16 Şubat 2020 Pazar

Akbulut Köyü’nde Mutfak Kültürü: KAB KACAK -4

SU İLE İLGİLİ KABLARIMIZ

 

Su, canlıların vazgeçilmezidir. Hayat su ile başlar su ile devam eder ve su ile son bulur. Susuz bir hayat olamaz. İnsanlar suyu elde etmek ve kullanmak için çeşitli yöntemler geliştirmiş ve araçlar üretmişlerdir. Bunları mutfak boyutuyla sınırlayıp ele alacağız.

 

Akbulut Köyü’nde mutfakta kullanılan su alet ve kaplarını alfabetik olarak şöyle sayabiliriz: Aşırma (aşurtma), Banyo Kazanı, Bardak, Boyunduruk (bonduruk), Çıkrık (dolap),  Fıçı (fucu), Güğüm, Hereni, Ibrık, Kova, Kevük, Leğen (ileğen), Mantar, Maşrapa, Musluk, Peşkür, Sabun, Somak, Su Dinamosu ve Hidrofor, Su Hortumu, Su kabı, Su Pakrağı, Su Tası, Su Tenekesi, Susak, Sürahi, Şişe, Tanker, Tülbent.

 

Köyümüzde mutfakta kullanılan suyun kaynağı kuyular idi. Her ne kadar tarla işlerinde mecbur kaldığımızda içmek için kullanmak zorunda olsak da akarsu ve göl sularını yiyecek ve içeceklerimizde kullanmazdık. Bunun için köyde hemen hemen her ailenin avlusunda kendisine ait bir su kuyusu bulunmaktaydı. Bu kuyuların suları kimisi gür kimisi de yetersiz olurdu. Sonbaharda sular çekilir, çoğu kuyular kurur, suyu kuruyan kuyu sahibi aileler komşusunun kuyusundan yararlanırdı. Bundan başka, yoldan geçen yolcular da susadıklarında teklifsiz, avluya girer, kuyudan su çeker ve içerdi. Bunun için kuyu başlarında kova dışında bir de “su tası” bulundurulurdu. Eğer tas yoksa kovayı başına diken kanana kadar içer ve arkadaşına bırakırken “artuk su” vermemek için içtiği noktadan bir miktar suyu yere dökerdi. En sonunda kovada kalan su kuyunun alt tarafına saçılarak dökülürdü.

 

Derin kuyulardan su, bizim “dolap” dediğimiz sistemle, daha sığ kuyulardan “kevük” ya da “urgan” parçalarıyla, bazı kuyularımızdan da “kaldıraç” yöntemiyle çekilirdi. Tulumba yöntemi, kuyularımız çok derin olduğu için randıman vermemiştir. Daha sonraları çıkan elektrikli dinamolar ve hatta basınçlı su sağlayan hidrofor sistemi sığ kuyularda ve tanker dediğimiz su tanklarında kullanılmaya başlanmıştır. Kuyudan teleferik sistemiyle su çekme konusunda Hacı Osman Şen’in bir çalışması olmuş ancak kuyunun çok uzak ve çok alçakta oluşu nedeniyle proje gerçekleşememiş, kovanın suya daldırılıp su doldurulmasında yaşanan sorun çözülemeyince bundan vazgeçilmiştir. Kaldıraç yönteminde, ucu kuyu hizasına gelecek şekilde bir kazık üstüne monte edilen uzun bir ağaç dalı (cerek) ucuna bağlanan ipe bağlanan kova, bu manivela çekilerek kuyudaki suya daldırılır, diğer ucundaki ağırlığın etkisiyle su dolu kova kendiliğinden yukarı çıkardı. Plastik hortumlar yaygınlaşınca evi su kuyusunun aşağısında olan aileler, evden itibaren kuyuya döşedikleri hortumla kuyudaki suyu evlerinin önüne hatta evin içine kadar zahmetsizce ulaştırmaya başlamışlardı. Ayrıca bu hortumlar sayesinde su kaynaklarımıza dağlardaki sular da eklenmiş oldu ve kilometrelerce uzaklıktaki suyu birkaç aile birleşip ortaklaşa olarak getirip evlerine paylaşıyorlardı. Gerek hortumla dağlardan gelen sular olsun ve gerekse kurak geçen yaz günlerinin kıt sulu kuyularından çektiğimiz çamurlu sularda olsun suyu çer, çöp ve bulanıklığından ayırmak için olsun arıtma niyetine ıbrık, hortum ve musluk uçlarına TÜLBENT sarar, bu sayede suyu süzerek maddi temizliğini yapardık.

 

Dolap sistemi, bir nevi makara sistemi gibiydi. İki direk arasına demir mil ile asılan ve bu sisteme sarılan ip ya da kuyu zincirinin ucuna bağlanan kova ya da benzeri bir kab kuyuya salınır, suya daldırıldıktan sonra dolap üzerindeki tutma yerleri vasıtasıyla döndürülerek çekilirdi. Bazı dolaplarımız da yandan kollu olup bu kol vasıtasıyla dolap döndürülürdü. İpin ucundaki kova sürekli orada bağlı kalır, su çekerken kuyunun taşlarına çarparak zamanla hasar görür, delinir, delikler karasakız dediğimiz ziftin pekiyle kapatılır, ta ki haşat olana kadar kullanılırdı. Kullanılamaz hale gelince yeni bir kova alıp takmak yerine elde kullanılan eski “pakrak”lardan biri bağlanırdı. Son zamanlarda 5 kg’lık yağ tenekelerinden yapılan kovalar da bağlanmaya başlanmıştı fakat teneke malzeme çabuk paslandığı için pek kullanışlı değildi.

 

Bazen bu pakrakların bağı kendiliğinden çözülerek bazen de zincir koparak -ki bu genellikle dolabın kontrolden çıkması ve elden kaçırılmasıyla meydana gelir- kuyuya düştüğü olurdu. Urganların ucuna bağlanan “ocak çengeli” ya da bu iş için yaptırılmış demir kancalar kullanılarak kuyunun dibindeki ipsiz kova çıkartılırdı. Evlere yakın kuyuların ağzı “petekli” olur, çocuk güvenliği ve çeşitli hayvan kazalarına karşı ağzı kapatılırdı. Bütün kablarda olduğu gibi kuyu(puvar)lardaki pakrak, teneke ve su tasları kullandıktan sonra ters çevrilerek baş aşağı bırakılırdı.

 

Evin ihtiyacı için kuyudan çekilen sular kova, teneke ve aşurtma gibi kulplu kablarla eve bir kaç seferde taşınırdı. Köydeki  günlük işlerin birisi de her akşam yapılan bu “su çekmeleri” idi. Teneke, 5-10-18 kg.’lık boş yağ kablarının ağzı yani üst kısmı kesilip atılır, iki karşı kenar ortasına ya da çapraz köşe arasına ağaçtan bir tutamaç çakılır ya da varsa eski bir pakrağın metal kulpu takılarak elde edilen bir kab idi. Paslanma riskine karşılık taşıma dışında pek tercih edilmezdi. Gerek taşıma ve gerekse saklama kabı olarak paslanmaz çelik kablı ince sac pakraklar, kulplu bakır kazanlar kullanılırdı. Asıl kullanım amacı, bulgur kaynatmak, tören yemeği keşkek pişirmek, pekmez işlerinde meyve kaynatmak ve çamaşır günlerinde su ısıtmak olan bakır “hereni”ler de boş zamanlarında evde su depolamak için de kullanılırdı. Hereniler kulaklı kulpu olan yani karşılıklı iki yanda hareketli iki tutma yeri olan ve haliyle dolu iken iki kişi tarafından zaptedilen en büyük kabımızdır. Aşurtma dediğimiz kabımız bunun bir minyatürü olup tek kulplu, bir nevi kulplu kazandır. Düğün dernek gibi kalabalıklara hazırlanacak yemeklerin pişirilmesinde kullanılırdı. Son zamanlarda her alanda plastik malzeme olarak boy gösteren “naylon” (leylon), çorap, ayakkabı, tabak ve çanaktan sonra su kovası ve tası(maşrapa) olarak da hayatımıza girmiştir.

 

Eskiden su taşıma işinde “boyunduruk(bonduruk)” kullanılırdı. Gerçi bu gelenek tamamen terk edilmemiş, halen zaman zaman kullanılmaktadır. Bir zamanlar şehirlerde görülen sokak satıcılarından yoğurtçuların kullandığı taşıma aracı “insan boyunduruk”larıyla yerine göre 40 kg.’lık ağırlıkla yerine göre 150-200 metre mesafeden bir kaç sefer edilerek evin günlük su ihtiyacı karşılanırdı. Bu hususta en büyük zahmeti, kuyuları evin aşağı bir yerlerinde olan aileler onca yükün altında o rampaları çıkarken yaşamaktaydılar. (Tütün dikmelerinde gün boyu süren “sucu”luğu burada anlatmıyoruz.) Bu boyunduruklarımız ortalama bir buçuk metre uzunluğunda kalın bir dal parçasının uçlarına bir iple bağlanan kevük ya da metal kancalardan oluşurdu. Her iki ucuna da eşit ağırlıkta olan su kabları takılarak taşınırdı. Eve taşınan sular, içmek ve yiyecek hazırlamak için ayrı, banyo ve tuvalette kullanmak için ayrı kablarda tutulurdu. Bu mutat su taşımanın dışında su tüketiminin yoğun olduğu yaz günlerinde ihtiyaca binaen gerek yemek saati ve gerekse gelen misafire ikram etmek için ara sıra sadece bir kova “taze ve soğuk su” çekildiği de olurdu. İçilecek su bulanan kabın yanında mutlaka kulplu ya da kulpsuz bir tas olur, herkes içeceği kadar su alır ve hepsini içer, artanı kaba geri dökülmezdi. Su kabı mutfak olarak kullanılan odada olur, burada lavabo türü su akıtılacak yer olmadığı için suyun bir damlası bile zayi edilmezdi. Kullanma suları da ayak yolu denen iki oda arasındaki boşluktan geçilerek gidilen abdestlik, banyo ve tuvaletin bulunduğu evin arka kısmında olurdu. Bir başka ifadeyle eski mimari usulde yapılan evlerimizde tuvalet ve banyolarımız göz önünde olmaz, adeta evin gizli bölümünde (arkada) bulunurdu. Lavabo diyebileceğimiz abdestlikte sadece el, yüz, ayak gibi günlük beden temizliği yapılır, abdest alınırdı. Soğuk günlerde abdest alınacak su ıbrıkta tutulur, bu ıbrık da sürekli ocağın kenarında bekletilir ve her daim sıcak su hazır bulundurulurdu. Abdest alacak kişi bu ıbrığı alır abdestliğe gider, sıcaksa orada ılıştırır işi bitince de tekrar doldurup ocağa koyardı. Evde kız ya da yeni gelin varsa yaşlılar için “leğen ve peşkir” devreye girer, dışarı çıkmadan sıcak ocağın başında “ellerine su dökülerek” abdest almaları sağlanırdı. Bu usül eve gelen misafirler için de geçerliydi.

 

Leğenin abdest alma işi dışında asıl kullanım alanı yemekten önce el, yemek yenildikten sonra da el ve ağız-diş temizliği içindi. Leğen, fötr şapka gibi bakır ya da alüminyum bir kab olup boğum kısmında bir kapak olur, kapağın altında biriken kirli sular bu kapak sayesinde gizlenir, görünmezdi. Bu kapağın üzerinde sabun da bulunur, isteyen kullanırdı. Abdest alan kişi destek için ayağının topuk kısmını bu kapağın üstüne koyar öyle yıkardı. Leğen tutan kişi eli yıkanacak kişinin önüne leğeni koyar, elindeki ibrikten kısım kısım su döker, işi biten kişiye omzundaki havluyu alıp bir ucundan eliyle tutar, diğer ucuyla da kişi ellerini kurulardı. Yalnız, peşkir (havlu) yemek öncesindeki el yıkamalarında kullanılmaz, bir “sünnet-i seniyye” olarak yemekten sonraki yıkamalarda kullanılırdı.

 

Yemek esnasında su isteyen olursa bakır tas ile su verilir, içecek kişi adet gereği önce çevresindekilere teklif eder “su içmek isteyen var mı” der, içmek için “müsadenizle” deyip izin alır, besmele çekip içer, elhamdülillah der ve su getirene de “su gibi aziz ol”, “sular gibi ömrün uzun olsun” diye dua ederdi. Kahvaltı dışındaki sofralarda mutlaka “katık (ayran)” ve “soğukluk (hoşaf, çalkalama)” dediğimiz sıvılar olur, bunlar ateşten yeni inmiş ana yemekle birlikte kaşık kaşık içilirdi.

 

Bulaşıklar mutfakta genişçe bir kab içinde kimyasalsız (sabun ve deterjan kullanılmadan) yıkanır, bu su hayvanlara yal yapmak için yal kablarında toplanırdı. O günkü yemeklerimiz oldukça yağsız pişirilir, tabak ve çanaklarda zaten yemek bırakılmaz, dipleri ekmekle bir güzel sünnetlenir, bu nedenle kablar yıkanmış gibi dururdu. Tirit gibi yağlı yiyecekler yapıldığında “kül” ile ovularak yıkanır bu su ise pencereden dışarı dökülürdü. Tabi köy evleri müstakil olduğu için çevreye rahatsızlık verecek bir durum değildi.

 

Yaz mevsiminde tütün dikmelerinde su taşımak için kullanılan fıçı(fucu)lar, kışın da evin yedek su deposu olarak kullanılırdı. Öküz arabasına bağlanan bu petrol ürünü taşımak için imal edilmiş metal bidonlar yan yatırılarak kullanılırdı. Ortasına açılan yumruk büyüklüğündeki delikten huni yardımıyla kuyulardan su doldurulur, yan tarafında bulunan orijinal kapaklı kısmından su alınırdı. Su alınan bu kısım “SOMAK” dediğimiz taneleri alınmış (çitlenmiş) mısır koçanına bir parça bez sarılarak oluşturulmuş tıpa ile açılıp kapatılırdı. Aynı yöntem hortumla gelen sular için de geçerliydi. Dere ya da “aşşapuvar” gibi sığ kuyulardan doldurulan bu suyla hayvanlar sulanır, çamaşır banyo gibi temizlik işlerinde kullanılırdı. Bundan başka bazı aileler, evin damlalıkkarından toplanan yağmur sularının tutulduğu betonarme su depoları da yapmışlardı. Tütün dikmeleri ve sair zamanlarda hayvan sulama ve temizlik suyu olarak kullanılan bu depoların çabuk kirlenmesi, yosun tutması nedeniyle kullanımı rağbet görmemiştir.

 

Susak dediğimiz, su kabağından imal edilen su kabımız bir nevi su tası gibiydi. Kaynar kazanlardaki suyu uzun kulpu sayesinde elimizi yakmadan bu susakla alırdık. Özellikle, tokmak (tokaç) ile çamaşır yıkarken el yakan kaynar suları böylece kullanabiliyorduk. Bitkisel bir ürün olan susaktan su içilmezdi. Banyo ve temizlik işlerinde kullanılırdı. Çünkü yapısı ve kokusu suyla uyumlu değildir. Ben ulaşamadım ama önceleri bu hususta yani içme suyu kabı olarak kullanılan “çam bardak”lar varmış. Bildiğimiz çam ve köknar ağacının gövdesinden oyularak yapılan kulplu ya da kulpsuz çam bardakların suyla uyumlu oldukları, reçinesinin suya hoş bir tat kattığı söylenirdi. Su içmede kullanılan tas ve bardakların kulplu oluşu, su almak için kovaya daldırırken elin suyla temasını önlemek içindir.

 

Şimdilerde “kâse” adını verdiğimiz o günün su içme tasları bakırdandı. “Maşrapa” dediğimiz alüminyumden mamül kulplu ve boğumlu yapıda bardaklarımız da vardı. Daha sonraları bunların paslanmaz çelikten mamül olanları çıktı. Ve tabi en son olarak da plastik olanları… Bu su içme taslarımızın yanında sadece misafir geldiğinde demlenen çayların içildiği çay bardaklarımız ve bunların “duble” dediğimiz altı dar üstü geniş olan tipte bardaklarımız da vardı. Ancak kırılgan oluşları nedeniyle su içmek için kullanılmazdı. Daha sonraki yıllarda sabah kahvaltıları çorbadan çaya dönünce cama karşı hassasiyetimiz geliştikçe cam bardakların kullanımı arttı ve bu sayede cam su bardakları da hayatımıza girmiş oldu. Çünkü cam nazik bir madde olup kaba ve sert temas anında çabucak kırılıyordu. Pazarda satıcılar halkı camdan mamüllere alıştırmak, kullanımının sanıldığı gibi zor olmadığına ikna etmek için cam bardağı uygun yerinden tutar ses çıkaran kuru tahtaya sert sert vurarak “kırılmayan bardak” diye bağırarak satış yaparlardı. Ama biz fizik kurallarını bilmediğimiz için ayazlı gecelerde yüzey gerilimi iyice artmış bardağa kaynar suyu döker onu oracıkta çatlatır kırardık. Ama pahalıya mal olsa da deneme yanılma yöntemiyle hayat bize bir çok şeyi öğretiyordu.

 

Eskiden evlerimizde sürahi kullanımı da yoktu. Günümüzde bile ancak bir misafir geldiğinde su ya da ayran ikramında kullanılmaktadır. Oysa sürahiler, bize sağlığımız için elzem olan “oda sıcaklığında” su içme imkanı veren kacaklarımızdandı. Özellikle soğuk kış günlerine içilecek su sürahiye doldurulur, oturulan odaya konur, susayan, bu suyu içerdi. Günlük hayat hep ocaklı odada geçtiği için su kablarımız da aynı odada olur, böylece ihtiyacımız olan su da oda sıcaklığında olurdu.

 

İçi dolu kabların ağzı kendi kapağı yoksa bile başka herhangi bir şeyle mutlaka kapalı tutulur, boş ise ağzı alta gelecek şekilde ters çevrilerek bekletilirdi.

 

-Devam Edecek-

 

/Çetin KOŞAR

16 Şubat 2020


15 Şubat 2020 Cumartesi

Akbulut Köyü'nde Eski Günler (İnsanlar-2)

 IRIZA’NIN URASI…

Yukarköy’den aşağı inerken ya da çıkarken bizi karşılayan bir Rıza dayımız vardı.

Kimileri emmi dese de köylünün çoğunluğu için o bir “dayı” idi.

Bilirsiniz halk dilinde “r” ile başlayan isimlerin başına “e-ı-i-ü..” gibi sesli harf getirilir; Irıza(Rıza), İreyif(Raif), Ercep(Recep), Ürfet(Rafet) vb. olurdu.
Ben bildim bileli Irıza dayı, eşi Seyare abamla birlikte tek başlarına yaşadılar.

Tek oğulları Mehmet’de erken çağda köyü terk edenlerdendi.

Adapazarı’nda mukim, TCDDY’de çalışırdı.

Yaşları ilerlediğinde oğlu onları köyden “aparıp” yanına alsa da Irıza dayı şehir hayatına bir türlü intibak edemeyince, çok geçmeden kaçıp gelmiş, soluğu köyde almıştı.

“Nefes alamiyem ben urda, bovulacag gibi oliyedüm.” derdi.

Tabi peşi sıra Seyare abam da gelmek zorunda kalmıştı “kör olasıca” köye.

Eski “gandil” ev bir kaza sonucu yandığında yerine köylünün ortak çabasıyla “pirket”ten yapılan ev onlara iyi gelmemiş, önce Seyare abam(1997), daha sonra da Irıza dayı(2000) her şeylerini bırakıp, bu dünyadan göçüp gitmişlerdi.
Kendileri gittiler ama köyde bıraktıkları adları kaldı yadigar.

Her ikisi de cana yakın, herkesle dost insanlardı.

Kimsenin tavuğuna kışt demezler, hiç kimsenin “etlüsüne-sütlüsüne” karışmazlar, tatlı dilleri sayesinde hem kendileri hem de çevresindeki insanlar çok mutlu olurlardı.

Özellikle Irıza dayının sohbetine doyum olmaz, esprili sözleri, yargı ve değerlendirmeleri hep pozitif olduğu için çevresine de bu pozitif enerjiyi yayarlardı.

Kendi deyimleriyle “bir Ayvaz, bir Köroğlu” olarak tek başlarına oldukları için “tarla-tabak” işleriyle uğraşmazlar, “yarıya” ya da “üçürdüme” verdikleri topraklarından elde ettikleri hisseler ikisine yeter de artardı bile.

Tavuk-cücük ve kedi-köpek köy evlerinin vazgeçilmezleridir. Ama ben Irıza dayının köpek edindiğini hiç görmedim, bilmiyorum.

“Bir Köroğlu bir Ayvaz” yaşardılar ama onların can yoldaşı bir de eşekleri vardı.

Bu eşekleri en az Irıza dayı kadar meşhur olup, “Irızanın eşeği” olarak anılırdı. Çünkü köyümüzde eşek edinenler pek nadir idi.

Genellikle yazın, evin önünde, üç yol ağzı çayırlıkta gece gündüz örüklü olarak bırakılır, orada otlardı.

Gün gelir, Irıza dayı yanına baltasını alır, atlar sırtına dağa oduna gider, an gelir zahrasını yükler değirmene giderdi.

Irıza dayı genellikle evinin önündeki odunlukta, elinde keser ya da balta ile hep bir şeyler yapardı.

Yaptıkları mevsimine göre alet edevat ve tarımsal araç gereçleri idi.

Sivrüç, desdire, zevle, kevük, tırpan sapı, balta sapı, kazma sapı, çalı kazığı…

Aynı zamanda iyi bir tırpancıydı Irıza dayı.

Köylü onu tırpan sallamaya çağırırdı, gündelikçi olarak. O da koşarak giderdi sevabına.

Yoldan gelip geçenler, kendisine bir selam vermeden, bir merhaba demeden, hal ve hatırını sormadan geçip gitmezlerdi.

Bunun gibi, o da gördüklerine “n’aber, nerden geliyen, neriye gidiyen” gibi sorular sormadan salmazdı.

Şimdi, Irıza dayının “uraları” bomboş, ıssız, sessiz, neşesiz.

Şimdi bile her gelip geçişimde gözlerim Irıza dayıyı arar evinin oralarda, üstü başı, odun talaşı içinde...

Eskiden çok güzeldi, siz bilemezsiniz!...

/Çetin KOŞAR
15.12.2020