30 Mayıs 2007 Çarşamba

Erken Dönem Türk Edebiyatında Köylüler -I




/M. Asım Karaömerlioğlu
1930’lu yıllar Türkiye’sinde köy ve köylülük Cumhuriyet aydınları arasında hem büyük bir ilgi, hem de büyük bir endişe kaynağıydı. Bu ilgiyi aydınlar arasında giderek yaygınlaşan köycülük ideolojisinde görmek mümkündür. Köycülük bir ideolojik ve pratik söylem olarak Halkevleri faaliyetlerinde, yayınlarında; Köy Enstitüleri deneyiminde, toprak reformu bağlamındaki tartışmalarda açıkça görülebilir.2

Kısaca ifade etmek gerekirse, köycülük ideolojisi sınıf temelli ideolojileri yadsırken; durağan, toplumsal farklılaşmalardan arınmış bir ülke tahayyülünü savunmuş; bir taraftan tabandan gelebilecek potansiyel hareketlerin önünü kesmek için bir araç olarak düşünülürken, bir taraftan da büyük ölçüde tarıma dayalı bir ülkede milliyetçiliğe anti-sosyalist bir kitle tabanı oluşturmaya çalışmıştır. Köycülükle bir yandan Büyük Buhran’ın meşâkkatli zamanlarında tarımla geçimini sağlayan nüfusun taleplerini karşılamaya çalışırken, bir yandan da Türk köylüsünün muhafazakâr olduğu varsayımından yola çıkarak rejimin muhafazakârlığını pekiştirmeyi hedeflemiş, “gerçek” Türk’ü köylerde arayan bir efsaneleştirme sürecine esin kaynağı olmuştur. 

Birçok ülke ile karşılaştırıldığında edebiyatın Türkiye’de ne kadar önemli bir rol oynadığı gerçeği göz önüne alındığında köycülüğün entelektüel tarihini yazarken Türk edebiyatındaki köycü eğilimleri de göz ardı etmemek gerekir. Tek parti döneminde düşünce hayatına uygulanan sansür mekanizması yüzünden ideolojik görüşlerin savunulmasında ve yayılmasında edebiyatın görece önemli bir rolü olduğu muhakkaktır. Aydınlar arasındaki yaygın kanı, muhalif görüşleri ifade etmenin en iyi yolunun edebî eserler olduğu yönündedir. Ayrıca Türk aydınları, tıpkı Rus intelligentsiası gibi, edebiyatı ideolojik ve tarihsel görüşlerini ifade etmek, savunmak, yaymak için iyi bir araç olarak görüyordu.3

Bu eğilim, siyasî, tarihî görüşlere edebî eserler, özellikle de romanlar aracılığıyla bağlanan bir okur kitlesince de besleniyordu. Tek-parti döneminde yazılmış birçok roman ve hikâye seçkinlerin köylüye ve köy hayatına bakışı hakkında zengin ipuçları sunar bize. Türk edebiyatının çok sayıda yetenekli yazarı köy, köylülük, köy hayatı gibi konular üzerine yazmış; ancak eserlerinde genellikle Anadolu’daki hayat koşullarını yansıtmaktan çok kendi dünya görüşlerinin savunusunu yapmışlardır. Bu yazarlar arasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sabahattin Ali ve Memduh Şevket Esendal konumuz açısından üç önemli ve örnek teşkil edebilecek şahsiyetlerdir. Bu üç aydının, doğrudan köycü ideolojiye bağlı olduklarını ya da köycülük ideolojisinden esinlendiklerini söylemek mümkün olmasa da, onların köye ve köylüye yaklaşımlarını karşılaştırmak, tek-parti döneminde seçkinlerin köylüye bakış açısının izini sürmek açısından yararlı olabilir.

Cumhuriyet’in ilanından sonra köye yönelik edebî eserlerin sayısında bir artış olmuştur; ancak “köy edebiyatı” denen akım asıl olarak tek-parti döneminde değil, daha çok 1950’den itibaren önemli bir ivme kazanmıştır. Ancak, görece daha zayıf olmalarına rağmen, Cumhuriyet’in ilk döneminde yazılan eserler köy edebiyatı akımının daha sonraki gelişmesi için gerekli alt yapıyı hazırlamıştır. O nedenle tek-parti döneminde köy ve köycülükle ilgili eser veren; farklı üsluplarla, farklı bakış açılarını dile getiren bu üç aydını burada tartışmak yerinde olur.

Kemalist Bir Bakış Açısı: Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Köy edebiyatı akımının gelişiminde Cumhuriyet Türkiyesi’nin en önemli edebî şahsiyetlerinden biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yadsınamaz bir katkısı vardır. Yakup Kadri Kemalîzm’e sıkı sıkıya bağlı ve ideolojik, siyasî görüşleri açısından halkın çıkarlarından çok, devletle bürokrasinin çıkarlarını savunun, bunları dert edinen bir kişiydi. Bu iki özelliği, özellikle Ankara adlı eserinde açıkça görülür. Bu eserinde kurguladığı gelecekte, toplumsal ve siyasî hayatın her yönü devletin egemenliği altındadır. Onun gelecekteki toplum vizyonunda herkes devlet için çalışır; işçilerin hepsi kamu sektöründe istihdam edilir, toplumdaki uyumu ancak devlet sağlayabilir, iyi olan ne varsa ancak devletçe hayata geçirilebilir.4 İlginçtir, romandaki karakterler arasında eleştiri oklarına hedef olan kişi, makamına “atama”yla değil, “seçim”le gelen belediye başkanıdır.5

Bu yüzden Yakup Kadri’nin fikirleriyle yaklaşımının, zamanın bürokrasisinde egemen olan çevrelerin görüşlerini yansıttığını söylemek pek de yanlış değildir. İşte tam da bu yüzden, köy ve köylü dediğimizde Yakup Kadri’nin görüşlerini dikkate almak gerekir ki, bu temalar etrafında yazdığı en önemli eseri hiç kuşkusuz Yaban adlı romanıdır. Yakup Kadri 1889 yılında Kahire’de doğar. Daha sonra ailesi Manisa’ya yerleşir. 17. yüzyılda Batı Anadolu’ya yerleşerek büyük topraklar edinmiş, dönemin önde gelen sülalelerinden biri olan Karaosmanoğulları’ndan gelir. Karaosmanoğullarının nüfuzu sadece servetinden kaynaklanmaz. Sülalenin birçok üyesi Osmanlı’nın taşra örgütünde çeşitli bürokratik mevkilerde bulunur. Yakup Kadri gençlik yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati gibi ünlü edebiyat çevrelerinde yer alır. Ayrıca, batı edebiyatına da son derece aşina olan ünlü bir edebi şahsiyettir.6

Yakup Kadri Kurtuluş Savaşı’nda faal olarak yer alır, daha sonra bir taraftan edebiyat çalışmalarına devam eder, bir taraftan da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekilliği görevini yürüttür. Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşı, yönetici kadroların ünlü bir üyesi, Kemalîzm’in inançlı bir savunucusudur.7

1932’den 1934’e kadar Kemalizm’e kuramsal temeller kazandırmayı amaçlayan Kadro dergisini yayımlayan aydınlar arasında yer alır. Ancak, Kadro’nun Kemalizm’in kabul edilemeyecek bir yorumunu savunması nedeniyle dergi hükümetçe kapatılır. Yakup Kadri Kadro kapatıldıktan sonra günlük siyasetten uzaklaştırılmak amacıyla çeşitli ülkelerde diplomatik görevlere atanır.8

1960 askeri darbesinden sonra TBMM’nde yeniden siyasî hayata atılır (1964-69), 1974’teki ölümüne dek edebiyat eserleri vermeye devam eder.

Yakup Kadri’nin Yaban adlı eseri Cumhuriyet döneminde köylüler ve köy hayatına ilişkin yazılan ilk eserlerden birisidir. Eserin edebî niteliği bir yana, birçok tarihçi için Yaban, Türk romanının gelişiminde bir dönüm noktası olmuştur. Romanda Yakup Kadri Türk aydınlarına dikkatini köylülere, köy meselelerine çevirmeleri için çağrıda bulunur. Kemalist rejime, rejimi destekleyecek toplumsal bir taban olarak köylülerin değerini hatırlatır, bütün bu konulara gözlerini yuman aydınları eleştirir. İlk özgün köy romanı olarak anılan Yaban, yönetici seçkinler arasında büyük ilgi uyandırır. 1930’lu yıllarda köy meselelerine karşı gösterilen ilginin kısmen Yaban’ın yarattığı ilgiyle alâkalı olduğu ileri sürülebilir.9

İşte bu yüzden bu roman tartıştığımız  konu açısından özel bir önem kazanır. Yaban I. Dünya Savaşı gazisi, İstanbul’lu üst sınıf bir aileden gelen, savaştan sonra Anadolu’daki işgal nedeniyle Kurtuluş Savaşı sırasında küçük bir Anadolu köyünde yaşamak zorunda kalan Ahmet Cemal adındaki bir aydının hikâyesidir. Romanda Ahmet Cemal’in gözünden hem köy hayatı anlatılır, hem de Ahmet Cemal’in iç dünyası, ruh halleri betimlenirken belirli bir olay akışı çizgisi yoktur. Romanın başında Ahmet Cemal “gerçek” Türk milletini temsil ettiğini düşündüğü Anadolu insanıyla kaynaşacağına dair büyük beklentiler içerisindedir. I. Dünya Savaşı’nda ülkesi ve milleti için gösterdiği fedakârlıklara karşı köylülerden kendisine saygı duymalarını bekler. Köye gelirken içinde köylülerle iletişim kuracağına dair umutlar olsa da; köylülerin gözünde o bir “yaban”dan başka bir şey değildir. İşte böylece Ahmet Cemal daha ilk başta sukût-u hayale uğrar; Anadolu halkına, köy yaşayışına, her şeyden öte kendisine, yani Türk aydınlarına bağladığı umutları boşa çıkar. Romanın büyük bir bölümünde Ahmet Cemal’in köy halkıyla, özellikle de Kurtuluş Savaşı’na dair, hesaplaşmaları anlatılır. Köylülerle iletişim kurmak için gösterdiği bütün çabalar boşa çıkar. Romanın sonunda yaşadığı köy de işgal edilince köyü terk ederek, direniş hareketine katılmaya karar verir.

Yaban köycü akım içerisinde anılsa da kendine özgü bir yönü de vardır. 1950’den sonra Türk romanına, Türk hikâyesine hâkim olan köy edebiyatı akımında köy, köylüler genellikle olumlu bir bakış açısıyla anlatılır, hatta çoğu zaman köy hayatının bazı özellikleri yüceltilir. Ancak Yaban’da köye ve köylülere ilişkin farklı bir bakış açısı hâkimdir. Aslında Ahmet Cemal hem köylüleri, hem de köylülerin içinde bulunduğu toplumsal ve doğal ortamı küçümsemektedir. Ancak Yakup Kadri böyle bir betimlemeyi seçerken okurların köyün acı gerçeklerini göz ardı etmesi gerektiğini savunmaz hiçbir şekilde. Aksine, köyde hayat koşullarının ne kadar kötü olduğunu, okurların bir şeyler yapması gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır.

Yakup Kadri’nin Anadolu köyü betimlemesi durağan bir maddî ve toplumsal hayatı Anadolu köyünün temel özelliklerinden birisi olarak sunmaktadır. Ahmet Cemal’e göre köylüler “henüz bir sosyal yaratık haline bile girmemiş,” “yontulmamış taş devrindeki” yaratıklar gibidir.10

Bu noktada yazar o günün köylüleriyle binlerce yıl önce yaşamış köylüler arasında herhangi bir fark görmez. Bu köylüler “tarihi olmayan bir halk” gibidir; çünkü köyleri tıpkı “Hitit harabeleri”ni andırır, insanlar “toprak altından henüz çıkarılmış kırık dökük heykellerden” farksız gibi görünür. Köylülerin zaman ve mekân kavramlarından yoksun olduklarını, Anadolu’nun bağrındaki bir köyün “donmuş bir konak” tan başka bir şey olmadığını ileri sürer Ahmet Cemal.11

Yakup Kadri’nin “Yaban”ı bu düşmanca, donmuş, durağan, ilkel, çirkin köyde kendini “Robinson Crusoe” olarak görmeye başlar. Köydeki evi ona “ıssız bir ada” gibi gelir.12 Köylü denen bu “mahlûkun” bir ruhu varsa bile, bu ruhun izlerini nasıl sürebileceğini bilemez Ahmet Cemal. “Türk köylüsünün ruhu, durgun ve derin bir sudur” diye yazar Yakup Kadri. ”Bunun dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı, bir balçık yığını mı, bir yumuşak kum tabakası mı? Keşfetmek mümkün değildir.”13

Onun yarattığı karakter ne köylüleri anlamayı becerebilir, ne de onlarla iletişim kurmayı. Köylülerin ne düşündüklerini, hatta neden bahsettiklerini bile anlayamadığını itiraf eder kendi kendine. Ancak, ilginçtir, Ahmet Cemal’in anlayamadığı şey köylülerin, basit de olsa, kendileri için önemli olan iktisadî hayatı, iktisadî faaliyetleri, kısacası hayatta kalabilme mücadeleleridir. Bütün bunlara karşı Ahmet Cemal’in kayıtsızlığının nedeni ise sürekli dönemin askerî, siyasî tartışmalarıyla, Kurtuluş Savaşı’yla ilgilenmesidir.14

Yakup Kadri aşağıdaki satırlarda köylüleri en açık biçimde hâkir görür: Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak... Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim.15

Yazarın köylülere karşı tavrını köylü kadınları ve aşkı betimleyişinde de gözlemleyebiliriz. Ahmet Cemal’e göre köylü kadınlar doğası gereği gerçekte “namert ve kancık” dır.16

Kötü kokarlar, zarafetten yoksundurlar. Köylü kadınlarla sevişilemez bile. Hayvanların nasıl seviştiğini tahmin etmek bile köylülerin nasıl olup da seviştiğini tahmin etmekten daha kolaydır. Hatta köylülerin nasıl seviştiğini tahmin etmek imkânsızdır ona göre.17

Yakup Kadri köylülerin nesnel ve tarihî cehaletinden başka onları bir de Kurtuluş Savaşı’na karşı kayıtsız kalmakla, bu konuda da cahil olmakla suçlar. Yakup Kadri’nin köylülere yönelttiği bu suçlamadan yola çıkarak köylülerin milliyetçilik konusunda da cahil oldukları sonucunu çıkarabiliriz. Savaş söz konusu olduğunda köylülerin yüreklerini acıtan tek şey askere alınma korkusudur.18

Aslında köylülerin bu korkusunda hiç de şaşılacak bir şey yok; çünkü Türk  köylüsü 1911’den beri neredeyse sürekli savaş meydanlarındadır ve artık bitap düşmüştür. Her ne kadar Yakup Kadri’nin kahramanı bu gerçeği anlayabilecek bir kişilikse de, öyle görünüyor ki, bu sefer cahillik etme sırası ondadır! Köylüler milliyetçiliğe değil de batıl inançlara, dine bağlılık gösterdiği için Yakup Kadri de onların içinde bulunduğu şartlara kayıtsız kalır; onları anlamaya çalışmaktansa onlara öfkelenmekle yetinir sadece. Köylüler, köye gelen bir tarikat şeyhine büyük bir saygı gösterip, ondan korkunca Ahmet Cemal çılgına döner.19

Kemalist gözlemcimize göre köylülerin bu tür inanışları onların ne kadar cahil olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Ancak, yüzyıllardır kendilerini farklı tanımlamış, milliyetçiliğe uzak olan bu köylüler nasıl olur da birden bu “yaban”ın vatan kavramına, Türklük kavramına bağlanabilirler? Yakup Kadri aslında Türk köylülerinin kolay kolay milliyetçi olamayacaklarının farkındadır. Ahmet Cemal bir gün köylülerden biriyle konuşurken köylü kendisini Müslüman olarak tanımlar, ama Türk olarak görmeyi reddeder.20

Aynı şekilde, Yakup Kadri yabancı güçlere karşı kazanılacak bir zaferin milleti değil, sadece işgal altındaki toprakları kurtaracağını; çünkü “millet” denebilecek bir Türk milletinin henüz var olmadığını iddia eder. 21

Yine de Yakup Kadri’ye göre geri kalmışlıkları, düşmanlıkları, milliyetçiliğe karşı gösterdikleri kayıtsızlık için suçlanması gereken köylüler değildir. İlginçtir, köylülerdeki bütün eksikliklerin sorumlusu aydınlardır. Yaban’ı bu kadar ilginç ve önemli kılan şey işte Yakup Kadri’nin iletmeye çalıştığı bu mesajdır:

“Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksun insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimde de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin ve yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakta kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”22

Yaban’da ortaya konan sadece köylülerin geri kalmışlığı, cehaleti değil, aynı zamanda köylülerle dönemin aydınları arasındaki inanılmaz uçurumdur. Yakup Kadri Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan milli felaketlerin bile köylüyle milliyetçi aydınları birleştiremediğini itiraf eder. Aksine, bu uçurum köylülerin cehaleti ve Anadolu’nun işgali sırasında zaman zaman işgalci kuvvetlerle işbirliği yapmaları nedeniyle daha da derinleşmiştir.23

Yaban hem bu uçurumu, hem de bu uçuruma neden olan köylülerle aydınlar arasındaki yabancılaşmayı çok iyi bir biçimde gözler önüne serer:

“Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk "entellektüel" i, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki, hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile etrafında hasıl olan boşluk, soğuk ve itici acayip nebat olduğunu bildiriyor. Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır, bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark, bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.24

Yaban’dan sadece Türk aydınına yöneltilmiş çarpıcı bir eleştiriymiş gibi söz etmek haksızlık olur. Yakup Kadri’nin aydınların, bürokrasinin ateşli bir savunucusu olduğunu da hatırlamakta fayda var. Aydınlara bütün bu eleştirileri yöneltirken yine de onlara ülke adına bir misyon yükler. Bu yüzden Yaban Türk aydınına Türk köylüsünü özgürleştirmesi, “aydınlatması”,köylülerle arasındaki uçurumu yok etmesi, köylüleri gerçek Türk vatandaşlarına dönüştürmesi, böylece genç Türkiye Cumhuriyeti’ni yüceltmesi için yapılan bir çağrıdır da. Peki aydınlar bu misyonu nasıl yerine getirecektir? Bu soru Yakup Kadri’nin de dönemin köylücülerinin de yaşadığı endişeleri yaşamasına neden olur. Ona göre aydınların köylülerde arayıp da bulamadığı her şeyin toplumsal ilişkilerle değil de şu ya da bu biçimde köylülerin doğaya, çetin doğa koşullarına karşı hiç de eşit olmayan şartlarla yürüttükleri savaşla ilgilidir.25

Yaban, köylü üretiminin geri kalmışlığı, eskimiş tarım teknikleri, köylülerin doğal koşullara karşı koymadaki beceriksizliği, vs. gibi Anadolu’nun o dönemdeki sorunlarını da ortaya koyar. Kısacası, yüzyıllardır doğanın acımasızlığı altında ezilen köylüler için yapılması gereken doğaya egemen olabilecekleri koşulları sağlamaktır. İşte aydınlar, köylülere ancak bu koşulları sağlamakta yardımcı olabilirler. Yayımlandığı zaman Yaban hakkında yazılan eleştirilerin hemen hemen hepsinde romanın vurguladığı en önemli mesaj doğaya egemen olma ve tarım tekniklerinin geliştirilmesi gerekliliğidir.26

Yaban’ın önemine ilişkin yürüttüğümüz tartışmayı noktalarken kanımca bazı noktaların altının çizilmesi gerek: Yaban her şeyden önce resmî olarak “milletin efendisi” olarak yüceltilen köylülerin.27 içinde bulundukları acı koşulların bir manifestosu, bir itirafıdır. Ayrıca Türk aydınına  köylere gitmeleri, köylülerin akıllarını, yüreklerini kazanmaları için yapılan bir çağrıdır. Romanın iletmeye çalıştığı mesaj Türkiye’nin gelişmesinin, Türk milliyetçi ideolojisinin geleceğinin Türk köyünün dönüştürülmesine bağlı olduğudur. Yakup Kadri’ye göre bu amaçlara ulaşmanın önündeki en önemli engel Türk aydınlarıdır. Çünkü Türk aydını Türk halkının, özellikle de Türk köylüsünün gerçeklerine gözlerini kapamıştır. Bu bakımdan roman bir Türk aydınının hem kendisine hem de Türk aydınlarına yönelttiği sert bir özeleştiridir. Burada toplumsal ve ekonomik sorunların kökeninde toplumsal sınıfları değil de, aydınları gören köycü anlayışın temel özelliğiyle karşı karşıyayız. Yakup Kadri’ye göre Türk aydını Türk köyündeki sorunların hem kaynağıdır, hem de çözümü. Romanın 1932 yılında yayımlandığını düşünürsek, Yaban Anadolu köylüsünü rejime kazanmak adına yürütülen seferberlikte en önemli araçlardan biridir. Yakup Kadri Anadolu köyünü romantik bir biçimde betimlemeyerek, hem iyi, hem de kötü olan her şeyin kaynağı olarak aydınları işaret ederek, dönemin köycü söylemine önemli katkılarda bulunmuştur; benzer kavramlar hem 30’lu hem de 40’lı yıllarda köycülerce sık sık kullanılmıştır.
-Devam Ediyor-

Erken Dönem Türk Edebiyatında Köylüler -II



Sosyalist Bir Bakış Açısı: Sabahattin Ali
Edebiyata köy ve köy hayatını taşıyanlar sadece Yakup Kadri gibi Kemalist kanattan aydınlar değildi. Dönemin sol düşünceye bağlı aydınlarının da modern Türkiye’nin gelişiminde köyün ve köylülüğün önemini vurguladıkları görülmektedir. Sol aydınların köylülüğe gösterdikleri bu ilgi, kısmen Türkiye’de işçi sınıfının Batı Avrupa’daki sol hareketlerdeki kadar güçlü bir etken olmayışından kaynaklanır. Türkiye’de işçilerin nicel büyüklüğünün bugün bile çok fazla olmadığı anımsanırsa bu durum daha kolay anlaşılabilir. Temel siyasî öznesi, yani işçi sınıfı nesnel nedenlere bağlı olarak son derece az gelişmiş olan bir ülkede, sol kanattaki aydınların işçi sınıfı siyaseti gütmeleri zaten çok zordu. Bu yüzden ünlü bir solcu yazar olarak bilinen Sabahattin Ali’nin eserlerinde köye, köy hayatına ve köylülere önemli bir yer vermiş olması, büyük bir ilgi göstermesi şaşılacak bir şey değildir. Aslına bakılırsa, ironik olarak, Anadolu köyündeki toplumsal ilişkileri, köylülerin içinde bulundukları güç koşulları gerçekçi bir biçimde yansıtmaya çalışan kişi de Cumhuriyet Halk Partisi’nin köycüleri değil, Sabahattin Ali’dir.

Sabahattin Ali, 1905 yılında, bugün Bulgaristan sınırların içerisinde olan Batı Trakya’nın bir köyünde doğdu. Ailesi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Anadolu Yunan işgali altındayken büyük maddî sıkıntılar çekti. Sabahattin Ali 1926’da İstanbul Öğretmen Okulu’ndan mezun olduktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavda başarılı olunca 1928-1930 yılları arasında hükümetçe Almanya’ya gönderildi. Türkiye’ye döndükten sonra Aydın, Konya gibi illerde çeşitli ortaokullarda Almanca öğretmenliği görevinde bulundu. Konya’dayken dönemin önde gelen siyasî şahsiyetlerini eleştiren bir şiir yazmakla suçlanarak bir yıl hapis yattı. Çeşitli hapishanelerde geçirdiği bu bir yıl süresince farklı bölgelerden, farklı toplumsal katmanlardan insanlarla tanışma fırsatı buldu. Bu yüzden, hikâyelerindeki kahramanların genellikle bu son derece belirleyici bir yıllık hapishane deneyimi sırasında tanıştığı insanlar olduğu öne sürülür. Tanıştığı bu insanlar Sabahattin Ali’nin Türkiye’nin toplumsal olgularını gerçekçi bir bakış açısıyla yansıttığı bir düzeye doğru kaymasına yol açmış olsa gerektir.28

Hapishaneden çıktıktan sonra iş için yeniden Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurur; ancak kendisinden siyasî görüşlerini değiştirdiğini kanıtlanması istenir. Bunun üzerine rejime bağlılığını kanıtlamak için Atatürk’e övgüler düzdüğü “Benim Aşkım” başlıklı bir şiir yazar. Ancak böyle bir şiiri yayımlamaya mecbur bırakıldıktan sonra resmî bir iş bulabilir. Fakat hayatının geri kalanını hep güvenilmez ve tehlikeli bir aydın zannıyla geçirir. Sürekli polis tarafından takip edilmeye, hükümetçe sürekli hapse atılmakla tehdit edilmeye daha fazla dayanamayınca çareyi yurtdışına kaçmakta bulur. Ancak, yurtdışına kaçma girişimi 1948’de trajik bir sonla noktalanır.29

Bulgaristan sınırında polisle bağlantıları olan bir kaçakçı tarafından öldürülür. Katili daha sonra sadece kısa bir hapis cezasına çarptırılıp akabinde serbest bırakılır.30

Sabahattin Ali ilk gerçekçi Türk yazarı olarak bilinir. Erken Cumhuriyet döneminde, hikâyelerinde köy konularını işleyen en yetenekli yazarlardan biridir.31

Anadolu köyünü, köylüleri en ince ayrıntılarına kadar son derece gerçekçi bir bakış açısıyla anlatmıştır. Dili yalın; ancak çok incedir. Gerek Kuyucaklı Yusuf adlı romanında, gerek hikâyelerinde Ali asla öğretici bir tavır takınmaz. Olayları, durumları, kişilikleri yarattığı edebî kişiliklerin gözünden yansıtır. Ancak, eserlerinde her zaman toplumsal olaylara yöneltilmiş bir protesto gizlidir.

Kuyucaklı Yusuf Sabahattin Ali’nin köy romanı sayılabilecek en ünlü eseridir.32 Roman Batı Anadolu’da küçük bir köyde başlar ve Ege kıyısında küçük bir kasaba olan Edremit’te devam eder. Köy konularını, köy sorunlarını, köyden kişilikleri eserlerine konu edinen ilk romancılardan biri olarak ünlenen Sabahattin Ali,33 bu romanında, romanın kahramanı olarak köyde doğan, kasabada inanılmaz güçlükler yaşayan bir genci seçer. Roman, birçok başka şeyin yanı sıra şehrin değerleriyle, köyün değerleri arasında sıkışıp kalan kahramanın psikolojik ikilemlerini yansıtır.

1903 yılında başlayan romandaki olaylar Birinci Dünya savaşı sırasında sona erer. Eleştirmenler, Sabahattin Ali’nin romanda toplumsal gerçekliklere yoğun eleştiriler yönelttiğini, Cumhuriyet rejiminin baskılarından kaçınmak için de, dönem olarak, Birinci Dünya Savaşı yıllarını seçtiğini belirtir; çünkü Sabahattin Ali’nin toplumsal eleştirileri romanın basıldığı yıllarda da geçerliliğini korumaktadır. Romanın ana kahramanı Yusuf’un anne-babası köyde eşkıyalarca öldürülünce, kasabanın kaymakamı Yusuf’u evlat edinir. Böylece köylü Yusuf’un yeni hayatı seçkin bir ailede, Edremit’in farklı havasında başlar. Büyüdükçe kasabanın toplumsal hayatına uyum göstermekte zorlanmaya başlayan Yusuf eşraftan birinin oğluyla kavga edince, o da intikam almak için ailesinin ekonomik ve siyasî gücüne güvenerek Yusuf’un üvey kardeşiyle evlenmeye karar verir. Yusuf bu evliliği engellemeyi başarsa da sorunları burada bitmez. Başındaki sorunların en büyüğü üvey kardeşine karşı beslediği büyük aşktır. Bu kendine bile itiraf edemediği bir gerçektir. Sonunda üvey kardeşini kaçırarak onunla evlenir (gerçi Yusuf’la kaçmayı kardeşi de ister). Yusuf’un ailesi de evliliklerini kabul edince bir süre için her şey yoluna girmiş gibidir. Hayatta en çok sevdiği kişiye kavuşmuştur Yusuf. Ancak babası Birinci Dünya Savaşı’nda ölünce bütün hayatları alt üst olur. Maddî sıkıntılar baş gösterir. Yeni gelen kaymakam Yusuf’u iltizam toplayıcısı başka bir yere atayınca Yusuf hem yuvasından hem de sevgili karısından uzak kalır. Yusuf yokken, annesinden de etkilenen karısı gece gündüz balolara gitmekten, vaktinin büyük çoğunluğunu yozlaşmış, bir zamanlar nefret edilen o zengin ailenin bireyleriyle geçirmekten kendini alamaz. İçine düştüğü yalnızlıkta, maddî sıkıntılar içerisinde teselliyi bu zengin insanların partilerinde bulur. Romanın sonunda Yusuf bu ünlü ailenin üyelerini, yeni kaymakamı, yanlışlıkla da karısını öldürür. Başka çaresi kalmayınca, kendini dağlara vurur.

Köylüleri saygı duyulacak hiçbir özelliği olmayan ilkel yaratıklar olarak resmeden Yakup Kadri’nin aksine Sabahattin Ali’nin çizdiği köylü karakteri saygı duyulması gereken, dürüst, kendine saygısı olan bir kişidir. Köylü Yusuf hiçbir zaman kasabanın değerlerine, kasabadaki hayat tarzına uyum sağlayamaz. Kasabadaki insanların çoğu hilekâr, adalet duygusundan yoksun, samimiyetten uzak, rüşvete, ekonomik açıdan sömürülmeye meyilli insanlardır.34

Sabahattin Ali’nin çizdiği Yusuf portresiyse mantığı olmasa da değerleri, hisleri olan biridir. Ne siyasetten, ne karmaşık bürokratik ilişkilerden, ne de bozulmuş iş ilişkilerinden anlar Yusuf. Günlük hayatın sorunlarından, sıkıntılarından kaçışı ancak doğada, kırlarda bulur. Sabahattin Ali kasabanın yapaylığına, kirlenmişliğine, hileli düzenine karşı doğallığı, masumiyeti, dürüstlüğü kırlarda, köyde arar.

Köylülere karşı bu bakış açısı Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde de görülebilir. Köylüler, hayatın zorluklarını bir an önce sırtlanmak için çocukluklarını bile yaşamadan büyümesi gereken insanlardır. “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir."35

Taşrada hüküm süren vahşiliğe, köylülerin özellikle su, arazi konularında birbirleriyle bitmez tükenmez kavgalarına rağmen onlar asla birbirlerine gücenmezler.36 Köylüler hoşgörülü insanlar olarak resmedilirler. Mallarını çalmalarına rağmen çingenelere karşı bile öfke duymazlar.37

Sabahattin Ali’nin çizdiği Yusuf gibi köylüler özellikle resmî makamları ilgilendiren, karmaşık meseleleri çözme yeteneğinden yoksun kişilerdir. “Bir Orman Hikâyesi” adlı hikâyesinde köylülerden birinin de dediği gibi “Delikanlı, biz köylü adamlarız. Aklımız çok ilerisine ermez.”38

Buna rağmen köylüler geleneklerden, tecrübelerden gelen, Sabahattin Ali’nin olumlu addettiği içgüdülerle donanmıştır.

Kasaba ve köy hayatını iktisadî ve siyasî egemenliği altında tutan yerel eşraf, yani büyük toprak ağaları ve kapitalistler Sabahattin Ali’nin hem Kuyucaklı Yusuf romanında, hem de öbür hikâyelerindeki en önemli temalardan biridir. Sabahattin Ali’nin romanı, bu toplumsal sınıfların küçük kasaba insanı ve köylüler üzerindeki nüfuzuna derinden bir siyasî başkaldırıdır. Zenginlerin gücü mutlak ve sınırsızdır. Kaymakam, hâkim gibi bürokratlar bile zengine, nüfuz sahibine karşı çıkacak güçten yoksundur; hatta böylesi bir şeyi istemezler bile. Aslına bakılırsa, sıradan insanların arkasında olmaya çalışan birkaç dürüst bürokrat tiplemesini bir kenara koyarsak, Sabahattin Ali’nin romanlarındaki bürokrat tiplemeleri yerel eşrafla kıyaslandığında hiçbir iktidarı, nüfuzu olmayan kişilerdir. Sözgelimi, romanda zengin, siyasî nüfuz sahibi bir ailenin oğlu sıradan bir köylüyü öldürdükten sonra işlediği suçtan paçayı kolayca sıyırır. Sabahattin Ali’nin anlatısı, Türk taşrasına dair hiç de yabancı olmadığımız bir tablo sunar bize:

“Güya gizli olarak yapılan bu müsaadeyi kaymakam, müddei-umumi ve ceza reisine kadar herkes biliyor ve bir şey demiyordu. Çünkü başka türlü olmasına imkan yoktu. Bu böyle gelmiş, böyle gidiyor ve kasabanın başında bulunanların aklı bile, hürriyete ve onun getirdiği birkaç müsavat fikrine rağmen, Hilmi Beyin oğlunun sahiden hapsedilebileceğini kabul etmiyordu.”39

Sabahattin Ali’nin kahramanı Yusuf yerel eşrafın gücüne direnmek için elinden gelen her şeyi yapar; ancak ne kadar çabalarsa çabalasın okur Yusuf’un eşrafın gücü karşısında ne kadar çaresiz olduğunun farkındadır hep. Yakup Kadri’nin aksine, Sabahattin Ali köylüye içinde bulunduğu zor durumdan bir çıkış yolu göstermez. Yusuf’un elini kolunu bağlayan şeyin toplumsal yapı olduğunu hisseder okur. Güçlü gerçekçiliğinden feyz alan yazar, bir öğretmen edasıyla dogmatik mesajlar vermektense toplumsal koşulları olduğu gibi okura aktarmayı yeğler.

Zenginin, nüfuz sahibinin bu kaçınılmaz egemenliği Sabahattin Ali’nin birçok köy hikâyesindeki ana temalarından biridir. “Kağnı” adlı hikâyesinde oğlu köydeki zengin nüfuz sahiplerden biri tarafından öldürülen anneyi komşuları katili mahkemeye vermenin hiçbir işe yaramayacağına, iyisi mi oğlunun ölümünü unutması gerektiğine “ikna” ederler. 40

Aynı şekilde, zenginlerin, nüfuz sahibi olanların köylüleri sömürmesi de Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde sık sık işlenen konulardan biridir. Sözgelimi, “Köpek” adlı hikâyesinde ağa fakir çobana borcunu iki yıl ödemez. 41

“Kafa Kağıdı” başlıklı hikâyesinde ise köylünün biri yıllardır ekip biçtiği toprağını mahkemede sırf elindeki tapuyla toprağın kendisine ait olduğunu “kanıtlayan” nam salmış bir zengine kaptırmaktan yakınır! 42

Yakup Kadri gibi Sabahattin Ali de şehirli aydınları kıyasıya eleştirir. Ancak Sabahattin Ali’nin eleştirisinde, Yakup Kadri’den ayrıldığı yönler vardır. Ali, aydınları küçümser. Onun anlatısında aydınlar, köylülerle köylerin içinde bulunduğu koşullar hakkında hiçbir şey bilmeyen, onları hor gören, sorunlarını çözmeye çalışmaktansa kendi hayalî, gerçekçi olmayan fantezileriyle yetinen insanlardır.43

Köylülerle aydınlar arasındaki uçurum “Köpek” adlı hikâyesinin önemli konularından biridir. Bir Amerikan üniversitesi mezunu bir mühendis Konya’dan Ankara’ya dönerken yolda bir çobana rastlar. Nişanlısı mühendisten arabayı durdurmasını; çünkü hayatında hiç köylü görmediğini, köylülerin nasıl şeyler olduklarını merak ettiğini söyler.44

Mühendis çobana kendilerinin de kökenlerinin köye dayandığını, sorunlarını anlatırsa yardımcı olmaya çalışacaklarını söyler.45

Mühendisin aptalca, alâkasız sorularından hiçbir şey anlamayan çoban sessiz kalmayı yeğler. Çobanın sessizliği mühendisi çileden çıkarır. Onu kızdırdığı için gerçekten üzülür çoban; mühendisse çobanın tavrının acısını onun çok sevdiği köpeklerinden birini öldürerek çıkarır. Çobanın köpeğinin ölümü aydınlarla köylüler arasında asla kapanmayacak uçurumun simgesidir adeta. 46

Sabahattin Ali, Anadolu’yu, Anadolu insanını hor gördükleri için aydınları kıyasıya eleştirir. İlginç hikâyelerinden birinde küçük bir Anadolu kasabasındaki kaymakam kasabanın  “basit,” “alelade,” ve “çürük” insanlarına ve hayatına dayanamayarak makamından istifa ederek, İstanbul’a döner, dolayısıyla kariyerinden de vazgeçer.47

İstanbul’da hayatını ayakkabı boyacısı olarak sürdürür; yine de mutludur; çünkü İstanbul’daki her şey Anadolu’dakilerden üstündür ne de olsa. Sabahattin Ali’ye göre eski kaymakamın şu sözleri kendi kuşağının Türkiye’de o dönemdeki ruh halini yansıtır:

“Bana vatanperverlikten, oraların tenvire ihtiyacından bahsetme! Söyleyeceklerin doğrudur, lakin... lakin bizim için, yani benim içinde yetiştiğim gençlik için, memleket muhabbeti bir fantezi, feragat lugattan silinen bir kelime, hodbinlik en makul seciyedir. Benim başkalarından farkım, samimiyetim, düşüncelerimi açıkça söyleyip yapmamdır. 48

Sabahattin Ali yazılarında köylüleri ve sıradan insanları küçümsemez, bilakis oklarını aydınlara çevirir. Yakup Kadri’den ayrıldığı yön de tam budur: Sabahattin Ali aydınları, şehirli ayrıcalıklı sınıfları betimlerken hep onların cehaletlerini, küstahlıklarını, bencilliklerini, samimiyetsizliklerini, düşük ahlakî değerlerini vurgular. Çoğu zaman, yalancılıktan başka özellikleri yoktur. Hiçbir zaman dillerine pelesenk olan şu sözü tekrarlamaktan vazgeçmezler: “Fakat ne de olsa, köylü bizim efendimizdir,”49 ancak gerçek hayatta köylülere asla efendileriymiş gibi davranmazlar. Ali’nin hikâyelerindeki ana karakterlerden biri bu gerçeğin altını çizer:

“Köylü verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmağa mecburdur, sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün birinde bile yoktur. Candarma oralara asayişten ziyade vergi tahsilini temin için gider. Kendimizi aldatmıyalım, köylü mütemadiyen vermiş, buna mukabil hiçbir şey almamıştır. Bunları itiraf etmek bile belki, eğer bir parça vicdanımız varsa, yediğimiz bir lokma ekmeğin boğazımızda kalmasına sebep olacaktır ve ihtimal vicdanımızın sadasını duymamak için: "Köylü efendimizdir!" gibi cümleler güzel bir morfindir. Fakat hiçbir cümle hakikati değiştirmek iktidarında değildir.50

Sabahattin Ali’nin Türk aydınlarını nasıl kıyasıya eleştirdiği ortadadır. Dönemin köycülerini eleştirirken, hicvederken, Sabahattin Ali’nin dili daha da sivrileşir. “Bir Konferans” adlı hikâyesinde köycülerle, köycülerin köylülere yaklaşımı Ali’nin eleştirilerinden nasibini alır. Hikâyede Anadolu’nun bir köyünde bir okulun açılışı anlatılır. Okul açılışı için şehirden gelenler arasında ünlü devlet şahsiyetleriyle, ellerinde kameraları, şık giysileri içerisinde dönemin “köycü”leri de vardır. Köylüler konukları yolda sessizlik içerisinde karşılar. Konuklar arasında Paraguay’da köycülük çalışmış olanlar bile vardır! Bir iktisatçı okul açılışını fırsat bilip kooperatifçilik konusunda konferans vermeye kalkışır. Amacı, köylüleri kooperatiflerin yararları hakkında “aydınlatmak”tır. Kendilerine hiçbir şey sorulmadan, köylüler iktisatçı tarafından “aydınlatılmak” üzere zorla bir odada toplanır. Elbette, konuşmacının karmaşık sunuşundan köylüler tek kelime bile anlamaz. Ancak konuşmacı kendilerine daha fazla soru sormasın, konuyu uzun uzadıya anlatmasın diye anlamış gibi yapmak zorunda kalırlar; böylece bu sıkıcı konferansta daha fazla zaman harcamaktan da kurtulurlar.51

Aslına bakılırsa, Sabahattin Ali’nin hikâyesi 30’lu yıllarda Türkiye’de köycülerin köylere yaptığı gezilerin tipik bir örneğidir. Taşrayla herhangi bir organik bağı olmayan ya da taşrayı herhangi bir şekilde anlama yeteneğinden yoksun şehirli aydınlarla hükümet yetkilileri, ütopyacı, gerçekdışı fikirlerini küstah, kibirli, hâkir gören, tepeden inmeci bir üslûpla taşraya uygulamaya çalışırlar.

Aydınlar gibi hükümet yetkilileri de Sabahattin Ali’nin sert eleştirilerinden nasiplerini alırlar. Köylülerin devletle olan ilişkileri hikâyelerinin çoğunda tekrarlanan bir konudur. Hükümet yetkilileri kırsal kesimin sorunlarını çözmekten âciz, bizzat kendileri köylülerin sorunlarının çözümünü önleyen büyük bir engel olarak anlatılırlar. Köylülerden, onların değerlerinden, yaşam tarzlarından, geleneklerinden nefret eden hilekâr, bencil, hep maddî çıkarlarının peşinde koşan kişiler olarak resmedilirler. Hükümet yetkililerinin olumsuz tavırlarının anlatıldığı birçok örnek bulmak mümkün. “Sulfata” adlı hikâyede köy doktoru iyileşmeleri için gerekli ilaçları vermeyerek hastalarına neredeyse işkence çektirir.52

Aynı şekilde, başka bir hikâyede kaymakam bir kadına tecavüz edenleri bulmak yerine kadına kendisi tecavüz etmeye kalkışır. 53

“Kağnı”da yaşlı kadın var olan adalet sistemiyle olumlu, önemli hiçbir sonuç alınamayacağını bildiği için oğlunun katillerini mahkemeye vermek bir yana, mahkemeye gitmek fikrinden bile ölesiye korkar. Her halükârda kendi aleyhine sonuçlanacak bir dava için mahkeme koridorlarında günlerce sürünmektense ölen oğlunun acısını yüreğine gömüp yaşamayı tercih eder. Mahkemeye gitmek istese bile tarlasını sürmezse aç kalacağını bildiği için tarlasını bırakamaz.54

Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde jandarma da devletin köylüler üzerindeki gücünün yozlaşmışlığını temsil eder. Hemen hemen her olayda jandarmalar bazen kanuna uymak adına, bazen de sırf kendi keyfî “kanun”larını uygulamak adına köylülerin aleyhinde davranırlar. Bazen kadınlara tecavüz ederler,55 vergilerini ödeyemeyen çaresiz insanları hapse atarlar, 56 üstlerine görevlerini en iyi biçimde, gerektiği gibi yerine getirdiklerini göstermek için suçsuz insanları gözaltına alırlar, 57 bir kurbanı önce kendileri döverler, sonra da düşmanlarının dövmesine göz yumarlar, 58 sırf canları öyle istediği için yaşlı bir kadının başına bela açarlar, 59 köylüleri aşağılık  insanlar olarak gördükleri için onlara kötü davranırlar.60

Jandarmaların köylülerle olan ilişkisi, aydınların köylülerle olan ilişkisinin aksine “kişisel çıkarla değil, nesnel nedenlerden” kaynaklanır ve ayrıca jandarmalar, “sık sık daha cahil ve açıkcası daha yıkıcı ve düşmanca”dır.61

Jandarma sıradan köylülere karşı hep zenginin, güçlünün yanındadır. Özel bir şirketin kâr elde etmek için köylülerin ormanını mahvettiği “Bir Orman Hikâyesi” adlı hikâyenin ilettiği mesaj budur. Köylülerin gözündeyse orman atalarından onlara kalan bir mirastır, hayatlarını sürdürmeleri ormana bağlıdır. Ayrıca köylüler çevre tahrip edildiği için de üzülmektedir. Çaresizlik içerisinde yetkililerden şirketin girişimlerini durdurmalarını isterler; ancak yetkililer köylülere yardım edeceklerine jandarmaları göndererek köylülerin şirkete karşı başlattıkları eylemleri en vahşi yöntemlerle durdururlar.62

Jandarmaların insanlık dışı, vahşi davranışlarına, tavırlarına rağmen köylülerin bütün bunları “doğal” olarak karşılaması ilginçtir. “Candarma Bekir” adlı hikâyede gözaltına alınan köylü kendi kendine konuşur, “Candarma değil mi, elbet dövecek”63 Jandarmaların istedikleri her şeyi yapmaya hakkı var gibidir. Bu yüzden, Ali’nin hikâyelerinde, romanlarında Osmanlı devlet geleneğinin mirası olan, jandarmada vücut bulan güçlü devlet imgesi köylülerin devlete karşı duydukları derin korkunun ifadesidir; bu, Max Weber’in devlet gücünün keyfîliği dediği olguyu anımsatır.64

Bürokratların, aydınların olumsuz imgesinin aksine sadece köy öğretmenleri olumlu özelliklerle resmedilir Sabahattin Ali’nin eserlerinde. Bu, belki kendisinin de öğretmen olmasından kaynaklanır. Köy öğretmenleri çoğu zaman, köylülerin yerel eşrafın mutlak gücüne, devlet yetkililerinin keyfîliğine karşı mücadelelerinde köylüleri kollayan, idealist insanlar olarak resmedilir.65

“Asfalt Yol”, köy öğretmeni imgesinin sunulduğu güzel bir örnektir. Bu hikâyede köy öğretmeni, köylüleri hem eğitim konularında, hem de medenî konularda aydınlatmak için elinden gelen her şeyi yapar. Hükümetle olan ilişkilerinde, haklarını ararken ihtiyaç duyarlar diye köylülere Anayasa’yı öğretir. Köyün âcil yol sorununu çözmeyi de kendine görev bilir. Ancak sorunları çözmek yerine hiç istemeyerek, farkında olmadan daha büyük sorunlara yol açaçaktır. Böylesi durumlar, Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde sık sık tekrarlanan konulardandır. Öğretmenler köylülere yardım etmeye hazırdır; ancak bütün iyi niyetlerine rağmen sonuçta köylülere yardım etmeyi bir türlü başaramazlar.

Kısaca belirtmek gerekirse, Sabahattin Ali’nin bürokratlara, aydınlara bakışı Yakup Kadri’ninkinden çok önemli farklılıklar gösterir. Kadri’ye göre bürokratlarla aydınlar doğru yolu bir görebilseler köylülere gelişmeleri, medenileşmeleri için yardım edebilecek insanlardır. Onun bu bakış açısı belki de Türkiye köylerindeki sorunların kaynağı olarak toplumsal yapıları değil de, doğanın acımasızlıklarını görmesinden kaynaklanmaktadır. Buna karşılık Sabahattin Ali’nin eserlerinde, köyde değişmesi gereken şey olarak hep toplumsal ilişkilere, toplumsal yapıya işaret edilir. Yakup Kadri’nin aksine, Sabahattin Ali köylüler adına ne bürokratlardan, ne de aydınlardan bir şey bekler. Bu durum, en çok 1908 Jön Türk Devrimi’nden beri hiçbir şeyin değişmediğini belirttiği Kuyucaklı Yusuf romanında apaçık ortadadır. Aslına bakılırsa bürokratlarla aydınlardan medet ummak bir yana, bu toplumsal gruplar onun anlatısında taşradaki toplumsal sorunları yaratanlardır. Yukarıda da belirtildiği gibi, hükümet yetkilileri yerel eşrafa, zenginlere karşı köylüleri korumakla yükümlü olsalar da onlar karşısında hiçbir nüfuzları yoktur.

Bu durum göz önüne alındığında, hükümetten, aydınlardan hiçbir şey beklememek anlaşılabilir bir tutumdur. Sabahattin Ali romanının son bölümünde bu gerçeği gözler önüne sererek Yakup Kadri’den önemli bir biçimde ayrılır. Ali’nin romanı Yusuf’un çaresizliğini, devlet otoritesini toptan reddedişini simgelercesine Yusuf’un dağa çıkmasıyla biterken, Yakup Kadri’nin Yaban’ı Ankara’dan gelen Kemalist askerlerin ulus-devletin ilerleyişini muştulayan ümit dolu top sesleriyle biter.
-Devam Ediyor-

Vincent Van Gogh ve Köylüler



Ekin Biçme Zamanı

Aşağıdaki linkte size Vincent Van Gogh'un köylüleri çalışırken ve dinlenirken gösteren resimlerini sunuyoruz. Tamamı yağlıboya olan bu resimlerin önemli bir kısmı, ressamın hayatının son bir yılını akıl hastanesinde geçirdiği Saint-Rémy'de çizilmiştir.

Bu resimlerde, köylülerin buğday ve patates tarlalarında çalışmalarını, çalışma arasında dinlenmelerini, eve dönüşlerini ve evde akşam geçirdikleri saatleri göreceksiniz. Resimlerdeki gerçeklik ve iç dünyayı yansıtma başarısı; köylülerin yorgunluğunu fakirliğini ve hayatı kabullenmişliğini açıkça önümüze sermektedir.




Vincent Van Gogh (1853 - 1890)

Vincent Van Gogh, bir papazın oğlu olarak 1853 yılında Hollanda’nın güneyinde bir köyde dünya’ya gelir.

Zengin tablo tacirlerinin yeğeni olan Vincent Van Gogh, bir resim galerisinde satıcı olarak hayata atılır. Bir süre sonra, içindeki coşkun din tutkusuna kapılarak rahip olmayı aklına koyar. Belçika'nın madencilik bölgesi Borinage'da geçirdiği aylar Van Gogh'un bütün varlığını derinden sarsacaktır: bu sefaletle yüz yüze geliş, ondaki din ve Tanrı inancını alıp götürür.

İnsanların yalnızlık, hüzün ve acı içindeki hallerinden etkilenip bunları resmeder. Acı çekenlere ilgi duyar; içinde yaşadığı dünyada kendisini uyumsuz hisseden bütün melankolikler gibi.. Mutsuz olmasının bir diğer nedeni yalnızlığııdır. Hiçbir zaman hiçbir şeyi başaramayacağına olan inancı, kendisinden kuşku duyması, trajik yazgısıdır onu melankolik yapan..

Ondaki olağanüstü yeteneği fark eden küçük kardeşi Theo, ağabeyine maddî ve manevî yönden destek olur. Yedi yıl boyunca (1878-1885) ressam, sürekli desenler ve taslaklar çizerek Belçika ve Hollanda'da dolaşır durur, bu çalışmalarının sonunda da ilk büyük kompozisyonunu yapar: Patates Yiyenler.

Kardeşine her gün uzun mektuplar yazar. Bu mektuplar ressamın hayatını daha yakından tanımamıza yardımcı olmuştur. 1886'da Paris'e, Theo'nün yanına giden Van Gogh orada Pissarro, Gauguin ve Toulouse-Lautrec ile tanışır. İzlenimciliğin etkisinde kalan sanatçının resimleri artık eskisi kadar karanlık ve kasvetli değildir.

1889'da bir kulağını kestikten sonra, Saint-Rémy'deki akıl hastanesine yatmaya gönüllü olarak gider. Bu dönem onun hayatının en zorlu dönemi ve aynı zamanda en yaratıcı dönemidir. Burada kendi içsel sıkıntılarıyla savaşır ve maalesef hastalık onu tamamen sarmalar. Nisbeten iyi olduğu zamanlarda hastane görevlileri onun dışarı çıkarak açık havada resim çizmesine izin verirler ve desteklerler. 29 Temmuz 1890 da kendini vuran Van Gogh iki gün sonra ölmüştür.

Erken Dönem Türk Edebiyatında Köylüler -III



Popülist Bir Bakış Açısı: Memduh Şevket Esendal
Memduh Şevket Esendal erken dönem Cumhuriyet edebiyatının en ilginç şahsiyetlerinden biridir. Sadece köy temaları üzerine eser vermeyen Esendal, Yakup Kadri ve Sabahattin Ali’den bile önce bu konulara değinmiştir; gerçi hikâyelerinin çoğu yazıldıktan uzunca bir süre sonra yayımlanmıştır. Esendal’ın köylülere duyduğu ilgi, sıradan insanları edebiyata yansıtma çabasının bir parçasıdır. Sabahattin Ali gibi Memduh Şevket Esendal da erken Cumhuriyet dönemi “köycü” aydınlarının aksine, köy hayatına, köylülere ilişkin gerçekçi olmayan, idealleştirilmiş, romantik betimlemelerden kaçınmıştır.

1883’te Çorlu’da doğan Memduh Şevket Esendal Balkanlar’dan gelen göçmen bir ailenin oğludur. Ailesinin içinde bulunduğu malî sıkıntılara, zorlu savaş yılları eklenince Esendal eğitimini yarıda kesmek zorunda kalır. Dolayısıyla, kendi kendini eğitmiş bir kişidir Esendal. 1906’da genç yaşta o zamanlar gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olur.66

Örgütte müfettişlik görevinde olduğu için 1908 Jön Türk Devrimi’nden sonra bütün ülkeyi gezip görme fırsatı bulur; böylece Anadolu insanıyla, Anadolu’nun gerçeklikleriyle tanışır. Bu sırada, ailesi geçimini tarımdan sağlamaktadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında koşullar git gide ağırlaşınca ailesi bütün topraklarını kaybeder. Kurtuluş Savaşı’nın en başarılı günlerinde Ankara’daki yeni rejimin ilk büyükelçisi olarak Azerbaycan’da görev yapar. Türkiye’ye geri döndükten sonra, 1925’te eski İttihatçı arkadaşlarıyla birlikte haftalık Meslek gazetesini çıkarır. Bu gazeteyi çıkarması iktidarda olan Cumhuriyet Halk Partisi’nce hoş karşılanmaz. Sorun, gazetenin savunduğu ideolojiden çok, dergiyi çıkaranların siyasî kimlikleridir: Yeni rejimin iktidardaki seçkinlerinin rakipleri olan eski İttihatçılar olmasıdır. Esendal ilk hikâyelerini Meslek’te yayımlar. Gazete meslek grupları etrafında örgütlenmiş, meslek gruplarınca yönetilen bir toplum tahayyülünü savunan korporatist anlayışın propagandasını yapar. 1926’da Atatürk’e suikast girişiminin ardından rejime, bütün muhaliflerini susturup tasfiye etme fırsatı doğunca Esendal da büyükelçi olarak tekrar yurtdışına gönderilir. İttihatçıların çekirdek kadrosundan olmayışı, yeni rejimle işbirliği yapmaya istekli oluşu, belki de daha büyük bir ceza almasını engeller.

TBMM’nde milletvekilliği görevini üstlendiği iki yıllık (1930-32) dönem dışında 1938’e dek hayatını İran’da, Sovyetler Birliği’nde ve Afganistan’da geçirir Esendal. Yurtdışında kaldığı süre boyunca Farsça, Fransızca ve Rusça öğrenir, yabancı ülkelerin edebiyatlarıyla tanışır, hikâyeler yazmaya devam eder. 1938’de ülkeye döndükten sonra yeniden milletvekili seçilir; 1941-1945 yılları arasında yürüttüğü CHP Genel Sekreterliği görevi ise siyasî kariyerinin doruk noktası olur. 1945 yılında dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’yla toprak reformu konusundaki görüşleri ayrı düşünce istifa etmek zorunda kalır.67

İstifasından 1952 yılındaki ölümüne dek geçen süre içerisinde kendini edebiyat çalışmalarına verir; hikâye yazarı olarak ün salması da bu döneme denk düşer. Edebiyatta bu geç gelen ünün nedeni, tanınmış bir siyasetçi ve diplomat olması nedeniyle hikâyelerini hep takma adlarla yayımlamasıdır belki de. Edebî kişiliğiyle siyasîkimliğini birbirinden ayrı tutmayı yeğlemiştir hep. Esendal’ın hayatının büyük bölümü realpolitik’in kuru, günlük, sıkıcı alanına sıkışıp kalsa da o bir ütopyacıdır. Ütopyasına bir tarım medeniyetini kastederek “yatay medeniyet” adını verir. Ütopyasının antitezi “dikey medeniyet”, dediği “sanayi medeniyeti”dir. Şevket Süreyya Aydemir’in deyimiyle Esendal “sanayinin ve sanayi medeniyetinin düşmanı”dır.68

Esendal’ın duruşu, düpedüz 1930’lu yılların köycü bakış açısını hatırlatır. Tarım medeniyetine olan inancı öyle kuvvetlidir ki, ona göre bir sanatçının en önemli görevi tarım medeniyetini kabul etmek, savunmak ve bu fikri yaymaktır. Ölümünden önce kendisiyle yapılan bir röportajda da açıkça belirttiği gibi:

“Amudi medeniyet” yoktur beyefendi, ayakta duramaz, yaşayamaz....Bugün, gördüğünüz şeyler var ya, şu atomlar falan, yeni silahlar, icatlar ve siyasi krizler, buhranlar, bunların hepsi “amudi medeniyet” in çökmekte olduğunun delilidir. Ben, ergeç “ufki medeniyetin,” yani “toprak medeniyetinin” galabe çalacağına inanıyorum. İnsanların huzurunu, milletlerin istikrarlı bir hayata kavuşmasını, “toprak  medeniyeti”nde görüyorum. Bu işi Hükümetler yapamaz. Bu sanatkarın işidir. Bu fikri, çok taraflı işleyip, geliştirerek, olgunlaştırarak cemaatin önüne düşecek, “toprak medeniyeti” fikrine cemaati ısındıracak, bu fikri benimsetecek adam, sanatkardır.69

Esendal’ın hikâyelerinin, özlemini duyduğu toplumu, medeniyeti ne ölçüde yansıttığı merak konusudur. Tarım medeniyeti ütopyasını örnekleyen bir toplum tahayyülünü yansıttığı “Yurda Dönüş” adlı hikâyesi dışında ütopyalarıyla ilgili konulardan pek söz etmez. Ona göre iki tür sanatçı vardır: liderlik edenler ve takip edenler. Liderlik edenler toplumlarının hep bir adım ötesinde düşünüp hareket ederler, milletin önüne yeni hedefler koyup yeni fikirler üretirler, yeni ufuklar çizerler; böyle sanatçılara toplumda ender rastlanır. Esendal’ın bu tür sanatçılara büyük bir saygısı vardır; ancak kendisini bu ayrıcalıklı sınıf içerisine yerleştirmez, kendisinin ikinci grupta yer aldığını söyler: Bu sanatçılar, geleceğin değerlerine ilham kaynağı olmaktansa toplumun, toplumsal ilişkilerin var olan durumunu yansıtarak toplumu sadece algılamakla, takip etmekle yetinirler.70

Bu nedenle olsa gerek Esendal’ın edebiyat eserlerinde neden “tarım medeniyeti”nin savunuculuğunu yapmayıp sadece yaşadıklarını, tanıklıklarını yansıttığını anlamak mümkün olur. Esendal’ın eserleri günlük yaşamın, “küçük insanlar”ın mücadelelerinin yansımalarıdır. Karakterleri ne kahramanlık ederler, ne de eğlendiricidirler; karmaşık, kozmopolit de değildirler. Alçakgönüllü, düz, sıradan, “küçük” sorunları için endişelenen “küçük” insanlardır.71

Bu tür bir seçim, belki de, Esendal’ın kişiliğiyle ilgilidir. Döneminin en alçakgönüllü siyasetçilerinden, aydınlarından biri olarak bilinir. Aşırı olan her şeyi reddetmesi dikkatini “küçük insanlar” üzerinde yoğunlaştırmasını etkilemiş olsa gerek. Çocuklarına da her zaman alçak gönüllü  olmalarını, hayattaki maddî çıkarlarla ilgilenmemelerini öğütlemiştir. 72

1920’de Azerbaycan’a büyükelçi olarak atanması da Esendal’ın kişiliğiyle ilgilidir. Azerbaycanlılar bu görev için “halk”tan gelen, “alçakgönüllü” bir kişi isteyince akla ilk gelen Esendal olur. Böyle bir kıstasla bu göreve seçilişini hep bir onur kaynağı olarak anmıştır.73

Esendal’ın edebiyat eserlerinde göze çarpan en önemli özellik kullandığı yalın, süssüz dildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yazdığı eserlerde bile çağdaşı yazarların diliyle karşılaştırdığımızda son derece yalın, açık ve doğrudan bir dil kullanmıştır. Bu bakımdan 1930’lu yıllarda devletin ön ayak olduğu dilde sadeleşmeyi hedefleyen hareketin de öncüllerindendir diyebiliriz Esendal için. Bir açıdan bakıldığında, Esendal’ın daha pragmatik kaygıları da vardır. Sıradan okurların da kendi eserlerini anlamasını ister. Ancak başka bir açıdan da, bu yaklaşımı daha felsefî bir düzlemde algılanabilir. Edebiyat eleştirmeni Tahir Alangu’ya göre, Esendal’ın yalın, doğrudan bir dil kullanmayı tercih edişi 1900’lü yılların başından itibaren Türk aydınları arasında yerleşmeye başlayan popülist, Halka Doğru eğilimiyle ilgilidir.74

Esendal’a göre, yalın bir dil kullanmak daha çok halkçı olmak, daha az seçkinci olmak anlamına gelir. Bu tavrıyla seçkinciliğe gizli bir eleştiri de yöneltir. Bir röportajında köylülerin nasıl konuştuğunu incelersek, karmaşık, süzgeçten geçirilmiş, üst düzey bir dil yerine yalın, doğrudan bir dille iletişim kurduklarını görebileceğimizi söyler.75

Köylülerin konuşma tarzlarını yazıda kendine tarz olarak benimsemesi bir köylü kültü yarattığı anlamına gelmez; çünkü Esendal kategorik olarak, kült haline getirilen her şeyi reddeder. Esendal’ın hikâyelerinde bürokratlarla hükümet yetkilileri sıradan insanlara sorun yarattıkları için sık sık eleştirilir. Bürokratlarla hükümet yetkilileri köylülerin hayatına müdahale eden, dışarıdan insanlardır. Bunun da ötesinde devletin bürokratik yapısı Esendal’ın Meslek gazetesinde propagandasını yaptığı korporatist görüşlerinin antitezidir. Esendal, meslek gruplarının sıkı bir biçimde katıldığı bir siyasî hayat hayal etmektedir.76

Böylesi bir siyasî yapı, sistemi daha katılımcı kılacak, hükümet yetkilileri gibi asalak öğelerin sayısını da önemli ölçüde azaltacaktır.77

Memurların eleştirisi Esendal’ın hikâyelerinde sık sık tekrarlanan konulardandır. Sözgelimi, “Köye Düşmüş” adlı hikâyesinde bir süre köyde yaşamak zorunda kalan eski bir hükümet yetkilisi, aydını anlatır. Köylülerle köyden nefret ettiği için tek derdi bir an önce oradan kurtulmaktır.78

Hükümet yetkililerini eleştirdiği hikâyelerinin güzel bir örneği olan “Müdürün Züğürdü” adlı hikâyede Esendal nüfuz sahibi yerel bir ağanın da desteğini arkasına alarak zavallı köylülerden zorla para toplayan bir memurun yozlaşmış ilişkilerini anlatır. 79

“İane” adlı hikâyede de yetkililerin iktidarlarını kötüye kullanmaları teması işlenir. 80 Aynı şekilde, “İşin Bitti” adlı hikâyesinde, bir köy muhtarından kasabaya gelmesi istenir, muhtar kasabaya yürüyerek ancak saatler sonra varabilir. Kasabaya vardığında kendisini çağıran yetkililer, hiçbir sebep göstermeksizin muhtarı saatlerce bekletirler. Sonunda, köylerindeki bir kişinin hayatta olup olmadığını sorarlar. Sırf bu basit soruya yanıt almak için toprağında çalışarak geçireceği bir günlük zamanı ondan çalarak, köy muhtarına kelimenin tam anlamıyla işkence çektirirler. 81Hükümet yetkililerinin bu tavırları köylülerin devlete güvenmemesine, sonuçta mahkemeye başvurmak yerine adaleti kendi yollarından aramalarına, sözgelimi Esendal’ın “Keleş” ve “Dursun Hacı” adlı hikâyelerinde de anlatıldığı gibi, çoğu zaman düşmanlarını öldürmelerine yol açmaktadır.82

Sabahattin Ali’nin eserlerinde olduğu gibi Esendal’ın eserlerinde de köyde hem ekonomik, hem de siyasî açıdan güçlü olan jandarmalara, ağalara karşı eleştirel bir tavır vardır.83

Ancak Sabahattin Ali’nin kıyasıya, sert eleştirileriyle karşılaştırıldığında geleneksel olarak köylülerin başında gerçekten bir bela olan ağalarla, jandarmalara karşı sert olmayan tutumunun nedeni Esendal’ın kişiliğinde, edebiyat üslûbunda, siyasî ideolojisinde gizlidir. Her şeyden önce, Esendal’ın insanlarla sürtüşmek yerine onlarla uzlaşmayı, onları anlamayı yeğleyen alçakgönüllü, bütün hayatı boyunca her türlü aşırılıktan uzak durmuş bir kişiliği vardır. İnsanlar arasında ümit tohumlarını yeşertebilmek için sanatçılar hep iyimser olmalıdır ona göre. Bir röportajında belirttiği gibi, “Ben, insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanırım.”84

“Eşek” adlı hikâyesi Esendal’ın bu tavrına güzel bir örnektir. Hikâyede köylünün biri eşeğini kaybedince dünyanın ne kadar sefil bir yer olduğunu düşünmeye başlar. Daha sonra eşeğini bulur, bütün karamsar duyguları, düşünceleri bir anda iyimser bir havaya bürünür.85

Esendal’ın bu yumuşakbaşlı tavrının bir başka nedeni de siyasî ideolojisidir. O, ilerleme fikrine gönülden bağlıdır, dolayısıyla insan doğasının içkin bir biçimde iyi olduğuna dair naif Aydınlanma inancına da sonsuz bir adanmışlığı vardır. Böylesi inançlarla, fikirlere İttihat ve Terakki Cemiyeti’ndeki seçkin bir topluluğun dünyayı değiştirebileceğine, halka neyin iyi, neyin kötü olduğunu öğretebileceğine dair deneyimlerinden kalma bir inanç eklenince, sonuçta ortaya sarsılmaz bir iyimserlik çıkar.

Esendal’ın köy hayatına bakışı da Sabahattin Ali’ninki kadar sert eleştirilerle yüklü değildir. Köylülerin yoksulluğunu, yaşadıkları sefil koşulları, içinden çıkılmaz sorunlarını gözler önüne serse de,86 toplumsal eleştiriler yöneltmekten bilinçli olarak kaçınır. Bu bakımdan Sabahattin Ali kadar toplumsal ve siyasî açıdan koşullandığını söyleyemeyiz. Bu durum, belki de toplumda uyuma öncelik veren korporatist dünya görüşünden, her türlü aşırılığa karşı duyduğu nefretten kaynaklanmaktadır. Sabahattin Ali’nin aksine, Esendal toplumun uyumlu toplumsal gruplardan, sınıflardan oluştuğuna; yetkililerin yozlaşmasının, ellerindeki gücü kötüye kullanmalarının önlenmesi halinde toplumsal barışın sağlanabileceğine inanır. Toplumsal gruplar, sınıflar arasındaki farklılıkları göz ardı eden Esendal, bütün sorunlar için günah keçisi olarak hükümet yetkililerini, devlet memurlarını görür; bunun için de devlet ve parti aygıtını iyileştirmeyi kendine görev sayar. 1940’lı yılların ilk yarısında iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreteri’yken de bu amacını samimiyetle gerçekleştirmeye çalışır.

Sonuç Burada incelenen üç edebi şahsiyetin 1930’lu yıllarda Türk aydınlarını etkilemeye başlayan köycü akımın ne ölçüde etkisinde kaldıklarını belirlemek güç. Ancak, bu üç şahsiyetin yukarıda değerlendirdiğimiz edebî eserlerinin Cumhuriyet Türkiyesi’nin entelektüel dünyasında köycü akımın gelişmesinde büyük etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Sözgelimi birçok insan, Türk aydınları arasında köylüye, köyün sorunlarına karşı bir ilginin uyanışında Yakup Kadri’nin Yaban adlı eserinin yayımlanışını dönüm noktası olarak görür. Sabahattin Ali’nin hikâye kitapları köycü bir ruhla eğitilen Köy Enstitüleri öğrencileri arasında en çok okunan kitaplardan biridir.87 Sabahattin Ali de Köy Enstitüleri’ni birçok kez ziyaret etmiştir.88 Esendal da diğer sanatçılara ilham kaynağı olmuş, onların da sıradan insanların, özellikle de köylülerin hayatlarını anlatmalarına sebep olmuştur.

Bu üç yazarın da eserlerinde köy konularını işlemeleri başlı başına önemlidir. Yakup Kadri bunu yaparken Türk milliyetçiliğini güçlendirmeyi, siyasî rejime bir kitle tabanı bulmayı hedefliyordu. OnunYaban’da anlattığı bütün kötü özelliklerine rağmen, onun için köyler hâlâ millî değerlerin beşiğiydi. Ilımlı bir sosyalist olan Sabahattin Ali’ye dönersek, onun için köylülerin önemi belki de ezilen, mağdun sınıflara duyduğu merhametten kaynaklanıyordu. Ona göre, şehirli bir işçi sınıfının yokluğunda özellikle bürokratlar, toprak ağaları gibi muktedirlerin egemenliği altında en çok ezilen grup köylülerdi. İşte tam da bu yüzden köylüler edebiyata konu olmaya değerdi onun için. Bunun yanı sıra dönemin solcu aydınları arasında köylüleri, içinde devrimci bir ruh barındıran bir sınıf olarak görmek yaygın bir eğilimdi. Sabahattin Ali’nin ılımlı görüşlerinin aksine daha radikal bir bakış açısını savunan daha örgütlü, daha saldırgan, daha militan bir sınıf arayışında dikkatlerini geleneksel olarak hep şehirlere, işçi sınıfına yoğunlaştıran komünistler bile işçilerle köylülerin işbirliği üzerine geniş bir literatür oluşturmuşlardır.89

Esendal’ın köylülere olan ilgisi ise onun sokaktaki sıradan, basit insanları eserlerine taşıma isteğinden kaynaklanır; kırsal kesimin nüfusun yüzde seksenini oluşturduğu bir toplumda da sokaktaki insanı köylülerden daha iyi kim temsil edebilirdi ki? Üç yazarımızın da ne ölçüde 30’lu yıllardaki birçok köycü arasında yaygın olan “yüzü geçmişe dönük,” durağan, farklılaşmamış bir toplumsal örgütlenme anlayışını savunduklarını kestirmek güç. Ancak Yakup Kadri’yle Esendal’ın eserlerinde bu akımın izlerine rastlamak mümkün. Yakup Kadri’yle Kadro dergisi çevresindeki arkadaşlarının Batı Avrupa tarzında bir işçi sınıfının olmadığı sınıfsız bir toplum tahayyülünü savundukları bilinen bir gerçektir. Bu bakımdan, köylüleri muhafazakâr, sınıfsız bir toplumun kaynağı olarak gören köycü anlayış, Yakup Kadri’yle Kadro’nun ideolojik kökenlerinde vardır. Esendal’ın ideolojik görüşleri de, “yüzü geçmişe dönük” birçok özellikler barındırır. Esendal “sanayi medeniyeti”nin düşmanı olarak bilinir; biyografisinde de belirtildiği gibi ortaçağdan kalma loncalardan oluşan bir toplumsal örgütlenmenin özlemini duymuştur hep.90

Ayrıca, Esendal’ın “tarım medeniyeti” de yirminci yüzyılın sanayileşmiş dünyasında “yüzü geçmişe dönük” bir anlayışın işaretidir kanımca. Sabahattin Ali, kuramsal, siyasî görüşlerine ilişkin çok fazla yazılı kaynak bırakmadığı için onun “yüzü geçmişe dönük” bir görüşü olup olmadığını tespit edecek yeterli bilgi yok elimizde. Ancak köycü ideolojinin en önemli özelliklerinden biri olan köylünün ve kırsal değerlerin yüceltilmesinde en iyi örnek Sabahattin Ali’dir. Daha önce de vurguladığım gibi bu, en iyi Ali’nin köylü kişilikleri betimleyişinde gözlemlenebilir.

İncelediğimiz yazarlar arasında Sabahattin Ali’yle Esendal’da köycü ideolojinin bir özelliği olan aydın karşıtlığının izlerini görebiliriz. İki yazar da edebiyat eserlerinde ülkelerinin gerçeklerini anlamaktan uzak, bencil insanlar olarak resmedilen aydın sınıfına karşı düşmanlıklarını belli eder. Aydınlar, sorunlarını çözmeleri için köylülere yardım edeceklerine onların başına yeni dertler açar sadece. Esendal’la Ali’nin tavrıyla karşılaştırıldığında Yakup Kadri’nin aydına bakışı son derece farklıdır. Seçkin sınıfa bağlı bir aydın olan Yakup Kadri bu sınıfından nefret etmez. Ona göre aydınlar köyün, köylünün “geri kalmışlığının” en büyük nedenidir; ancak yine de kendilerine tarihin yüklediği misyonun farkına varabilseler köylülere önder olabilecek, onları aydınlatabilecek tek özne yine aydınlardır.

Aynı şekilde, Sabahattin Ali de kırsal kesimde hükümetin iktidarı söz konusu olduğunda eleştirel bir bakış açısını benimser. Ali’nin anlatısında hükümet yetkilileri sıradan köylüler üzerinde, köylülerin aleyhine hem ekonomik hem de siyasî iktidarı, nüfuzu olan yerel sivil iktidar odaklarıyla işbirliği yapan kişiler olarak resmedilir. Ali’nin bu yaklaşımı, toplumsal ilişkileri, özellikle de iktidar ilişkilerini değiştirmeden Anadolu’nun sorunlarının çözülmesinin imkânsız olduğuna dair inancıyla ilgilidir. Başka bir deyişle, toplumsal ilişkilere yaklaşımı Ali’nin eserlerinin özünü oluşturur.

Benzer eleştirilerle paralel bir yaklaşım Esendal’ın eserlerinde de görülür. Ancak Esendal’ın yaklaşımı iki açıdan Ali’nin yaklaşımından farklılık gösterir. Ali devlet memurlarının hiçbir şekilde herhangi bir gelişmeye ön ayak olamayacaklarını düşünürken, Esendal parti ve devlet aygıtındaki düzelmelerin köylünün içinde bulunduğu şartların da iyileştirilmesi anlamına geleceğini savunur. Ayrıca, Esendal naif bir anlayışa kapılarak toplumların uyumlu, olumlu, düz bir çizgide evrileceklerine inanır. Edebî eserlerinde eleştiriye hemen hemen hiç yer yoktur. Esendal’a göre yozlaşmış hükümet yetkilileri, hükümetin gereksiz müdahaleleri olmasa içkin olarak huzurlu bir öz taşıyan toplum, bir bütün olarak doğal yollardan evrimin bir üst aşamasına geçebilecektir.

Yakup Kadri’ye göreyse hükümet kırsal kesimin “gelişmesi”ni sağlayacak temel kaynaktır. Yakup Kadri’nin bu görüşünün altında Anadolu’da hayatın iyileştirilebilmesi için doğanın zor koşullarına karşı verilen mücadelenin kazanılması gerektiğine duyduğu inanç yatar. Başka bir deyişle, dönemin köycüleri gibi Yakup Kadri de köyün “gerikalmışlığı”nın yok edilmesi için insanın doğayla olan ilişkisini en önemli çözüm olarak görmüştür. Bunun sonucu olarak Yakup Kadri, kırsal sorunları insanların doğayla olan ilişkilerinde zayıf olmalarından kaynaklanan teknik sorunlar olarak görmüştür. İnsanlar arasındaki iktidar ilişkileri neredeyse göz ardı edilmiştir. Sorun “teknik” bir düzeye indirgendiğinde doğal olarak en yetenekli teknik uzmanları bünyesinde barındıran en büyük oluşum olarak devlet devreye girer. Yakup Kadri’nin her zaman istediği şey de budur. Bütün bunları göz önünde bulundurursak Yakup Kadri’nin Kemalist bürokrasinin sözcüsü olarak tanımlanması pek de haksız sayılmaz. Kadrodergisindekiler başta olmak üzere birçok öbür makalesinde de toplumsal hayatın her yönüne devletin müdahale etmesi gerektiğini savunmuştur. Böylesi bir tavrın zaten devletin desteklediği bir ideoloji olan dönemin köycü ideolojisiyle uyum içinde olduğunu belirtmeye gerek bile yok. Yazarlarımızın köy, köylü gibi konulara duyulan ilginin artmasına büyük ölçüde katkıda bulunduğu muhakkaktır. Köy konuları üzerine üretilmiş bu literatüre rağmen Cumhuriyet’in ilk dönemindeki edebi figürlerin hiçbirinin köy kökenli olmadığını belirtmekte fayda var. Köy konuları üzerine eser verenlerin hepsi, köylüyü ve kırsal Türkiye’nin sorunlarını eserlerine yansıtma gerekliliğini duymuş, eğitimli şehirli aydınlardır ne yazık ki. Bu dönemde, köycü ideolojide büyük bir gelişme yaşanmış olsa da daha sonra bu ideolojiden etkilenerek yazılmış eserlerin sayısıyla karşılaştırırsak bu dönemde yazılanların ne kadar az olduğu görülür. Türkiye’de ancak 1950 yılından sonra köyde doğup büyümüş “köycü” aydınların oluşturduğu bir “köy edebiyatı” doğmuştur. Sözgelimi, Köy Enstitüleri’nden mezun olan Mahmut Makal 1950’de Bizim Köy adlı eseriyle neredeyse bir çığır açmıştır; Türk köyüne ilişkin kuru; ancak son derece gerçekçi olan betimlemeleri dönemin birçok insanını derinden etkilemiştir. 1950’li yılların ilk dönemlerinden 1970’li yıllara kadar geçen süre içerisinde “köycü edebiyat” denilen akım birçok yazar arasında yaygınlık kazanmış, edebiyat çevrelerini etkilemiştir.91

Bu dikkat çekici gelişmenin sebebi, kısmen de olsa dikkatlerini büyük bir şevk ve ciddiyetle köy konuları üzerinde yoğunlaştıran Köy Enstitüleri mezunlarıdır.92 Köy Enstitüleri mezunlarının çabalarının yanı sıra, hem solda, hem de sağda popülizme doğru kayışın yaşandığı dönemin siyasî ve ideolojik iklimi de “köycü edebiyat” için iyi bir zemin oluşturacaktır. Elbette hepsinden önemlisi, 1950’li yıllardaki hızlı sanayileşmenin, köylülüğün çözülmesinin, şehre göçün etkisi büyüktür.

KAYNAKÇA:
1-Yard. Doç. Dr., Boğaziçi Ünivesitesi, Atatürk Enstitüsü. Bu yazıya yardımları için Pınar Öztamur’a teşekkür ederim.
2-Bu konuda benim aşağıdaki çalışmalarıma bakılabilir: “Tek Parti Döneminde Halkevleri ve Halkçılık,” Toplum ve Bilim, no. 88, 2001: 163-187; “Köy Enstitüleri Üzerine Düşünceler," Toplum ve Bilim 76, 1998: 56-85. “Bir Tepeden Reform Denemesi: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun Hikayesi," Birikim, Mart, 1998, no. 107: 31-47.
3-Sözgelimi, ünlü romancı Kemal Tahir, çeşitli tartışmalara konu olan birçok roman yazmış; romanlarında ilginç, önemli, tartışmalı tarihî konuları seçmiş, “kendine özgü” kuramlar, hatta bazen tarih yazımına ilişkin “yeni” bakışaçıları üretmiştir. Ne yazık ki bu tür yaklaşımlar bazılarınca gerçek tarihçilikle karıştırılmıştır.
4-Bkz. Yakup K. Karaosmanoğlu, Ankara, 4. Baskı (İstanbul: Remzi, 1972).
5-Fethi Naci, 40 Yılda 40 Roman (İstanbul: Oğlak, 1994), ss. 49-50.
6-Bkz. İsmail Çetişli, Memduh Şevket Esendal (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1991), ss. 1-20; Carole Rathbun, The Village in the Turkish Novel and Short Story, 1920 to 1955 (Paris: Mouton, 1972), s. 34.
7-Fethi Naci haklı olarak Yakup Kadri’yi “bürokrasinin yazarı ve ideoloğu” olarak tanımlar. Bkz., Naci, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, s. 143.
8-Kadro’nun kapatılmasının ardından Yakup Kadri’nin diplomatlık hayatının hikâyesi için bkz. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Zoraki Diplomat (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1967), birinci basım, 1955.
9-Rathbun, s.35; Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat (İstanbul: Tekin, 1985), s. 506.
10-Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, 8. Baskı, (İstanbul: Remzi, 1968), s. 65.
11-a.g.e s. 27.
12-a.g.e. s. 98.
13-a.g.e. s. 16.
14-a.g.e s. 116.
15-a.g.e s. 61-62.
16-a.g.e. s. 40.
17-a.g.e. s. 30.
18-a.g.e. s. 40.
19-a.g.e. s. 42.
20-a.g.e. s. 139.
21-Bkz. Tahir Hayrettin, “Türk Edebiyatının İlk Orjinal Eseri: ‘Yaban’”, Kadro 15 (Mart 1933), s. 48.
22-Karaosmanoğlu, Yaban, s. 100.
23-"Felaket bile bizi birleştiremedi. Aramızdaki, benimle onlar arasındaki uçurumu belki, daha ziyade derinleştirdi." a.g.e. s. 155.
24-a.g.e. s. 31.
25-Sözgelimi bkz. Karaosmanoğlu, Yaban, s. 22.
26-Bkz. Vedat Nedim (Tör), “İşte bir Roman: Yaban,” Kadro 16 (Nisan 1933), ss. 48-49. Şevket Süreyya (Aydemir), “Yaban,” Kadro 18 (Haziran 1933), ss. 86-87.
27-Benzer bir yorum için bkz. Naci, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, s. 144.
28-Demirtaş, Türk Edebiyatındaki Anadolu, s. 32
29-Sabahattin Ali’nin hayat hikâyesi, kendisine adanan eserler, edebî eserlerinin bir değerlendirmesi için bkz. Filiz
Ali Laslo, Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali (İstanbul: Cem Yayınevi, 1979), (derleme makaleler).
30-Sabahattin Ali’nin ölümünün anlatıldığı bir çalışma için bkz. Küçük, Bilim ve Edebiyat, ss. 268-314.
31-Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, s. 130; Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997), s. 129.
32-Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, s. 130.
33-Asım Bezirci, Sabahattin Ali (İstanbul: Amaç, 1987), s. 100.
34-Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf (İstanbul: Cem Yayınları, 1982), ilk baskı 1937, s. 47.
35-Sabahattin Ali, “Kanal,” (1934), Sabahattin Ali, Değirmen, Bütün Eserleri 5 (İstanbul: Cem Yayınevi, 1983) içinde, s. 116.
36-a.g.e, s.114.
37-Sabahattin Ali, “Değirmen,” (1929), a.g.e. içinde s. 14.
38-Sabahattin, Ali, “Bir Orman Hikayesi” (1930), a.g.e.içinde, s. 97.
39-Ali, Kuyucaklı Yusuf, s. 135.
40-Sabahattin Ali, “Kağnı”, Sabahattin Ali, Kağnı-Ses içinde (Ankara: Akba Kitabevi, 1943), ss. 7-8.
41-Sabahattin Ali, “Köpek” (1937), a.g.e. içinde, s. 129.
42-Sabahattin Ali, “Kafa Kağıdı” (1935),. a.g.e. içinde, s. 20.
43-Sabahattin Ali hakkında benzer bir yorum için bkz. Korkmaz, Sabahattin Ali, s. 135.
44-Sabahattin Ali, “Köpek” (1937) Sabahattin Ali, Kağnı-Ses içinde (Ankara: Akba Kitabevi, 1943), s. 133.
45-a.g.e., s. 135.
46-a.g.e., s. 137.
47-Sabahattin Ali, “Bir Siyah Fanila İçin,” (1927) Sabahattin Ali, Değirmen içinde, s. 142.
48-a.g.e., ss. 146-47.
49-Sabahattin Ali, “Bir İskandal,” (1932) Sabahattin Ali, Kağnı-Ses içinde, s. 84.
50-a.g.e., s. 85.
51-Sabahattin Ali, "Bir Konferans" (1941), Sabahattin Ali, Yeni Dünya (İstanbul: Varlık Yayınları, 1966) içinde, ss. 124-128.
52-Sabahattin Ali, "Sulfata," a.g.e. içinde, ss. 166-181.
53-Sabahattin Ali, "Komik-i Şehir," (1928), Sabahattin Ali, Değirmen, Bütün Eserleri 5 içinde (İstanbul: Cem Yayınevi, 1983), ss. 165-166.
54-Sabahattin Ali, "Kağnı", in Sabahattin Ali, Kağnı-Ses, s. 9.
55-Sabahattin Ali, ""Sıcak Su," (1936) a.g.e. içinde, ss. 139-142, 1936.
56-Bkz. Sabahattin Ali, "Kafa Kağıdı," a.g.e. içinde, ss. 18-21.
57-Bkz. Sabahattin Ali, "Bir Firar," (1933) Sabahattin Ali içinde, Değirmen, ss. 108-111.
58-Bkz. "Candarma Bekir" (1934), a.g.e. içinde, ss. 118-123.
59-Bkz. Sabahattin Ali, "Kağnı", Sabahattin Ali, Kağnı-Ses içinde, ss. 9-10.
60-Bkz. Sabahattin Ali, "Asfalt Yol, -Bir Köy Öğretmeninin Notlarından" (1936), Sabahattin Ali, Yeni Dünya içinde (İstanbul: Varlık Yayınları, 1966), s. 17.
61-Rathbun'un Türk romanlarındaki jandarma tiplemesi için yaptığı genel değerlendirmeler Ali’nin eserlerindeki jandarma tiplemesine de uyar. Bkz. Rathbun, The Village in the Turkish Novel, s. 85.
62-Sabahattin Ali, "Bir Orman Hikayesi," (1930) Sabahattin Ali, Değirmen içinde, ss. 98-99.
63-Sabahattin Ali, "Candarma Bekir," (1934) a.g.e. içinde, s. 121.
64-Weber’in Osmanlı İmparatorluğu bağlamında bir eleştirisi için bkz. Haim Gerber, State, Society and Law in Islam: Ottoman Law in Comparative Perspective (Albany: State University of New York Press, 1994).
65-Benzer bir yorum için bkz. Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali, ss. 215-216.
66-Alangu, Tahir, Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman, 1919-1930 (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1968), s. 123; Rathbun, ss. 28-29.
67-Çetişli, Memduh Şevket Esendal, s. 20.
68-Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam (İstanbul: Remzi, 1995, ilk basım 1959), s. 464.
69-Esendal, anan M. Sunullah Arısoy, “Memduh Şevket Esendal'la Konuşma,” Edebiyatçılarımız Konuşuyor (İstanbul: Varlık Yayınları, 1953), ss. 5-15 Memduh Şevket Esendal, Mendil Altında, Bütün Eserleri, Hikayeler 4 içinde yeniden yayımlandı (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1992), ss. 18-19.
70-a.g.e. içinde, ss. 16-17.
71-Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, ss. 660-661.
72-Çetişli, Memduh Şevket Esendal, ss. 51-53.
73-Arısoy, “Memduh Şevket Esendal'la Konuşma,” s. 11.
74-Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman, s. 128.
75-Arısoy, “Memduh Şevket Esendal'la Konuşma,” s. 15.
76-Bkz. Çetişli, Memduh Şevket Esendal, s. 41.
77-Ancak bu, “meslekî temsil”i savunan Esendal’la öbür İttihatçıların çok partili bir demokrasi istedikleri anlamına gelmez. Siyasî partilerin bir meslek grubunu temsil ettiği siyasî seçimler istiyorlardı. Bkz. a.g.e., s. 45.
78-Memduh Şevket Esendal, "Köye Düşmüş" (1932), Otlakçı, Bütün Eserleri, Hikayeler 3 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1989), ss. 90-93; Rathbun, ss. 80-81.
79- Memduh Şevket Esendal, "Müdürün Züğürdü" (1925), Esendal, Mendil Altında, Bütün Eserleri, Hikayeler 4 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1992), ss. 127-130.
80-Memduh Şevket Esendal, "İane" (1923), Esendal, Sahan Külbastısı Hikayeler 3 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi,1983) ss. 9-15.
81-Memduh Şevket Esendal, "İşin Bitti" (1923), Esendal, Otlakçı, Bütün Eserleri, Hikayeler 3 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1989), ss. 213-218.
82-Esendal, "Keleş" (1932), "Dursun Hacı," Esendal, Memduh Şevket, Mendil Altında içinde, ss. 92-96, 214-218.
83- Ağaların köylülere ne kadar kötü davrandığının anlatıldığı bir hikâye için bkz. Esendal, "Yirmi Kuruş" (1922), Esendal, Memduh Şevket, Otlakçı, Bütün Eserleri, Hikayeler 3 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1989), ss. 161-165.
84-Arısoy, “Memduh Şevket Esendal'la Konuşma,” s.15
85-Esendal, "Eşek" (1922), Memduh Şevket Esendal, Otlakçı, Bütün Eserleri, Hikayeler 3 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1989), ss. 197-200.
86-Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, s. 96.
87-Köy Enstitüleri ve Koç Federasyonu İçyüzleri, yazar belirtilmemiş. (Ankara: Ayyıldız Matbaası, 1966), ss. 146-147.
88-Fikret Madaralı, Tonguç Işğı, (başka bilgi verilmemiş), 113.
89-Sözgelimi bkz. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yol (İstanbul: Bibliotek Yayınları, 1992).
90-İlhan Tekeli, Selim Tekeli, "Kör Ali İhsan Bey ve Temsili Meslek Programı," Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları içinde (İstanbul: Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi Mezunları Derneği Yayınları, 1977), s. 344.Ayrıca bkz. Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, s. 659, Ahmet Hamdi Başar, Atatürk'le Üç Ay ve 1930'dan Sonra Türkiye (İstanbul: Tan Matbaası, 1945), s. 16.
91-Köy edebiyatı adı verilen akımın tartışıldığı bir eser için bkz. Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1993), ss. 122-130, ayrıca Naci, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, 7. Bölüm.
92- Demirtaş, Türk Edebiyatındaki Anadolu, s. 58.