerde düğün, ölüm ve mevtaya okutulan “yedisi”, “kırkı” ve “elli ikisi” mevlitleri için bir araya gelen köy halkı bu ay vesilesiyle İmam Efendinin de iştirakiyle her akşam bir evde verilen iftar yemeği için bir araya gelmektedirler.

Bu davetler bir gün önce ya da aynı gün erken vakitte bire bir ziyaret edilerek yapılır. Davete icabet edebileceklerin onayı alınarak o sayıya göre hazırlık yapılırd. Davet veren hane Camiye yakın ise İmam Efendi İftar vaktinin ilanı olan Akşam Ezanını camide okur ondan sonra davet verilen eve gelir. Yok eğer, davet verilen ev Camiye uzak ise Camide Ezan okuması için bir kişi görevlendirilir imam efendi ise ezanı davet verilen evin balkon ya da bahçesinde ya kendi okur ya da yine orada bir başkasını görevlendirip ona okuturdu.

İftarla birlikte yemekler yenilir, topluca dualar edilir ardında o evde davetlilerin katılımıyla Akşam Namazı Cemaatle kılınır. Namazın ardından Kuran-ı Kerim okutulur. Bunun için imam efendiyle birlikte Kuran okuyabilen üç beş kişinin de katılımıyla davetlilere Yasin-i Şerif ve peşi sıra okunan birkaç Zamm-ı Sureler ile Kuran ziyafeti verilir. Ardından da bu okunan Kuran’ın kabul edilip sevabının ölmüşlerin ruhuna bağışlanması için topluca dua edilirdi. Daha sonra çay ikramı başlar. Varsa mevsimlik meyve vesaire ikramının ardından davet sona erer. Müteakiben, Teravih Namazı için hep beraber Camiye gidilirdi.

Kentlerde yaşadığımız sahura uyandırmak için davul çalma gibi bir âdet köyümüzde yoktur. Bunun için Camide “Sela”  okunmaktadır. Ki bence doğru olan da budur. Çünkü her inancın bir çağrı şekli vardır. Örneğin, Hıristiyanlıkta “ÇAN” çalmak, Yahudilikte BORU öttürmek vardır. İslamiyet’te ise yüksek bir yere çıkıp EZAN okunur.

Hatırlarım küçüklüğümde camilerimizde hapörler (apelle) gibi ses sistemi yoktu. Bir “Oflu Hocamız” vardı. Yıl 1967. O zamanlar ezandan önce “boru” öttürülür ardından ezan okunurdu. Boru sesini duyan vaktin geldiğini anlardı. (Yeri gelmişken bir anımı da paylaşmak isterim. Allah her ikisine de rahmet eylesin. Bir defasında Sarımsak’tan Deli Şükrü’nün Bayram, (o sıra ilkokulda öğrenciyiz) İkindi vaktine yakın nereden eline geçirdiyse boruyu kapmış öttürüp duruyordu. Muşta’da mukim bu Oflu Hocamız da bunu yakalamış bir güzel “şamar”lamıştı.)  Daha sonraları “BORU ÖTTÜRME” işi terk edildi. O gün hasır beton olan Camimizin Çatısına çıkılarak okunan ezanı çok uzaklardan bile duyardık. Çünkü o gün köylerde gürültü kirliliğine yol açan ne motorlu araçlar vardı ne de evlerimizde elektronik aletler.(TV, Buzdolabı, Teyp vs.) Köyde birinin “tavuğu gıdaklasa” karşı köyden duyulurdu. Hatta köyden köye insanların konuştuklarını hatırlarım. Köyümüzün yetiştirdiği ve Samsun’un ünlü ses sistemi uzmanı Paşa’nın Yavuz (Yavuz Elektronik) tarafında köyümüz camiine bağışlanan ilk “akülü apelle” ile Cami hocalarımız fırtınalı günlerde Caminin Çatısından uçma korkusundan kurtulmuşlardı. Naçizane köyde Ramazan İmamlığı yaptığım zamanlarda ben de “Züver’in Memet” Emmiyle birlikte bu “apelle” ile uzun uzun “sela” verir, yetmez ardında Kur’an-ı Kerim hatta ilahi ve kasideler okur, Sahur Yemeğinin ardından yatmayıp geceden tarlaya tütün kırmaya gideceklerin uykusunu iyice kaçırttırırdım.

İş, güç, sahur, oruç, iftar, Kadir Gecesi derken Ramazan güle güle giderdi. Biz onun gidişine üzülürken gelen Bayram bizi bir güzel teselli eder, içimize sevinç, neşe ve sürur doldururdu.

Bayramlar Bayram Ola.

Çetin KOŞAR
Köy Günlüğünden

24 Eylül 2007 Pazartesi

Dut Pekmezli Un Helvası



(Fotoğraf örnektir. Bizim helvamız biraz daha kuru ve sıkıdır.)


Un helvalarımız genellikle dini bayramlarda arefe gününden hazırlanırdı. Önümüzde Ramazan Bayramı olduğuna göre a’nanelerini yaşatmak isteyenlere naçizane duyurulur. Helvamız oldukça hafiftir. Yenildiğinde insanı rahatsız etmez hazmı kolaydır.

Malzemeleri
 (her hangi bir ölçüye bağlı kalmadan)
-buğday unu,
-pekmez (tercihen dut pekmezi)
-bir miktar yağ.
Başka malzemesi yoktur.


Yapılışı
Buğday unu ince elekle elenerek mümkün olduğunca ince bir un elde edilir. Büyükçe bir tencerede (ya da eğer fırında kavuracaksak tepside) bir miktar tereyağı eritilir ve tencerenin içerisine un ağır ağır ilave edilir. Unun yanmaması için sürekli her un tanesinin yerini değiştirircesine iyice karıştırılır. Un yanarsa kokusu ağır olacağından buna dikkat edilir. Kavurma işlemine un hafif pembeleşene kadar devam edilir. Kavurma işlemi bittikten sonra soğuması beklenir ve kavrulmuş unumuz ince elekle tekrar elenerek içerisinde oluşan topakçıklar alınır. Daha sonra hafif sulandırılmış pekmez ile yoğrulur. Yoğrulan helvamız ne kuru ne de yaş bir kıvamdadır. Bunun ikisi arasında biraz sertçe olacak kıvama getirilir. Daha sonra yumruk büyüklüğünde top top yapılır. Bu helva topları üstü açık ve büyükçe bir kapta bir süre dinlendirilip soğumaya bırakılır. Helvamız ikrama hazırdır afiyet olsun.

/Hicabi AY






TARİH-İ HELVA
Helva, Osmanlı Saray mutfağının da en önemli lezzetlerinden biriydi. Hatta saraydaki tatlıcılar teşkilatına 'Helvahane Ocağı' deniyordu. Bu ocağa çeşitli zaman dilimlerinde, Helvahane Matbah-ı Amire, Helvahane-i Hassa, Helvahane-i Amire ve Helvahane-i Manure isimleri de verilmiştir. Burası sadece tatlı, helva, reçel, şerbet, baklava ve lokum yapılan bir yer değil; hekimbaşıların özel terkiplerinin hazırlandığı, şuruplu ilaçların üretildiği yerdi aynı zamanda. Helvahane Ocağı'nda özellikle Fatih Sultan Mehmed zamanında pişirilen 'Helvay-i Hakani', yani 'padişahların helvası', Anadolu halk mutfağından saray mutfağına girmiştir.


KÜLTÜRÜMÜZDE HELVA
Helva, Türkiye'de ve pek çok Orta Doğu ülkesinde yaygın bir tatlıdır. Helvanın birçok farklı ülkede birçok çeşidi vardır. Türk mutfağında özellikle un helvası, irmik helvası yaygındır. Temel malzemeleri un ya da irmik, yağ, şeker, süt, kaymaktır. İrmik unu, şeker, su, tuz ve tarçın çeşitlemeleri ile yapılan özellikle Ortadoğu ve ön Asya'da sevilen tatlı çeşitleridir.

Türkiye gelenek ve göreneklerine göre doğumlarda, ölümlerde, askere giderken, hac dönüşünde, okula başlayan çocuklar için, yeni bir eve sahip olunca, okul bitince, yağmur dualarında, kuzunun sütten kesilme günü olan "yoğurt bayramı"nda, "çiğdem düğünü"nde (ilk çiğdemin görüldüğü gün) Osmanlı evlerinde kesinlikle çeşitli helvalardan biri yapılır ve eşe dosta dağıtılır.

Farklı kültürlerde farklı çeşitlerine rastlamak mümkündür. Balkanlar ve Orta Doğu'da tahinle yapılanların yanı sıra Hindistan ve Bangladeş'te bezelye ve havuçtan mamul koyu kıvamlı bir akıcı tatlı olarak da yapılmaktadır.

Son yıllarda tahin helva sanayinde şeker yerine glikoz oranı yüksek fruktoz oranı düşük mısır şurupları, yağ ve proteini bağlayıcı çeşitli katkılar (konsantre soya proteinleri ve bitkisel lifler) kullanılmaktadır.

İslam dininde, 3 Aylar diye bilinen (Hicrî Recep, Şaban, Ramazan) aylarının ilk gününde ev helvası yapılarak küçük kâseler içerisine konularak kapı atlamadan her komşuya dağıtılır.(http://tr.wikipedia.org/wiki/Helva)


TERKÎB-İ HELVA-YI LEB-İ DÎLBER (Dilber Dudağı Helvası Nasıl Yapılır)
Faraza bir kıyyelik kabı ölçü addedip ol ölçü ile iki 'asel ve bir ab ve iki parmakdan dün olup lebaleb olmayarak bir revgan-ı sade ölçüp tencere derünuna vaz' olunup ateş üzerine il-kaa oluna. Yine ol ölçü ile basılmamış kabaca olarak silme nişasta ve bir ab ölçüp nişasta-i mezkur ol ab ile iyice ezilip hallolunduktan sonra 'asel-i mezkur ile ihtilad oluna. Kepçe ile karıştırarak tabh oluna. Nihayet yağını taşra ihraç edip böylece bir iki defa yağı mahall-i ahere süzile, yine tabh oluna. Bir mikdar helva-yı mezkurdan soğudup tenavül oluna. Eğer ki damağa yapışmayıp sakızlanmış ise ol vakt matbüh olmuş olur. Ol vakit helva-yı mezkuru bir tepsi içre bast edip fırıra irsal oluna. Üze­ri kızarıp akîklendikte ihraç oluna. Ba'dehu bir mikdar ağardılmış ve sahk olunmuş badem içi toz şekeriyle ihtilat ederek üzerine bast oluna ve bir mikdar çiçek suyu veyahud gül suyu serpile ba'dehu tenavül oluna.

23 Eylül 2007 Pazar

Gurbette Akşam




Yağışlı bir Sonbahar akşamı yağmur altında çamurlu sokaklarda, ellerinde çantalar, bavullar ve valizler; omuzlarında sarıp sarmalanmış yatak, yorgan, yastık ve battaniyeler olan üç kişi ilerliyordu. Sokak lambaları tek tük yanıyorsa da pek bir faydası yoktu onlara. Yer yer su gölcükleri oluşmuş bozuk caddede gelip geçen taşıtların göz alan far ışıkları ve sıçrattıkları çamurlu sulardan sakınarak yuvalarından yüzlerce kilometre uzaklıkta onca yükün altında ilerleyen bu üç kişiye üstten yağan yağmurun ve alttan kirleten çamurun şimdilik bir merhameti yoktu.

İkisi Baba-Oğul diğeri de oğlun okul arkadaşı idi bu üç kişi. Baba ile arkadaşı biraz önden gidiyordu. Oğul da hemen onların arkalarından henüz kestiremedikleri bir yoldan yatılı okulun bulunduğu istikamete doğru ilerliyorlardı.

Babanın omzunda oğlunun sarmalanmış yatak, yorgan, yastık ve battaniyeden oluşan “yük”ü ve elinde büyücek bir bavul, oğul ve arkadaşının ellerinde ise çantalar ve valizler vardı. Yağmur altında, 1977 yılının Ordu’sundaki çamurlu sokaklarda aydınlatması yetersiz sönük sokak lambalarının ışığıyla yer yer oluşmuş su gölcüklerine dikkat ederek ilerliyorlardı bir akşam karanlığında.
…..

Oğul yatağını yetkililerin kendisine gösterdiği ranzaya kurarken Babası da caddenin bir köşesinde bulduğu küçük bir dükkândan yarım ekmek ve biraz da zeytin alıp gelmişti.

- “Al bunları ye oğlum. Başka bir şey yoktu. İdare ediver” dedi.  Oğlunun iyice yerleştiğini görünce;

- “ Ben şehir merkezine inip kendime bir yer bulayım. Bakarsın oteller dolar, yer bulunmaz. Ben sabah erkenden gelirim. Yurdun önünde beklersin beni” diye ekledi. Sonra kapıya kadar gidip geriye dönüp odayı ve oğlunu dalgın gözlerle süzdü ve hızlı bir hareketle çıkıp gitti.

Dışarıda yağan yağmur hızını kesmeden hâlâ devam ediyor, bir türlü dinmek bilmiyordu. Yağmurun sesi ve içeride yeni gelen diğer öğrencilerin ve velilerinin yer yer telaşlı zaman zaman sakin konuşmaları, kapanan kapı sesleri ve koridorlarda dolaşanların ayakkabılarının çıkardığı sesler ve diğer gürültüler bir birine karışarak, köyünden uzak buralarda beyninin derinliklerinde uğuldayıp duruyordu.

Babacığının getirdiği gazete kâğıdına sarılı zeytin ve ekmekten müteşekkil akşam yemeğini yemeye başladı. Babasını düşünde bir an. “Yağmur ve çamur altında gece vakti bu yabancı şehirde acaba şimdi ne yapıyordu tek başına?” İçi burkuldu. Kendisi şu an rahattı ama ya babası? İki ya da üç lokma yemiş yememişti ki, yedikleri boğazından geçmedi. Tıkanır gibi oldu. Yemekten vazgeçti. Yatağının üstüne açtığı sofrasını toplayıp yanındaki küçük poşete koydu.

Odayı şöyle yan gözle bir süzdü. Ranzalar çift kişilikti. Yani iki katlı idi. On ranza saydı. Bu bir oda da yirmi kişi kalacakları demekti. Şu an yirmi kişilik bu odada herkes bir birine yabancı idi. Kimse kimseyi tanımıyordu birkaç kişinin dışında. Kimileri uyuyor, kimileri yeni geliyor ve bir yandan yerleşiyor, kimileri de yatmaya hazırlanıyordu kendisi gibi. Ara sıra odaya giren çıkanlar, yerlerini arayıp soranlar oluyordu. Gözü köşedeki ranzada yatan bir arkadaşına ilişti. Onun babası hâlâ yanında idi. Neşeli neşeli havadan sudan konuşuyorlardı. Babası “iki hafta sonra tekrar geleceğini” söyleyince çocuk “anamda gelsin emi baba” deyince birden köyünü ve anasını hatırladı. Aslında unutmuş, aklımdan çıkarmış da değildi ama bunca meşguliyet onu bir an köyünü düşünmekten alıkoymuştu besbelli. Bir ara ağlayacak gibi oldu. Boğazındaki düğümlerden kurtulmak için yutkundu durdu.

Cefakâr Anacığının akşamleyin yorgun argın haliyle “öteberi” lerini hazırlayışı geldi gözlerinin önüne. “Oğlum çoraplarını şuraya koyuyorum. Al bu kazağıda koyalım yanına. Önümüz kış. El ocağı soğuk olur. Biz abine yenisini alırız…. “ diye sürüp giden sözleri ve sabah yolcu ederken verdiği öğütleri, ettiği duaları bir bir hatırladı.

“Derslerine iyi çalış yavrum. Arkadaşlarınla iyi geçin. Hocalarının gözüne gir! Rabbim sana zihin açıklığı versin. Yolun ve bahtın açık olsun oğul. Güle güle git. Sen bizi merak etme. Sık sık mektup yaz ki bizi de merakta koma… “

Bunları düşünürken soyunup yatağa girmişti bile. Hıçkırıklarını tutabildiyse de başına kadar çektiği yorganının altında yanaklarını ıslatan gözyaşlarına hâkim olamamıştı.

Bir ara sinema filmlerinde gördüğü “eline bavulunu alıp uzaklara giden ve uzun yıllar okuyup büyük bir adam olarak geri dönenleri düşündü. “Ben de onlar gibi biri değil miyim ki!” diyerek kendini teselli edip toparlamaya çalıştı.

Okul öncesi günlerini hatırlamaya çalıştı. Tarla işlerini, hayvanları, ekim ve hasat mevsimlerindeki iş-güçleri. Bir teravih namazı öncesinde Atıf kardeşinin “Alaçam’a yeni açılan bir okula öğrenci arandığını” anlatması ve ertesi gün ailesinden habersiz gidip gizlice bu okula kaydını yaptırmasını. Okulun ilk yılında gösterdiği okul birinciliği başarısını. Okul idaresinin babasına gönderdiği takdir ve teşekkür mektuplarını. Devlet  Parasız Yatılı okulunu kazanmasını… Daha sonrasını düşünmek istemedi. Bu defa gelecekten hayal kurmaya çalıştı. Okul ve öğretmenden çok korkan biri olarak köy yerinde bir çoban iken onu okuyup adam olmaya iten sebepleri. Gelecekten beklediklerini, umutlarını hayal etti birer birer…

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Dışarıda yağan yağmur bütün şiddetiyle aralıksız sürüyordu. İçerideki gürültüler ise birkaç kişinin fısıltılı konuşmalarının dışında kesilmişti. Yurdun önündeki Ordu Sivas karayolundan geçen araçların motor gürültüleri ve sağanak halinde yağan yağmurun sesi altında yeni bir gün ve yeni bir hayata başlamak üzere çoktan deliksiz bir uykuya dalıp gitmişti.

Çetin KOŞAR
Ordu, 1979
YOL BOYU, Hikaye, Öykü, deneme ve Anılar, Trabzon, Temmuz 1981

19 Eylül 2007 Çarşamba

Köy Ağzı ( Kelimeler V-Y-Z Harfleri )

Vaguf=Vakıf
Vagun=Vagon
Vakıd=Vakit
Vayiz=Vaaz
Vâz=Vaaz
Vêd=Vaad
Vedva=Fetva
Vercen=Vereceksin
Verêze=Tüm vücut
Vergü=Vergi
Vesayit=Vasıta
=Yağ
Yafu=Yahu
Yal=Yal/Hayvan yiyeceği
Yalag=Yalak/Hayvan Yem.Kabı
Yalduz=Yaldız
Yalnayak=Yalınayak
Yaloz=Yanlız
Yâlu=Yağlı
Yaluz=Yanlız
Yâma=Yağma
Yampirig=Çelimsiz
Yâmur=Yağmur
Yangabuz=İnadına İş yapan
Yangun=Yangın
Yanlız=Yalnız
Yanluş=YANLIŞ
Yannış=YANLIŞ
Yannuş=YANLIŞ
Yannuz=Yalnız
Yantirik=Çelimsiz
Yânuz=Yalnız
Yapu=Yapı, Bina
Yarug=Yarık
Yasdug=Yatık
Yassu=Yassı
Yassu=Yatsı/Vakit
Yaş=Yağış
Yatur=Yatır
Yayug=Yayık
Yazı=Otlak
Yazu=Yazı
Yazu=Mera
Ye de=Ya da
Yê!=Ya!
Yelmeşüg=Ekşili
Yengil=Hafif
Yêniş=YANLIŞ
Yılar=Yular
Yılduz=Yıldız
Yımırta=Yumurta
Yımışag=Yumuşak
Yırtug=Yırtık
Yıvın=Yığın
Yîci=Yiyici
Yimeg=Yemek
Yirüg=Yırtık
Yivgü=Yem
Yo=Hayır
Yonan=Yunan
Yôsa=Yoksa
Yosam=Yoksa
Yôsamakid=Yoksa
Yovurt=Yoğurt
Yuf=Yuh
Yûmag=Yıkamak
Yurmug=Yumruk
Yuvalag=Yuvarlak
Zabaddan=Sabahtan
Zabah=Sabah
Zaddi=Zaten
Zâmet=Zahmet
Zân=Sahan
Zavallu=Zavallı
Zebze=Sebze
Zenbil=Zembil
Zencir=Zincir
Zer=Zahir
Zetüre=Zatürre
Zeyir=Zehir
Zeytün=Zeytin
Zıbarmag=Gebermek
Zıkım=Zıkkım
Zıpa=Sıpa
Zifür=Zifir
Zifürlüg=Zifirlik
Ziyin=Zihin
Zolcan=Solucan
Zopa=Sopa
Zopa=Soba
Zorzoruna=Zorla
Zöğül Zöğül=Aşırı Terlemek
Züriyet=Zürriyet
Züver=Züfer

SON

Köy Ağzı ( Kelimeler T-U-Ü Harfleri )





Köy Ağzı=Karşılığı
=Daha
Tafan=Tavan
Talâşa=Talaşa
Tam=Ahır
Tâmul=Tahammül
Tarana=Tarhana
Târiş=Tahriş
Târuz=Taarruz
Tasâruf=Tasarruf
Tâta=Tahta
Tayın=Tayin
Tayın=Tahin
Tebeşür=Tebeşir
Tebiyet=Tabiat/Huy
Tecir=Hayvan Tüccarı
Tecizat=Techizat
Têdid=Tehdit
Tegdir=Takdir
Têket=Takat
Têle=Tarla
Telefun=Telefon
Têlike=Tehlike
Telil=Tahlil
Temin=Tahmin
Temşit=Temşit
Temüz=Temiz
Tenbel=Tembel
Tencire=Tencere
Tenefüz=Tenefüs
Tercübe=Tecrübe
Terefi=Teravih
Teret=Taharet
Tesbig=Tesbih
Tesil=Tahsil
Têsis=Tahsis
Teskere=Tezkere
Teşfig=Teşfik
Teşiz=Teşhis
Tetüg=Tetik
Teyêre=Teyyare
Teyib=Tayyip
Teyin=Tahin
Teyip=Tayyip
Teyip=Teyp
Teze=Taze/Yeni
Têze=Teyze
Têze=Taze/Yeşil
Tezeg=Tezek/İri Toprak Parçası
Tezzig=Tazzik
Tiken=Diken
Tilgi=Tilki
Tirengez=Titiz
Titireg=Titrek
Tôg=Tavuk
Togdur=Doktor
Toklu=Koç
Toktur=Doktor
Tolu=Dolu/Yağış
Tôm=Tohum
Tonbul=Tombul
Tonga=Tütün Balyası
Topane=Tophane
Torpag=Toprak
Tosbâ=Tosbağa
Tovug=Tavuk
Töbe=Tövbe
Töngel=Muşmula
=Tüy
Tuman=Don
Tuman=Don/Giysi
Turis=Turist
Tutalık=Elle Toplanan Meyve
Tügmüg=Tükürük
Tüken=Dükkan
Tükrüg=Tükürük
U=O / İşaret Zamiri
Ucgur=Uçkur
Uçun=İçin
Una=Ona
Unu=Onu
Ûrag=Uğrak
Ûraş=Uğraş
Uruf=Ruh
Urum=Rum
Urus=Rus
Usdura=Ustura
Uvur=Uğur
Uyanug=Uyanık
Uylaşmag=Takılmak
Uz=Anlayışsız
Uzunnug=Uzunluk
Ücgül=Üçgül
Ümüd=Ümit
Üriye=Rüya
Ürüşdü=Rüştü
Üsdün=Üstün
Üsül=Usul/Yavaş
Üsül=Usul/Yötem
üveyg=Üveyk
Üykü=Uyku
Üzengü=Üzengi