27 Aralık 2020 Pazar

Akbulut Köyü'nde Ecünnü Hikayeleri - 5

 


YOLA YATIP YATIP KALKAN ÇALILAR

Tekin KOŞAR Yazıyor!...

Sene 1991. Bursa’dan kalkıp tatil için köye gittim bir haftalığına. Şansıma o akşam köyde elektrikler kesik, hatların birinde tel kopmuş, köy karanlık içinde. Recep hocayla biraz oturduk, gaz lambasının sönük ışığı altında laflanıyorız fakat karanlıkta insan bir birinin yüzünü net göremeyince muhabbetin de tadı olmuyor. Evde sıkılınca, dışarı çıkıp biraz gezeliyelim, dolaşalım, belki açılırız deyip, kendimizi sokağa attık. Akşam vakti nereye gidelim, ne yapalım derken aklımıza kahve geldi ve düşüp yola, doğruca kaveye gittik. O sırada Emin dayının kahvehanesini, Hamit ile Nihat ortak çalıştırıyorlardı.

Neyse biz saat 21’e kadar oturduk kahvede. Sonra, hadi “eve gidelim” deyip, Recep hocayla ikimiz kalkıp, çıktık kaveden. Dışarısı zindan gibi zifiri karanlık; göz gözü görmüyor. Neyse havaya bakarak yürüyoz, köyaltı mezarlığını geçtik. Sarımsak’a giden yol ayrımına geldik. Rahmetli Kemal dayının samallığının yanında bi ses, “çatır çatır” sanki çalı yola yıkılıyor, tekrar ayağa kalkıyor. Neyse ben korkmuyorum, yanımda hoca var diye. Recep hocaya güveniyorum. Arkamızda mezarlık, önümüzde yola yatıp kalkan çalılar. O hareketli yere yaklaşmaya korktuk. Neyse “ne yapalım, ne yapalım” diye düşünüp bir karar veremezken gerisin geri kaveye dönelim, kimde varsa el feneri, aydınlatma lambası alalım, ne oluyor diye bakalım dedik.

Bizim Recep hoca, “boşver gidelim burdan” dedi ve bir anda biz tabanları yağlayıp topukladık oradan. Bir de baktık ki kaşla göz arasında Aşşapuvarın yanını boylamışız, arkamıza bakmadan kaçıyoruz, hemde koşarak. Neyse Deli Memet dayının ordan yukarı çamlığın başına çıktık. İsmet emmimlerin oradaki kör yoldan geçip Recep hocanın evine vardık. Korkuyla öyle bir hızla gidiyorum ki Recep hoca bana "dur, beni sokakta bırakma, önce ben eve gireyim sen öyle git." dedi. Tabi büyük sözü dinledim, Recep hoca evine girer girmez ben kaldığım yerden tekrar başladım ecünnü korkusu maratonuna. Neyse bu korkuyla ben de bi çırpıda kendimi attım bizim eve.

Ertesi gün Hamit’e, “Yahu Hamit, dün akşam böyle böyle oldu, çok korktuk.” dedim. Hamit, “Biz de korktuk aynı yerde Nihat ile. Sonra baktık ki Recep hocanın kayınçosu Dursun’un eşeği imiş.” dedi. Hayvan kış günü açlıktan taflan yapraklarını, çınar yaprağı gibi yiyormuş.

 

/Tekin Kosar

27 Aralık 2020


20 Aralık 2020 Pazar

Akbulut Köyü'nde Ecünnü Hikayeleri - 4

 


YOL ORTASINA KURULU KUZİNE

Tekin KOŞAR Yazıyor...

Sene kaç hatırlamıyorum. Sadık dayının Eyüp ile birlikte gezerdik hep. Bir gece Züverin Memedin Kadir'in yanına oturmaya gidelim dedik.

Mehmet emmim de anlatırdı bize, Recep’in evinin yanından aşağı dar bir yol vardı. Şimdi kapalı. Ne zaman eve geç gelse her seferinde oradan siyah bir köpek çıkıp peşine takılır, eve kadar gelip kendisi eve girince köpek dönüp geri gidermiş.

Biz de bunu kendi aramızda abarta abarta anlatıyorduk. Tabi o zaman Alison ile Yavuz küçükler ama gece sokağa ikisi birlikte çıkıp geziyorlardı. Bu hikayeleri anlattığımız zaman kulak kabartarak dinliyorlardı.

Eyüp ile ikimiz  Kadir'in yanına çay içmeye giderken yol kenarında bulduğumuz eski hurda bir kuzineyi yani sobayı yolun ortasına  koyduk. Kadir'in yanına vardık. Selam, sabah, Laf, muhabbet derken vakit gece 12’yi bulmuş, “hadi kalkalım, vakit  geç oldu” deyip Eyüp ile ikimiz ayaklandık. Kadir bizi kapıdan geçirdi ve içeri gitti. Biz çıktık yola. Baktık yolun ortasında bir karaltı oturuyor. Korkup tekrar Kadir’in yanına eve geri kaçtık. Kadir’e “yolda bir şey var.” dedik.

Kadir meşhur 3 pilli el fenerini aldı, çıktık yola, uzaktan yaktı, baktık. Gördük ki o karaltı bizim yola koyduğumuz kuzine değil miymiş. Demek ki bizden sonra, bütün gece, buradan kimse gelip geçmemiş.

***

Aradan bir kaç gün geçti. Yine Alison ve Yavuz ile birbirimize geliş gidişlerimizin birinde muhabbet ederken Alison anlatıyor;

“Ya Tekin, geçen gece Yavuz ile ikimiz size geliyorduk. Kadirgilin orada, yolun ortasında kocaman, kara bir şey oturuyordu. Biz korkudan kaçarken Züverin dağında bulduk kendimizi. Eve nasıl girdiğimizi anlayamadık. Sonra anam, “niye tez geldiiz?” diye bize sorduğunda biz de “oturmaya gidemedik ki, yolda kara kocaman bir şey gördük, biz de korkudan geri eve kaçtık.” demiş.

 

/Tekin KOŞAR

20 Aralık 2020

 

 

Y O R U M L A R

Çetin KOŞAR Yazıyor…

Tekin Bey, bu anlattıklarınız Folklor (Halkbilim)' cuların arayıp da bulamadığı "hazine" değerinde bilgiler. Devamını bekliyorum. 

Grubumuz üyelerine olan çağrımı buradan tekrarlıyorum; "Arkadaşlar, ESKİLER OKUMA YAZMA BİLMİYORDU. HEM BÖYLE YAZACAK defter-kalemleri de YOKTU. Bu yüzden yaşadıkları hep sözde kaldı ve sözler uçup gitti. Oysa yazı öyle mi? Ne demiş atalarımız; “SÖZ UÇAR, YAZI KALIR.” Elimizde böyle bir imkan varken yaşadıklarımızı yazalım ve gelecek nesillere aktaralım.

 Lütfen, köyümüz hakkında yazalım. Sizlerden EDEBİ METİNLER istemiyoruz. Meramınızı anlatacak iki cümle dünyalara bedeldir. 

NOT: Buralarda yazılanlar, yazım ve anlatım kuralları yönünden düzenlenip KİTAPLAŞTIRILACAKTIR.

Herkese selamlar.

13 Aralık 2020 Pazar

Unutulan Dilimiz

 

Dil, iletişimde kullandığımız bir araçtır. Meramımızı ifade etmek için kullanırız. Her an yeni sözcükler katılır. Bazı sözcükler kullanılmaya kullanılmaya unutulur.
***
Aga, Allâsen, Avara, Afur, Avur, Barabur, Başetmek, Bıldır, Birez, Boon, Boşanmak / Bağını Çözmek, Bovun, Boğun, Bişi, Büşümek, Cascavlak, Cente, Cırmuk, Cırnak, Çalkama, Çiy, Çizi, Debreşmek, Dee daha, Deeda, Depüg, Deral, Devter, Dıkım, Dikelmek, Dinelmek, Gıldır, Fesille, Filcan, Fiyet, Furmak, Gamuyon, Gatiyyen, Gave, Gene, Gıdır gıdır, Gıymat, Gine, Guvat, Güb, Hazetmek, Helbet, Hızmat, Hip, Horuz, Foruz, Iraat, İlişmek, İlkin, İlküntü, İstiraat, İycat, Konfor(minibüs), Löbet, Mafetmek, Mahna, Mezer, Muf, Müyendiz, Nâlet, Nezzet, Niza, Nüzüm, Öküz Kuyruğu Örüsger, Paklanmak, Pekey, Peşkür, Pin, Pinnig, Sahab, Saya, Sebab, Selbes, Selfiyet, Sendeele, Sövelmek, Süverlik, Sulf, Sust, Taata, Tebiyet, Tınaz, Tovug, Tutalık, Uğra/un, Uruf, Variyet, Vayruz, Vobal, Yanış, Yavu, Yeryutasıca, Yi, Yoğsam, Yuğmak, Zaar, Zeyin.

Bayram ÇELENK (Çavuş)

 

Bayram ÇELENK - Sarımsak

Sarımsak'tan Bayram Abimiz.
"Deli Şükrünün Bayram" derdik.
İlkokul yıllarından beri hep yanımızda, önümüzde.
Bize göre boylu, posluydu. 
Bununla birlikte herkesin dostuydu.
Bir iş olurca okulda,
Öğretmenler hemen onu koştururdu.
Bize göre yetişkin sayılırdı.
Ne de olsa çocuktu.
Yerine göre haylazlık da yapardı.
Mesela, camide ezandan önce 
Boru çalındığı zamanın birinde.
Namaz vakti girmeden, yarış etmiş
Herkesten önce kapmış,
Boruyu çalmıştı. (Öttürmüştü.)
Muştalı imam da ensesine
Tokatı çalmıştı. (Patlatmıştı.)
Hatırladığım bir olay da,
Bayram abinin çok güzel
Bir "Dolma Kalemi" vardı.
Kaybolmuş, hep arıyorduk.
Bir kaç gün sonra, oynarken odunlukta
Gömülü buldum, kapı arkasında,
Odun kabukları arasında
Alıp, sevinçle götürdüm kendisine.
Çok sevinmişti, çokça da teşekkür etmişti.
Şimdi böyle bir şey olsa yapabilir miydim?
Hayır!...
Geçen yılların birinde,
bir bayan kimliği buldum yolun kenarında.
Karakola götürdüm ama
Sorgu, sual, tutanak...
Bir ömür tükettim o an orada.
Allah(cc),uzun ömürler versin  Bayram Abiye.
Sizin de anılarınız varsa, paylaşın, Bayram Abiyle.
/Çetin KOŞAR
13.12.2020
 
 
YORUMLAR
 
Tekin ÇELENK Yazıyor…
Bu fotoya bir kaç satır yazmam gerekiyor. Nâm-ı diğer çavuş. Çocukken Şükrü dayının orman bekçisi olmasından dolayı bir tek kırma tüfeği vardı. O tüfekle bizim eski evin önündeki taflan ağacına evin yemeye gelen sığırcık kuşlarından vururdu ama ne atış bir atışta on on beş tane indirirdi. Tabi bize de verirdi, paylaşmayı çok seven bir yiğit delikanlıydı. Birlikte çok çocukluk anımız vardır.
Çavuşluğu nereden geliyor derseniz yanlış hatırlamıyorsam yine başöğretmenimiz Mustafa AÇIKGÖZ ve Fevzi ŞEN öğretmenimizin düzenledikleri okul piyesinde Türk askeri rolünde rütbesi ÇAVUŞ idi.
Selâmlar.
 
Çetin KOŞAR Yazıyor…
Teşekkür ederim üstadım. Yine temele dokundunuz, unutulmaya yüz tutmuş bir unvanı gün yüzüne çıkardınız; ÇAVUŞ…
Yorumunuzla edindiğim diğer bilgiler, EVİN, KORUCU ŞÜKRÜ ve PİYESTE ROL ALAN KİŞİ.
Tekrar teşekkür ederim. Anlaşılan şu ki abi, biz çok eskilerde kaldık. Baksanıza bizi bizden başka bilen yok. Hadi hayırlısı.
Sağlıcakla kal.
 
Tekin ÇELENK Yazıyor…
Aslında Doğu Karadeniz bölgesinde taflan meyvesi olan bir ağaç türü meyvesinden turşu yapılır. Özellikle Giresun ilinde gezerken gördüğüm tüm köylerin hepsinde yetiştiriliyor olması, şeker hastalarına çok iyi geldiği söylenir.
Gelelim bizim taflana bunun adı defnedir yapraklarından şampuan ve barut yapıldığını biliyorum. Bir de yine bir bayi çalışmasında bulunduğum Hatay yöresinde bu defne ağacının yapraklarından yörenin ünlü bıttım sabununun yapıldığını görmüştüm. Bu bıttım sabunu da saç dökülmesinde etkili 0lduğu söylemişlerdi.
Saygı bizden olsun.
 
Çetin KOŞAR Yazıyor…
Abi, "taflan/defne" halen kış günlerinde köylünün ek gelir kaynağı zannederim. Köye gelip alanlar kim, alıp ne yapıyorlar, ya da "biz kendimiz niye yapmıyoruz" gibi soruları kendimize sorup, zaten köyümüzde çalılarda kendiliğinden yetişen bu taflanın ziraatine soyunsak, en azından aradan aracıları çıkartıp, fabrikasıyla direkt temasa geçsek....
 
Şu "salgın günleri" gösterdi ki, evlere hapsolmak yerine koskoca köyümüz için bir organizasyon şart.
 
Tekin ÇELENK Yazıyor…
Çetin Koşar bir vesileyle rahmetli Fevzi şen hocamla Gümenuz’da bir muhabbetimiz olmuştu. Orada Gümenuz’da kurulacağını anlatmıştı. Hatay’da defneyaprağından sabun nasıl yapıldığını görmüştüm. Şimdi çok kolay internete google’ye “bıttım” yazınca çıkıyor. Nasıl değerlendirileceğine gelince köylüyü örgütlemek bir araya getirmek organize etmek sanırım zor yönü burası. Vakit ayırmak ilgilenmek ve tabi ki yatırım yapmak gerekir adamlar bu bıttım sabununu Avrupa’ya ihraç eder hale gelmişler. Kooperatifleri bile var bırakın onu Bursa’da Gedelek diye bir köy var. Bu köyün tamamı ne üretiyor biliyor musunuz? Gedelek markası altında turşu üretiyorlar. Tüm büyük şehirlere gönderiyorlar. Bizim oraların makus talihi bu insanlara önderlik edecek bir araya getirecek ve gençlerin sosyalleşmesini sağlayacak insanımız maalesef yok bir türlüde olamıyor. Örnek büyük şehir yasasından sonra mahalle olan köyümüz bu hakkını lâyıkıyla hizmet alarak kullanamıyor. Alaçam’ın birçok dağ köyünün köprüleri yolları yapılıyor. Biz halâ rahmetli Ali Bakioğlu zamanında yapılan yollarla ve iki aracın yan yana geçemediği köprüleri kullanmak zorunda kalıyoruz. İnsanımız fazla kaderci. 21 inci yüzyıldayız, internet çağındayız. Belediyeden ciddi talepte bulunmazsanız örgütlenemezseniz devlet baba maalesef “ağlamayan çocuğa meme vermezler” misali görmezden geliyor. Herkes elindeki imkânla o nispette ilgilenirse köyün makus talihinin yenilebileceği görüşündeyim.
 
Çetin KOŞAR Yazıyor…
 “Dert Adamı Söyletir.” Demişler. Kulak vermek lazım. “Söz söyleyen yoktur sözün üstüne.” Vesselam
 

Akbulut Köyü'nde Ecünnü Hikayeleri - 2

 

TINTIN KABACIĞIM

HANİ BENİM BABACIĞIM

Evvel zaman içinde ülkenin birinde, karısı ölen adam oğlu ile birlikte tek başlarına mutlu mesut yaşarlarmış. Gün gelmiş komşuları adamı yeniden evlenmesi için ikna etmişler, kendisi gibi tek çocuğu olan dul bir kadınla evlendirmişler.

Başlangıçta her şey çok güzel giderken zamanla üvey annesi adamın oğlunu evde istemez olmuş; "Al şu oğlunu, götür, nereye bırakırsan bırak, kime verirsen ver. Bir daha bu çocuğu güzel kızımın yanında görmek istemiyorum" demiş.

Sürekli kavga, niza ve geçimsizlik adamı canından bezdirmiş. Sonunda, oğlunun daha fazla eziyet çekmesine gönlü razı olmadığı için çaresiz karısının dediğini yapmaya karar vermiş.

Bir gün çocuğuna; "haydi oğlum seninle dağa odun etmeye gidelim" deyip çocuğunu yanına alıp baltasını da omuzlayıp düşmüşler dağın yoluna. Adam giderken yanına bir de "su kabağı" almış. Oğlu sormuş; "baba bu ne?" Babası da; "Su kabağı oğlum, dağda susayınca dereden bana içmek için su taşırsın." demiş.

Uzun bir yolculuktan sonra dağa ulaşmışlar. Adam hemen işe koyulmuş. Yapraklı ağaç dallarından oğluna güzel bir "kelik" yapıp içine oturtmuş, yanlarında getirdikleri yiyecekleri de yanına koyup; "sakın buradan hiç bir yere ayrılma, ben az ötede odun edeceğim, işim biter bitmez gelirim. Sen açıkırsan yemeğini yersin" diye de tembihlemiş.

Adam az ileri gidip, elindeki su kabağını bir ağacın gövdesine asmış. Yel estikçe ağacın gövdesine çarpan kabaktan "tın tın" diye sesler çıkıyormuş. Bu sesi duyan çocuk da "babam çalışıyor, bu ses onun balta sesi galiba" deyip kah uyuyup, kah uyanıp huzur içinde babasını bekliyormuş.

Gün bitip güneşin karşı tepelerden dulunmasına rağmen babasının gelmediğini gören çocuk akşamın alaca karanlığında kelikten çıkıp, sesin geldiği yöne doğru babasını aramaya çıkmış. Sesin geldiği yere varmış bakmış ki ortalıkta babası yok, ağaca asılı su kabağı yel estikçe "tın tın" sesler çıkarmaya devam ediyor. Çocuk çok sevdiği babasına seslenmeye başlıyor ama kabağın sesinden başka ormanın derinliklerinden çıt çıkmıyor. Çocuk çaresiz ağaçtaki kabağa dönüp; "tın tın kabacığım, hani benim babacığım" diye ağlamaya başlıyor. Sonunda anlıyor ki üvey annesinin baskısına dayanamayan babası onu ormana bırakıp köye dönmüş.

Ormanın orta yerinde, gecenin bir vakti yapayalnız kalan çocuk çaresiz sağa sola bakınıp yol bulmaya çalışırken uzakta bir ışık görür. O ışığa doğru gider ve ulaştığında bakar ki karşısında bir cami var.

Hemen içeri girer. Önce eline bir süpürge alır ve caminin içini köşe bucak bir güzel süpürüp temizler. Sonra abdest alıp namaz kılar. Ardından da rahlenin başına oturup, besmeleyle Kur'an-ı Kerim'i açıp sesli sesli okumaya başlar.

Camide okunan Kur'an-ı Kerim sesini duyan cinler periler, camiye doluşup çocuğun Kuran okuyuşunu huşû içinde dinlemeye başlarlar. Onlar çocuğu görmesine rağmen çocuk onları göremiyor tabi. Çocuğun camiyi temizleyip, namaz kılması ve güzel sesiyle Kur'an-ı Kerim okumasından çok memnun olan Peri Padişahı, çocuğa süslü elbiseler, çeşitli hediyeler, bol miktarda altın ve para verilip babasını evine götürülüp bırakılması için maiyetindekilere emir verir. Bu arada Kur'an-ı Kerim okumaktan iyice yorulan çocuk rahlenin başında uyuya kalmıştır. Cin ordusu büyük bir sessizlik içinde çocuğu arabalarına bindirip, evine kadar götürüp bırakırlar.

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanan çocuk bir bakar ki evlerinin önüne gelmiş. Sevinçle kapıyı çalar. Çocuğunun hasretiyle zaten sabaha kadar gözüne uyku girmeyen baba kapıyı açıp karşısında krallar gibi giyinmiş oğlunu görünce çılgınlar gibi sevinir. Bu sese uyanan üvey annesi önce niye gürültü yapıyorsunuz diye bağırıp çağırır ama süslü kıyafetler içindeki çocuğu ve yanındaki para ve altınları görünce o da sevinmeye başlar.

Çocuk başından geçenleri bir bir anlatır. Bunun üzerine üvey annesi çocuğun babasından kendi kızını da götürüp ormana bırakmasını ister. Karısının sözünden dışarı çıkamayan adamcağız çaresiz bu defa hanımının kızını tıpkı oğlunda yaptığı yöntemlerle götürüp ormana bırakır.

Üvey kardeşinden aldığı tüyolarla hareket eden kız, gece olunca camiye gider ve hiç bir iş yapmadan caminin içinde bir köşeye kıvrılıp yatar ve uyur. Bunu gören cinler ona çok kızarlar, onu orada bir güzel dövüp, üstünü başını yırtıp götürüp evlerinin önüne atarlar.

Kızının bu perişan halini görünce kadın önce kızına üzülür ama üvey oğlunun yaptıkları gözünün önüne gelince, ona yaptığı üvey evlat muamelesi için çok pişman olur. Üvey oğlu da onu affefeder.

Böylece hayat yeniden normale döner, mutlu ve huzurlu günler başlar.


ANLATAN: Hanife Koşar. 93 yaşında.

/Çetin KOŞAR

13 Aralık 2020

12 Aralık 2020 Cumartesi

Akbulut Köyü'nde Eski Günler (İnsanlar-3)


GURU KÂZIMGİL...
Köyümüzün kurucuları (1700’lü yıllar) o gün, Şehzadeler Şehri Amasya’ya bağlı olan Vezirköprü ilçesinin Bengü köyünden “göç” veya “görevli” olarak gelen iki kardeş ya da iki amca oğlu Ömerlerdi.

İkisinin adı da Ömer olan bu kardeşleri birbirinden ayırt eden özellikleri takılan lâkaplarıydı; Birinin ki “Kuru Ömer” diğerinin ki “Koca Ömer.”

Bunlardan neşet eden iki sülalenin adları da “Gurumoro ve Gocamoro”dur.

Çağlar geçip, nesiller çoğaldıkça her ne kadar kimin hangi sülaleden olduğu bilinse de, yine de her sülaleden bir kişi “Reis” seçilir (addedilir, sayılır), o reisin adının önünde sülalenin lakabı da kullanılırdı.
İşte, “Gurumoro” sülalesinin reisi de bu Kazım dedeydi ki köyde ona herkes Guru Kazım derdi.
(Soru: Gocamoroların reisi kimdi?)

Bu güzel gelenek günümüzde devam ettirilmiyor nedense. Biraz fazla mı bireyselleştik ne?
***
Köyümüz insanı, Gecekli, Kırıklı, Balcının Değirmeni, Sarı Ahmetin Ataş Değirmeni, Gelemet (İlyas ve Cırmanların değirmeni) hatta Taşkelik köyü Değirmenlerine giderken, köye elektrik gelince, köye ilk değirmeni açan ve bu yüzden lakabı "Değmenci Dayı" ya çıkan Selfettin (sahi doğrusu ne, Selfettin mi Seyfettin mi? Ne kadar da çok soru soruyorum!...) dayımız da bu Guru Kazım'ın oğludur. Hakeza, yılların İmam- Hatibi Aziz Yılmaz hocamız da torunu elbette.
Biz ilkokula giderken, Gurukazımın evinin önünden geçen yol “kestirme okul yolu” olarak kullanışlıydı ama aynı zamanda da “en tehlikeli okul yoluydu” Yukarıköy yolunu kullansak, Hikmet dayının köpeği “Alaş”, bu yolu kullansak Kazım dayının kangal tipi “Goyun köpeği” korkulu rüyalarımızdı.

Hikmet dayının Alaş’ı her seferinde bizi mutlaka görür, “har har, hır hır” bağrışa çağrışa, kendimizi ısırttırmadan geçer giderdik.

Kazım dayının köpeği ondan daha tehlikeliydi ancak, yolun kestirme oluşu, Kazım dayının evi yoldan 50, 100 metre yoldan uzakta, aşağıda oluşu ki oradan geçerken önce sessizce yaklaşır, köpek bizi görünce koşmaya başlar, köpek yola çıkana kadar bir Irıza dayının evinin ötesine geçmiş olurduk ve yola ancak çıkmış olan köpek de bize arkamızdan bakarak; “ben size daha sonra sonra gösteririm” diyerek döner giderdi.

Bir gün, emmioğlu Şaban, abim Metin ve ben üçümüz, öğle tatili eve gelip yemeğimizi yemiş okula dönüyoruz.

Önde abimle Şaban, köpeği gözetleyerek adeta parmak uçlarımıza basarak ilerliyoruz.

Köpek ortalıkta görünmüyordu. Hayvanlar bazen evinin uzaklarına gezmek için gider, otlayan hayvanlara refakat eder, tıpkı bizim gibi onlar da arkadaşlarıyla buluşur, oynaşır, dalaşır, kavga ederlerdi. Biz de o günlerden biri diye rehavete kapılıp rahatlamıştık ki, tam mandıra kapının dibine mevzilenip bize pusu kuran köpeğin “harrr” demesiyle abimle Şaban ileri arkadan gelen bense geri kaçarak köpeği iki ayrı yöne kaçan grup arasında seçim yapmak zorunda bırakmıştık.

Sağolsun köpek, beni onlardan daha çok seviyormuş(!) ki tercihini benden yana kullandı. Fikricüğün salacının dibine kıstırdığında mabadıma ilk dalışıyla yere kapaklandığımı (yüzü koyun, yüz üstü düştüğümü) hatırlıyorum. (Birde daha sonra anamın gidip köpekten kestirip getirdiği bir tutam tüyü yakıp külünü, yaralarıma köpeğin ısırdığı yerlere sürdüğünü, bastığını hatırlıyorum.
***
Eski geleneklerimizdendir düğün dernek yaparak evlenmek yerine “kız kaçırarak evlenmek.” (Çinliler, Türklere kız vermezler, Türkler de gider kaçırırlarmış Çin kızlarını kendilerine eş yapmak için. Hatta, Çinlilerin “Çin Seddini” yapma nedenlerinden birisi de buymuş, kızlarını Türk gençlerinden korumak!...)

Yine bu Türkmen geleneklerinden birisi de “kızı kaçırılan annenin” haberi alır almaz, gidip vaveylâ çıkarıp, damadın evini taşlamakmış.(Evi taşa tutup, çatıda kiremitleri kırmak, varsa camı çerçeveyi indirmek…)

Burada, şahıslara zarar vermek yok, sadece mala var. Hani derler ya “Cana geleceğine mala gelsin!...”

Evet, kızının kaçırıldığını duyan anne töre gereği damadın evini basmak zorunda. Yoksa bu “kaçırma” olayına sessiz kaldı diye “kız anası” kınanır, kızını vermeye dünden razıymış diye eleştirilir, maytap geçilirmiş.

İşte bu kadim kültürümüzle ilgili olarak köyümüzde yaşanan bir olay da bu Guru Kazımgilin hanesinde yaşanmıştı.

Bu Kazım dedenin oğullarından birisi evlilik çağına gelmiş, artık istediler de vermediler mi ne bilemiyorum, sen git komşunun kızını kaçır!... (Bak, bak, bak!..)

Bu çağda bu iş olur mu? Olmuş bir kere. Ama bu defa devreye kızın anası değil kardeşleri girmiş.

Dedim ya devir eski devir değil, kim uğraşacak taşla, kiremitle…

Kazım dayının evi de iki katlı, “Gandil” ev. Özellikle güneş batarken camlara vuran güneşin şavkları güneşten daha çok göz alırdı.

Uzatmayalım, siz gelin, evin dibinden ârı (yerden doğru) bu güzelim pencere camlarını tüfekle birer birer hepsini kırın dökün.

Duyduğumuzda koşup gitmiştik olay yerine, ayağımızdaki “timi” lerle. (Timi: Pantolon görevi de yapan, lastikli ve paçalı çocuk donu.)

Jandarmalar evi kuşatmış, yerlerde boş tüfek fişekleri, cam kırıkları… delilleri koruyor. Bizde çocuk halimizle aralarda dolaşıyoruz, hatta kırmızı mukavvadan yapılmış renkli renkli fişeklerden birini almak istediğimde Jandarma abi beni kolumdan tutup, hiç bir şey demeden kenara çekmişti.
***
Hazır buradayken yaşadığım bir başka eski Türk töresinden de bahsedelim.

Bu bizim Kazımın Ahmet var ya, sıra onun düğününde.

Eskiden gelin almaya damatlar gitmezdi. Ayıptı. Kızın babası, kapıya gelen damadın babasına kızını teslim eder, düğün alayı da döner gelirdi.

Ve “Damat Kaçırma” olayı.

Gelin almacılar taa İncirli köyüne gitmiş, gelini almış geliyorlar daha köy altındayken bunu gören damat ve arkadaşları düğün evini terk etmiş bizim o eski iki katlı eve sığınmışlardı.

Oysa gelini kapıda karşılayıp, küp kırma, dış kapını üstüne yağ çalma gibi bir takım ritüellerden sonra birlikte eve girmeleri gerekiyordu.

Davul seslerinden anlaşıldığına göre gelin eve gelmiş ama damat bizim evde saklanıyordu.

Damat Ahmet, babama yalvarıyor, “Seli dayı, aman ha. Bari hava kararana kadar kimse bilmesin benim burada olduğumu.”

Bi dakka, bi dakka!...

Damat kendisi mi kaçtı (utancından), yoksa arkadaşları mı kaçırdı, babasından “bahşiş” koparmak için. Bak şimdi bilemedim burasını…

Ben bi öğrenip geleyim.

-Devam Edecek-
/Çetin KOŞAR
12.12.2020

9 Aralık 2020 Çarşamba

Akbulut Köyü'nde Eski Günler (İnsanlar-1)


Sahi, güzel miydi eski günler?
Güzel olmaz olur mu hiç.
Elbette güzeldi.
Çünkü, "eski"ler hep güzeldir. Eskiye özlem hep vardır. Yaşanmışlıklar olunca, gözden ırak olsa da gönülden ırak olamıyorlar, aranıyorlar. İyi de olsalar kötü de olsalar farketmiyor.
Şöyle düşündüm de birer birer.
Sevdiklerimden ayrı kalışıma mı yanayım, yoksa, tatlı anılara mı kanayım.
Geri getirebilir miyim onları çocuklar gibi ağlasam, yansam.
Ama, nafile.
“Gidenler dönmez!...”
En iyisi mi, ben yanayım halime.
***
Eski günler güzel günlerdi.
Tabi çocukluk çağındaki bizler için.
Gözlerimizin feri kaçmadığından olsa gerek güneş bile daha bir parlak, daha bir sıcaktı.
1960’lı 1970’li yıllar...
Köylüydük.
Hep köydeydik, birkaçımız dışında.
Nine-dede, anne-baba, abi-emmi-dayı-inge, aba-hala-teyze-enişte ve tüm çocuklar, hep bütün köy bir aile işte…
Şimdilerde geniş aile diyorlar ya!..
İlle de bir evde olmamız gerekmiyordu,
Köylük yerde.
Herkes birbirinin hısmı, akrabası
Şimdi, “nerden çıktı bunlar?”
Derseniz durduk yerde.
Depreşti dertlerim, inlerim.
Hane hane, tane tane gideyim.
Kalanlara sağlık sıhhat,
Merhum ve Merhumelerimize
Rahmet dileyelim.
***

SEFERCÜKGİL…
Köyde hep bir aradaydık dedim de.
Hasretini çektiklerimiz yok muydu?
Vardı elbet, meselâ;
Ömer emmim vardı, uzaklarda.
Yanımızda olmayan,
O bizsiz, biz onsuz yaşadık yıllarca.
Çocukluğu mektep-medreselerde geçmiş, okuyup, köyün tek hafızı olarak kendini bu ilme adamış.
Hacıdır, hocadır. Aynı zamanda Akbulut Köyüne ilk "Velospit/Bisiklet" getirendir. Teknolojik ruhludur.
Sonra da İstanbul’da tekele işçi olmuştu.
Kızları saymıyoruz, zaten
Onlar doğdukları gün terkederdi ailelerini,
Kuş gibi uçup, yuva kuracaklarından
Yüksek yüksek tepelerine
Aşrı aşrı memleketlerin...
Ayşe halamdı biri, İstanbul Adalar’a “gelin” giden.
Damat Harputlu, gelin Alaçamlı.
Elaziz nere, Sordanköy nere?
Kader ağlarını örmüştü bir kere.
Deniz Kuvvetlerinden genç bir Subay
Kapmıştı gönlünü ada sahilinde, bir çay bahçesinde, “Adalardan bir yar gelir bizlere…” şarkısını mırıldanarak...
Muşta’da iki kardeş…
Habik ile Fadime halalarım.
Bayramlarda gelirlerdi, el öpmeye günübirlik.
Ha, bir de köyümüzde Muştalı bir imam vardı, henüz imam kadrosu verilmediği için köylünün parayla tuttuğu "özel imam."
Ramis emmim Sancar’dan kasap Salih’in kızı Gülfe ile evlenmiş, baba ocağından ayrılmış.
Yani, “ev-bark” sahibi olmuş.
Oğlu Recep, düşmüş yollara olmak için hoca. Oldu da. Taşkelik köyü Şabanoğlu mahallesinde uzun süre imamlık yaptı.
Kırmızı bir “motorlusu” vardı. Kontak kapatarak Celalin Kemalin oradan bir salardı motoru, biz ilk gürültünün geldiği yeri ararken o, arkasında bir toz bulutu bırakarak, jet gibi gider, gözden kaybolurdu.
Sancar deyince, köyümüzün ebesi “Hatime Teyze”yi de analım rahmetle.
***

FİKRÜCÜKGİL…
Eskiden insanlarımız yaz işlerini kolaylayıp İstanbul’a çalışmaya giderlerdi güze kadar, bir kaç aylığına.
Gurbete gidipte dönmeyenler de vardı.
Ninem Hanife’nin kız kardeşi Safinaz teyze ile Zeki Şen’in “Pıt dedesi” Fikrücüğün oğulları gibi.
Önce Salih gitmiş Bafra’ya,
Ardından Salim gitmiş İstanbul’a
Kardeş Cıslık Mustafa durur mu hiç,
bir minibüsle köylük yerde.
Köyün ilk şoförü.
Samsak köprüsü yıkılınca selden
Tahtaların üstünde yürüterek çıkarmıştı köylü, köyden minibüsünü.
-Fatih’in Gemileri yürütmesi gibi-
Evlenince dayısının kızı Sevim’le
Ver elini İstanbul demiş, gitmiş.
Gidiş o gidiş.
Çok şaşırmıştık,
Yıllar sonra "302 Mercedes Benz" ile köye dönünce ve
köyün daracık yollarına, koca otobüsle girince. Nasıl bir manevra kabiliyeti vardı ve en önemlisi bu nasıl bir cesaretti, kendinden büyük koca arabayı küçücük boyuyla kontrol ediyor, onu parmağında oynatıyordu.
Bir kendisine, bir de kocaman otobüsüne bakar,
Hayret ederdik.
***

İLAZ SELATİN…
Gurbet yollarını gözlediğimiz, komşumuz,
Bir Kenan abimiz vardı,
Okumak için gitmişti Manisa Akhisar’a.
Amcaları vardı Ekrem ve Sami orada.
Yaz tatillerinde köye geldiğinde
Maket uçaklar yapardı.
Hatta bir tane "kurmalı" uçağı vardı ki
Türkiye'nin ilk "Teknofest"ini yapmıştı
Akbulut Köyünde.
Geniş alan yoktu, her yer ekili tarla.
Bir “salaç yolu” vardı boşluk. Orada uçurur, o da meyve ağaçlarına takılır, düşer arızalanırdı.
Uzaktan bakar, seyrederdik, çoluk çocuk, yaşlı genç. Hep de Anşa halamgilin tarafına doğru giderdi kerata uçak nedense!...
Annesi ilaz Osman kızı Fadime,
Babası ise ilaz Ahmet oğlu Selahattin.
Fadime halama göre “Kenanın Bubası.”
Hani, kadınlar kocalarına ismiyle hitap etmezler ya, o töre...
İkizler Nermin ile Kemal’in de babaları tabi.
Bir de, gözünde gözlüğü, elinde tesbihi, hep “çıkma”da oturan “Güllü Deze.” vardı. Kenan geldi ya da gelecek diye müjde verirdi bize.
***

SORDANKÖYLÜ BİR HEKİMOĞLU…
Hikmet dayı vardı, ninemin üvey kardeşi.
Fatsalı babasından almıştı kalender karakterini.
Tıpkı "Ünye-Fatsa arasına Ordu kurduran Hekimoğlu İbrahim" gibi.
Hediye ninenin son eşi "Doktor İzzet”ten olma,
Ninem ona baba demez hep “toktur” derdi, üvey babası olduğu için her halde, her halükarda, haralda!...
Garanug dere’den Abdülün Hanife ile evliydi Hikmet dayımız.
Konak gibi bir ev yaptırmıştı hem de cumbalı…
Misafirleriyle otururdu cumbada...
Erkenden, elli yaşında ayrıldı aramızdan, bir ameliyat esnasında.
İstanbul’dan gelmişti nâşı.
Minibüsün içinde gitmiş fakat dediği çıkmış, dönüşü minibüsün üstünde olmuştu, kızı Ayşe can havliyle tırmansa da minibüsün üstüne babası için nafileydi, bedeni gelse de o artık bir daha dönmeyecekti….
Torun İzzet de uzun süre görünmeyenlerdendi göze, köyde.
Okuyup adam olmak için giden gurbetlere. Okuyup Ziraat Mühendisi olarak dönmüş, avlularının bir kenarına zeytin gibi köyde olmayan meyvelerden oluşan bir meyvelik yapmıştı.
Sadece bu mu?
Bir de köye zirai fındık fidesi getirerek deneme üretimi yaptırarak, köyün ekonomisine katkıda bulunuyordu.
***

İLAZ OSMANGİL…
Aslında köyde geniş aile tanımına uyan, tek aile vardı, o da Hacı Osman’dı. Köylü “ilaz” derdi “Laz”lara.
Abisinin kızı Hatice ile evli küçük oğlu Hamdi ve iğneci kızı Havva ile otururdu yeni evinde.
Bizim evler altı tam, üstü hane iki katlıyken.
Onun eski evi üç katlıydı.
Oğulları Nedim ile Sadık, çoluk çocuk ailecek, bir sofa ve bir sofrada otururlardı.
Zeki ile ikimiz ders çalışırken evin cumbasında.
Sadık dayı, o koskoca adam, çocuk gibi kitap okurdu, sobanın başında.
Hayret ederdim. Köyde başkasında görmedim ki kitap okuyanı.
Nedim dayı ise köye muhtar olmak için kulis yapardı, dünür olacağı köy muhtarıyla.
Köyümüzdeki ilk hacılardan idi hacı Habib Meral’dan başka.
Kışı şiddetli geçen bir Şubat ayında,
Jip ile çıkmıştı köye, Hicaz’dan dönerken.
Dimitin Ürfetin kız kardeşi Minik (Emine) ile evliydi. O minik nine ki, aslında o yönetirdi bu İlaz Osman Malikanesini...
Bir de apartmanı vardı Alaçam’da.
Hep yürüyerek gider Alaçam’a
Yürüyerek gelirdi Alaçam’dan.
Hafta günleri tek başına.
Arabaya binmezdi. Hızlı hızlı yürürdü.
Omuzunda “Air France” yazan askılı meşin bir çanta taşırdı.
Tabi gençliğinde at sırtında gezip tozarlarmış dedem Sefercük ile birlikte.
***

GOCA GAŞUK…
Zülfiye abamız böyle hitap ederdi hep,
“Gocagaşug” derdi köy ağzıyla.
Artık, ne demekse “Koca Kaşık.”
Gayet medeni biriydi Ali Osman dayı.
Bizimkiler daha ilkokula göndermezken çocuklarını,
O kızını okuturdu Alaçam’da ortaokullarda, Liselerde.
Bunun için hafta içi her gün, kızı
Kadriye ablayı götürüp getirirdi Alaçam’a
Üşenmez, giyerdi paltosunu, düşerdi önüne, yayan giderlerdi, Irıza dayının hallusundan kestirme olarak.
Biz de o yoldan kestirme gitmeye kalksak, Kuru Kazımın köpeği keserdi önümüzü.
O Kadriye abla ki, köyümüzün ilk vekil öğretmeniydi de.
Sonra PTT’ ye memur oldu, köylüye önder oldu.
Peşi sıra birçokları da PTT memuru oldu, Şaban ve Ertan Koşar gibi…
İlginçtir…
Alaçamlı biri PTT Genel Müdürü olunca,
Alaçam’a OMÜ’ye bağlı PTT-MYO bile açıldı.
-Devam Edecek-
/Çetin KOŞAR
8 Aralık 2020

6 Aralık 2020 Pazar

Akbulut Köyü'nde Ecünnü Hikayeleri - 8

 
Kömüş Öküzü ve Kağnı Arabası - Goğuz Köyü


KÖYALTI MEZARLIĞINDA BİR KAĞNICI
 
Kibar YEŞİL Yazıyor...
Sene 1982. Seyfettin dayının Şahin ile okula giderken sabah ezanı okunmadan yola çıkardık evden. Köy altındaki mezarlığın orada bir öküz arabası aşağıdan yukarı doğru geliyor ama öküzler ve araba normalinden fazla büyük. Üzerinde uzun boylu bir kasketli adam, uzun bir öndüre elinde öküzleri “gehgah gehgah” diyerek yanımızdan geçti gitti. Şahin’e “bu öküzler ne kadar büyük!” dedim. Şahin, “sus” dedi. “Bunlar cin.” dedi. Sarımsak sapağına kadar sesimiz çıkmadı ve sabah ezanı okunmaya başladı. Cesaretlendik ve devam ettik gittik. Bizim içimize korku düştü artık. Ne zaman ordan geçsek hep sesler gelirdi kulağımıza.
Paşa dayının Hayati de okula bisiklet ile gelir giderdi. Bizi o mezarlıkta korkutur, ses çıkarırdı. Çocuğuz ya, bizimde aklımıza bit şeytanlık geldi. Biz de Hayati’ yi korkutalım diye Şahin ile birlikte yola taş dizdik. Gökçeboğaz sapağına geldik. Hayati bisikletle geldi. Bir tokat bana bir tokat Şahin’e çaktı. “Taşı siz koydunuz değil mi?” dedi. Nereden anladı? Demek ki o bizi korkutuyormuş. Çocukluk işte. Hayati hatırlarsa yorum yapar.
 
/Kibar YEŞİL
06 Aralık 2020
 
 
****
YORUMLAR
Ben de çok düştüm, sabah ezanları okunmadan yollara 1975 yılıydı.
Ama bu köyaltı mezarlığı bana vız gelir, oradan tırıs geçerdim. Çocukluğumuz mezarlığın içinde mal gütmekle geçtiği için demek ki.
Beni yoran Cilim Mevkiinde, Gelemet Sapağıyla Sarı Ahmet'in Ateş Değirmeninin olduğu bölgeydi. Özellikle gurbetten (Ordu) gelirken beyaz beyaz tavşanlar gezelerdi sanki oralarda.
Hatta Kenan Şen abinin de bir hikâyesi vardı, bakalım ne zaman anlatacak.
Biz bu esnada Paşa dayının Hayati Yılmaz' ın hikayesini bekleyelim.
/Çetin KOŞAR


Akbulut Köyü'nde Ecünnü Hikayeleri - 7

 

BİRİ BANA YOLDA GEL GEL YAPTI

 

Kenan ŞEN yazıyor...

Hadi Yaşadığım bir hikayeyi anlatayım gülün biraz...

Bizim çocukluk ve delikanlılık dönemlerimizde, imecelerde ve ev oturmalarında anlatılan bu hikâyeleri ben çok dinledim;  Şurda şunu gördüm, yok falan yerde şöyle gördüm diye başlayıp devam eden ve bir türlü sonu gelmeyen ecinni masalları... Sanki hep bizi korkutmak için anlatılırdı.

Peki biz ne yapardık? Tabiki çocuk aklımızla korkar ama belli etmezdik. Maalesef o korku içimde hâlâ var. Mesela, akşam saatlerinde mezarlıktan geçerken korkarım.

Bir gün daireden geç çıktım. Köye gidiyorum. Gelemet Sapağında akşam ezanları okundu. Gecekli sapağı ve Sarımsak sapağını geçip dik rampayı da çıktıktan sonra etraf iyice kararmıştı. Eminin kahvesinin alt tarafından yukarı doğru çıkarken bir baktım ki Rahmi Ustanın tarlasındaki çalılıkta beyaz bir şey bana el sallıyor. İçim ürperdi. Hava iyice kararmış. Şimdiki gibi sokak lambaları ne gezer. Neyse, ben hem ilerliyorum hem dualar okuyorum. Bildiğim bütün duaları okudum. Hiç bir değişiklik yok. Çalının dibindeki arkadaş hâlâ bana el sallayıp gelgel yapıyor.

Geri dönsem, zaten köye gelmişim. Bir gelen geçen olur diye beklesem, gecenin bu vaktinde köylü çoktan yatıp uyumuştur bile, kim nereye gitsin, nereden gelsin. Hem şimdiki gibi araç ne gezer. Başka çarem de yoktu. Her şeyi göze alarak büyük korkular içinde, o el sallanan yere bakmadan, önüme baka baka  yolun karşı kıyısından hızla hızlı geçip, köye gittim.

O korkuyla nefes nefese, eve vardım. Durumumu fark eden evdekiler, telaşla “ne oldu? dediler. Ben, “bir şey gördüm!” dedim. Onlar da ne görmüş olabileceğimi tahmin ettiklerinden başka soru da sormadılar. Vakit geç olduğu için bir şeyler atıştırıp, yattım.

Sabah oldu. İşbaşı için Alaçam’a giderken akşam yaşadığım olayın geçtiği o yere özellikle bir baktım ki ne göreyim. Çalıda, dikenlere asılı kalmış bir naylon parçası, yel estikçe sallanıyor, o sallandıkça ben onu bir insan eli zannetmiş ve korku içinde Yukarı Köyün rampasını üç buçuk atarak çıkmışım.

Aslında yok öyle şeyler. İnsanları boş yere  korkutmamak lazım vesselam.


/Kenan ŞEN

06 Aralık 2020


Akbulut Köyü'nde Ecünnü Hikayeleri - 6

 

Dingo'nun Ahırı, Taksim-İSTANBUL

AHIRDAKİ KÖPEKLER

Tekin Çelenk Yazıyor…

Bu o kadar derin bir konu ki hangisini anlatayım. Biz bunlarla o kadar çok karşılaştık ki hepsini yazmaya kalksak cildler dolusu kitap olur. Bir kere bunlar hikâye değil bizzat gördüklerimiz, yaşadıklarımızdır. Hatta kişilerin çoğu hayattadır.

Rahmetli babam (Pala Dursun) Alaçam’da içiyor. Malum “zil gibi…” O haliyle atına binip köye gelmek için yola çıkıyor. Gökçeboğaz Mezarlığının oraya kadar geliyor. Orada attan düşüyor ve  bir daha binemiyor. Ne yapsın, mezarlığa giriyor, orada mezarların arasında sızıp kalıyor. Belli bir zaman uyuyor. Uyandığında yanında iki tane köpek gölbezi olduğunu görüyor. Onları tutup atın heybesine koyuyor, eve geliyor. Gölbezleri (köpek yavrusu, ciben) evin altındaki ahıra bırakıyor.

Sabahleyin anam ineği sağacak ahıra giriyor, bakıyor ki ahırda iki tane köpek, boyları ahırın tavanına değiyor. Tabi korkudan “Eüzü Besmele” çekiyor ve tekrar bakıyor, içerde köpek filan yok. Bunu bizim hanede herkes bilir.

***

Ayrıca, bizim Mart ayında cagala toplarken sürekli karşımıza çıkan, bir karış yakınımızda, yaklaşıp yakalayamadığımız at vardı.

***

Bizim köyde Mahmut dayınının tarlasında bir keten cevizi vardı. Burada yine cagala toplarken bir kadın görünürdü bize. “Benim adım Ayşe” deyip “yanıma gelin” anlamında el ederdi. Tabi biz korkudan kaçıp, epey zaman oradan geçmezdik.

Buna benzer yirmi civarı belgeli tanıklı olay var. Görenlerin çoğu hayatta. Ayrıca 1980 sonrası günümüze kadar tuttuğum günlüklerimde bunların çoğu yazılı, İstanbul’da. Ben şu an Ayvalık’tayım. Senin anlayacağın hikâye çok.

 

/Tekin ÇELENK

06 Aralık 2020

 

 

YORUMLAR

Eyvallah kardeşim. Paylaşımın için teşekkür ederim, çok sağolun.

Tabi, burada kullandığımız "hikâye" terimi "masal - martaval" manasına değil, "yaşanmışlıkların" birinci ya da ikinci hatta üçüncü elden "söze, yazıya dökülüp anlatılmasıdır."

Nasıl ki genlerimizi doğal olarak gelecek nesillerimize aktarıyorsak, birer FOLKLOR değeri olan bu konudaki yaşadıklarımızı, duyduklarımızı da başkalarına aktarmalıyız.

/Çetin KOŞAR