30 Ocak 2019 Çarşamba

Akbulut Köyü’nde Kişi İsimlerinin Fonetik Yolculuğu


Köyümüzde kullanılan öyle isimler var ki anlamı nedir diye sormaya kalksak her ağızdan ayrı bir ses çıkar; herkes o isim hakkında, söylenirken çıkan sesten (fonetik) ne algılarsa onu ortaya atacaktır. Mesela, köyümüzün eski adı “Sordanköy”’dür.  SORDAN ne demektir diye sorduğumuzda alınan ilk cevap “SONRADAN” olmaktadır. “Sonradan olan köy” olarak yorumlanmaktadır. Peki, aslı nedir diye sorguladığımızda ne yazık ki elimizde yazılı bir kaynak olmadığı için bilimsel / doğruluğu kanıtlanmış bir cevap vermemiz mümkün olmamaktadır. Öte yandan kişi ad / isimlerine gelince… İşte bu konuda rahatlıkla konuşabilmekteyiz. Çünkü elimizde yazılı kaynaklar / mehaz vardır. Örneğin, Irıza, Selfettin, Mısdava, Abdül, Hürüstem, Mebüre, vb. isimlerin asıllarını kitaplardan bulup, neden ve nasıl bu hale geldiklerini sistematik yöntemlerle öğrenebiliyoruz. Peki, bu isimler nasıl oluyor da zamanla değişikliğe uğruyor; Kendi hallerinin dışına çıkıp başkalaşıyor, bir yerde kendisine yabancılaşıyor? Konunun hakkıyla kavranabilmesi için önce bir takım tanımlamaları yapmakta fayda var.

İnsanoğlu anne karnından doğar doğmaz ağlamaya başlar. Bu, dünyaya atılan bir çığlıktır. Biz onun bu faaliyetiyle sadece ağladığını zannederiz. Oysa o, geldiğini haber vermektedir; kendisiyle ilgilenilmesini, bu dünyanın nasıl bir dünya olduğunun tanıtılmasını, diğer varlıklar hakkında kendisine haber verilmesini talep etmektedir. “Ve alleme âdemel esmâe kullehâ” / “(Allah) taught to Adam all the names” / “Ve (Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretti” /Bakara:31. Bu isimler bugün insanların varlıkları tanımak için kullandığı isimlerdir. İnancımıza göre Allah(cc) yerde ve gökteki tüm canlıları topraktan yaratmıştır. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Hz. Âdem(as)’a göstermiş ve Hz. Âdem(as) her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anılmaya başlamıştır. Peki, o isimler neydi? O gün verilen o isimler bugün aynen kullanılıyor mu? Elbette ki hayır!...  Adem oldu Adam, Havva oldu Eva, Mikail oldu Michael, Davut oldu Davit, Yunus oldu Jones, İbrahim oldu Abraham. Neden? İnsanlar çoğaldıkça bölünüp parçalandılar, ayrılıp bir birlerinden uzaklaştılar. Herkes kendine yeni dünyalar kurdu, kendine özgü yeni iletişim şekilleri geliştirdi.

Birleşmiş Milletler tarafından verilen rakamlara göre Dünya’da konuşulan toplam dil sayısı 7 bin ile 8 bin arasındadır. Net olarak bir sayı verilememesinin temel nedeni bazı lehçelerin bir dil vaziyetine gelmeleri ve ayrı bir dil olarak sayılıp sayılamayacağı konusundaki uzmanların kararsız kalmasıdır.  Ayrı olarak dünya üzerindeki erişilememiş bölgeler ve buradaki dillerin incelenmemesi de oldukça ehemmiyetli bir etkendir. (“ethnologue.com”'un Türkiye raporuna göre Türkçe'yle birlikte ülkemizde konuşulan dil sayısı 36 dır.)

Tüm bunların dışında bir de dünyada kaybolan ve kaybolmaya yüz tutmuş diller konusu da var ki; Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) 'ya göre 1950 yılından bu yana yaklaşık 70 yılda dünya çapında 200'den fazla dil ölmüş bulunuyor. Kaybolmaya yüz tutmuş dillerin sayısı ise, 2 bin 500 civarındadır. (UNESCO’nun dünya dil atlasına göre kaybolmaya yüz tutmuş dillerin Türkiye’deki rakamıysa 15 ‘dir.)


Bir Dil Neden Kaybolur?

Dil de bir canlı varlık gibidir. Doğar, yaşar ve kendini geliştiremezse ölür/kaybolur gider. Dillerin kaybolmasında; kültür, zaman, süreklilik, sosyal ve politik sebepler, bilim, teknoloji, yaşam alanları değişikliği (göçler), vb. faktörler etkili olsa da bilim insanları dünya dillerinin yaşadığı bu çöküşe farklı açıklamalar sunuyor. Nimwegen’de bulunan Max Plack Enstitüsü bünyesindeki Tehlike Altında Bulunan Diller Arşivi’nin yöneticisi Paul Trilsbeek ’e göre bu faktörlerden biri kuşkusuz KÜRESELLEŞME

İnsanlar yaygın dilleri konuştukları takdirde iyi şansları olacağını düşünüyorlar. Günümüzdeki İngilizce furyası buna bir örnektir. Katharina Haude ise özellikle yazıya geçirilmemiş olan, sözlü yerli dillerin tehdit altında bulunduğunun altını çiziyor. Yazmak, yazmak, yazmak.


Dil Nedir?
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan, kendisine özgü yasaları olan ve ancak bu yasalar çerçevesinde gelişen, temeli eski zamanlarda atılmış seslerden örülmüş bir anlaşma sistemidir. Tam anlamıyla anlatma ve anlaşma; seslerden örülü kurallar bütünü olan “dil” ile sağlanır. Bu açıdan Dil; Seslerden oluşmuş, gelişmiş bir iletişim/anlaşma aracıdır. Düşünce ve zekânın bir göstergesidir. Bu yönüyle sosyal bir varlık, canlılar arasında kurulan bir ortaklıktır.

Çok köklü bir dilimiz olduğu için Türkçemiz bugünlere gelene dek birçok alt dala ayrılmış ve bu alt dallar dil biliminde “lehçe”, “şive” ve “ağız” olarak adlandırılmıştır.


FONETİK

Bu dil tanımlamalarından sonra dili konuşurken çıkardığımız sesleri konu alan “SESBİLGİSİ” diye ifade edilen “FONETİK” konusuna girebiliriz. Fonetik, dillerin sesleriyle ilgili bir bilim koludur.  Amacı, bir dilin özündeki geçerli konuşma seslerini ortaya çıkartmak ve bunların doğru söylenmelerini sağlamaktır.

Bir bebeğin konuşmaya başlarken ilk çıkardığı sese dikkat ettiniz mi? Ağlamanın dışında çıkardığı ilk sesler gırtlaktan gelir ve tek harflerdir. “a, e, ı, i, …” gibi SESLİ harflerden sonra “ba, be, da, de …” gibi çene ve dudakları kullanarak çıkardığı SESSİZ harfler gelir. Ve bunları tek tek söyler. Ardından sıra bu sesleri çift söylemeye gelir. İşte anne-babaları heyecanlandıran sözler bunlardır; “ba+ba, be+be, de+de…”  Bebeklerin anlamlı ilk sözü genellikle “baba, babba, dede, dedde” olur. Çocuk büyüdükçe, yetiştiği çevreye göre örneğin “baba” değişik söyleniş biçimleri alır; “buba, buva, boba, papa”…

İnsan sesiyle yapılan, malzemesi dil olan müzik, tiyatro, şiir gibi sanatlara fonetik sanatlar dendiğini de hatırlayalım.


İsimler

Bir İmparatorluk bakiyesi olan ülkemizde bugün konuşmakta olduğumuz dilin içinde “Osmanlıca Türkçesi” oldukça büyük bir yer tutmaktadır. Buna dini inanç sistemimizi de katarsak, Kutsal Kitabımız “Kur’an-ı Kerim”’in dili de Arapça olunca ister istemez bu dilin kurallarını hiçe sayıp Arapça bir ismi / adı Türkçeleştirebilmekteyiz. Zamanla yerleşen bu tarz bir dilin elbette bir sakıncası yok. Bunun adı “Dilde Fonetik Yolculuk”’tur. Örneğin, daha düne kadar bileşik isim olarak kullandığımız “hane” adı sadece “ne” olmuş, hatta bazı kelimelerden de “yok” olmuştur. Eczahane – Eczane, hastahane – hastane… gibi. Kahvehane – Kahve (Gave).


Arapçadaki El Takısı (ال)
Arapçadaki el /(ال) takısının Türkçede bir karşılığı yoktur. El takısının görevi ve anlamı İngilizcedeki "The" takısı ile birebir örtüşür. Fransızcadaki "Le" takısı da aynı görevi üstleniyor. Kullanılış amacı önüne geldiği kelimeyi belirginleştirmektir.

Arapçada 28 harfin 14 tanesine KAMERİ HARFLER, diğer 14 tanesine de ŞEMSİ HARFLER denir. Şemsi harfler: ت ث د ذ ر ز س ش ص ض ط ظ ل ن olup başına el takısı ( belirlilik takısı = harfut ta’rif) gelince; lam harfi okunmaz. Ve şemsi harf şeddeli okunur. Kameri harfler: أ ب ج ح خ ع غ ف ق ک م و ه ی olup başına el takısı gelince, lam harfi okunur.

Arapçadaki bu “el” takısı üzerinde durmamızın bir diğer nedeni de dini bir hassasiyetten ileri gelmektedir. Her ne kadar günümüzde bu tür isimlendirmeler kanıksansa da aslında inancımızın bir kuralı çiğnenmektedir.  Anlamsal açıdan ''En güzel isimler'' olarak tanımlanan Esma-ül Hüsna'da, yerin ve göğün yaratıcısı yüce Allah'ın 99 adet ismi bulunmaktadır. Bunlar; “Adl, Afüvv, Âhir, Alîm, Aliyy, Azîm, Aziz, Bâis, Bâki, Bârî, Bâsıt, Basîr, Bâtın, Bedî , Berr, Câmî, Cebbâr, Celîl, Dâr, Evvel, Fettâh, Gaffâr, Gafûr, Ganîyy, Habîr, Hâdî, Hâfıd, Hafîz, Hakem, Hakîm, Hakk, Hâlık, Halîm, Hamîd, Hasîb, Hayy, Kâbıd, Kâdir, Kahhâr, Kaviyy, Kayyûm, Kebîr, Kerîm, Kuddûs, Latîf, Mâcid, Mâlikü’l-Mülk, Mânî, Mecîd, Melik, Metîn, Muahhir, Muğnî, Muhsî, Muhyî, Muid, Muiz, Mukaddim, Mukît, Muksıt, Muktedir, Musavvir, Muzil, Mü’min, Mübdi, Mücîb, Müheymin, Mümît, Müntakim, Müteâlî, Mütekebbir, Nâfi, Nûr, Râfî, Rahim, Rahmân, Rakîb, Raûf, Reşid, Rezzâk, Sabûr, Samed, Selâm, Semî, Şehîd, Şekûr, Tevvâb, Vâcid, Vâhid, Vâlî, Vâris, Vâsî, Vedûd, Vehhâb, Vekîl, Veliyy, Zâhir, Zü’l- Celal-i ve’l-İkram.” olup tek başına bir insan ismi olarak verilmesi dinen caiz değildir. Şayet çocuklara ilahî isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenmelidir. Abdullah, Abdurrahman, Abdüssamet vb. Burada dikkat edildiyse, kimi isimlerin başına “Abdul”, kimisinin başına “Abdus” ve kimisinin başına da “Abdur” gelmektedir. İşte yukarıda değindiğimiz “Arapçadaki El Takısı (ال)” hususu burada devreye girmektedir. Örneğin, Karanlıkdere’de “Abdül” dedemiz vardı. Hep merak etmişimdir “Abdül ne?” diye. Şimdi öğreniyorum ki o “Abdurrahman” imiş. Kısaltma “el” takısıyla olunca ben acaba “Abdülaziz, Abdülkerim…” gibi bir isim mi diye düşünürken Türkçe “kul” kast edilerek böyle isim kullanıldığını gördüm. Anadolu’da da çokça kullanılır, “Kul Nesimi”, “Kul Abdal”, “Kul Himmet” vb.

Nasıl ki bir insana “Allah” adı tek başına konulamayacağı gibi Allah(cc)’ın güzel isimlerinden herhangi birisinin de tek başına bir çocuğa isim olarak verilmesi dini açıdan sakıncalıdır. Bir anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi, ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadis-i Şerifinde : "Sizler kıyamet günü kendinizin ve babalarınızın adları ile çağırılırsınız. Öyle ise çocuklarınıza güzel isimler veriniz." buyurmuşlardır. (Hadîs-i Şerîf, İbn-i Mace)  Bir ismin güzel olmasından kasıt, söylenişi ve kulağa hoş gelen sesi (fon) değil taşıdığı anlamıdır.

Efendimiz(sav) çocuklara güzel isim verilmesini önerirken öte yandan anlamsız ya da anlamı güzel olmayan, kötülüğü, cehennemi çağrıştıran isimleri,  Doğa(dağ, tepe, ırmak, nehir), Hayvan ve Eşya isimlerini yasaklamıştır. ALLAH'ın isimlerinin tek başına kullanılması da yasaklanmıştır. Düşünsenize, “Ben ALLAH’gile gidiyorum” diye bir cümle kurulabilir mi? Ama biz, “Ben KADİR’gile gidiyorum” demekte bir beis görmüyoruz. Fakat bu çok yanlış bir GELENEK olmuştur. Hatta bu gelenek öyle ileri gitmiş ki; isminin başında “Abdül” olmasına rağmen adına sadece “Kerim” denmesini isteyen, “kul” kelimesinden rahatsız olan  “Abdülkerim” adında bir tanıdığım bile vardı.

Çocuklara isim verme konusunda düşülen bir diğer yanlış da Kuran-ı Kerim’de geçiyor diye “eylem bildiren fiiller” ve tanımlama sıfatları vb. kelimeleri isim diye kullanmaktır.  Eğer çocuklarımıza ille de Kuran-ı Kerim'den isim koymak istiyorsak O’nun anlamına dikkat etmeliyiz. Kim ister çocuğuna “YALANCI”, “PUT”, “ÇOK GÜZEL KADIN”, “GİZLİ GÜNAH”, “ASİ” “İNDİRİLDİ”, “ÜZERİMİZE”, “ÜCRET” gibi isimler vermeyi. Maalesef veriyoruz. Bir de üstüne üstlük türkü yakıyoruz; “Yenge, yenge KEZBAN yenge…” diye.

İsimler hakkında bir diğer konu da bozarak kullanmak gibi bir yanlışa düşmektir. İsimleri kısaltacağız diye bozuyor ve anlamsız isimlerle birbirimize sesleniyoruz. Mesela; Abdullah’a Apo, İbrahim’e İbo, Zeynep’e Zeyno, Mustafa’ya Musti, Canan’a Cano gibi..


Köyümüzdeki İsimlerin Fonetik Yolculuğu

Tüm bu açıklamalardan sonra köyümüzdeki kişi isimlerinin fonetik yolculuğuna gelebiliriz. Aslında beni böyle bir konu hakkında yazmaya iten şey köyümüz Karanlıkdere Mahallesindeki Merhum “Abdul” dedemizin kabrinin baştaşında yazan ismi oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse, bugüne kadar detayını merak etmeme rağmen bir türlü öğrenme fırsatını bulamadığım bu isim bende çocukluğumdan beri derin izler bırakmıştır. Evet, bir ismin başında “Abdul” adı geçmekteydi. İsmi “kul” ile başlayan bir zat önemli biri olmalıydı. Evlatlarının adı Cemal, Kemal, Hamdi, Hanife… idi ama kendi adı bir lakap gibi kullanılıyordu; ABDUL. Devamı yoktu. Bir sır gibi saklanıyordu sanki kimin kulu olduğu.

Köyde adı hep “Abdul” diye geçerdi. Hatta o isimdeki kısaltma “dul” kulağa kaba geldiği için halkımız onu yumuşatmış “dül” yapmış “Abdül” olarak kullanmaktaydı. “Abdülün Cemal”, “Abdülün Evi” gibi. Diğerleri nüfus kayıtlarında nasıl geçiyor bilmiyorum ama köyümüzde dini kurallara uygun “güzel isimlerden” bir tek bu dedemizin adını biliyorum. Bırak isminde Allah lafzını kullanmayı bu ne mutavazılıktır (alçak gönüllülük) ki tek başına, “ben sadece bir kulum” diye anılmak… (Rabbim kabrini nurla doldursun, Mekânını cennet eylesin.)

Er-Rahman->Abdurrahman->Abduraman->Abdu->Abdul->Abdül
Er-Rahmân; Allah'ın 99 isminden en değer verilen ve “kullarına acıması çok olan, pek merhametli, çok rahmet sahibi” mânâsına gelen İsm-i Âzamlarından ve sıfat isimlerinden biridir. Rahmeti sonsuz, ezelî ve gerçek anlamda nimet veren bir mânâya tahsis edilmiştir.
Abd: Kul, Yaratıcıya göre İnsan.
Abd-ur Rahmân; Rahmân’ın kulu.
Abduraman; Abd-ur Rahmân isminin köy ağzında kısaltılmış şekli.
Abdul /Abdül; Kul.
***

Köyümüzde ad olarak kullanılan Allah(cc)’ın güzel isimlerinden bazıları;

El-Adl-> Abdülâdil->Adil->Ədil (Son derece adaletli olan.)
El-Aziz->Abdülaziz->Aziz->Əziz (   Mağlup edilmesi asla mümkün olmayan.)
El-Halîm->Abdülhalîm->Halim->Helim (Yumuşak davranan, hilmi çok olan.)
El-Hamîd->Abdülhamîd->Hamîd->Həmit (Her türlü hamd ve övgüye layık olan.)
El-Kâdir->Abdülkâdir->Kâdir->Kadir->Gədir (Her şeye gücü yeten, her istediğini yapmaya kâdir olan.)
El- Mecîd->Abdülmecid->Mecîd->Mecit (Şanı çok büyük ve çok yüksek olan.)
El-Metîn-Abdülmetîn->Metîn->Metin->Mətin       (Çok sağlam olan.)
El-Muksıt-Abdülmaksıt-<Maksıt->Maksut->Meksut (Bütün işleri birbirine uygun ve denk yapan.)
Er-Rahîm-Abdurrahîm->Rahîm->Rahim->Rəhim (Merhamet eden, bağışlayan.)
Er-Raûf->Abdürraûf->Raûf->Raif->Rəyif (Pek acıyan, lütuf ve merhametle pek esirgeyen.)


Köyümüzde kullanılan diğer kişi isimlerindeki Fonetik (ses) geçişlerine bakacak olursak; Anti parantez belirtelim ki bu isimler 1980’li 1990’lı yıllara kadar kullanılmakta olan erkek isimleri olup zaten 90’lı yıllardan sonra gerek köye gelen radyo ve televizyon gibi iletişim araçları ve gerekse büyük kentlere başlayan göçlerin etkisiyle isimlendirmeler ve bu isimleri telaffuz edişlerde kırılmalar meydana gelmiş, eski söyleniş şekillerinin yerini İstanbul Türkçesi diyebileceğimiz konuşma şekilleri almaya başlamıştır. (Gerçi, “şehre gider köylü gibi yaşarız, köye gelir şehirli gibi yaşarız” gibi bir tenakuzumuz da var ama konumuz bu değil.)


Âdem->Ədəm,  
Ahmet->Əhmət->Əməd
Alaaddin-> Aleyiddin-> Alaettin->Ələttin
Ali->Əli->Əlü
Asım->Əsım->Əsim
Atıf->Ətıf->Ətif
Aydın->Aydun
Ekrem->Ekram-> Ekrəm->Ehrəm
Enes->Enəz
Ethem->Etem->Hətəm
Ferhat->Ferat
Fevzi->Fevzü
Galip->Gəlip
Günay->Günəy
Hakkı->Haggı->Həggi->Həggü->(Həggücük)
Hâlim->Helim
Hamdi->Həmdi->Həmdü
İbrâhim->İbrayim->İbrəyim->İbrəm
İsmâil->İsməyil
Kâzım->Kəzim
Koca Ömer->Goca Ömər->Gocamoro
Kudret->Kudurət->Güdürət
Kuru Ömer-> Guru Ömər->Gurumoro
Mahmut->Mâmud
Mehmet->Məhməd->Məməd
Memduh->Memdu->Mendü
Mustafa->Mıstafa->Mısdava
Muzaffer->Muzafer->Müzəfər
Muharrem->Mükerrem->Mükərəm
Nadir->Nədir
Nail->Nəyil
Nazım->Nəzim
Nazif->Nəzüf
Nazmi->Nəzmi
Nihat->Nihət->Niyət
Özay->Özəy
Radi->Rədi->
Rahmi->Rəhmi->İrəhmi
Raif->Rəif->Rəyif->İrəyif
Ramazan->Iramazan
Ramis->Rəmis->İrəmis
Rasim->Rəsim->İrəsim
Recai->Recəi->Recəyi
Recep->Receb-> Ercəb
Rıfat->Rüfət->Ürfət
Rıza->Irıza
Rüstem->Ürüstəm->Hürüstəm
Sabit->Səbid
Saadeddin->Sədəttin->Sədədtün
Sadık->Sədig
Salih->Səlih->Səlif->Səlik
Sebahaddin->Sebayittin->sebayttin->Sebadtin
Sedat->Sedəd
Selahaddin->Selayittin->Selayttin->Seladtin->Selətin
Selami->Seləmi
Seyfüddin->Seyfettin->Selfəttin
Sezai->Sezayi
Sezgin->sezgün
Sinan->Sinən
Suat->Suvat
Süreyya->Sürey->Süley
Şahin->Şəhin->Şəyin
Tahsin->Təsin
Tayyip->Təyib
Tevfik->Teyfik->Tefüg
Zihni->Zehni->Zehnü->Zêni
Züfer->Züvər


Fonetik Yolculuğa Katılan Harflerin Halleri

"A" ve "E"-> "Ə,ə" Dönüşümü
Köyümüzde kullanılan adlarındaki en dikkat çekici değişiklik “AE” harflerinde görülmektedir. Köyümüzün dilinde bu harf “A-E” arası bir ses olarak çıkmaktadır. Bu sesi verecek olan da Azeri alfabesinde kullanılan ters “e” harfini andıran “Ə,ə” harfidir. Biz buna “kaba E” diyebiliriz.

"A"->"İ" Dönüşümü       
Sebahaddin->Sebayittin->sebayttin->Sebadtin

"AA" harfinden Birinin "Y"’ye Dönüşmesi     
Alaaddin-> Aleyiddin-> Alaettin->Ələttin

"AA" harfinin Tek "A"’ya Dönüşmesi  
Alaaddin-> Aleyiddin-> Alaettin->Ələttin

"Aİ" Arasına "Y" Gelmesi
İsmâil->İsməyil, Nail->Nəyil, Raif->Rəif->Rəyif->İrəyif, Recai->Recəi->Recəyi

"D"->"T" Dönüşümü      
Saadeddin->Sədəttin->Sədədtün,  Seyfüddin->Seyfettin->Selfəttin

"DR" Harfleri Arasına "U" Harfi Eklenmesi   
Kudret->Kudurət->Güdürət

"E"-> "A" Dönüşümü      
Ekrem->Ekram->Ehrəm

"F"-> "V" Dönüşümü      
Mustafa->Mıstafa->Mısdava, Züfer->Züvər

"FF"->"F" Çift F harfinden Birinin Düşmesi   
Muzaffer->Muzafer->Müzəfər

"H" Harfinin "F" ve "K" Dönüşümü     
Salih->Səlih->Səlif->Səlik

"H" Harfinin "K" Harfine Dönüşmesi   
Muharrem->Mükerrem->Mükərəm

"H" Harfinin "Y" Harfine Dönüşmesi   
İbrâhim->İbrayim->İbrəyim->İbrəm, Nihat->Nihət->Niyət, Şahin->Şəhin->Şəyin

"H" Harfinin Düşmesi     
Mahmut->Mâmud, Mehmet->Məhməd->Məməd, Memduh->Memdu->Mendü, Tahsin->Təsin

"H" Harfinin Eklenmesi   
Rüstem->Ürüstəm->Hürüstəm, Ethem->Etem->Hətəm

"I"->"İ" Dönüşümü        
Atıf->Ətıf->Ətif, Kâzım->Kəzim,

"I"->"U" Dönüşümü       
Aydın->Aydun

"İ"->"E" Dönüşümü       
İbrâhim->İbrayim->İbrəyim->İbrəm,  Zihni->Zehni->Zehnü->Zêni

"İ"->"Ü" Dönüşümü       
Ali->Əli->Əlü, Hamdi->Həmdi->Həmdü, Sezgin->sezgün

"K"-> "G" Dönüşümü     
İsimlerin başında, ortasında ve sonunda bulunan  “K” harfi, Arap Alfabesindeki “Kef” yerine “Gaf” harfi, İngiliz alfabesinde kullanılan ve “K - G”  arası bir ses veren “Q”(Kyu) harfine dönüşmektedir. Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügat-it Türk” adlı eserinde de gördüğümüz bu dönüşüm ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. “Kadir->Gadir, Kuru->Guru, Kudret->Güdüret, Hakkı->Haggi, Tevfik->Tefüg”, Sadık->Sədig

"K"-> "H" Dönüşümü     
Ekrem->Ekram->Ehrəm

"M"->"N" Dönüşümü      
Memduh->Memdu->Mendü,

"ÖMER" Adının "MORO" Ya Dönüşümü
Koca Ömer->Goca Ömər->Gocamoro, Kuru Ömer-> Guru Ömər->Gurumoro

"P" Harfinin "B" ye Dönüşmesi 
Recep->Receb-> Ercəb

"R" Harfinin Başına Sesli Harf Getirilmesi     
Anadolu Türkçesinde genel olarak kullanılan bu “R” harfinin önüne sesli harf getirme adeti köyümüzde de geçerlidir.  Raif->İrəyif, Ramis->İrəmis, Recep->Ercəb, Rıza->Irıza, Rıfat->Ürfet->Hürfet, Rüstem->Ürüstem->Hürüstem… “R”’den sonra gelen sesli harfe göre önses alan “R” ile başlayan isimlerle ilgili bir başka değişim “R” harfinin önüne eklenen ses “Ü” harfiyle başlıyorsa bu defa “Ü” harfinin de önüne “H” harfi getirilmekte; Rüstem->Ürüstem->Hürüstem, pek kullanılmamakla birlikte Rıfat->Ürfet->Hürfet şeklini almaktadır.  Köyümüzde bu değişimle ilgili istisnai durum var o da “Radi” isminin önü boş bırakılmıştır. “Radyo”ya “İrediye” derken,  nedense “Radi”ye hiç kimseden “İredi” dediğini duymadım. Zannımca bu isim, Rıza, Recep, Ramis gibi geleneksel bir isim olmadığı ve bir de mesleği gereği almış olduğu  (Doktor) “ün” ve “unvan”’a gösterilen saygı gereği böyle bir değişiklikten muaf tutulmuş olmalı.

"R"-> "L" Dönüşümü      
reyya->Sürey->Süley

"RR" Çift "R" Harfinden Birinin Düşmesi       
Muharrem->Mükerrem->Mükərəm

"S" Harfinin "Z" Harfine Dönüşmesi   
Enes->Enəz

"T"->"D" Dönüşümü      
Ahmet->Əhmət->Əməd, Mahmut->Mâmud, Mehmet->Məhməd->Məməd, Mustafa->Mıstafa->Mısdava

"U"->"I" Dönüşümü       
Mustafa->Mıstafa->Mısdava,

"U"->"Ü" Dönüşümü      
Kudret->Kudurət->Güdürət, Memduh->Memdu->Mendü, Muzaffer->Muzafer->Müzəfər

"UA" Harfleri Arasına "V" Harfi Eklenmesi   
Suat->Suvat

"Ü"->"E" Dönüşümü      
Seyfüddin->Seyfettin->Selfəttin

"V"->"Y" Dönüşümü      
Tevfik->Teyfik->Tefüg

"Y" Harfinin "L" Harfine Dönüşmesi   
Seyfüddin->Seyfettin->Selfəttin

"YY" Çift "Y" Harfinden Birinin Düşmesi       
Tayyip->Təyib, Süreyya->Sürey->Süley

Burada geçen isimlerde ve genel olarak köyün konuşma “ağzı” ile alakalı olarak, harflerdeki bu değişme ve dönüşümlerle ilgili kuralları “Dilbilgisi” açısından değerlendirmeyi başka bir yazıya bırakıyoruz.

/Çetin Koşar
30 Ocak 2019

20 Ocak 2019 Pazar

Akbulut Köyü'nde Unutulmaz Olaylar -3

IRIZA DAYININ
EŞŞEĞİNİN KUYRUĞU

Eskiden köy hayatı bir koşuşturmacaydı. İşlerin biri bitmeden diğeri başlardı. Öyle işler vardır ki o işi bitirmek için haftalar, aylar hatta bir yıl bile yetmemekteydi. Örnek mi istersiniz?

Mesela “tütün işleri. Eylül – Ekim ayında gelecek yıl içinde kullanılacak “kemre” çekilip tarlanın bir köşesine yığılır; üzerinden bir kış geçer ki kemre iyice yansın, tütün tohumları daha gür fideye dönüşsün. Havalar iyi giderse Şubat ayında “maşlamalık” yeri kazmaları başlar. Fide ekmeleri, fidelik sulamaları, fide otu yolmaları, tütün dikilecek tarlanın hazırlanması, (bozunu sür, ikile, tarakla, taşı ve ayrık otu varsa ayıkla, karıkla) fide yol, su taşı, tütün dik, dibini kaz, dip, orta, dorukaltı, doruk… diye ayrı ayrı kır, diz. Vagona as, sabah akşam vagonları salaca-güneşe taşı dur, kurut, hevek yap, kuruluğa as, kışı bekle.

Bir yıl oldu, gelecek yılın tütün işleri başladı ama tütün işi bitmedi. Kış geldi, tütün seç, pastal yap, istif yap, tonga yap. Kuruluğa at, çürütmeden yazı bekle. Hava basıncına, nem oranına göre tongaların üstünü ört-aç, aç-ört, havalandır. Tütün eksperleri köyleri gezer, tütünlerin kalitesini kontrol eder, başfiyat belirlenir, piyasalar açılır, tekele tütün indirme sırası beklenir… Haziran ayında tütün indirdiğimizi hatırlıyorum. Sonra, tütün kaça gitti, parası ne zaman ödenecek diye bekleş dur. Sıra para almaya gelince genellikle devlet alacaklı çıkar. Banka ve kooperatif borçları düşüldükten, spora, havaya ve civaya paralar kesildikten sonra üreticinin avucuna gaz, yağ, tuz ve şeker parası geçtiyse ne mutlu ona. Geçse de geçmese de, “panka ve kopetirik” (banka ve kooperatif) para almak isteyenleri zaten kapıda beklemektedir. Neyse saymayı unuttuk, kaç ay geçti aradan hep beraber; Eylül’den Eylül’e 12, Eylül’den Haziran’a 10, toplam 22 ay. İki yıla şunun şurasında ne kaldı?

Bunları niçin anlattım? Bu sadece tütün işi. Köylünün omzunda yüklü duran daha nice işler var ki say say bitmez. Yani köylüye yaz kış rahat yüzü yoktur. Düğün dernek ve cenazeleri saymazsak köylü şöyle ağız tadıyla bir bayram tatili bile yapamaz. Çünkü iş beklemez. Yaptın yaptın, yapamadın o iş yandı. Tütünü kırmazsan yanar, vagonları içeri almazsan ıslanır, dışarı çıkartmazsan çürür…

Tüm bu uğraşıların içinde köylünün en rahat ettiği zamanlar tütün dizme zamanlarıydı. Her ne kadar sabahın erken, akşamın geç saatlerinde kırma işi için tarlada olsan da, onları dizmek için evin yanlarındaki ağaçların altında, gölgede oturup “serin serin,” hele bir de hafif bir rüzgâr esiyorsa, “püfür püfür” tütün dizmek çok güzel oluyordu. Sabah saat 10’dan, ikindi vaktine (saat 16) kadar süren bu tütün dizme festivali (gece imecelerini saymıyorum) en az iki ay sürmekteydi. Ağır işlerden oraklar biçilmiş, harmanlar sürülmüş, ekinler ambara doldurulmuş. Bundan sonrası için gel keyfim gel.

Tarla-tabak işlerine kısa bir ara verilmiş, herkes evinin yanlarında günlük işleriyle meşgul olurken ister istemez dini hayatta da bir takım canlanmalar olmaktaydı. En azından öğle vakitleri için cami cemaatine katılmamak için pek bir bahanemiz kalmamaktaydı; yok tarladaydım, yok yoldaydım, yok üstüm-başım kirliydi… Mesela, Gocomoro Cafercük saat gibiydi. Her gün aynı vakitte değneğini yere sert sert vurarak ve ara sıra yalancıktan öksürürdü ki “gizlice yaklaşmış gibi olmasın” diye düşünürdü demek, evimizin önünden geçer camiye giderdi. Annem, onun bu geçiş anını görünce "vakit gelmiş" deyip elindeki işi bırakır hemen kalkar, öğle namazı, öğle yemeği gibi hazırlıklara başlarlardı.

O zamanlar camimizin vakit namazlarındaki cemaatliği de üç beş yaşlımıza kalmıştı. Zaten bütün köyler öyleydi. Camiler Cuma’dan Cuma’ya ve Bayramlarda dolardı. Başta Hacı Habib Meral, Cafer Ay (Gocamoro Cafercük) Züver Koşar, Hakkı koşar(Haggücük), Helim Koşar, Şadi Koşar ve Hacı Osman şen (İlaz Osman)… düzenli cemaattendi. İçlerinden Hakkı emmim çok güzel ezan okurdu. Hacı Habib dayı hem ezan okur hem de imamlık yapardı. Bir ara köyümüzde kadrosuz imamlık yapan MUŞTA’lı hoca O’na Cuma İmamlığını da öğretmiş, cami imamsız kaldığında Cuma Namazlarını Hacı Habib dayı kıldırırdı. Ta ki, köyden Recep, Yakup, Aziz ve Çetin gibi yeni nesil hocalar yetişene kadar.

Bu mevsimde, her gün öğle ezanı okunmadan evvel camiye varılır. Dışarıda sohbetin beli kırılır. Ezan-ı Muhammedi’nin okunmasına müteakip henüz cemaatten gelememiş olan olursa yine 3-5 dakika daha beklenir, hep birlikte namazlar kılınıp, dualar edilip üç bir yana (camimiz üç yol ağzındadır) dağılırdık. Herkes evine, işinin başına döneceği için seri sohbetler ve önemli vakalar hep bu dağılma esnasında yaşanırdı.

Temmuz ayının öğle sıcağı insana göz açtırmazken, ilerlemiş yaşına rağmen, ( o günkü genç yaşıma rağmen ben bile peşine yetişemez, onu gözden kaybederdim) hızlı adımlarıyla birlikte, tüm gücünü elindeki değneğe vermiş olan Hacı Osman dede, Irıza dayının evinin önündeki üç yol ağzında sallanan bir dal parçası ya da mısır püskülü gibi bir şeyin aşağı yukarı sallandığını görür. “Ne ola ki bu? Kim sallıyor? Niye sallıyor? Sallayan kim? Niye görünmüyor? Yoksa çocuklar bana oyun mu (şaka mı) yapıyor?” gibi düşünceler içerisinde o sallanan şeye doğru iyice yaklaşıyor. Ama yok. Sallanan o püsküllü şeyden başka hiçbir şey görünmüyor ortada? Çalı olsa dikenler sallanıyor diyecek ama o şey orta yerde ve havada sallanıp duruyor. Ta dibine kadar sokulup da o güneşin altında dikilen boz eşşeğe dokunana kadar hiçbir şey anlamıyor ve hayretler içinde kalıyor. Meğer o sallanan şey Irıza dayının boz eşşeğinin kuyruğu imiş.

Yukarköy rampasına sarmadan, Irıza dayının evinin önünde, üç yol ağzında küçük bir çayırlık vardı. Rahmetli, elinin altında sürekli bir eşşek bulundurur, onunla ufak tefek yüklerini taşırdı. Değirmene, ormana giderdi. İşi yokken de eşeğini evin oralara bir yerlere örükler, hayvancağız da çayırlarla oyalanıp dururdu. Her zaman otlayan eşşek bu sefer otlamayı bırakmış güneşin alnında dikilerek dinleniyor, bir yandan da kuyruğuyla üzerine üşüşen sinekleri kovalıyordu. İşte bu sabit duruşu sırasında oradan geçmekte olan yılların eskitemediği Hacı dedeyi şaşırtmıştı. (Bu durumu günümüzdeki DİGİTAL TEKNOLOGY ile izah etmek mümkündür. Bu teknolojide bütün görüntü nakledilmeyip, hareketsiz nesnelerin fotoğrafı, hareketli nesnelerin videosu nakledilir.)

Hacı dede, başına gelen bu vakayı cemaate hayretler içinde defalarca anlatmıştı. Kimi gün hep birlikte gülüşmüşler kimi zamanda da Allah’ın bize bahşettiği göz, akıl ve izanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu iç geçirerek, şükrederek sükut etmişlerdi.
Allah(cc) Cümle Geçmişlerimize Rahmet Eylesin.

/Çetin KOŞAR
20 Ocak 2019