27 Haziran 2009 Cumartesi

Buzağının Hakkını Gözetebilme


Akademik öğretime dayanmayan köy bilgeliği, asırlardır tavuğunu başka kümeslere kaçırmadan yumurtlatmış hatta kuluçkaya bile yatırmıştırErdem ve bilgelik, buzağının hakkını unutmayıp, ineği sütten kesmeden, tekme yemeden ve en önemlisi de bakracı devirttirmeden işini yapabilmektir.


Köy hayatı, köylünün asırlardır tecrübelerinin süzgecinden damıtarak yaşadığı, her faslında ayrı bir bilgelik gizlenen, “alınıp da gidilesi değil” elleri öpülesi analarca kuşaktan kuşağa aktarıla gelmiş, su değmemiş kupkuru doğrularla örülü yarı mistik bir yaşam biçimidir. 

Alınıp da gidilesi olmayıp, elleri öpülesi analarca yaşatılan, hiçbir kitabın yazmadığı gizemli bilgeliklerden bazılarını, Nizâm’ül Mülk hesabı, Zâtı Devletlerine öğüt diye hatırlayalım.   

Köyde tavuk sahibi olmak zor değildir ancak. Tavuğunu her gün yumurtlatabilmek marifettir.  Köylü ihtiyacı ne kadar fazla olursa olsun, kümesteki yumurtaların hepsini bir anda almaz. Yumurtlayan tavuk için mutlaka hol bırakır. Eğer cehalet yüklü bencilce bir sahiplik duygusuna kapılır ve hol’ u da alırsa, tavuk ya yumurtadan kesilir ya da kendisine başka bir holluk arar.

Akademik öğretime dayanmayan köy bilgeliği, asırlardır tavuğunu başka kümeslere kaçırmadan yumurtlatmış hatta kuluçkaya bile yatırmıştır.  

Yine köyde sağılan bir inek sahibi olmak ayrıcalık gibi görünse de, maharet ineği sütten kesmeden, buzağının da hakkını gözeterek sağabilmektir. Usulünce ve verimlice sağabilmek için önce buzağı ineğin yanına getirilir. Buzağısının geldiğini gören inek de sütünü salar, buzağının ağzının köpürdüğünü gören usta inek sağıcısı, buzağıyı çeker ve yerine geçerek ineğin dört memesinden üçünü kendi kabına sağar. Dördüncü memeye dokunmaz, onu buzağının hakkı olarak bırakır.

Eğer ineği sağan, kifayetsiz bir karizmayla efelenir, biraz da cehaletin ve bilgelikten uzak ihtirasın dolduruşuyla dördüncü memeyi de sağmak isterse, inek buzağının hakkını vermek istemediği için teper ancak, inek kifayetsiz karizmasıyla efelenen tarafından illa da sağmak için zorlanırsa, daha sert bir tekme atar. Çokta kızdırılırsa bir tekme de bakraca vurur ve o ana kadar sağılmış süt de yar olmaz dökülür gider. 

Erdem ve bilgelik, buzağının hakkını unutmayıp, ineği sütten kesmeden, tekme yemeden ve en önemlisi de bakracı devirttirmeden işini yapabilmektir.

Not: Bu yazı, konu ile yakın politik geçmişin alakasını kurabilenler için kaleme alınmıştır …!

/Tuğrul Kutluk ŞAAD
19 Mayıs 2007


Yazarın Diğer Yazıları:

18 Haziran 2009 Perşembe

Köylü Sözlük: YUNMAK


Sadirvan1862
Yunmak :  Yıkanmak.

Rahmetli nineciğim, sofra ve yemek söz konusu olduğunda hep ellerimizi yuğup yuğmadığımızı sorardı. Yani ellerimizi her daim yıkamamızı salık verirdi. Yanılmıyorsam eski evlerimizde tuvalet ile abdest alınan yer arasındaki banyoluk dışında ayrıca odaların birinde de akşam ortaya serilen yatak yorganların konulduğu “yüklük” aynı zamanda banyo olarak kullanılır ve adına da “yunak” denirdi.

Bir Yunus EMRE şiirinde;
bir garip ölmüş diyeler
üç günden sonra duyalar
soğuk su ile yuyalar
şöyle garip bencileyin

Yine bir türkümüzde de yunmak şu şekilde geçmektedir.
"Kuyunun başında mevtam yunuyor
 Düşmanlarım kıs kıs olmuş gülüyor"-

Türklerin Temizliğe verdiği Önem hakkında;

“Türklere önyargılı davranan insanlara karşı, oldum olası hep tebessümle bakarım. Türk'ü tanımak, insanı tanımaktır. Bunu hep böyle bildim ve de hep böyle anlattım. Bu ön yargılar "Türklerin pis olduğu" yalanına kadar gider. Oysa ki; temizlik konusunda Türkler, dünyaya (acuna) yenilikler getirmiş bir millet olma onuruna sahiptir. Osmanlının bu konudaki Avrupa’ya armağan ettiği yüzlerce eseri vardır. Hamamlar, çeşmeler, havuzlar gibi.

Türkler Orta Asya’dayken temizlik konusunda komşularını da etkilemişlerdir. Temizliği inançlarının ibadeti gibi görmüşlerdir. Bu konuda araştırmalar yapan değerli Türk kültür tarihçilerimiz en güzel örneklerini, belgelere dayandırarak vermişlerdir. Prof. Dr. Bahaettin Ögel'in Türk Kültür Tarihi adlı eseri, Türkleri temizlik konusunda yerenlere çok değerli bir cevaptır. Değerli hocamızın Türklerde temizlik başlıklı konusundan bazı araştırmalarını aktararak, bu konuda ki haklılığımı ispat etmek istiyorum.

Türkler, büyük imparatorluklar kurduktan sonra, temizlik de onlar için önemli bir sorun olmuştu. Moğol kavimlerinin kirlilik ve pislikleri meşhurdu. M.S. V. yy. da, Orta Asya’da çok ilgi çekici bir olay olmuştu. Buna Çin kaynaklarının Yüeh-pan adlı Hun kavminin, bir elçilik heyeti dolayısıyla öğrenilmiştir. Hunlar M.S. 93 ve daha sonraki yıllarda Batıya geçerken, Kuça şehrinin kuzeyinde bir kısım boylarını bırakmışlar ve onlar da bu bölgede, bir devlet kurmuşlardı. Bu kavimler, Juan-juan, yani Avar devletine bir elçi heyeti gönderiyorlar. Bilindiği üzere Juan-juan devleti, Proto (ön) -Moğol kavimleri tarafından kurulmuştu. Ortaasyanın Doğu kesimlerini 552 yılına kadar, ellerinde tutmuşlardı. Göktürklerin ataları da, onların silah yapan demircileri idi. 552 yılında Bumin Kağan, Juan-juan devletinin kağanını yenmiş ve başını keserek, kafatasından şarap kasesi yapmıştı. Böylece de, Göktürk devleti kurulmuştu. İşte bu Juan-juan devletine giden elçiler, bu Proto (ön) -Moğol kavimlerinin, çok pis ve kirli olduklarını görmüşler ve şöyle demişledi: " Biz insanların değil; hayvanların memleketine gelmişiz ! ". Böyle dedikten sonra da, geri dönmüşlerdi. Bunu duyan Juan-juan kağanı çok kızmış ve elçileri kovalamış.

Toba Sülalesi tarihinde yer alan bu belge çok değerlidir. " Temizlik " anlayışı konusunda, Doğu Asya kavimleri ile Orta ve Batı Asya kavimleri arasında ne kadar büyük bir ayrılık bulunduğunu, bu belge bize açık olarak anlatmaktadır. Buda dini ile İslamiyet de temizliği önerir. Uygur yazılarında, yıkanma ve temizlenme ile ilgili olarak, şu sözleri görürüz: " Keçi südü ile yıkanırsa ( Eçkü süti birle yunsar)- " Vücudunu temizce yunup yıkayıp..."( Etözin arıg yunıp ), " yunup yıkanıp, temizlensin " (yunsun, arıtınsun )

Hamam karşılığı olarak Anadolu köylerinde de söylenen, " çimek ve yunak ", aynı anlamı veren, ayrı sözler idiler. Niçin bazan yunmak, yunulmak ve bazan da çimmek diyoruz? Kaşgarlı Mahmud bu ayrılığı şöyle anlatıyordu: " Türkler, suvda yundum derler. Oğuzlar ile Kıpçaklar ise, çundum derler. Türk ile Türkmen arasındaki fark kadar bir şey. "Anlaşıldığına göre çimmek sözümüz, çunmak fiilinin sonradan bozulmuş ve değişmiş bir şekli olma idi. İslamiyeti kabul eden Türkler "yunmak" sözünü, "abdest almak " anlamında kullanmıştı. Bu konuda Oğuzlar " adam abdest aldı " demek için "er yundı" sözünü kullanıyorlardı.

"Yana turdı yundı namazın kılıp,
Altın mindi tağka yüz uydı yilip.”

Yani,
"Yine durdu, abdest aldı, namaz kıldı,
Atına bindi ve dağa doğru koşturdu."

Savaşa giderken durup abdest almak, Müslüman olan Türklerin geleneklerindendi. Eski Anadolu’da da, abdest almak ve yıkanmak, yine yunmak sözü ile karşılanırdı.

Türklerin hükmettikleri büyük şehirler ile saraylarda, ayrı olarak yapılmış hamamlar var idi. Fakat evlerde de, ayrıca bir yıkanma yeri bulunurdu. Bu yıkanma yerine, bazı Anadolu köylerinde, sulucalı denmişti. Ayrıca Anadolu köylerinde, hamam karşılığı olarak söylenen en eski Türk kültür sözü, munça veya munçak idi. Çünkü bu söz, Kuzey Türkleri ile Çuvaşlarda bile görülüyordu. Anadolu köylerinde, hamam karşılığı söylenen ve her biri de Türk kültür tarihi bakımından ayrı bir değer taşıyan, daha pek çok sözler vardır. Örnek olarak, çimek ve yunak sözleri, bir Türk kültür tarihçisini heyecanlandırabilecek bir değer taşırlar. Bunlara aynı anlamda, yıkak ve yunluk sözlerini de, katmak gereklidir. "Isı, ısıcak, ısı-dam, isik, ısık, issi " gibi sözler ise, yalnızca Anadolu'da değil; diğer Türk kültür çevrelerinde de görülüyordu. Hamamın yukarıdaki penceresine "tepegö " deniyordu. Bu da oldukça güzel bir deyişdir.

"Ilıca" için, bazı Anadolu köylerinde "çokrak" demektedirler. Eski Türklerde çokramak, "ateş üzerinde kaynamak", demek idi. Aynı anlamda söylenen, "öze" sözü de vardır.

"Çamur banyosu", Altay Türkleri arasında yaygın bir gelenek halinde idi. Altay Türkleri, buna, "yer-çura" derlerdi. Aslında "çura" sözünün anlamı başkadır. Bu bölge Türkleri, bir de "hayvan banyosu" yaparlardı. Romatizmalı kişiler, yeni kesilmiş bir hayvanın içine girip, bir saat yeni kesilmiş olan hayvanın içinde yatarlardı. İnançlarına göre bu iş, romatizmaya karşı çok iyi geliyordu. İşte asıl "çura" bu idi.

Bu değerli araştırmalar bize Türklerin temizlik konusunda oldukça duyarlı olduklarını göstermektedir. Temizlik konusundaki çeşitlilikleri de özellikle göze çarpmaktadır. Bedensel temizliklerinden tutun da, kapkacak, üstbaş, çevre ve ruh temizliğine son derece ilgiliydiler.

Avrupa tarihi bizlere veba sonucu ölenleri de anlatmıştır. Bu güne kadar yazılan tarihlerde Türklerin; pislik yüzünden toplu bir ölümle karsılaştıklarını hiç yazmamıştır. Hele hele Osmanlı, temizlik konusunda acuna örnek olacak kadar duyarlılık sergilemiştir. Türkler hakkında yanlış bilgilenenlerin, bilinçaltındaki önyargılardan kurtularak, Osmanlının hala akmakta olan çeşmelerine baksınlar. Çünkü orada ki su sesi, bütün hakikati sabah akşam anlatmaktadır.(uyanturk.org)



Yüklü : Gebe sığır, koyun.

Biz köylüler hayvanlarla iç içe yaşadığımızdan mıdır yoksa doğal bir ortamda yetiştiğimiz için midir bilemiyorum ama her şeyde olduğu gibi dilde de bir zarafet ve incelik içinde olmuşuzdur. Yüklü kelimesi her ne kadar hamile büyük ve küçükbaş hayvanlar için kullanılıyor olsa da aslında bu kelime aynı zamanda hamile kadınlar içinde geçerliydi. Yani “yüklü” her yerde yüklü idi. “Gebe” demek, “hamile” demek biraz ucube gibi durmaktaydı. Günümüzde nasıl ki “gebe” yerine “hamile” kullanılıyorsa o günlerde de bu ikisi yerine “yüklü” kelimesi kullanılırdı. Dilbiliminde bu durum euphemism yani  "kaba ve hoş karşılanmayacak bir kelime veya deyimden kaçınma" isteğidir.  “Euphemism” Yunanca kökenli bir kelime olup Türkçesi “edebikelâm” veya “örtmece”’dir.

“Öz Tükçe olan gebe sözcüğüne karşı hamile sözcüğünün uydurulması, anadili bilincimizin uyanmadığı, Tükçe'nin hor görüldüğü dönemlere rastlar. Arapçadan gebe için hamile, yük için hamule, yük taşıyıcısı için hammal.. der olmuşuz. Bir yanda bunlar uydurulurken, öte yanda Anadolu içindeki Tüklerin gebe için yüklü, gebelik için yüklülük vb. demekte olduklarını görememişiz. “(edepyahu.com)




Yün : Koyun tüyü.

Yün bazı memelilerden (özellikle koyun, keçi, deve, lama, ada tavşanı) elde edilen hayvansal kıl kökenli doğal bir elyaf türü. Sıcak tuttuğu için battaniye ve kışlık giysilerin üretiminde kullanılır. Yün elyafı koyundan genellikle canlı hayvanlardan kırkılmak suretiyle olmak üzere değişik yöntemlerle elde edilir. Bu tür yüne kırkım yünü denir. Bu yünün ticari değeri diğer yöntemlerle elde edilenlerinkinden yüksektir. Kasaplık hayvanların kesildikten sonra derilerinin işlenmesi ile elde edilen yüne ise tabak yünü veya kasapbaşı yünü denir. Herhangi bir nedenle ölmüş hayvanın postundan elde edilen yün ise post yapağısı adını alır. Tabak yünü veya post yapağısı (yapak) deriden yolunarak alınmışsa kıl köklerini de içerdiğinden kırkım yününe göre daha düşük kalitelidir.” (Wikipedia)

Eskiçağlardan beri insanların soğuktan korunmak için yararlandıkları yün, günümüzde de giysi yapımında ve dokumacılıkta yaygın olarak kullanılır. İlk insanlar önceleri hayvanın postuna sarınarak soğuktan korunurken, daha sonra bu kıllardan iplik yapmayı ve kumaş dokumayı öğrendiler.

Köyümüzde koyunculuk ve dolayısıyla yüncülük yapılmamaktadır. O nedenle bu meslekle ilgili koyun kırpma, yün eğirme, iplik yapma vb. konularda söyleyecek pek bir sözümüz yoktur. Eskiler bir tutam yünü elleriyle eğip bükerek ip yapar o iple de en fazla bir iki çift çorap ya da bir adet kolsuz kazak örerlerdi. Şimdi hazır yün iplikler var. Daha ucuza geliyor ama yüzde yüz gerçek yün ise. Köyümüzde yetiştirilen koyunlardan elde edilen yünlerden genellikle çeyizlik olarak yatak yorgan yapılırdı.

Don lastiği de dahil, petrol bazlı giyecekler, sünger yataklar henüz yaşam alanlarımızı işgal etmeden evvel insanlarımız yün iç çamaşırından tutun da yün yatağına kadar yünü her alanda kullanırlarken, bugünkü gibi yoğun bir şekilde cilt ve romatizmal hastalıklara duçar olmamıştı. Bugün bile tıp doğal yünü önermektedir. Örneğin bronşit olduğumuzda önerilen yün fanila giymektir. Terlediğinizde bile sizi üşütmez.

Yün kuvvetli bir nem çekicidir; havanın nemini emer. Normal giyecek olarak kullanıldığında yün elbise, sıcak dış hava şartlarına karşı vücudu klima gibi yüksek ısıya karşı korur. Bu hususiyet yünün içinde % 20'ye kadar varabilen çok yüksek rutubet tutma kabiliyetinden kaynaklanmaktadır. Yünler hava geçirgenliği ve nem çekme özelliğinin yüksek oluşu nedeniyle soğukta sıcak, sıcakta ise serin tutar.

Kısaca söylemek gerekirse, sağlıklı yaşam için giyim kuşam da hiçbir şey yünün yerini tutamaz. Eski insanlarımız fakirdi ama doğal yaşamaktaydılar.

17 Haziran 2009 Çarşamba

Köylü Sözlük: YÜZMEK


Yüzmek : Kol, bacak, yüzgeç vb. organların özel hareketleriyle su yüzeyinde veya su içinde ilerlemek, durmak. Yüzme sporu yapmak. Bir sıvının yüzeyinde batmadan durmak.

Yüzmek deyince hemen aklımıza çaylardaki bentler ve göllerin gelmesi normaldir. Bizim köyde buna “yüzmek” değil de “çimmek” derler.  Köyümüzde bizim için turistik(!) değere sahip iki çimme yeri vardı; “İki kaşın arası” ve “Kocagöl”. İki kaşın arasının derinliği diz boyunu geçmezdi ama iki tarafı da yüksek kayalıklarla çevrili olduğu için otantik bir değeri vardı. Hakeza “gocagöl” dediğimiz yerin özelliği ise sellerden dolayı derinliğinin sürekli artıp azalmasının yanında bir de yer değiştirmesi vardı. Yüksek meşe ağaçlarının dalları arasından süzülüp gelen gün ışığı huzmeleri altında öğle vakitlerinde çimmeye pardon yüzmeye doyum olmazdı.

Çocukluğumuzun yüzme alanları hiç şüphesiz sadece buralar değildi. Eskiköy çayı, Devret, Karanlık dere, değirmen yanı, Gemirlik, Gelemet, Muratlı, Cilim mevkii ve Sarımsak çayları köyde herkesin ilk yüzme talimini yapıp eğitim gördüğü ve doğal yollardan kendi becerisiyle yüzmeyi öğrendiği yerlerdi. İster derin ister sığ olsun, ister doğal eşinti ya da birikinti olsun isterse tarımsal amaçlı olarak “tutulan bent”ler olsun fark etmezdi. Ancak, bentlerde yüzmeye doyum olmazdı. Buralar hem derin olur ve hem de uzun olurdu.  Her ne kadar buralarda bol miktarda yılanlar olsa da önce bendi bir güzel taş yağmuruna tutar yılanları kaçırır ardından her ne kadar korksak da mecburen atlardık suya. Yılanlardan başka bir ikinci tehlike de yüzme esnasında bu bentlere vereceğimiz zarardan dolayı sahiplerinden sakınmak işi vardı. Yüzerken verebileceğimiz zarar da bendin delinmesi, bir tarafının patlamasıyla suyun kaçmasıydı.

Derin göllerde yüzmenin zevki de bir başka olurdu. Sırtımıza koyduğumuz ağır taşlarla gölün bir ucundan dalar, dipten kaplumbağa gibi yürüyerek gider öbür uçtan çıkardık. Yüksekçe bir yere çıkar, havada bir takla atarak kendimizi sulara bırakırdık. Zaman zaman yüzme yarışları yapar, olmadı en fazla suyun altında kalma müsabakaları düzenlerdik. Tüm bu yaramazlıkları yaparken fark etmez, iş yapanların kavurucu sıcaktan dilleri ve damakları kuruyup çatlarken o Temmuz aylarında bizler soğuk algınlığından yataklara düşer, “kong kong” diye sesler çıkararak kütür kütür öksürürdük.

Deniz ayaklarımızın altında olmasına rağmen o günün koşullarında on kilometrelik yolu göze alıp denize yüzmeye gitmek “lüks” idi. Anamızın köyüne giderken Yakakent’te denize girmek ve hırçın dalgalarla adeta güreş etmek gibi bir imkana herhalde bizden başka sahip olan da yoktu.

Çaylar sadece bizim yüzmemiz için değildi. Kaz, ördek ve onların yavruları "şibik"ler için de bir yaşam alanıydı. Onlar da yüzerlerdi bol bol.

Yüzen bir başka şey daha vardı o da harman sonrası ekin yıkamalarında buğday taneleri arasına karışmış bulunan, fiğ ve diğer ot tohumlarıydı. Buğday taneleri yıkama esnasında dibe çökerken bu yabanı tohumlar cascavlak suyun yüzünde kalır kendilerini ele verirlerdi. Su üzerinde yüzen bu “kavuz” lar ayrı bir kapta toplanıp hayvan yemi yapılırdı.

Köyümüz denizle sınır olmadığı için deniz kültürüne yer veremiyoruz. Ancak yüzmek ve yüzdürmek hayatımızın her alanında bizimle o kadar içi içedir ki saymakla bitmemektedir. Bizlerde aklımıza geleni sıralamakla yetiniyoruz. Kuru fasulye ve nohut gibi bakliyattan yemek yapılacağı zaman bunların taneleri de su dolu bir kabın içinde yüzdürülür, yüzemeyenler dibe çöker yemek olmayı hak ederler. Genellikle içi fos olanlar, çürük ve kurtlu olanlar yüzmeyi becerirler fakat böylece yakayı ele verirlerdi. Görüldüğü gibi yüzmek hem başarı hem başarısızlıktır.

Yüzmek deyince bir de “hayvanın derisini vücudundan ayırmak” vardır. Bazılarını “tulum”lasak ta en güzeli yüzmektir. "Yüzmek" öyle herkesin yapabileceği bir iş değildir. Hem kurbanın postunu hem de kendi postunu delmeden ve deldirmeden yüzebiliyorsan ne mutlu sana!...

15 Haziran 2009 Pazartesi

Köylü Sözlük -Zz


Zahîre : Gerektiğinde kullanılmak için saklanan tahıl, aşlık.

Sözlükler “depolanmış tahıl, tahıl zulası” diye tanımlasalar da okunuşu çok önemlidir. Genellikle zâhire şeklinde a harfi uzatılarak söylenir. Ancak bunun yerine “a” harfi kısa “i” harfi uzun zahîre  diye okumak ve söylemek doğrusudur. Köylümüz, Arapça asıllı olan bu kelimeyi Türkçeleştirip kısaca ZAHRA demektedirler. Zahra’nın özü de “un yapılan mısır ya da buğday” manasınadır.

Osmanlı Devleti'nde avârız gelirlerinden bir başkasını da Zahire Baha adı verilen, nüzül ve sürsatta olduğu gibi gerek askerin gerekse sancağa gelen görevlilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere toplanan bir vergi vardı. Hayvanların yem ve yiyeceklerinin temini bakımından “arpa baha” gibi, insanların her türlü gıda maddesini temini için “zahire baha” gibi vergiler toplanmıştır.

Bir de “zahire-i âhiret” tamlaması vardır ki Ahiret azığı anlamında olup bu dünyada bir insanın yapacağı “Hayır ve iyilikleri,  Sâlih amel ve ibâdetleri” anlatır. Yani manevi rızık.

Rüyada zahire gören yakin zamanda zengin ve mutlu olur.


Zelzele : Deprem.

Ne zaman ki beşikten inip yere ayak bastık artık sallantılar bir başka oluyordu. Kara ve kör bilgilerimize göre dünya sarı bir öküzün boynuzu üzerinde durunca yaşadığımız sarsıntılar, sallanmalar normal gelirdi bize. Okula gidip, Arapça “Zelzele” yerine Türkçesi “Deprem” i öğrendiğimizde artık sarı öküzün merhametine kalmadığımızı anlamıştık. Tek tesellimiz bulunduğumuz yerin fay hattının üzerinde olmayışıydı. Komşuyduk bu fay hattına ve her zelzele olduğunda, komşuda pişen bize de düşerdi ama o anlarda dengesiz insanın illet tavrı “velvele”yi; gereksiz telaş, heyecan, bağırtı hatta kimi zaman çağırtılarını medya gözümüze kulağımıza soktukça içerimiz ürperiyordu.

Köydeki depremler ile şehirlerdeki depremler arasında tabi olarak dağlar kadar fark vardı. Yüz köyü bir araya toplasan şehrin bir mahallesi etmeyecektir. Köyde başımıza yıkılan ev bizim evimiz olacakken, şehirde başımıza yıkılan kendi dairemizle birlikte apartmanda bilmem kaç kişinin evi olacağından iş biraz daha ciddiye biniyordu. Ancak, dinleyen kim? Kaçak yapılaşma, dünyalık heva ve hevesler canımızı kendi ellerimizle ateşe atmamıza vesile oluyorken, bu işin sorumluluğunu omuzlarında taşıması gereken devlet organları iş işten geçtikten sonra olay mahallinde endamlarını göstermektedirler. Oysa gerekli tedbirler alınırsa deprem korkulacak bir doğal afet değildir.

Bilimsel olarak tanımı: Yer kabuğunun derin katmanlarının kırılıp yer değiştirmesi veya yanardağların püskürme durumuna geçmesi yüzünden oluşan sarsıntı, yer sarsıntısı, hareket, deprem.

Kur’an-ı Kerim, Zilzal Suresi (Diyanet Meali)

Bismillahirrahmânirrahîm
1,2,3. Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı, içindekileri dışarıya çıkarıp attığı ve insan, “Ona ne oluyor?” dediği zaman,
4. İşte o gün, yer, kendi haberlerini anlatır.
5. Çünkü Rabbin ona (öyle) vahyetmiştir.
6. O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır.
7. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükafatını görecektir.
8. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.


Cübbeli Ahmet Hoca lakaplı Ahmet Mahmut Ünlü'yü yakan sözü "Deprem ilahi bir ikazdır" olmuştur.  Bizim Cübbeli hocamız kopya çekmenin cezasını çekmişti. Oysa bu sözü 1756'da Lizbon yerle bir olduğunda da Hıristiyan din adamları, bunun "tanrı'nın gazabı" olduğunu söylemişler, "bunlar itikadımızı sınamak için..."  demişlerdi.

Hurafelere karnı doyan bilim, dayanaklarını inançta değil, ispatta arıyor, keşfediyor, icat ediyor, tecrübe ediyordu. Voltaire o dönemde ortaya çıkıp, yaşanan acılara kutsal kılıflar dikilmemesini söyledi: "bu yaşadıklarımızın tanrısal adaletle bir ilgisi yok" "yaşadığımız tamamen bir doğa olayıdır". Dedi.

Düşünen adamlar düşünmeye devam etti: Voltaire'in karşısına da Jean Jack Rousseau (Jan Jak Russo) dikildi ve bir adım daha ileri gitti: "yaşadığımız acıların nedeni sadece jeolojik değildir" "insanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor." Dedi.

En son olarak da hükümetimiz 1999 yılında depremzedelerin yaralarını sarmak için bir Deprem vergisi çıkarttı ki evlere şenlik. Tıpkı bir kereye mahsus olmak üzere çıkarılan Çevre Temizlik Vergisi gibi 10 yıldır iğneden ipliğe her maldan alınmaya devam etmektedir. DASK adı verilen zorunlu deprem sigortasını burada söylemiyoruz.



Bir Sezen AKSU şarkısı;

bu gece şehirde
bir tevekkül var, var, var, var
can alışverişte
her taraf pazar
ayaklar altında hey hey
sabaha kadar
kubbeler hu çeker
kullar sallanır
hu hu hu

bu nasıl ibadet
kimin çağrısı vay, vay, vay, vay
bütün bakışlarda
safran sarısı
evler secde etmiş hey hey
gece yarısı
odalar hu çeker
holler sallanır
hu hu hu

ne yardan haber var
artık ne serden vay, vay, vay, vay
göz gözü görmüyor
kardan topraktan
telgraf telgraf hey hey
ayrılıklardan
direkler hu çeker
teller sallanır
hu hu hu

nedir topraktaki
bu iniş kalkış vay, vay, vay, vay
bir tarafta ecel
bir tarafta kış
bütün bahçelerde hey hey
ayin başlamış
ağaçlar hu çeker
dallar sallanır
hu hu hu

bu gece şehirde
bir tevekkül var, var, var, var
can alışverişte
her taraf pazar
ayaklar altında hey hey
sabaha kadar
kubbeler hu çeker
kullar sallanır
hu hu hu

Söz: Bekir Sıtkı Erdoğan
Müzik: Orhan Gencebay


Ülkemiz depremi hiç şüphesiz 26.12.1939 tarihinde 32.962 can verdiği 7.9 şiddetindeki Erzincan depremiyle tanıdı. En son da 17.08.1999 tarihinde 17.127 can verdiği 7.4 şiddetindeki Kocaeli depremiyle bir kez daha derinden sarsıldı. Rabbimiz hiçbir kulunu acıyla imtihan eylemesin. Amin!

B.Ü. Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Ulusal Deprem İzleme Merkezi'inden alınan Günlük hatta saatlik depremleri öğrenmek için takip ediniz.


Zemheri : Kara kış.

“Zemheri sözünü duyduğumda çocukluğumun güneş çavmayan karakışları gelir aklıma. Kar, kış kapıda, kapılar açılmaz, açılsa da kapanmaz. Kürürlerdi onları samanlığa samana giden babam, puvara suya giden anam görünmez olurdu kardan tipiden. Damlalıklarda, saçaklarda ve toprakta oluşan buzlar toprağı rehin alırdı Temmuz’un sıcağına inat. Üşüdükçe kara isli ocağın başına üşüşürdük çoluk çocuk. Yanmazdı bir türlü karlı buzlu gürgen dalları, tüter dururdu duman duman bacamıza, odamıza, bağrımıza… (Ç.Koşar- Karakış Kapıda Beklerken)

Köyde eskilerin Zemer ayı dedikleri ama aslı Zemherir olan Zemheri, eski takvime göre Kasım günlerinin 45’inde başlayıp 85’ine kadar olan 40 günlük süreye tekabül eder. Başlangıcı 21 Aralık günü olup, ayıların uykuya dalması bu günlere denk gelirmiş. Bir diğer ifade ile 22 Aralık – 31 Ocak arasındaki çok soğuk geçen günlerdir. Bir diğer adı da Karakış’tır.

Âşık Râzî der ki;
Süse pek heveslidir âh o garip bıçkınım
Zemherinin düşkünü beyaz giyer kış günü

(Mâlî imkânları dar olduğu halde modaya uymaya çalışan, fakat durumları modayı tâkip etmeye elverişli olmadığı için giydikleri mevsimin havasına uymayan kimseler için kullanılır.)

Atasözlerimizden bazıları;
Ağustos’ta gölge kovan, zemheride aç karnın ovar.
Ağustos ayında beyni kaynayanın, zemheride (Zahmarıda) kazanı kaynar.

Kadı zade Ahmed Efendi buyuruyor ki:
Cehennemde bir yere Zemherir veya Zemheri denir. Çok soğuk cehennemdir. Soğukluğu pek şiddetlidir. Bir an dayanılmaz. Kâfirlere bir soğuk bir sıcak sonra soğuk sonra sıcak Cehenneme atılarak azap yapılacaktır. (Amentü şerhi)

12 Haziran 2009 Cuma

Köylü Sözlük -Z


Zerzevat : Sebze. Küçük ve önemsiz şeyler.

Zerzevat aslında Patates, soğan, domates gibi sebzelerin geneline verilen bir addır. Köyde buna bazıları “öte beri” de derler. Özellikle bahar aylarında fidelik kenarlarına ekilip dikilen bu sebzeler bir hiçtir. Önemli olan, para getirecek olan tütün fideleridir.

Tütün tohumu ekilen maşlamaların orta yerine sarımsak, kenarlarına marul, şeker pancarı, fasulye vb. dikilir. Maşlamalığın kıyısında köşesinde kalan boşluklara küçük yastıklar yapılarak domates biber, patlıcan, pırasa vb. fidelikler de oluşturulur ki, tütün fidesinden gayrısı zerzevat sınıfına girer.

Aslında zerzevatı bir dilbilimciye sorsanız hemen işin kökenine inmeye çalışacaklardır. “Zer=altın, zevat=kişiler. Zerzevat eşittir, değerli insanlar” diyeceklerdir. Ama kazın ayağı öyle değildir işte. Zerzevat bitki bilimi olan botaniğin dışında toplumsal alanda Altın kalpli kişiler olarak değil de “Kerameti kendinden menkul zevat için de kullanılan bir sıfattır.”

Yeri gelmişken söyleyelim, altın kalpli kişilere muhterem kişi anlamına gelen “Zat-ı Muhterem” isim tamlaması kullanılır. Siz siz olun kaş yapayım derken göz çıkarmayın. Sebze gibi insan sağlığına oldukça yararlı bitkileri bile tutup işe yaramaz, gözden düşmüş insanları tanımlamada kullanıyoruz ya helal olsun bize.

“Güneydoğu usulü kebapçılarda (büyük şık olanlar değil) kebaptan önce masaya bırakılan bilumum marul, maydanoz, taze soğan, közlenmiş biber, közlenmiş domates, közlenmiş soğan ve hatta sarımsağın hepsine verilen ad. Bazılarında masaya örtü yerine büyük kâğıtlar serilmekte, zerzevatlar da bunun üzerine serpiştirilmektedir. Bu tür yerlerde yediğim her kebap müthişti, bundan bir genelleme çıkarmak gerekirse; tabakta salata yerine kâğıtta zerzevat varsa o kebabı kaçırma!” (ekşi)


Zevle : Boyunduruğu öküzlerin boynuna bağlamaya yarayan, yaklaşık kırkbeş santimetre uzunluğunda sert ağaçtan yapılan boyunduruk parçası. Çift öküzünün boyunduruktan çıkmaması için boynunun iki yanından boyunduruğa, aşağıya doğru geçirilen çubuk.


Köyde herkesin “zevle” olarak bildiği şeye “zelve” deyip milletin aklını karıştıranlarda var bu memlekette. Bakınız ne diyorlar zelve dedikleri zevle hakkında;

“Avanos'a 5 km, Paşabağlarına* 1 km. uzaklıktaki zelve, Aktepe'nin dik kuzey yamaçlarında kurulmuştur. Zelve ören yeri, üç vadiden oluşmaktadır. 1952 yılına kadar iskân edilmiş vadide manastır ve kiliselerden başka yerleşim yerleri, iki vadiye açılan tünel, değirmen, Kapadokya tipik minarelerinden en güzeline sahip bir cami ve güvercinlikler bulunmaktadır.” Ne alakası var? Hiçbir alakası yok.

Oysa zevle, boyunduruğun kayış takılan yerinden de önemli olup boyunduruğun ana bölümlerinden birisidir. Boyunduruk yek pare bir odun parçasıdır ama onu öküzün boynunda tutan zevlelerdir. Kapadokya’ya gitmeye gerek yok.

Zevle deyip geçmemek gerekir. Zevleyi öyle adi bir odundan yaparsanız arabanız yolda, çiftiniz bozda kalır. Zevle, kiren dediğimiz kızılcık ağacından yapılır. Öküzün boynunu incitip yaralamaması için de çok iyi törpülenmiş olmalı, üzerinde pürüz bırakılmamalıdır. Öküzün boynuna göre ayarlanmış bir zevle öküze yapılabilecek en hayırlı bir iştir. Dar ya da geniş bir zevle hayvanı oldukça rahatsız edeceği için bu rahatsızlığa boyun eğmeyen öküzler ne yapıp edip bu tip rahatsız edici zelveleri siz farkında olmadan “çat!” diye orta yerinden kırarlar ki o zaman “nana”yı yemişsiniz demektir.  Alt tarafı bir zevledir deyip hafife alamazsınız. Zevleniz kırıksa, öküzünüz, boyunduruğunuz, arabanız, sabanınız ve hatta siz hiçbir işe yaramazsınız o an. Bütün iş yarım kalmıştır.


Zevle Bağı : Ucu yarım hilal şeklinde kıvrık olan zelvelerin birbirine tutturulması için kendirden yapılan ip.

Öküz yeter ki zevleyi kırmasın. Bağını koparırsa bir şekilde çaresine bakarız.


Zılgıt : Korkutma, çıkışma, gözdağı, azarlama.

Aslında zılgıt, Güneydoğu Anadolu bölgemizde bir düğün çığlığıdır. Genelde orta yaşlı hafif göbekli kadınların işidir. Zılgıt atmak ya da zılgıt çekmek de denir. Antep, Adıyaman gibi yörelerin halk oyunlarında rastlanan kadın kısmı çığlığıdır. Genelde erkekler "haydaaaaa..." dedikten hemen sonra gittikçe yükselen bi tonda atılır bu zılgıt. Bir şenlik, gaza gelme hali yaşanır ortamda. Davul da gümbede gümbede vurmaktadır bu esnada. (ekşi)

Ancak bizim köyümüzde zılgıt ne atılır ne de çekilir. Sadece yenir. Bu yönüyle zılgıta bir tür yiyecek(!) tanımını yapabiliriz. Ne kadar az da yense mideye oturur. Terleme, yüzde kızarıklık, kulak uğuldaması ve kasılma yapar. Hep herkes, ya da her birimiz mutlaka yemişizdir bu zılgıttan bi güzel. Afiyet olsun!



Zıpır :   Şımarık ve delice tavırlı, hareketlerinde ölçüsüz, delişmen, zırtapoz, zirzop.

Zıpır, zihinsel gelişimini tam olarak tamamlayamamış delikanlıdır. güçlü, hareketli ve sağlam yapılıdır. Deli desen değil, akıllı desen hiç değil. Gülerek fırlama deriz.


Zırdeli : Aşırı deli, çılgın.

Deliyi hepimiz biliriz. Akli dengesi yerinde olmayanlara deli deriz ama kimi zaman akıllıdan daha doğru konuşan delilerle de karşılaşmışızdır. Onların söylediklerine aldırış etmeyip, çoğu kez güler geçeriz. Buna karşılık bazen öyle bunalırız ki akıllı olmaktan gına gelir, bizi hafakanlar basar. O zaman ”Akıllı olup da herkesle uğraşmaktansa, deli olup herkesin bizimle uğraşmasına” razı oluruz.

Ortaçağ Hıristiyan dünyasında delilere şeytan gözüyle bakılır ve onlardan köşe bucak kaçılırken, bugün gelinen noktada delilerden kaçmak şöyle dursun çoluk çocuk peşine takılıp sokak sokak dolaşmak bir eğlence olmuştur veletlere. Her köyün, her mahallenin bir delisi mutlaka vardır.

Deli yakıştırması aslında düşünen insanlara, düşünmeyen insanların taktıkları bir genel addır. Hani denir ya “Bir deli kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz.” Yani kırk akıllının aklını toplasan bir deli aklı etmez mi?  Bu halk sözünün bilimsel açıklaması olsa olsa şöyledir "Deli, sağlıklı bir toplumun garip davranan sağlıksız bir bireyi değildir. Sağlıksız bir topluma sağlıklı bir tepki vermektedir ve belki de söyledikleri gerçekliği simgelemektedir." Yoksa deliler toplumdaki gizli velî’ler olmasın.

“Herkesin yaptığını yapmayan, toplumun hoşlandığı popüler şeylerden zevk almayıp kendi özel zevklerini yaratan, kendi haline takılan, çok konuşmayan, kalabalığı ve insanları pek fazla sevmeyen, az sayıda arkadaşı olan ve yalnız yaşayan kimseye de halk arasında deli denir. Onların hepsi normaldir, onların yaptığını yapmıyorsan sen normal değildirsin. Her gün karı kız peşinde koşmadığın, bütün gün televizyon izlemediğin, kalabalığa girmediğin, yalnızlığı sevdiğin için delisindir. Yıllarca tek başına bir evde yapayalnız nasıl yaşadığını çok merak ederler. Onlara göre kesinlikle normal olamazsın. Ama bu delinin umurunda mıdır insanların dedikleri? Tabiki hayır. Onlardan biri olacağına deli olmayı seve seve kabul eder. Kim bilir, belki de delidir!”(ekşi)


Deli kelimesi bizim bildiğimiz zırdeli versiyonundan başka pek çok deyim ve ifadeye kaynaklık etmiş bir kelimedir. 1815 tarihli Bursa’da bir hoca olan Mehmed Said, 1815 tarihinde bir DELİNAME yazar. Süheyl Ünver tarafından dilimize kazandırılan bu tasnifli deli listesi şöyledir:

Ağzı açık deli: Söyleyecek yerde ağzını açar bakar.
Asıl deli: Kendini cennetlik sanır.
Benkaz deli: Yorulmaktan usanabilmez.
Bılkın deli: Korkmayacak yerden korkar.
Cin kıl deli: Bir cevabı işitmeğin çekirge gibi sıçrar.
Cinni deli: Hayvanları ve insanları dövmek ister.
Çarpık deli: Elini ve parmaklarını oynatır bir şeye uymaz.
Dem geldi deli: Kah akıllılık eder kah delilik eder.
Ebleh deli: Kendini cümleden akıllı zanneder.
Kayık deli: Her şeye kapınır. Hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya.
Kızıl deli: Az şeyden çok kavga eder.
Maslahat deli: Kendi işini kor gayrın işine gider.
Süfli deli: Her ne bulursa pak diye yer, karga gibi burnu boktan çıkmaz.
Şuara deli: Söylediği cevabı kafiyeye uydurur.
Takla göz deli: Hayrı ve şerri bilmez.
Tenbel deli: Karını ve kibini kor, kahvelerde ve berber dükkanlarında uyur.
Tiryaki deli: Kimse ile zindekanlık etmez. Divarlarla çekişir, tabakları çanakları kırar.
Zır deli: Söylediği demde eşek gibi zırlar.
Zır zır deli: Daima lafzenlik eder ve çok söyler.
Zir zop deli: Bir iş eder yine ürüdüğü yerde beyan eder.
….

Uzun söze gerek yok zannederim. Meşhur laftır bizde. Zamanın birinde tellal çıkartmışlar ve bütün köylere şu haber salınmış. “Her köyden bir deli gelecek. Sordanköy’den kim gelirse gelsin.”




Zibidi : Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan.

Köyde zibidi olur mu demeyin. Büyüklerimiz, yaramazlık yapıp onları kızdırdığımızda bizi azarlamak, terslemek için sık sık kullanırlardı. Ama biz küpe takmazdık, saçlarımızı da uzatmazdık. Tamam bir ara dar pantolonlar moda olmuştu. Hepimiz giydik bunları gençlik yıllarımızda. Hatırlarsanız bir de bunların İspanyol paçalı olanları vardı; diz kapağından aşağıya doğru bir honi gibi genişler, yolda yürürken paçalarımız bir birine vururdu. Hatta bu paçaların bir birine dolaşmasını önlemek için, ayakları açarak paytak paytak yürüyenlerimiz bile çıkmıştı. Hele ki bir moda uzun yıllar sürmüyor da elaleme maskara olmaktan kurtuluyoruz. Kısacası zibidilik kim biz kimiz?


Zift : Katran ve diğer organik maddelerin buharlaşmasından veya damıtılmasından elde edilen, kolay kırılan, az ısı ile eriyen, katı, siyah, parlak madde, karasakız.

Aslında zift, yüzeyleri havanın etkilerine karşı dayanıklı kılmak ya da yol yüzeylerini kaplamakta kullanılan petrol kalıntısıdır. Köyümüz bu ziftle ancak iki binli yıllarda tanışıp müşerref olmuştur. Daha önceleri yollarımız taşlı topraklı idi. Şimdi en azından mucurludur köy yollarımız.  Asfalt ancak Bafra Alaçam arasındaki asfalt yola döküldüğü için biz bilmezdik ziftin ne olduğunu.  Asfaltı görünce, deniz görmüş arap gibi hemen çıkarır ayakkabılarımızı elimize alır, yalınayak yürürdük asfaltta. Çünkü asfalt dümdüzdü.

Köyde herkesin doğduğu günden beri bildiği zift değil ZİFİR idi. Aslında hep karıştırmıştık zifti, tütün kırma ve dizmelerinde elimize, üstümüze başımıza yapışıp kalan tütün zifiri ile. Zifirdi bu yeşil tütünden elimize yapışan madde ve ancak ilk zamanlar gazyağı ile çıkarırdık bu mereti ellerimizden. Yoksa o zehir gibi acı olan meretin yüzünden ne erik ne armut, ne domates ne de başka bir şeyi rahat rahat yiyemezdik ağız tadıyla. Bundan dolayı mıdır nedir, beddualarımızın birinde de geçer bu zift.

-Ana gııı! Yimekde ne var?
-Ne soriyen. Yavan yaşug Allah ne verdise yirük a olum.
...
-Ana gine mi misir çorbası bişüdün yaaa.
-Beyenmedisen git ziftin pekini ye. Senin uçun gadayıf mı açacam burda.
……