14 Ocak 2003 Salı

İsimler Lakaplar

İsimler ve lâkaplar... İsimler; kimi zaman anne baba tarafından, kimi zaman aile büyükleri tarafından verilmiştir kişiye. Kişinin seçme hakkı yoktur başlangıçta ismini, ne dediysek o denmiştir bir kere. Zamanla alışır ismine insanoğlu ve sevmeye başlar. Çocuklarına utanmayacakları, iftiharla taşıyabilecekleri güzel isimleri vermek, onların güzel lâkaplarla hatırlanmalarını sağlayacak hasletlerle yetişmelerini sağlamak, anne-babanın vazifelerinden, çocuğun da anne-babası üzerindeki haklarındandır. Ebu'd-Derda (ra)'nın rivayet ettiği, "Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız, öyleyse çocuklarınıza güzel isimler koyunuz." hadîs-i şerifinden hareketle, güzel isim koymanın dinî vecibelerden olduğu da söylenebilir.
Yine bir başka hadîs-i şerifte, "Allah'ın en çok sevdiği isimler; Abdullah, Abdurrahman'dır. En çirkinleri de, Harb (Savaş) ve Mürre (Acı) isimleridir." buyurulmuştur. Demek ki insana; Allah'a kul olduğunu hatırlatacak, aczinin, fakrının farkına vardıracak isimler; güzel isimlerden addedilmiş, enaniyetini kabartacak, meydan okumaya, büyüklenmeye sevk edecek isimler ise kerih görülmüştür.

Hz. Cabir (ra)'in rivayet ettiğine göre, Peygamberimiz (sas), "Bereket, Ya'la, Eflah, Nafi" vb. isimleri yasaklamayı arzu etmiş, sonra da bu mevzuda sükut etmiştir. Efendimiz bu tavrıyla, "Burada bereket var mı?", "Eflah burada yok." gibi cümlelerin işaret ettiği mânâların hoş olmadığını nazara vermek istemiştir.

Kaynaklarda Hz. Peygamber (sas)'in sadece insan isimleriyle ilgilenmediği; mekân, eşya isimlerinin de güzel mânâlara sahip olmasını istediği, hattâ tedaileri nahoş olan cahiliye döneminden kalma mekân ve eşya isimlerini de değiştirdiği belirtilmektedir.

İsimlerin kişinin ruhî yapısı üzerinde de tesirli olduğu bilinmektedir. Tecrübeyle sabit olan darb-ı mesellerden biri de, "Bir adama kırk gün deli dersen deli, akıllı dersen akıllı olur; ne dersen o olur." sözüdür. Yani sürekli telkinle (isim ve lâkaplarla), insanın bilinçaltına bazı hisler, hasletler yerleştirilebilir. Kaldı ki isim ya da lâkapların kullanım süreleri atasözünde ifade edildiği gibi kırk günle de sınırlı değildir. İnsanın hayatı boyunca; Aslan, Fatih, Bahadır, Barış, Efe gibi isimlerle çağrılmasının, kişiliği üzerinde müspet tesirinin olacağı muhakkaktır. Belki de bu sebeple, anne-babalar ve aile büyükleri çocukları hakkında hüsn-ü zanda bulunarak -güzel isimlerin işaret ettiği vasıflara sahip olmalarını ümit ederek- çocuklarına; Aslan, Yiğit, Cesur, Onur gibi isimler verirler.

Çocuklarının, ismine uygun vasıfları taşıması bulunmaz bir mutluluktur aile için. Meselâ, 'aslan' gibi cesur bir çocuğunun olması her aile için bir bahtiyarlıktır. Böyleleri için de, "ismiyle müsemma" (isimlenmiş) denmiştir, atalarımız tarafından.

Ailelerin, çocuklarına isim vermek için hürmet ettiği, fikrine itibar ettiği kişilerden isim istemesi de kültürel bir özelliğimizdir. Bunun eski Türklerde de böyle olduğu, Dede Korkut Hikâyeleri'nden biri olan Dirse Han Oğlu Boğaç Han hikâyesinden anlaşılmaktadır. Kişinin gösterdiği bir kahramanlıktan ya da topluma faydasından dolayı, "Dede Korkut gelsin, boy boylasın, soy soylasın bu oğlana bir ad koysun." denerek, Dede Korkut'un vereceği ismi merakla beklemektedir atalarımız. Bayındır Han'ın çocuğunun, oğlanın diğer arkadaşlarının meydandan kaçmasına rağmen kendisinin boğaya meydan okuyarak boğayı alt edip yere yıkmasından hareketle, Dede Korkut, Bayındır Han'a; 'Ak Meydanı'nda bu oğlan savaş etmiş, bir boğa öldürmüş, oğlunun adı Boğaç olsun, adını ben verdim, yaşını Allah versin.' diyerek, isim verme merasimini noktalamıştır.

Ailelerin çocuklarına verdikleri isimleri seçerken zaman zaman sosyal hâdiselerin etkisinde kaldıkları, bazı isimlerin hâdiselerin de tesiriyle kimi zaman moda olduğu görülmektedir. Meselâ, dönem itibariyle Adnan, Menderes, Turgut, Özal isimlerinin, Kıbrıs Barış Harekatı zamanında ise Bülent, Ecevit isminin, 12 Eylül zamanında da Kenan ve Evren isimlerinin moda olması gibi. Millî Takım'ımızın 2002 Dünya Kupası maçlarında başarılı olan oyuncularının, -Ümit, Emre, Hasan, İlhan, Hakan.. gibi- isimlerinin de moda olması kaçınılmazdır.

Kimi zaman da yaygın isimlerin menfî tedaileri meydana çıkar. Bu durum, o isimlerin ya kullanımdan kalkmasına ya da daha az kullanılmasına sebep olmaktadır. Meselâ, "İnek Şaban" tiplemesinden dolayı "Şaban" ismini; Karadeniz fıkralarının vazgeçilmez figürleri oldukları için; Temel, Dursun, Fadime isimlerini aileler çocuklarına vermekte eskisi kadar istekli davranmamaktadır.

Yine bazı dinî motifler taşıyan ve kültürel özellikleri olan isimlerin, kasıtlı olarak kimi yazılı ve görsel basında menfî anlamlarda kullanıldığı, karikatürize edildiği görülmektedir. Abdulcebbar, Gaffar, Hacı, İmam vb. isimlerin kasıtlı olarak menfî tiplemelere verildiği, böyle davranılarak halkın tesir altına alınmaya çalışıldığı görülmektedir.

İsimlerin tercih edilmesinde yaşanılan bölgenin de tesirinin olduğu, belli bölgelerde bazı isimlerin daha fazla kullanıldığı görülmektedir. Meselâ Mardin yöresinde, Şeyhmus; Karadeniz yöresinde, Temel, Fadime; Kastamonu ve Karabük yörelerinde ise Satılmış isimleri yaygındır.

Bazı bölgelerde bir ismin çok kullanılmasında bir zatın, daha önce orada yaşamış, hizmetlerde bulunmuş, örnek davranışlar sergilemiş ve bölge insanının zihninde ideal insan modeli olarak yer etmiş ve genellikle o yörede defnedilmiş olması tesirli olmuştur. Kahramanmaraş'ta kullanılan Ökkeş, Sivas'ta Ahmet Turan ismi bunlardandır. Bunun sebebi ise, sahabeden Hz. Ukkaşe bin Mihsan (ra)'ın Maraş'ta, mâneviyat ehlinden Ahmet Turan'ın da Sivas'ta medfûn bulunmasıdır.

İsim belirlemede tesirli faktörlerden biri de; bebeğin ailenin kaçıncı çocuğu olduğu veya ailenin karşılaştığı özel bir durum olabilmektedir. Çocukları hayatını devam ettiremeyen bazı ailelerin yeni çocuklarının yaşamasını ümit ederek dua niyetiyle Yaşar; sürekli erkek çocuğu olan bir ailenin, en sonunda kız çocuğuna sahip olduklarını ifade için Döndü; başka çocuklarının olmasını istemediklerini ifade için Yeter, Dursun, İmdat isimlerinin verilmesi de ilginçtir.

İnsanları hemcinslerinden ayırmak, onların tanınmalarını sağlamak için kullandıkları ismin farklı olması da çoğu zaman işe yaramaktadır. Bu sebeple isimlerin yanı sıra çeşitli lâkaplar da kullanılmaktadır.

Lâkaplar

Osmanlılarda Lâkaplar ve Hikâyeleri isimli bir eserde, Osmanlı Devleti'nde görev yapmış padişah, sadrazam, şeyhü'l-İslâm vb. 940 resmi görevlinin isimleri incelenmiş ve bunların 251'inin isminin Mehmet, 91'inin Ahmet olduğu tespit edilmiştir. Aynı ismin bu kadar sıklıkla kullanılmasının kişilerin tefrik edilmesini zorlaştıracağı meydandadır.

'İsmin ne?' sorusuna, Mehmet cevabını aldığında, "Hangi Mehmet?" der, Anadolu insanı. Bu Mehmet'in tebarüz ettiği başka bir vasfı olmalı diye düşünülüyor olacak ki, 'Sarı Çizmeli Mehmet Ağa' cevabıyla tamamlar sorusunu. Artık Mehmet'in, ayırıcı, tanıtıcı bir hususiyeti bulunmuştur ve söze devam edilebilir. Demek ki, isimlerin yetmediği yerde lâkaplar devreye giriyor.

Lâkap nedir? 'Bir kimseye veya bir aileye; kendi adından ayrı olarak sonradan takılan, o kimsenin veya o ailenin bir özelliğinden kaynaklanan ad.' diye tarif ediliyor sözlükte lâkap. Bir yazarımız da, 'Zamanın ve zamanenin bir adama lâkap takması, umumî efkâr karşısında o zatın; hâl, ahlâk ve işinden dolayı verdiği imtihana mukabil bir sıfatla anılması demektir, bunda halkın çok kereler isabet ettiği görülmüştür.' der, lâkaplar hakkında.

Tanımından da anlaşılacağı üzere, bir eser sayılabilecek lâkaplar, umumiyet itibariyle anonimdir. Başlangıçta belli olsa bile, bu sonradan unutulmuş ve anonim hâle gelmiştir. Çünkü maksat sözü edilen kişiyi tanımlamaktır. Bir kişi veya bir ailenin milliyeti, memleketi, fizikî ve ruhî özellikleri, mesleği, alışkanlıkları, sık kullandığı kelimeler göz önüne alınır lâkap verilirken: 'İşkodralı, Avlonyalı, Sokullu, Çandarlı; Frenk, İngiliz, Gürcü, Tellak, Kabakçı, Çavuş, Kalın, Hezarpare, Uzun, Kara, Melek, Canım, Lâlezar...' örneklerinde olduğu gibi.

Lâkaplar, aynı isimli kişileri tefrik etmeye yaradığı gibi, isminin taşıdığı mânâya uygun hâl ve tavır içerisinde bulunmayan, ismiyle davranışları tenakuz içerisinde olan insanların gerçek yüzlerinin belirtilmesinde de kullanılmıştır. Asıl adı Aslan, kendi korkak olan; adı Sabit kendisi bîkarar olan; adı Uygar, Çağdaş olduğu halde yeniliklere, gelişmelere kapalı olanlar da vardır. İşte böyle bir durumda, sözlü bir halk edebiyatı geleneğine sahip olan insanımız, 'Tam yerine rast geldi.' dedirtecek bir kelimeyi söz konusu kişi veya ailenin ismine ekleyiverir. Karga Paşa, bunlardan biridir. Yani ismi ile davranışları ittifak etmemiştir, Karga Paşa'nın. Asıl adı Şahin olan paşa 93 Harbi'ne katılmıştır. Ancak askerler üzerinde müspet bir tesir bırakmamıştır. Asker, Şahin Paşa'nın korkak olduğunu vehmetmiştir. Hattâ hakkında, 'Bir boru çalınıp da asker silâh başı eder veya top tüfek patlarsa, kendisini korkudan sancı tutarmış.' rivayetleri dolaşmıştır. Bu sebeple çevresindekiler tarafından Şahin Paşa, 'Karga Paşa' diye tesmiye edilmiştir.

Ancak tenkit etmek, ayıplamak, kınamak, kötülemek için verilen lâkapların, isimlerin kullanılmasının bir faydası olmayacağı gibi zararlı neticeleri de olabilir. Böyle lâkaplar; haset, nefret ve düşmanlığa yol açabilir. Bu sebeple bu tür lâkapların kullanılması âyet-i kerimeyle yasaklanmıştır.

Yasaklanan lâkapların, kötü mânâlar ihtiva eden lâkaplar olduğu, mânâsı güzel olan, insanları öven, onlara saygıyı ifade eden, dostlukları ve barışı tesis etmeye katkısı olacak lâkaplarla hitap etmenin teşvik edildiği görülmüştür. Bu konuyla alâkalı Keşşafta Peygamberimiz (sas)'den, 'Müminin, mümin kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en sevdiği ismiyle çağırmasıdır.' hadîs-i şerifi rivayet edilmiştir. Hz. Ebu Bekir; Sıddîk, Hz. Ömer; Faruk, Hz. Hamza; Esedullah (Allah'ın Aslanı), Halid bin Velid; Seyfullah (Allah'ın kılıcı) lâkaplarıyla lâkaplanmışlardır.

Çevresindekilerin, insana uygun gördüğü lâkapların ayrıca kalıcılık ve değişmezlik özelliği de vardır. Bu kalıcılığın; 'Adı çıkmış dokuza, inmez sekize.' sözünde olduğu gibi menfî tedaileri olduğu gibi; bazen de, 'Kendi gitti, adı kaldı yadigâr.' dedirten müspet tedaileri olur. Lâkapların kalıcılığı hususunda Ahmet Rasim, Borazan Tevfik namlı, şakacılığıyla tanınmış bir arkadaşıyla ilgili şunları yazmaktadır:

"Borazanımız, usûlca koluma girdi ve dedi ki:

Bu kadar işe girdim, çıktım. Askerden, yüzbaşılıktan emekli oldum. Boyacı, ayrancı dükkânları açtım. Temsiller verdim. Yine lâkabımla birlikte kaldım. Ölünceye kadar da böyle. Borazan Tevfik aşağı, Borazan Tevfik yukarı."

Şimdi bu bilgiler ışığında ecdadımızın taktığı ilginç lâkaplardan birkaçını hikâyeleriyle ele alalım:

Yedi-Sekiz Hasan Paşa
Hasan Paşa, İkinci Abdulhamid döneminin devlet memurlarından biridir. Okuması yazması olmadığı için, imza atmak zorunda kaldığı zaman önce Arap rakamlarıyla V (yedi), sonra (sekiz) yazar, iki rakamın arasına bir de kısa çizgi çekermiş. (V-) Bu nedenle de Yedi-Sekiz (V-) Hasan Paşa diye anılmış.

Pazar Ola Hasan Bey
Ahmet Rasim'in eserlerinde adı geçen biridir Pazar Ola Hasan. Yazarın anlattıklarına göre, o zamanın tanınmış tiplerinden ve meczuplarındandır. Her sabah esnafı dolaşır ve onlara 'Pazar ola' diye seslenirmiş ve esnaf da onun bu seslenişini uğur kabul edermiş. İşte bu yüzden, 'Pazar Ola Hasan Bey' diye adlandırılmış. Ayrıca Ahmet Rasim onun hakkında, 'Ne zaman rastlasam yüzündeki gülümsemelerini ter ü taze bulurum. Meczupluk haline yaraşır bir temiz bakışla çevresine bakınarak her dükkâna, her satıcıya, işine malına göre, 'Pazar ola bakkalbaşı, pazar ola balıkçı, pazar ola aşçı baba!' der yürür gider. Esnaf onun 'pazar ola'sını uğur bellemiştir."

Ahmet Rasim bir yazısında da Pazar Ola Hasan'la yaşlı bir kadının konuşmasına yer vermiş ve gördüklerini şu şekilde aktarmıştır:

'Bir gün üstü başı temiz yaşlıca bir kadın, işitilir derecede açık bir besmele çekerek Hasan Bey'e yaklaştı ve dedi ki:

-Oğlum Hasan Bey! Sulh olacak mı, sulh? Hasan Bey kayıtsız, gülümseyerek:
- Pazar ola hanım anne!
Zavallı kadın öyle sevindi ki; 'Bu pazar mı evlâdım?' dedi ki sorusu ağzında kaldı.
- Pazar ola turşucu!
Kadın arkasından bir müddet baktıktan sonra yanında bulunan genç hizmetkârı:
Onlara malum olur ama söylemezler, rumuz ile anlatırlar.
- Pazar ola kasapbaşı!'

Bunların yanında kaptan-ı deryalardan Abdurrahman Paşa, İtalyan kökenli olduğu için Frenk; Mustafa Paşa, tersanede İngilizce öğrenen ilk Türk denizcisi olduğu için İngiliz; bir başka Mustafa Paşa, birçok görevi atlaya atlaya kaptan-ı derya olması sebebiyle Atlamalı; Hüseyin Paşa ise, İspanyollarla yapılan bir deniz savaşında birçok yara aldığı için öldü sanılıp bırakılmış, ancak sonra yaşadığı anlaşılmış olduğundan yarı ölü, mânâsına gelen Mezomorta lâkabıyla lâkaplandırılmıştır.

Görülen o ki, insanın lâkabında; yaptığı işler, söylediği sözler, sergilediği davranışlar belirleyici olmaktadır. Kıyamet günü isimlerimizle çağrılacağımızı işaret eden hadîsten de anlaşıldığı üzere, o günde 'Karındeşen, Korkunç, Kazıklı, Zalim, Kuyucu.. vb.' kötü isimlerle çağrılma su-i akıbetine duçar olmamak için, hâl ve hareketlerimize çekidüzen vermeli, güzel ameller işleyip güzel isimler almanın, güzel isimlerle çağrılmanın hazırlığını yapmalıyız.

/Mehmet SUCU
Ocak 2003