30 Nisan 2021 Cuma

Akbulut Köyü'nde Eski Günler (İnsanlar-4)

HÜRÜSTEMGİL..

Doğrusu RÜSTEMGİL olmalıydı, köy ağzı işte, n’aparsın. Kurumoro sülalesinin önemli şahsiyetlerinden biridir Azizoğlu Rüstem YILMAZ(1916-1984). Eşi Güllü Yılmaz (1919-1993). Allah(cc), her ikisine de rahmet eylesin.

Hürüstem dayı muhtar oğluydu.

Muhtar dedimse, muhtar olan babası değil anasıdır. Muhtar çocuğu olmanın bir ağırlığı vardı üzerinde sanki.
Ninem çok söylerdi; “Türklerin mıkdarı bir gadunumuş. Hürüstemin anası…”

Köyümüzün yazılı bir tarihi yok. Hepsi sözlü bilgiler.

Ancak zamanın resmi tarih kayıtlarının satır aralarında rastlıyoruz bu sözlü tarih bilgilerimizin doğruluğuna.
“Akbulut Köyü Muhtarlık Tarihine Giriş” adlı yazımızda detayını bulacağınız bu tarihi olay şudur; Gelemet bir Türk köyü, Çetirlik ise bir Rum köyüdür. Bu iki köy arasına “sonradan” kurulan Sordanköy halkı önceleri Gelemet nüfusunda görünseler de sayıları artınca Tokmak Hırmanı ve dolayısıyla Çetirliğe yakınlığı nedeniyle Çetirlik köylü sayılmaya başlanır. Osmanlı yönetim sisteminde Rumlarla bir köy sayılan fakat Türk ve Rumlar iki ayrı muhtarlık olarak yönetilir. Her teba kendi muhtarını seçer. İşte Türklerin muhtarı da Cevat Yılmaz’ın “halam” dediği bu Rüstem Yılmaz’ın annesidir. Yine Cevat Yılmaz’ın ifadesiyle “eli sopalı, tirengez, sert” bir kadınmış bu muhtar anamız. Koskoca köyde erkek yok mu da bir kadın muhtar seçiliyor? sorusunun cevabı “evet” tir. Köyde reşit ve mümeyyiz erkek yoktur. Çünkü, bu erkekler hep cephededir. Üstelik de gidenin bir daha gelmediği cephelerde.
Konuyu yerli bir fıkrayla yumuşatalım.
Ninem ara sıra İstanbul’a oğlu Ömer ve kızı Ayşe’nin yanına gider, onların yanında bir süre kalırdı. Köyde sıkılıp bunaldığında da “Alıp başımı gideceğim İstanbul’a!” diye söylenirdi. Bunu duyan abim Metin de İstanbul ismini telaffuz edemediğinden olsa gerek, ninemi taklit ederek “Ben de gideceğim Hürüstemgile” derdi çocuk aklıyla. Aile içinde uzun süre şakalaşıp durmuştuk abimin bu söyleyişine.
***
Annesi muhtar olan Rüstem Yılmaz’ın evinin önü bir meyve bahçesiydi. Bizim evlerin önünde birkaç çeşit var iken onunki türlü türlü meyve ağaçlarıyla dop doluydu. İlkbaharda “canerüg” ile başlayan meyve ziyafeti Sonbahar hatta kış ortalarına kadar sürerdi. Ne zaman oradan geçsek dipleri “sebil” meyvelerle dolu olup elmasından armuduna, üzümünden narına kadar üç mevsim hiç eksilmeyen bir meyve ziyafeti sunardı gelip geçen yolcularına. Un çorbası ve bulgur aşına talim eden bizlere sunulan büyük bir nimetti o meyveler. Gelip geçerken teklifsiz alır yiyerek gider, eğer meyvelere dokunmadan geçersek bizi uyarırlar, “alın çöcüğüm, alın yiyin, azıız dadlansın” derlerdi.
Irıza dayının oradan gelen çıkmaz yol onun hanesinde son bulur, bu meyve bahçesinin içinden yol geçmezdi. Sadece yaya geçişlerine açık olan bu kısım için mandıra kapısı bile yapmaz “dizeme çalı” tutardı. Ancak çalı üzerinden geçemeyecek yaşlılar için bahçenin üst tarafına tek kişi geçecek şekilde dar bir “çalıkapısı” vardı. Bir keresinde Züverin Mehmet koşar şuraya bir kapı yapayım dediğinde “açık kalır, içeri mal girer, melal(sıkıntı) olur” demiş, izin vermemişti.
Rüstem dayı “kararlı” biriydi. Bir hususta eğer “olmaz” dediyse bu kararlı tutumundan asla vazgeçmez, hiç taviz vermezdi. Bunun en bariz örneği Cuma namazı için 20 yıl boyunca hep ilçeye, Alaçam’a gitmesiydi. Zannederim Cami inşaatı yeri meselesi yüzünden küstürülmüş ve o da Camiye gitmemeye ahdetmiş, sırf Cuma namazı kılmak için her hafta yayan olarak taa Alaçam’a gidip geliyordu.
Bir ara köyde Ramazan imamlığı yapıyordum. Bu görevim sırasında bir Cuma vaazımda cemaat arasında Hürüstem dayıyı gördüğümde ne kadar sevindiğimi anlatamam. Kendimi bildim bileli camiye küstürülmüş Rüstem dayı, Allah(cc)’a hamd olsun ki bu kararından vazgeçmiş, imamlığım sırasında Camiye gelip cemaate dahil olmuştu. Allah’ın kendisine bir lütfu olarak gördüğüm bu olaydan kısa bir süre sonra da kendisi Hakk’ın Rahmetine kavuşmuştu. Nur içinde yatsın. ( Âmin)
Vefat deyince aklıma geldi. Hani hep duyarız, şakacıktan, “ölmeden selası” verilen insanlar vardır. İşte bunlardan birisi de Rüstem Yılmaz idi.
İki oğlu üç kızı vardı rahmetlinin. “Abey” lakaplı büyük oğlu Necdet hep büyük düşünür, köyde durmaz büyük şehirlere kaçardı. Elde kalan tek oğul ise bizim “Aydun” dediğimiz Aydın abi idi. Üç kızın arasında bir oğlan şımartılmayacak da kim şımartılacak. (Bu şımartma “sevilme” anlamındadır.) Yani çocuk çok sevilince şımarır ve bir takım muziplikler yapar ya!.. İşte bizim Aydun abinin yaptığı bu muzipliklerden birisi de Cami hoparlöründen kimse duymaz diye fırtınalı bir günde, sağ babasının cenaze selasını bizzat okumasıydı.
Bilirsiniz köy yerinde gençlerin en büyük hevesi Cami hoparlöründen ezan okumaktı. Hoparlör takılmadan önce “boru öttürmek” ile yetinirken hoparlör gelince ezan okuma hevesinin altında yatan sebeplerin başında da birisine (sevdiği kıza) sesini duyurmaktır. Evet köylerde “ilan-ı aşk” etmenin bir yolu da sevdiğine şarkı söylemeyeceğine göre ezan okuyarak sesini duyurmaktı. Aydın abi bu retoriği bir adım daha ileri boyuta taşımıştı, pilava kaşık dikmek varken.
Şarkılarda “ana beni eversene, evermesen gebersene” diye geçen anaerkil sözün babaerkil boyutunu bize Aydın abi yaşatmıştı. Bir insan niçin ölmemiş babasının selasını bizzat kendi okur ki? Sonra ne oldu dersiniz? Aydın sevdiğine kavuştu tabi.
Köyün en dindar adamı Hacı Habib Meral kızını bu deli yürekli Aydın’a vererek, ölmeden öldürülen Rüstem Yılmaz ile dünür olur. ("Ölmeden ölünüz.” Hz. Mevlana.)
Aydın abi öyle şımarık, laf dinlemez haylaz bir genç değil aksine çok iyi kalpli, güzel düşünen, güzel gören, iyiyi kötüden ayırt eden, herkesle dost, herkesle arkadaş, geleceği okuyabilen öngörülü ve hayırhah (yardımsever) birisidir.
Evlenmiş çoluk çocuk sahibi olmuş, kıyıda köşede biriktirdiği üç beş kuruşla ikinci el bir “jip” almıştı. Hani şu bildiğimiz kasası haki yeşil brandalı jiplerden. “Bu jipi” derdi, “hayrına caminin yanına bırakacağım, işi olan, hastası olan sormadan alıp gitsin, işini görsün, getirip bıraksın yerine” derdi. Kısmet olmadı, jip arızalandı sattı. Ne kadar doğru bilmiyorum ama bir ara çocukların oyun oynarken benzin deposuna kum doldurdukları da söylenmişti.
Çocuklar deyince, Aydın abinin çocuklarından da bahsetmeden geçmeyelim derim. Bizim kuşaktan (1960-65’li yıllar) sonra köyde öyle eskisi gibi çok çocuk yapan aile kalmamıştı. Radyo ve Televizyonun etkisiyle kendini köyde de gösteren modernite çocuk sayılarına da müdahale etmişti. Oysa biz “Evlenin, çoğalın. Ben Ümmetimin çokluğuyla övüneceğim!” diyen bir Peygamberin Ümmeti idik. Lâkin Efendimizin(sav) sözünü dinlemek yerine “Bakabileceğiniz kadar az çocuk yapın!” diyen “soykurutucuların” sözüne kulak verir olduk. Açlıkla korkutularak, rızkı ile birlikte gönderilen çocukları istemedik. Biz ilkokula giderken bu haneden okula giden çocuk yoktu ve ev yanları oldukça sessizdi. Ne zaman ki Aydın abi evlendi, hane bereketlendi, neşelendi, canlandı. Tatil dönemlerinde köye geldiğimde Hürüstemgilin avlusundan duyulan cıvıl cıvıl çocuk sesleri bana okul günlerimi hatırlatırdı.
“Geleceği okuyabilen” biri olarak Aydın abi daha fazla zaman kaybetmeden, arkadan gelen yeni neslin rızkının köyde değil şehirlerde olduğunu anlayıp ne var ne yok satıp, pılı pırtısını toplayıp erkenden şehrin yolunu tutanlardandı.
(Devam Edecek)
30 Nisan 2021
Çetin KOŞAR