25 Nisan 2020 Cumartesi

Aşşapuvar Yanı Hikayeleri -I



Hep hayıflanmışımdır; Niçin bizim köyümüzden hatta bölgemizden bir saz ustası, türkücü, dillere destan bir âşık, edebiyatçı, yazar vb. çıkmaz diye. Nihayet kafama “dank” etti, şimdi anlıyorum bu söylediklerimin niçin gerçekleşmediğini. Çünkü bizim köyde ÇEŞME yok. Tabi ya!.. Çeşme olmayınca “Çeşmebaşı Kültürü” ve devamında o özlemini çektiğimiz kişi ve ürünler ortaya çıkmayacaktır. Ama bunda bizim suçumuz yok; bu hususta ne ben ne de köylülerimiz suçluyuz. Tek suçlu var o da şu bizim AŞŞAPUVAR.

Köyün hayat menbaı bir su kuyusunun ne suçu var demeyiniz efendim, bir değil, iki değil çok suçu var. O’nun yüzünden değil midir ki köyümüzde bir tanecik bile olsa bir çeşmemiz yok. Yaz kış kaynağından gür bir şekilde gelip de “gürül gürül” ses çıkararak akmasa da “şırıl şırıl” akan suyu olmasaydı belki köyümüzde bir çok çeşmemiz olacak, “Susadım çeşmeye varmaz olaydım...” şeklinde başlayan “yanık” türkülerimiz dilden dile dolaşacaktı. Olmadı, ne yapalım, bu da bizim kaderimizmiş!.

Pınar’ın köyümüzdeki söyleniş şeklidir Puvar. Aslında biz pınarın da ne olduğunu bilmeyiz. Pınardan kastımız kuyudur, su kuyusu. İçinde suyu olsa da olmasa da su kuyusu. Suyu olmayan iki kuyumuz vardı, biri Cafercüğün diğeri de Fikrücüğün puvarları. İlk kazıldığında su çıkmış olmalı ki duvarları taşla örülmüş her ikisinin de. Cafercük, 5-6 metre derinliğindeki bu kuyunun suyu kaçınca yaklaşık elli metre öteye 2-3 metre derinliğinde yeni bir kuyu kazmış bu kuyu, sığlığına rağmen kıtlık zamanlarında bile köylüye su sağlamıştı. Rıza Yılmaz’ın evinin karşısına denk gelen  Fikricüğün kuru kuyusu dikenli çalı (bürük) içindedir.

Köyümüz bir dağ köyü olmanın ötesinde bir TEPEKÖY’dür. İsmi Yukarköy olan kısımdan daha yukarıda olan Karşıköy ve Çetillik (Çetirlik) daha da yüksek tepelerdedir. Garanukdere (Karanlıkdere) ve Samsak (Sarımsak) köyleri hariç dere ve çay gibi akarsuyumuz da yoktur. Bu nedenle “kuyu kültürü” yaygındır. Hemen hemen her ailenin avlusunda kendine mahsus bir su kuyusu vardır. Okulun bahçesindeki tuzlu su çıkan kuyu dışındaki su kuyularımızın her biri farklı tatlarda içilebilir sulardır.

Tütün tarımıyla uğraşan köylümüz için özellikle Mayıs ayında başlayan tütün dikmelerinde artan su ihtiyacını karşılamak için tarla başlarına kazılan ve yağmur sularıyla doldurulan göllerin yerini “su tankerleri ve su depoları” almıştır.

Kuyuyu “GÖL” den ayıran bir çok özellik vardır. Bunlar, kuyu özel olarak eşilir, yuvarlak olarak kazılır, su bulunduğu takdirde duvarları taşla örülür ve temel özelliği ise içinin dışarıdan gelen “taşıma/dolma su” ile değil kaynağından çıkan  “doğma su” ile dolu olmasıdır. Dışarıdan yağmur suyu ve sair maddeler girmesin, kazaen çocuk ve hayvanlar içine düşmesin diye su kuyuları PETEK (kuyunun ağzını kapatan beton künk) ile taçlandırılır. Kuyu derin ise bir bir DOLAP (çıkrık) yapılır.

Dolu derken kastımız “ağzına kadar dolmak” değil kova dalacak kadar su olmasıdır. Eğer kuyunun suyu kıt olursa su çekmek için daldırdığımız kova dipteki az olan suyu bulandırır, elimize içilemeyecek derecede bulanık su gelir. Gerçi Sonbahar’da baş gösteren kıtlık zamanlarında bu bulanık suları bulduğumuzda “eğilir doğrulur” dua ederdik. (Aslı “yatar kalkar” dua ederdik.) Aşşapuvarımız işte bu ağzına kadar dolan ve hatta ağzından taşan bir “SU KUYU”sudur. Bu özelliği nedeniyle belki de “PUVAR” yani “PINAR” adını almaktadır. Bir not daha düşelim, nedense bu Aşağı Pınar’ın suyunu içmez, sadece çamaşır, bulaşık gibi temizlik işleri, tütün dikmeleri, bağ-bahçe ve hayvan sulamak için kullanırdık.
(...)

Sözcük ormanında “kaybolmamak” ya da kelimeler deryasında “boğulmamak” için önce her bir şeyin adını koyalım. Referans kaynağımız Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğü olsun.

PINAR Nedir?
1-) Yerden kaynayarak çıkan su, kaynak. 2-) Bu suyun çıktığı yer, memba. 3-) Çeşme.


ÇEŞME Nedir?
Genellikle yol kenarlarında herkesin yararlanması için yapılan, borularla gelen suyun bir oluktan veya musluktan aktığı, yalaklı su hazinesi veya yapısı, pınar.

KUYU Nedir?
1-) Su katmanına varıncaya kadar derinliğine kazılan, genellikle silindir biçiminde, çevresine duvar örülen, suyundan yararlanılan çukur. 2-) Toprağa kazılan derince çukur. 3-) [mecaz] İçinden çıkılamayan durum veya yer. 4-) [madencilik] Yer altındaki iş yerlerine ulaşmak için açılmış ve kesit boyutları derinliğine oranla sınırlı, düşey veya düşeye yakın bağlantı yolu.

GÖL Nedir?
1-[coğrafya] Oluşması genellikle tektonik, volkanik vb. olaylara bağlı olan, toprakla çevrili, derin ve geniş, tuzlu veya tuzsuz durgun su örtüsü. 2-) Yapay su birikintisi.


Tüm bu tanımları “üst üste” ya da “yan yana” koyduğumuzda değişen bir şey yok. Aşşapuvarımız her tanıma uyuyor. Bazen akarı tıkandığında yol dahil çevresi baraj gölü gibi suyla dolardı. Hem pınar, hem çeşme (tamam oluk ve yalak gibi yan yapıları yok ama yer ile dümdüz oluşu doğal bir yalak vazifesi görüyor), hem kuyu ve hem de göl vasfı taşıyan bu puvarın açılış tarihi belli değil. İsminde “Aşağı” ibaresi olduğuna göre coğrafi olarak yukarısında oturanlar, yani ”Yukarı Köylü” birileri tarafından yapılmış olmalı.

Köydeki su kuyularımız genellikle evlerin avlusu içinde olup, her ne kadar teklifsiz, herkesin kullanımına açık olsa da bir yerde “özel mülkiyettir.” hatta isimleri de “Sefercüğün Puvarı, Cafercüğün Puvarı, Züverin Puvarı, Hasbinin Puvarı...” gibi iyelik/sahiplik bildirir şeklindedir. Ama Aşşapuvar böyle değildir; herkes istediği zamanda, istediği gibi tepe tepe kullanır. Yani kamu/devlet malıdır bir yerde.


Bulmaca meraklılarımız bilir “IS” “SAHİP” demektir. Bu durumda “sahipsiz” demek aynı zamanda “ıssız” demek oluyor. Issız, kelime olarak “kimse bulunmayan veya az kimse bulunan, tenha, yaban, yalnız, kimsesi olmayan” manalarına geliyor ama herkesin ortak kullanım alanı olan aşşapuvarın ne mecazi ne de gerçek anlamda sahipsiz, ıssız olduğunu söylemek mümkündür. Gece gündüz biteviye bir canlı sirkülasyonu bu suyumuzun başında döner durur. Kuşlar, gurtlar, arı, sinek gibi börtü böcekler, kurbağalar, yılanlar, tosbalar, ördekler, şibikler, kazlar(gögazları değil) kargalar. öküzler(sığır ve kömüş), inekler, danalar, düveler, buzolar, taylar, atlar, eşekler, hotuklar, gölbezler, cibenler, köpekler, minekler, kediler, horozlar, tavuklar, cücügler, çocuklar, kadınlar, gençler ve adamlar, önü “yol ve yolak” olan Aşşapuvar’a gelen ziyaretçiler. Mahşer yerini andırırcasına bunca canlının herc-ü merc olduğu bir noktadan hiç hikaye çıkmaz mı? Ühüüü! Çıkar. Hem de bissürü!...
(...)


Ne zaman, bir pınar, çeşme, derekenarı gibi “subaşı konusu” geçse hemen aklıma Hz. Musa(as)’nın şu kıssası gelir. Asıl hikayelerimize girmeden bu dînî hikayemizi anlatalım, kıssadan payımıza düşen hissemizi alalım. (Yazı camii vaazına döndü, iyi mi?!..)


SABRIN SONU SELAMET

Hz. Musa (a.s) Tur dağına çıkıp Rabbine münacatta bulunurdu. Bir münacatında:

– Ey Rabbim! Bana, kullarına uyguladığın adaletini göster, diye dua etti. Allahu Teala:

– Ey Musa! Sen atılgan, cesur ve aceleci birisin; sabretmeye gücün yetmez“ dedi. Musa (a.s):

– Senin özel yardımınla sabredebilirim, dedi. Allah (c.c):

– O zaman filan yerdeki ÇEŞME’nin yanına git, çeşmenin hizasında, orayı görebilecek bir yere gizlen; kudretime ve gaybî ilmimde sırlarıma bak! buyurdu.

Musa (a.s) çeşmenin yakınlarındaki bir tepeciğe çıktı ve kendini gizleyerek çeşmede olacakları gözetlemeye başladı.

Biraz sonra çeşmeye bir atlı geldi. Adam atından indi, suyunu içti. Sonra, acele ile atına binerken bir kese altını düşürdü.

Atlıdan sonra çeşmeye küçük bir çocuk geldi; çeşmeden su içti, o esnada altın kesesini gördü, onu alarak gitti.

Çocuktan sonra çeşmeye ihtiyar ve kör olan bir adam geldi; su içti. O sırada atlı, altın kesesini düşürdüğünü anlayınca geri döndü. Çeşmenin yanında ihtiyar kör adamı görünce hemen yakasına yapışıp ona:

“Ben burada az önce bir para kesesi düşürdüm; kesemi bana ver! Çünkü buraya senden önce başka birisi gelmedi!” dedi. İhtiyar kör:

”Baksana ben yaşlı ve kör birisiyim! Nasıl olur da senin keseni görebilirim?” dedi. Atlı, yaşlı adamın sözüne inanmadı, kızdı; kılıcını çektiği gibi adamı orada öldürdü. Yaşlı adamın üzerinde kesesini aradı ama bulamadı. Atına binip tekrar yoluna koyuldu. Musa (a.s) o an daha fazla dayanamayarak:

“Ey Rabbim! Sabrım tükendi. Ben biliyorum ki sen en âdilsin. Acaba bu gördüğüm şeylerin aslı nedir?” dedi. O esnada Cebrail (a.s) geldi ve şöyle dedi:

“Ey Musa! Allah (c.c) şöyle buyuruyor: ‘Ben senin bilmediklerini ve bütün gizlilikleri bilenim. Gördüklerine gelince:

– Keseyi alan küçük çocuk, hakkını ve kendisine ait olan malı aldı. Onun babası bu atlı adamın yanında ücretle çalışan bir işçiydi, ama parasını alamamış, alacakları birikmişti. İşte bu altınlar onun hakkıdır. Bu ihtiyar ise kör olmadan önce atlının babasını öldürmüştü. Bu da onu öldürerek (benim katımdaki) KISASI uyguladı. Gördüğün gibi her hak sahibi hakkına kavuştu. Benim adaletim çok gizlidir.”

***


Bir yerde su varsa orada hayat daha bir başka, daha bir canlı, daha bir heyacanlı ve daha bir hareketli olur. Su, hareketli hareketsiz tüm canlıların ortak yaşam kaynağıdır. Hareketsiz canlılardan kastımız bitki örtüsü ve ağaçlardır. Bunlar da ölüp ölüp dirilirler suyu gördükçe, her bahar yeniden doğarlar. Ama hareketli canlılar böyle mi? Onlar için su ölüm-kalım meselesidir, bir ölürlerse bir daha dirilemezler kıyamete kadar. Ya aralarında bir düzen kurup, suyu ve hayatı paylaşarak birlikte yaşayacaklar ya da kaos oluşturup savaşarak, kendilerine suyu zehir, hayatı zindan edeceklerdir.

Aşşapuvar’ın yanında yaşananları ben bir yerde “herc-ü merc” olarak tanımlasam da hayatın özünde var olan düzen burada da hüküm sürmektedir, bir nizam ve intizam dahilinde; zaman zaman bazı hayatlar çakışsa da… “Çakışan Hayattan” kastımız örtüşemeyecek canlı kümelerinin üst üste gelme durumudur. Nasıl ki kurt ile kuzu yan yana gelemez ise tıpkı bunun gibi tüm canlılarda var olan “KAS SİSTEMİ” de bu suyun başında geçerlidir. Kültürümüzde “su küçüğün, yol büyüğündür” ama o kural burada geçersizdir. Farklı yaşam zincirinden gelen herkes kendi koyduğu kuralı uygulamaya kalkınca iş “BÖLÜŞME” yerine “GÜCÜ, GÜCÜ YETENE” dönüşüyor. Herc-ü merc ‘den kastım buydu. Herc-ü merc, Arapça’da kaos olarak tanımlanırken, Süryanice ve Farsça’da ölüm, öldürme olarak tanımlanıyor.

İş dönüp dolaşıp “HAK-HUKUK” konusuna, hak, “haklının mı güçlünün mü?” sorusuna dayanıyor. İnsanların, onca gelişmişlik özelliklerine rağmen kendi aralarında halledemedikleri bu basit kuralı hayvanlardan beklemek abesle iştigal olur.

Alman Hazerfen, Edebiyatçı, Politikacı, Ressam, Doğa Bilimci ve düşünür Johann Wolfgang Von Goethe “İNSANLARA ALIŞMAMIŞ İNSANLAR”dan bahseder. Biliyoruz ki insana alışmış hayvanlar, insana zarar vermezler, biz bunlara “ehlileştirme ve evcilleştirme” diyoruz. Hak’kın kime ait olduğu sorununu çözmek için de hayvanı insana alıştırdığımız gibi “insanı da insana alıştırmamız” gerekmektedir.

Sözü fazla uzattım, “reytingimi” düşürmeden şu hikayelere girmek lazım. “HİK YE”’ nin de hikâyesine folklorik bazda  kısaca değinelim ki köy yerinde hikâyenin geçerli bir hükmü yoktur aslında. Temel itiraz şekli, ”geç bunları, bana “HİK YE ANLATMA” ya da inanmıyorum sana hikâye bunlar!” tarzındadır. Tanım olarak hikâye, “yaşanmış ya da yaşanması mümkün olan bir olayın ve bu olayla ilgili kimselerin halet-i ruhiyelerini anlatan metinlerdir.” İşte size başımdan geçen Metinli bir hikaye metni.



DELÜ MEMEDİN DANASI BENİ SÜSTÜ

Aşşapuvar yanında hüküm süren hayatlar özellikle havaların iyice ısındığı yaz günlerinde zirve yapmaktaydı. Kış boyunca evindeki insanlar, ahırdaki hayvanlar, yerin altındaki ve üstündeki tüm canlılar yaz gelince her yerde olduğu gibi bu kuyunun başında da dönüp dolanırlardı. Benim hikayem havanın iyice ısındığı Temmuz ayının bir öğle vaktine denk geldi.

Henüz pantolon giyecek çağa erişmemiş altında “Timi” ile gezen çocuktum. Öküzler çiftte çubukta, büyükler tarlada tabakta olduğu için köyün sokaklarında ve köyaltı meşveretlerinde mal gütmek biz çocuklara kalıyordu. Her hanenin hayvanı sürü aklıyla hareket eder, birbirinden ayrılmadan tek küme olarak “yayılır/otlanırdı.”

Hepsi olmamakla birlikte, özellikle genç erkek sığırlar yani danalar yaninin yanisi boğalar, tanıdığı tanımadığı insan ya da hayvan kim olursa olsun gördüğünde boynuzlarına güvenerek onu süser/boynuzlar, özellikle korunaksız insanlara ciddi zararlar verir idi. Hani şu İspanyolların sokaklardaki boğa festivalleri var ya, hah, tam onlar gibi.

Bir Hadis-i Şerifte; “Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas sûretiyle hakkı alınacaktır.” buyrulmaktadır. Bu boynuz hikayesi hayvanlar arasında bir sorun olduğu gibi hayvanlar ile insanlar arasında da bir sorundur. Hatta hayvanlarda olan bu boynuz sorunu gün gelir insanlar arasında da sorun olur. İnsanlar yaptıkları bir takım fiillerle “boynuzlu” olmakla suçlanır, birisini çok kızdırmışsak elindeki bastonla üstümüze yürüyüp “kırarım senin o boynuzlarını” diye bizi tehdit edebilir. Biz insanların boynuzları teşbihidir ama hayvanların boynuzları gerçektir. Yukarıya doğru olan, birazda hafif öne eğik ve uçları sivri bir çift boynuza sahip olan bir öküz kendini sığır sürülerinin kralı zanneder, sağa sola saldırır, önüne gelene boynuz atar bu yüzden her hayvan hatta çocuklar ondan çekinir, korkardı. Şimdi soyları kurudu tabi.

Beni süsen Delü Memet dayımın danası da böyle bir öküz adayı idi. Boynuzlarına güvenerek herkese efelenir, bu yüzden kendi ailesi dışında hiç kimse tarafından sevilmez, herkes ondan uzak durur, sosyal mesafesini korur idi. Biz çobanlar da zaten hayvanlarımızı birbirine karıştırmaz, hatta yaklaştırmazdık bile. Yoksa, ineklere hava atmak isteyen öküz adayları birbirleriyle “furuş/kafa kafaya itişip kakışma” edeceğiz diye yayılmayı/otlamayı bırakır, akşam eve aç dönerler, “bu hayvanın karnı niye aç?” diye bir ton laf işitirdik. Hayvanın aç ya da tok oluşu yiyecek için sağa sola sarmasının yanında, karnının şişliğiyle ölçülür, arka ayaklarının sırt kısmıyla birleştiği noktada her iki yanında pencereyi andıran birer kesit vardır, soldaki sabit kalsa da sağ tarafındaki kesitin dışarıya doğru şişkinliği tokluğu, içeriye doğru çökük oluşu hayvanın aç olduğunu işaret eder.

Bu furuş etmeler esnasında karın boşluğuna boynuz darbesi alan hayvan dalaklanır, böğürerek yere yığılır, bacak kadar boyumuzla koşar gider, bir baytar edasıyla yerde yatan dalaklanmış hayvanın ağzını açar, dilini iki elimizle kavrar var gücümüzle asılır, çeker, beş on saniye içinde hayvan kendine gelir, kalkar, bir kaç sendelemenin ardından otlamaya başlardı. Laf aramızda bazen biz çobanlar da hayvana kızdığımızda, elimizde dayak ya da çalı-çırpı gibi sopalık bir şey yoksa hayvanın karnına  “depük/tekme” atar (karate yapar) dalaklanırsa aynı müdahaleyi, dil çekme işlemini yapardık. Bunu bize kimse öğretmemişti fakat biz böyle görmüştük atamızdan. Buna “köy bilgeliği” denmekteydi, çağlar boyu nesilden nesile yaşanarak aktarılan bilgi ve beceriler.
(...)

Yol kenarlarında ve yazılarda yaydırdığımız hayvanları sulamak için aşşapuvar yanına götürürken de bu sosyal mesafe kuralına dikkat eder, eğer puvarın başında başka bir hayvan kafilesi varsa hemen gitmez, oyalanır, o grubun oradan ayrılmasını beklerdik.

İşte böyle günün birinde baktım, Aşşapuvar yanı boş, malları sulamak için gehleyip vardık suyun başına.

Aşşapuvarımızın genişletme işlemi görmeden önceki orijinal hali şimdiki gibi petekli değildi. Üst tarafı oldukça dik meyilliydi. Bu yüzden etrafında dolanmak mümkün değildi. Haliyle kuytu bir köşede kalıyor, toprak zemin ile aynı seviyede olup, iki üç parmak kalınlığında bir su, dolu olan kuyunun ağzından akardı. Su içmeye gelen hayvanlar gerek akarındaki gölcüklerden ve gerekse puvarın içinden sırayla sularını içerler, üst taraftaki Mehmet ve Sefer kardeşlerin koca koca meyve ağaçlarından dökülmüş “gozak/gök/olgunlaşmamış/ham” elma, armut ve karaca eriklerini, özellikle elma armut gibi meyveleri yemeye müsait olmayan ağızlarına alırlar, onları azı dişleriyle ezip parçalayana kadar o meyvelerden  alacakları sudan fazla su ağızlarından salya olarak akardı ama sonrasında yerken “kütür kütür” çıkarttıkları seslerle bizim de ağzımız sulanır biz de onlar gibi gozak meyveleri yerdik.

Gerçi ben o esnada elma yemiyor, elimde ince bir çomak, hayvanların ayak izlerinin birine saklanmış bir yavru kurbağa ile oynuyordum. Dalmışım, nasıl olsa bizden başka kimse yok, mallar rahat rahat sularını içsin, kendilerine meyve ziyafeti çeksin, biraz da dinlenip serinlesinler diye oyalanıyor/oynuyordum.

Arka tarafımda bir hareketlenme oldu, katır kutur bir ayak sesleri, sağa sola kaçışan hayvanların arasından siyah bir dana/boğa kafa yerde tam tos vurmak üzere pozisyon almış, dibime kadar sokulmuştu. O saniyeden sonra ne kaçmaya ne de çığlık atmaya vaktim kalmıştı. Boynuzu yemem ile birlikte kendimi yarı kuru yarı çamurlu yerde yüzükoyun yatar vaziyette buldum. Yerde hareketsiz durursam belki bırakır gider diye düşündüm ama bu dana Delü Memet dayımın deli danasıydı, ne yapacağı belli olmazdı. Ben yerde yatarken kafasını eğip bana boynuz takamıyordu ama burnuyla, olmadı ön ayaklarıyla saldırısını sürdürünce son bir gayretle kalkıp yukarı kaçıp, dizeme(çalı) lere çıkmaya karar verdim ama ben kendim mi kalktım yoksa boynuz takıp o mu beni havaya fırlattı bilemiyorum duyduğum bir “cıırt” sesiyle altımdaki “timi” nin yırtıldığını hissettim. Timi, belli bir yaşa kadar çocuklara giydirilen, kalın bezden dikilen, hem “don/tuman” hem de “pontul/pantolon” vazifesi gören bir çocuk kıyafetiydi.

Eyvah dedim yırtık timiyle kimseye görünmeden eve nasıl giderim endişesiyle birlikte kaçmaya yeltendim fakat mabadıma yediğim çifte boynuz darbesiyle yerden boyum kadar bir yüksekliğe fırladığımı gördüm, dronalar gibi dünyaya havadan bakıyordum. Son hatırladığım kendimi havada uçarken gördüğüm oldu. Havadayken ikinci hatta üçüncü boynuz darbesi yedim mi, yemedim mi, yere düştüm mü, düşmedim mi, düştümse daha kaç boynuz darbesi yiyerek hallaç pamuğu gibi havalara savrulduğumu hatırlamıyorum.
(...)

Evdeyim. Yer döşeğinde yatıyorum. “Beni kim kurtardı, eve nasıl geldim, bugün günlerden hangi gün, kaç gün oldu ben bu yatağa düşeli, hatta “ben kimim?” gibi bilinç kaybı yaşamış insanların sorduğu soruları soracak durumda değildim. Baş ucumda ninem, elini başıma koymuş okşarken, öbür yanımda hem polis, hem savcı hem hakim, hem zindancıbaşı abim Metin!... Beni sorguya almış;
-“Kim dövdü seni, söyle?”
-”Kimse dövmedi yaa!..”
-”Seni birisinin malı süsmüş, kimin malı süstü, söyle?”
-”Kimsenin malı süsmediii!...” diye inkar ediyorum.

Bu olaydan bir kaç gün evvelinde, Mehmet dayının oğlu Mustafa yaramazlık yapmış, anasını kızdırmış/hırslandırmış/sinirlendirmiş ve Hamide abamda abime onu şikâyet etmiş, “tutamadığını/yakalayamadığını” kaçtığını söylemiş, “Metin şunu sen yakala da benim yerime “fur/vur” şuna, yapıştır tokatı, bir güzel döv onu” demiş, bu işe dünden razı olan abim de Mustafa’yı gözümün önünde uzun bir söğüt dalıyla patır patır dövmüştü. Evin tek erkek çocuğu olan Mustafa biraz söz dinlemez, “yaramaz/haylaz” biriydi. Annesini sürekli kızdırır,  bağırtırdı. Aşşapuvar yanındaki tarlada çalışırken Hamide abamın bu bağırıp çağırmalarından muzdarip olan abim bu durumdan dolayı anasını bağırttıran Mustafa’ya hırslanıyordu zaten. Hamide abasından aldığı cüret ile daha bir öfkeli ve acımasız davrandığını gördüğüm için şimdi gider,  “dananıza niye sahip çıkmadınız” diye, yine Mustafa’yı döver ya da “Delü Memet dayının danasını dövmeye kalkar, dana bu defa onu da süser” gibi bir çok endişe ve korkuyla suçu bizim “koca inek”in üstüne atmıştım.

Aradan birkaç gün geçti. Bir bakarım ki abim bizim koca ineği bağlamış halludaki kara incirin dalına, almış eline bir dayak ineği dövüyor; bir yandan da “sen benim kardeşimi nasıl süsersin ha!” diye söyleniyor. Hemen koştum yanına, arkasından elbisesine asılıp “tamam abi tamam, bu kadar dövdüğün yeter, zaten fazla süsmediydi ki” diye elinden ineği kurtarmaya çalışmıştım. Daha sonraki günlerde koca ineğimize attığım bu iftiranın azabını çok çektim. Bir süre verdiği süt, yoğurt ve ayranını yiyip içemedim. Ancak, kendimi affettirebilmek için sık sık boynuna sarılıp onu sevdiğimi söyleyip, ağladığımı, otlatırken uzanamayacağı yerlerdeki otları elimle yonup ağzına verdiğimi yani onu özel olarak beslediğim günleri unutamıyorum. (Kemalettin Tuğcu romanına döndü hikâyemiz. Kestik.)

(Devam Edecek)

/Çetin KOŞAR
22 Nisan 2020






14 Nisan 2020 Salı

Akbulut Köyü’nde Karar Kılanlar


Bir kaç köy dolaştıktan sonra Akbulut Köyü'nde 
Karar Kılan Nukutuplar: Ahmet ve Osman Kardeşler
(1976)

Köyümüzün sokaklarında geziyormuş gibi, köylümüzün facebook profillerinde gezinirken bu ara Aşşaköyde fazla oyalandığımın farkındayım. Akbulut Köyü Facebook Grubu sayfamızda yaptığım aramalarda Yukarıköy, Karşıköy, Karanlıkdere, Çetirlik ve Sarımsak köylerinin bahsi geçmiş ama "Aşşaköy"ün adını bile anmamışız.


Sahi Aşağı Köy neresi?

İster köy kültüründe olsun, ister mahalle kültüründe olsun yer tanımlamalarında, bu  "aşağı-yukarı" ifadeleri sıklıkla geçer. Olaya bu açıdan bakıp yorumladığımızda aslında Aşşapuvar yanından başlayıp Gelemet’e kadar uzanan yolumuz bizim Aşağıköy ile Yukarıköy arasındaki sınırımızı çiziyor.

Maksadım, daha dün (1996 yılında), Kışlakonak Köyü'nden ayrılıp ayrı bir muhtarlık olan ve içinde SORDANKÖY, KARANLIKDERE, ÇETİRLİK ve SARIMSAK gibi dört köy barındıran Akbulut Köyü'nün Sordanköy’ünü bir daha bölmek, ayırmak değil; tarihteki yapılanma ve yerleşmelere "insan coğrafyası" açısından bakmaktır. Zaten eskiler bu ifadeleri sıklıkla kullanmaktadırlar. Mesela, dedem Sefercüğün halaoğlu (Delü) Memet Yeşil’in eşi Hamide Yeşil bu “aşşaköy-yukarköy” ifadesini çok kullanırdı. Bir keresinde eşi Mehmet, incir toplarken ağaçtan düşüp ağır yaralanmış, bir inanca göre “incir ağacından düşen iflah olmaz” sözünün de etkisiyle zor günler geçirmişlerdi. İşte o günlerin birindeydi. Hamide Yeşil bize gelmiş ve “aşşaköylüyüz diye bize hiç bagmiyesüüz. îsen, bu adam bizim bubamızın halasınınoğlu diyip bir halını hatırını sorar.” diye söylenmiş, dert yanmıştı. Bunun gibi her ne kadar Yukarıköy-Aşağıköy sınırı belirgin bir çizgi olmasa da ninemin ifadesiyle bu sınır “Züvergilin urdan” itibaren de başlayabilmekteydi. Kimdi bu Aşşaköylüler; Hasbigil, Ürfetgil, Selatin ve İlazlar.  (Yerel bazda, meyilli arazinin alt tarafı “Aşşağısı”, üst tarafı da “Yukarısı” oluyorsa da bunun bir de global bakışa göre olanı vardır ki o da dünya ölçeğinde Kuzey kutbu “yukarı”, güney kutbu da “aşağı” olduğundan, bu durumda bizim köyümüzü aşağıda, Cilim mevkiini de yukarıda saymak icap ediyor.)

Küçücük Sordanköy’ümüzü durup dururken Aşağıköy, Yukarıköy ve Karşıköy diye üçe böldük mü, böldük. Maksadımız, “böl, parçala, yut” değil, konuyu üniteleştirmek, kümeler halinde işlemek.  Öyleyse şimdi bu köylerimizi(!) tanımaya çalışalım. Buraların halkı köylüler kimdir, nereden geldiler, niçin geldiler, nasıl geldiler? Bu ve buna benzer bir sürü soruyu kendi kendimize sorup, sorup cevaplamaya çalışalım. Bilerek ya da bilmeyerek bazen de yanlış cevaplar verdiğimizde, bizi TASHİH ederek, doğru cevap verenler arasından kura ile seçeceğimiz kişileri ödüllendirelim. Ancak, özelden ya da yüz yüze değil burada mesajlaşarak bekliyorum bu düzeltmeleri.

Akbulut Köyü’nün tarihine yolculuk yapmaya kalktığımızda bu yolculuğumuz uzun değil, çok kısa sürmektedir. Yazılı kaynaklara göre köyümüzün kuruluş tarihi ancak 1800’lü yıllara kadar gidiyor. Bunu da İmparatorluk döneminde 1834 yılında ilk kez yapılan vergi verebilen nüfus sayımından çıkarıyoruz. Nasıl mı?

Sözlü tarih bilgilerine göre köyün (Sordanköy) ilk yerleşimcileri  Vezirköprü’den gelen “iki kardeş” ve yanlarında bir de “abla” ya da “hala”’ları toplam üç kişi. Köyaltı mevkiine yerleşirler fakat buralar sulak ve çamurlu olduğu için o gün çam ağaçlarıyla kaplı Yukarıköy’e taşınırlar. (Bugün o çam ağaçlarından geriye, Züvergilin oralarda “Çamlık” denen mevkiide 3-5 tane kalmıştır.)

Doğusunda Gelemet köyü, Şehzadeler şehri Amasya’dan görevli olarak gönderilenler tarafından kurulmuş bir Türk köyü olarak 1520 yılı kayıtlarında görünüyor. Batısında ise Gecekli köyü altı (Aktopraklık)’tan başlayıp, Sarımsak, Urgancı, Çetirlik, Eskiköy, Kömürlük, Devret ve Sancar hinterlandında, merkezi Çetirlik olan bir Rum köyü vardır. Bu alan içerisinde biri Aktopraklıkta, biri Tokmak Hırmanında ve diğeri de Sancar köyünde olmak üzere üç adet kiliseden bahsedilmektedir. Birinci ağızdan dinlediğim anlatımla Sefer koşar (Sefercük) “Tokmak Hırmanındaki kilisenin yıkık dökük olduğu, kapısının derme çatma tahtalardan yapıldığı ve çocukluğunda arkadaşlarıyla kilisenin oralarda mal güderler iken kiliseye gizlice sokulup Rum vatandaşların ayinlerini gözlediklerini” anlatır; “Unna bizim gibi namaz gılmiyedüle, ellerini omuzlarına başlarına goyup şarkı söyliyedüle” derdi.

Türk Gelemet köyü ile Rum Çetirlik köyleri arasındaki bu tampon bölgenin yani Sordanköy’ün o gün boş oluşunun iki nedeni vardır. Birincisi, Yukarıköy kısmının eski döneme ait mezarlarla dolu ormanlık oluşu, ikincisi de işlenebilir arazilerin sulak ve heyelanlı / çamurlu oluşu. Bir görüşe göre Sordanköy adı Rumca “sulak, bataklık” manasına gelen “SORDON” kelimesinden gelmektedir. Heyelanlı bölge derken, Jeomorfoloji biliminin ışığında incelendiğinde, köyaltı mevkiinin, büyük bir heyelanla / toprak kaymasıyla Yukarıköyden kopup, akarak oluştuğu görülecektir. Özellikle, Aşşapuvar’ın bulunduğu mevkiideki Ramis Koşar’ın Çamlık adlı tarlası bu büyük heyelanın bariz olarak gözlenebildiği noktadır.


Aşşapuvar

Buranın suyu yaz kış kaynağından taşarak sürekli akmaktaydı. Eskiden tütün dikmelerinde bütün köyün su ihtiyacı “fucu” bağlı öküz arabalarıyla buradan taşınırdı. Bazen sıra bekleyenler uzun kuyruk oluşturur, gençler 2-3 metre derinlikteki bu kuyunun suyunu bitirmek için yarış ederler, kimi zaman da boşa dökmelerine rağmen asla suyu bitiremezler, kuyu boşaldıkça su daha gür gelirdi. Bu durumdan esinlenerek bu suyu tüm köye dağıtmak maksadıyla, başlatılan kuyuyu derinleştirme girişimi esnasında vuku bulan küçük bir heyelan ile kuyunun “suyu kaçmıştır.” Daha sonra bu kuyunun yerine yeni bir kuyu daha kazılarak az da olsa suya ulaşılmıştır.

Sarımsak çayına yakın yerler başta olmak üzere, Yukarıköy’ün Doğu ve Güney yönlerinde bu erozyon günümüzde bile devam etmektedir. Gün gelecek, yukarıköy diye bilinen tepe, yerinden kayıp gidecektir.

Yukarıköy’deki “eski zaman mezarları” denilen bu mezarlar bugün toprağın bir, bir buçuk metre derinliğinde, kapaktaşlı olup yer üstünde herhangi bir iz ve işaretleri yoktur. Bir yer müstesna, orası da Hekimoğlu Hikmet’in avlusunun alt yanındaki ağaçlık alan içerisinde, özensiz taşlarla işaretlenmiş mezarlardı ki, 1960-1970’li yıllarda Gün yüzünde belirgindiler. Şimdi tamamen toprağa gömülüp kayboldular. İlginçtir, eğer toprağın üstü tarım için işleniyorsa toprak, içindekileri dışarı atıyor. Taşlı tarlalarımız buna örnektir. O yıl kapı gibi büyük taşlardan tutun da ceviz büyüklüğündeki parçalara kadar tüm taşları bir bir ayıklar, toplar bir kenara yığarız, ertesi yıl sanki gökten taş yağmış gibi tarla yine taşlarla dolu olurdu. Bunun tersi olarak da ilgilenilmeyen atıl bırakılan arazideki taşlar ise toprağın içine kaynar kaybolur. Tıpkı Köyaltı Sabi Mezarlığı ve Kilise mevkiindeki Rum Mezarlığı’nın yer yüzünden silinmesi gibi.
(...)

Bugün, Koca Ömer ve Kuru Ömer sülalelerinin ataları olan bu ilk yerleşimciler Osmanlı kayıtlarına Sancar köyündeki Türkler ile birlikte “Gelemet köylü”ler olarak girerler.  Fakat zamanla nüfusları arttıkça Yukarıköye sığmayıp Karşıköye taşarak Rum vatandaşlara iyice sokulurlar ve böylece Çetirlik Rum köyü ile bir köy sayılırlar. O gün adı bile olmayan Sordanköy’ü Türk köyü Gelemet’ten ayırıp Rum köyü Çetirlik’e yaklaştıran, Gelemet ile arasındaki ormanlık bir alandı. Günümüze gelindiğinde bu ormanlık alanın kesilip köklendiğini ve buraların tarım arazisi yapıldığını görüyoruz.  İki köy arasındaki arazilerin ortak adı KÖKLÜK ‘tür. Geriye isimleri “Züverin Dağı” ile “Hasbinin Dağı” olan ağaçlı iki alan kalmıştır.

“Akbulut köyü Muhtarlık Tarihi” adlı yazımızda detayını verdiğimiz bilgilere göre 1900’lü yılların başında bu Çetirlik köyü biri Rum diğeri Türk olan iki ayrı muhtar ile yönetilmektedir. Türklerin muhtarı Cevat Yılmaz’ın “halam” dediği Rüstem Yılmaz’ın annesidir. Bu bilgiyi ninemden de duymuştum. “Türklerin mıkdaru gadunumuş. Hürüstemin anası diyedüle.”
(...)


Göç Göç, Nereye Kadar?

Koskoca Osmanlı İmparatorluğu parçalanır da insanları huzur içinde kalır mı? Kalmaz elbette. Çok Uluslu bir devlet olan İmparatorluğun yıkılmasında ezilen hep Müslümanlar olmuştur. Eli ayağı tutan tüm erkeklerden sonra askerlik sırası 13 yaşındaki sabi çocuklara kadar gelmiştir. Vatan müdafaası için herkes cepheye gitmiş bu yüzden, köylerde cenaze kaldıracak erkek bulunamaz olmuştur. Gerçekten ilginç bir konudur. Hadi dedelerimiz cephede şehit düştü köye dönemediler peki ninelerimizin mezarları nerede? Araştırılması gereken bir konu.

Orta Asya’dan göç edip akın akın Anadolu’yu dolduran ceddimiz, İmparatorluk döneminde de göçmeye devam ederek adım adım Anadolu’yu Müslüman nüfus ile doldurur.  Genişleme döneminde Fethedilen toprakların Müslümanlaştırılması için koşarak giden insanımızın “göç çilesi” göçebe hayattan yerleşik düzene geçmesine rağmen hiç bitmemişti. İşgalci değil, bir Fetih eri olan milletimiz, özellikle Samsun halkı bu göç dalgasından hatırı sayılır ölçüde nasibini almıştır. Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin Lâdikli olunca, buralardaki medrese ve ocaklardan feyz alarak bölgenin aydınlatılmış olması nedeniyle, İstanbul(1453) ve Trabzon(1461)’un fethiyle (Trabzon’un trafik plaka numarası 61, Fatih tarafından fetih tarihi de 1461. Ne tesadüf!) oraların Türkleştirilmesinde görev alacakların hatırı sayılır miktarı Samsunlulardan olacaktır.

Yıkılış döneminde bu göçler tersine döner. Kafkasları bilmem ama Balkanlardan Anadolu’ya olan tersine göç aslında bir göç değil “avdet / geri dönüş” yolculuğudur. Bunun en bariz örneği Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal’dir. Konya’dan kalkıp gittikleri Serhat boylarında verilen İ’lay-i Kelimetullah  mücadelesi ve tebliğinden sonra şartlar değiştiğinde tekrar Anadolu’ya rücû söz konusuydu. Emperyalizm ile olan mücadelesini toprak vererek de kaybetmeye başlayan Osmanlı’da Ricat devri bitmiş hicretler başlamıştır.

Nasıl ki Orta Asya’dan kalkıp Anadolu’yu yurt edinmiş isek bunun gibi başka yurt edinme yolculuğu Viyana kapılarında son bulunca, yolculuğun yeni adresi son kale Anadolu olmuştur. Türklerden önce üç beş yerleşim yeri dışında uçsuz bucaksız, bomboş mümbit arazileriyle işlenmeyi bekleyen Anadolu toprakları aslında 1071 Malazgirt Zaferinin asırlar öncesinden beri Türklere yurtluk yapmaktaydı.
(...)


Ermeniler, Rumlar Ayaklanınca…

Oğuz’ların Kayı (Kaya) Boyunun bir kolu Kastamonu’yu yurt belleyip otağ kurduktan sonra, boy boylayıp soy soyladıkça oradan Sinop, Samsun, Amasya, Tokat ve Ordu bölgesini bayındır kılarak abat etmişlerdi. Daha sonraları Hellenizmin göz koyduğu bu bölge uzun süre Pers (İran)’lerin Pont Krallığı İle yönetilir lakin bu “Pont”, Emperyalizmin desteğindeki Rum’ların kırdıkları “Pot” olur. Türkler vatan savunmasında, açlık ve sefalet içinde perişan vaziyette yaşarken, onlar işlerinin güçlerinin başında, mutlu mesut bir şekilde yaşamışlar, hatta bu “rahatlık batmış” olmalı ki “Megola Idea” histerisine tutulmuşlardı. Batıdaki İngiliz ve Yunan destekli bu “Rum Pontus Devleti” hayali, Doğumuzda Ruslarla işbirliği yapıp “Büyük Ermenistan Devleti” hayaliyle birleşmeye başlamıştı.

Bu yazıda amacım, sizleri bölge tarihi hakkında bilgiye boğmak değil, eskilerin deyimiyle “taşı koyacağım bir gedik” açmaktır. İşte bizim sadece Aşşaköy’ün değil, Yukarıköy’ün, Karşıköy’ün, Karanlıkdere ve Sarımsak köylerimizin demografik yapısının oluşumuna tesir eden ana nedeni tespit etmektir.


Akbulut Köyü Ailesi Genişliyor

1877-1878 Osmanlı Rus savaşı(93 Harbi)’nin ardından Kars, Ardahan ve Batum elden çıkar. Bölge yeniden organize edilir ve Osmanlı İmparatorluğu, Lazistan Sancağı kurulur. Rize hem kaza, hem de bu sancağın merkezi olur. Birinci Cihan Savaşında 9 Mart 1916 tarihinde Rize Rusların işgaline uğrar. Halk destekli ordu güçleri fazla direnemeyip Çatak Nehrini doğal savunma hattı olarak kullanmak için Of'a kadar çekilirler ve burada 21 gün savunma yapılır. Rus ordusu "Türkmen, Türkistan ve Kazak" askerlerden oluşan takviye kuvvetlerle yeniden saldırdıysa da başarılı olamamış, ancak devamla denizden 4 ay boyunca topa tutulan Of ilçesindeki halk kenti boşaltmak zorunda kalmıştır.

Rus ordularının Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz kıyılarını işgali ve en son 14 Nisan 1916’ da Trabzon’a girmesiyle birlikte, binlerce aile batıya doğru büyük bir göç başlatır. Ordu’dan Kastamonu’ya kadar, hemen hemen her yerleşim birimine dağılan Doğu Karadenizli göçmenlerin büyük bölümü 24 Nisan 1918 tarihli Brest-Litovsk Antlaşması sonucu Rus Ordularının bölgeden çekilmesiyle birlikte yurtlarına dönerler. Göçmenlerin bir bölümü ise yurtlarına dönmeyip göç ettikleri yerlere yerleşirler.

Birinci Cihan Harbi dünyayı kasıp kavururken, bir zamanlar üç kıta yedi deniz hâkimi Osmanlı Ordusu, “Yedi Düvel” ile sayısız cephelerde savaşmak zorunda kalır. İçerdeki Ermeni ayaklanmaları Rusların sıcak denizlere inme hayali ile birleşince önündeki zor günleri gören sivil halk,  çareyi bölgeyi boşaltmakta bulur. Eli silah tutanlar zaten cephedeyken bir işgal durumunda sivil halkı kim savunacak. Çaresiz, avdet, tersine göç yolculukları başlar.


Kayıkların Getirdiği Adamlar.

O yıllarda Karadeniz sahilinde tekerlekli araçlar için yol yoktu. Kuzey Doğu Cephesine askeri malzeme sevk etmek için kayıklardan faydalanmak düşünüldü ve örgütlenildi. Her kayıkta bir reisle iki tayfa, askerliğini bu görevde yapacaktı. Bu küçük tekneler Samsun-Trabzon-Rize arasında iyi çalıştılar ve görevlerini yaptılar.

Buradan da anlaşılıyor ki Doğu Karadeniz'de kayıklar, sadece balık tutmak için değil aynı zamanda ağırlıklı olarak yük ve yolcu taşımacılığı için de kullanılmıştır. İlimiz Samsun’da bile aynı sorun yaşanıyordu. Samsun ile Çarşamba arasındaki yol Kirazlık’ta son buluyor ve il ile ilçe arasındaki ulaşım il merkezinin yanı başında bulunan, Belediye Evleri Mahallesi  Toptepe mevkiinde kayıklarla sağlanıyordu. Tabi bu kayıklar şimdiki balıkçı kayığı takalar gibi değil oldukça büyük magnalardı.

12 Eylül öncesinin kısır Sağ-Sol Çekişmelerinde köyümüzde duyduğum “kayık getirmeleri” ifadesi, Doğu Karadeniz Bölgemizden iç bölgelere kayıklarla yapılan bu yolculuk şeklinin de nasıl bir siyaset malzemesi yapıldığı, sosyolojik bir vaka olarak irdelenmesi gerekir. Elbette, günün şartları neyi gerektiriyorsa yolculuk şekli öyle olacaktı. Kimini at getirdi, kimini eşek, kimisi de yaya geldi. Hepimiz bir şekilde geldik, hoşgeldik.


Kim Nereden Geldi?

Göçebe hayatta hiç kimse bir yerde durmaz, O yazlak benim şu kışlak senin denmez, hayat, “göçe kona, göçe kona” geçip giderdi. Ne zamanki yerleşik düzene geçildi bu defa insanlar savaşlar ve ekonomik sebeplerle göçmen kuşlar gibi göçüp konmaya başladılar.

Daha önce yaptığım “Akbulut Köyü’ne Gelenler” adlı bir folklor araştırmasında köye iktisadi, ticari ve sosyal maksatlarla gelip gidenleri sıralamıştım. Bu yazımızda da 17.yüzyılın sonlarında yerleşime açılan Sordanköy’e kimler gelip yerleşmiş birer birer hatırlayalım istedim.

İlk gelenler elbette köyün kurucuları Ömer kardeşlerdi. Bunlar o gün Amasya iline bağlı Vezirköprü ilçesi Bengü köyünden gelmişlerdi. Bu köy bugün Bafra ilçesine bağlı bir köy olup, ancak, baraj nedeniyle Bafra’ya ulaşımı kesilmiş, Bafra’ya gidebilmek için Pelitbükü- Kızlan- Alaçam rutunu kullanmaktadırlar.

İkinci gelenler savaş ve işgal nedeniyle Trabzon ve Rize’den göçüp gelenlerdir. Bunlar tek bir grup değil farklı zamanlarda farklı yerlerden gelen farklı gruplardır. Ağırlıklı olarak, o günkü adı Atina olan Rize ilinin Pazar ilçesinden gelenlerin ilki Dimit lâkaplı Rıfat (Ürfet) Koşar ile emice uşağı Selahattin Koşar’ın ataları olmalı. Muhtar Sunay Bakioğlu’nun yaptığı bir araştırmaya göre Gelemet Köy’ünün muhtarlarından birinin adı Enes’tir ki Rıfat Koşar’ın baba adı da Enes’tir. Rıfat Koşar aynı zamanda “Enesin Ürfet” diye de anılmaktadır. Enes’ten sonra muhtar Rıfat Koşar olur; ardından yarım yüzyıl süreyle damat Ali Rıza Bakioğlu, peşine torun Sunay Bakioğlu bu yükü omuzlarlar.

Rize Pazar’dan gelen ikinci grup, “Nukutup” lakaplı Ahmet ve Osman kardeşlerdir. Ne ilginçtir ki, Rize Pazar’dan kayıkla gelirlerken direkt olarak köyümüze gelmek yerine, önce Kızılırmak’a girip o günkü adı “Güründür Pazarı” olan Bafra’ya gelirler. Geldikleri “Pazar”a benzemeyen “Güründür Pazar”ını geride bırakıp Kızılırmak’ı takip ederek Bengü köyüne ulaşırlar. (O günün şartlarında Vezirköprü ile Bafra arasında ulaşım kayıklarla sağlanmaktadır ve bu durum 1950’lere kadar sürer. Irmak kenarı boyunca yapılan karayolu ulaşımı da 1987’de yapılan Altınkaya Barajıyla Bengü Köyü merkezi de yolu da iptal olur.)

“Irmağın Kıyısındaki Köy BENGÜ” romanının yazarı Sayın Orhan BAYLAN Bey’den “çok soğuk ve kar” yüzünden bu köyde fazla kalmayan yolcularımızla ilgili o günlere ait izlerin olup olmadığını sorduğumda, verdiği bilgilerden, Bengü köyü Kızılırmak’ın kenarındaki bir köy olduğu için ılıman bir iklime sahip olup, yoğun bir kar yağışı da görülmediğini öğrendim. Ancak, Bengü’nün merkez köyü haricindeki diğer köylerin tepelerde olduğu, oraların  tıpkı Pelitbükü köyü’nde olduğu gibi ağır kış şartlarına sahip olduğunu da belirtmişti.

Burada kalmayı denerler ancak o zaman yedi yaşında olan ilaz Osman (Hacı Osman Şen)’ ın ifadesiyle çok kar yağdığı için Bengü’yü terk edip bir süre Güves Köyünde kalırlar. Bu süre zarfında aileden bir kaç kişi vefat eder ve Güves Köyü mezarlığına defnedilir. Daha sonra burasını da terk edip, son olarak da Sordanköy’de karar kılarlar. Önce ağabey Ahmet ardından Osman, bu iki kardeş, “melmeket” dedikleri Pazar’dan daha önce gelip bu köye yerleşen Rıfat Koşar ailesine damat olurlar. Köydeki tahsil hayatına verdikleri önem ile dikkat çeken Nukutuplardan yetişenler arasında eğitimciler, maliyeciler, doktorlar ve kamu idarecileri dikkat çeker. Fevzi, Harun, Kenan, Hasan, Adil, Tuncay ve Radi ilk aklıma gelenler. Bir de bunların köyde oluşturdukları “Kelebek Etkisi” var ki, ilkokulu bitirmek neredeyse Kaymakam olmak gibi görülen köy hayatında ilazların açtıkları bu çığırı gelecek nesillere aktarmak boynumuzun borcudur. Köye yapılan bir iyilik, önderlik, örneklikten bahsediyorum.

Rize Pazar’dan gelen üçüncü grup BAKOĞULLARI olup, soyadı kanunu gereği “ZADE-OĞUL” ibaresinin kullanımı önce yasaklanıp, sonra yasağın kalkmasıyla tekrardan alınması sırasında farklılıklar olmuş, sanki farklı ailelermiş intibaını uyandıracak şekilde BAK- BAKOĞLU- BAKİOĞLU gibi üç farklı soyadı alınmıştır. Bu gruptan gelen ilk taife Kâzım, Hamit ve Şaban Bak kardeşler olup daha sonra da Rahmi Bak’ın geldiğini görüyoruz. Rahmi Bak’ın kız kardeşi Sefiye Şaban Bak ile evlidir. Köyümüze yerleşen bu Bak ailesinin erkeklerinin hepsi “usta”dır. Kazım Usta, Hamit Usta, Şaban Usta, Rahmi Usta.


İlaz Kâzım ve Eşi (İlazgarısı) Emine BAK

Bakoğulları…

Okuyup, Kaymakam Oldu Bak! Sadece Kaymakamlık mı? Cumhuriyet Savcılığı, Mahkeme Başkanı Hakim, Belediyecilik… Bunlar her yiğidin harcı meslekler değil. Konuya bir Rize Halk Türküsüyle gireyim;

“Masa ustuna roman
Okurum zaman zaman
Uşak seni alurum
Hâkim olduğun zaman.”
 /Rize Halk Türküsü

Bakoğullarının hepsi köyümüze yerleşmeyip kimi “melmeketinde” kalmış, kimisi de Samsun il merkezine yerleşmişlerdir. Onların bazıları, Samsun Cumhuriyet Savcısı Merhum Nevzat Bakoğlu, kızı Ankara 8. Ticaret Mahkemesi Başkanı Emriye BAKOĞLU, Atakum Kaymakamı Ali Bakoğlu, Samsun Büyükşehir Belediyesi, SASKİ Müdür Yardımcısı Namık Bakoğlu, Rize Milletvekili Osman Aşkın Bak ve Eğitimci-Şair-Yazar Ali Faik Bak ilk sıralayabileceğim isimlerdir. Köyümüzdeki eğitimciler Kemal Bak ve Günay Bakioğlu isimlerini de saymadan geçmeyelim. İlazların köylümüze açtığı devlet adamı, devlet memuru olma inancı/ fikri yanında bir başka önderliği vardır ki o da köyün dünyaya açılması fikridir. İlk Reşat Bak’ ı görüyoruz Alamanya sokaklarında gezelerken.


İlazlar Dışarıya Kız Verir Mi?

Köyümüzdeki söylenişiyle ilazlar “ne dışarıya kız verirler, ne de dışarıdan kız alırlar.” Ancak bu kuralı Rahmi Usta bozmuş, oğlu İsmail’e Gocamorolardan Salih Ay’ın kızını almıştır. 1970’li yıllarda gerçekleşen bu evlilik üzerine bu defa bir başka Gocamoro Hakkı Koşar, Rahmi Usta’dan kızı Bakiye’yi oğlu Adem’e ister fakat ilazlar kızı vermezler. “Bizden kız almasını biliyorsunuz da iş, kız vermeye gelince niye vermiyorsunuz” diyerek olaya içerleyen damat adayı Adem sevdiği ilaz kızını kaçırır. Kaçırır kaçırmasına ama ortalık bir güzel karışır; şükür ki silahlar konuşmaz ama ilaz “biçağunun yarası” uzun süre geçmez köyde. Bir şükür daha edelim ki bu durum husumete dönüşmez, tatlıya bağlanır. Daha sonraki yıllarda Gocamorolar bu ilazlardan bir daha kız alamazlar ama ilazların torunları Gocamoroların kızlarından istediklerini seve seve alırlar.


Oflu Köylümüz
Hacı Habib MERAL

Oflu Hoca

Of’a Of deyip geçmemek lazım.  Bir anımı anlatayım. Yılını tam hatırlamıyorum 1985 yılı olmalı, Devlet İstatistik Enstitüsü(DİE- Şimdi TÜİK oldu)’nde çalışıyorum,  “Sanayi ve İşyeri Sayımı” için Trabzon’un Of ilçesi sokaklarında işyerlerini ziyaret ediyor, çalışan sayısı, iş hacmi gibi ticari boyutlarını ölçümlüyoruz, elimizdeki formda  üstte “İli: Trabzon, İlçesi: Of, Mah:…” yazıyor ya bir esnaf buna içerledi. “Avu Trabzonu üste Ofi niye alta yazıyorsunuz; Of üstte olacak, üstte demişti. Buradan da anlıyoruz ki Oflular “bencil” değil “enci”ldirler. Her şeyin en iyisi onlardadır; milliyetçilik, dindarlık…

Pazar’lılardan başka köyümüze gelen ve köyümüzde dini hayatın canlanmasına vesile olan Trabzon ili Of İlçesinden Hacı Habib Meral vardır. Malum Of, “Ofli” hocalarıyla meşhur bir yerdir. Köyümüz de bu hocalardan nasibini almıştır. Camimiz yeni yapıldığında (1967) henüz kadro verilmemiş köylü Muşta’dan Ramazan imamlığı için bir hoca tutmuş, kendisi de Oflu olan bu hocamız 70 yaşındaki Hacı Habib Meral’a Cuma namazı kıldırmasını öğretmiş, sair zamanlarda camiimizin hocalığı Oflu Hacı Habib hocaya kalmıştı.

Yine, Trabzon’un Of ilçesi Gülen Köyü (Visirköy)’ünden daha  önce 1910 yılında gelip Gelemet caminin oraya yerleşen Sepetçi Hüseyin ve kardeşi vardır. Mehmet ve Sefer Yeşil’in babaları Sepetçi Hüseyin, “Seferbirlik” çağrısına uyarak kardeşi ve köyden 6 kişiyle birlikte “postlarını sırtlarına sarıp” Kırım harbi için cepheye koşarlar. Malum, giden gelmiyordu zaten.

Meksut Yaprak, Paşa Yavuz, Helim ve Ali Koşar’ın babaları da köyümüze gelip yerleşen diğer ilazlar olup detayları araştırma aşamasındadır.

Savaş yıllarının karmaşasında Ordu ili Fatsa ilçesinden kaçıp gelen bir yerleşimcimiz daha vardır ki bu kişi aynı zamanda doktordu. Hikmet Ustaoğlu’nun babası olan Dr. İzzet, yanında çalıştığı Mustafa ağanın vefatı üzerine hanımağası Hediye Koşar ile evlenir. Halk hekimliği düzeyindeki doktorumuzun aynı ismi taşıyan torunu İzzet Ustaoğlu, köyümüzden yetişen ilk Ziraat Mühendisi’dir. (İkinci Ziraat Mühendisimiz ve aynı zamanda Baytarımız Şabanoğlu Uğur Koşar’dır.

Sarımsak köyümüz de ilaz ağırlıklı karar kılıcılar tarafından oluşturulmuş bir köyümüzdür. Çelenk’ler; Helimağa, Mecidler, Deli Şükrü. Baş’lar: Mahmut, Süleyman… Özkurt’lar; Şaban... (Araştırılacak)

Lozan Nüfus Mübadelesiyle Rum vatandaşlarımızdan boşalan Çetirlik mahallesine dışarıdan herhangi bir “mübadil” yerleştirilmez. Köylünün “Mısdava Reyiz” dediği Alaçam ilçe merkezinde mûkim Mustafa Reis’in mülkiyetine verilen Çetirlik 1950’li yıllardan itibaren dağ köylerinden gelen yeni yerleşimcilerle yeniden köy olur. Köylünün genel bir adlandırmayla “Türkmenler” dediği bu gruptan İlk gelen “Kedi Murat”tır. Büyük Kırık köyünden Hatipler, Mutaf köyünden gelen Koca’lar, Yoğunpelit’ten Kör Şaban, Nuri Gülyüz, Gambur Şakir, Şenler, Özarslanlar, Çakmak dayı, Fevzigil ve Halilağanın Kâzım... (Araştırılacak)

/Çetin KOŞAR
14 Nisan 2020