16 Haziran 2017 Cuma

Akbulut Köyü Yılanları

FOTO: nayn.co

Giriş

Mevsim, yılanların yeryüzünde cirit atma mevsimi ya!... Ondan olsa gerek, sık sık yılan mevzularıyla meşgul olmaya başladık bu günlerde… Şehirlere inip evlere, arabalara giren “deprem habercisi yılan” haberleri mi desek; Fırsat bu fırsat deyip, yılanlardan şifayâb olanları lanse eden “yılancı halk tabipleri” mi desek; Sanki büyük bir iş yapmış gibi öldürdükleri yılanların boy boy fotoğraflarını yayınlayanlar mı desek…  Neyse, hiç birisini demeyip biz de mevzu güncelliğini yitirmeden köyümüz yılanlarıyla ilgili anılarımızı, yaşadıklarımızı daha doğrusu Sordanköy’ünde yılan kültürüne ait derlediğimiz notları dercetmeye çalışalım.

Peşinen söyleyelim ki köyümüzde yılanların bol olmasına karşılık “yılancı” yoktur. Yani yılanı eliyle yakalayıp, boynuna dolayan, ağrıyan yerine yılan yatıran yoktur. Köyde herkes yılandan korkar, en az yalandan korktuğu kadar. “Ofidiyofobi” denen bu “yılan korkusu” aslında atalarımızı dehşete düşüren koca sürüngenler sayesinde biz torunlara gen yoluyla aktarılmıştır. Eskiler hep, büyük yılanlardan, hatta canavarlardan bahsederler. Örneğin 70’li yıllarda köyümüzde büyük bir sel olmuştu. Hakkıcüğün Şadi (Koşar) Cilim Mevkiinde bu selin kalıntıları arasında “bacak kalınlığında” hatta “bir dana boynu kadar iri” yılan parçalarına rastlandığını söylüyordu. Bu fobinin yılanın ölümcül zehri ve düşmanını sarılıp boğarak öldürmesine bağlı olarak geliştiği bir gerçektir. Cisminden de anlaşılacağına göre sürüngendir; Hayvanların “yüz karası”dır.

Romanlara ve filmlere konu olan yılan öyküleri bunun bir sonucudur. Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” romanı ile Yaşar Kemal’in “Yılanı Öldürseler” romanı bunların başlıcalarıdır.

Divan edebiyatında Yılan, sevgilinin saçını simgeler. Saç, aşığın gönlünü çeldiği için tehlikelidir.

Argoda, özellikle fiziksel anlamda dişiliği ortaya koyan vücut hatlarının kıvrımlarından dolayı kadınlar için “yılan gibi” sıfatı kullanılır. Zikzaklar çizerek süratli bir şekilde geçip giden otomobiller için de “yılan gibi” geçti gitti denir. Aşırı şekil, havalı, göz alıcı, etkileyici gibi anlamlarda kullanılabilen bir sözcüktür.

Bir de meşhur “evlat ve kuyruk acısı” hikâyesi vardır ki yüzlerce versiyonu olsa da aslı bir EZOP Masalıdır.

“Yılanın biri sürüne sürüne bir çiftçinin oğlunun yanına kadar gitmiş, çocukcağızı öldürmüş. Çiftçinin yüreği yanmış: “Alırım ben öcümü!” demiş, baltasını yakaladığı gibi yılanın yuvasının başına gitmiş: “Hele çıksın, ezerim kafasını!” demiş. Yılan başını çıkarır çıkarmaz çiftçi baltayı indirmiş, ama hayvan atik, çekilivermiş; yuvanın üstündeki kaya yarılmış. Çiftçi korkmuş: “Şu yılanla dost olayım da bari bana başka bir kötülük etmesin!” demiş. Yılan razı olmamış: “Ben bu yarık kayayı, sen oğlunun mezarını görürsün de biz birbirimizle dostluk edebilir miyiz hiç?” demiş.


Yılan Etimolojisi

Türkçe için hazırlanan etimoloji sözlüklerinin bazılarında yılan maddesi mevcut değildir. Bu kelimeyi tahlil eden etimoloji sözlüklerinde ise kelime ile ilgili kesin bir yargıya varılamamıştır. Kelime, genellikle sonu +lan yapısı ile biten arslan, sırtlan kelimeleri ile ilişkilendirilmiştir. Vecihe Hatiboğlu bu eki ve ekin fonksiyonunu şu şekilde açıklamıştır: “+lan eki ‘vahşi, yırtıcı, büyük cins’ bazı hayvan adlarında kullanılan bir ektir. Ekin aslı ejderha, korkunç hayvan kavramları veren Çince ‘luŋ’ sözcüğüdür: arslan (ars+lan), burslan (bars/burs/pars, burs+lan) kaplan (kap+lan), sırtlan (sırt+lan), yılan (y-ı-lan, ılan, ilan) gibi.

Yılanın sağlıkla doğrudan bir ilişkisi var imgesel olarak... Yüzlerce yıldan bu güne kadar eczacılık ve genel olarak tababet kendisi ile sembolize edilmiştir. Fars(İran) lisanında “mar” yılan; “Bimar” hasta; “Bimarhane” ise hastane demektir.


Dini İnançlarda Yılan

İslam kaynaklarında yılan konusu bariz değildir. Hz. Adem (a.s)’in cennetten kovulmasına vesile olan yılan hikayesi “İsrailiyyat”dır. Söz konusu hadislerin senetleri zayıftır.

Muharref Tevrat'a göre kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden'deki bahçede (cennet) yaşamakta olan Havva'ya yaklaşmış, yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra Havva yasak meyveden Âdem'e de yedirmiştir. (Tekvîn, 3/1-6).

İncilde ise "İblis ve şeytan denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan yeryüzüne atıldı ve onun melekleri kendisiyle beraber atıldılar." (Vahiy, 12/9)

Kur'ân-ı Kerîm'de yılandan söz edilmemiştir. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.

Kur'an'a göre onları yasak ağaca yaklaşmaya teşvik eden şeytandır. Âdem (as)'e karşı açık bir kıskançlık içinde bulunan şeytan, önce Allah'ın emrine karşı gelerek Âdem (as)'e secde etmemiş (bk. A'râf,  7/11-12), sonra da onu aldatarak günah işlemesine sebep olmuştur.

Şeytanın cennete girişi ve Âdem (as) ile Havva'ya yaklaşması konularında Kur'an ve sahih hadislerde fazla bilgi yoktur.

Bilgimiz olması açısından şu hadisi belirtmeden geçmeyelim.  Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî (1813-1893)Hazretlerinin  Râmûzü’l-Ehâdîs adlı eserinde şöyle bir hadis nakledilir.

Hz. Ali (Radıyallâhu anh) şöyle demiştir:

“Ey Allah’ın peygamberi, “Adem Rabbinden kelimeler alıp tevbe etti.” ayetinde kastedilen nedir? O kelimeler nelerdir?

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle demiştir:

“Allah, Âdem’i Hint toprağına, Havva’yı Cidde’ye, yılanı Isfahan’a, iblisi Bisan’a indirdi. Cennette yılan ve tavustan daha güzel bir şey yoktu. Yılanın üzerinde katırda olduğu gibi çizgiler vardı. İblis onun arasına girdiğinde Âdem’i kandırmış, aldatmış, Allah da yılana gazap etmiş, güzelliğini kendisinden alarak şöyle demiştir:

“Senin rızkını topraktan vereceğim! Karnın üzerinde toprak üzerinde yürüyeceksin. Sana merhamet edene Allah merhamet etmeyecektir.”

Allah, tavus kuşuna da gazap etmiş, iblisin ağaca gitmesine kılavuzluk ettiği için ayaklarını mesh etmiştir.

Âdem yüz sene başını göğe kaldırmaksızın hatasına ağlayarak kalmıştır. Bu esnada mahzun bir şekilde oturmaktaydı. Allah, Cebrâil’i kendisine göndererek şöyle demiştir:

“Ey ‘Adem! Allah sana selam ediyor ve sana şöyle diyor:

“Seni elimle yaratıp ruhumu üflemedim mi? Meleklerim sana secde etmedi mi? Seni kulum Havva ile nikahlamadım mı? Bu ağlama da nedir öyle?”

Adem şöyle cevap vermiş:

“Ey Cebrâil! Beni ağlamaktan uzak tutacak nedir ki? Ben Rabbime komşuluktan uzaklaştırıldım.”

Cebrâil şöyle demiş:

“Ey Âdem! Şu kelimeleri söylersen, Allah günahını mağfiret edip tevbeni kabul eder.”

Hz. Âdem “Onlar nelerdir?” diye sormuş. Hz. Peygamber (Sallallâhu aleyhi ve sellem) de o kelimeleri şöyle aktarmıştır:

“Allah’ım! Hz. Muhammed ve O’nun ailesinin hakkı için senden isterim. Allah’ım! Seni tenzih ederim, sana hamd ederim.  Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, günahları senden başkası bağışlayamaz, sen merhametlilerin en hayırlısısın. Allah’ım! Seni tenzih ederim, senden başka ilah yoktur! Bir kötülük işledim, kendime zulmettim. Benim tevbemi kabul et çünkü tevbeleri kabul eden ve merhamet eden sensin. Allah’ım! Sana hamd ederim, senden başka ilah yoktur. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim, mağfiret eyle, mağfiret edenlerin en hayırlısısın.”

Azizim! “Peygamberimizi (Sallallâhu aleyhi ve sellem)’e salâtü selâm okunmadıkça yapılan hiçbir dua Allah’a ulaşmaz ve itibar görmez.” KAYNAK: Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî, Râmûzu’l-Ehâdis, s.342, h.4249

Aynı hadis Muhyiddin İbn-i Arabî (1165-1240)’de şu şekilde son bulmaktadır:
(…)
“Şeytan, Allah'a kafa tuttu, “beni azdırdın” dedi,- ebediyyen mel'un oldu. Allah'a boyun eğmeli, kusurlarını itiraf etmeli, Allah'dan daima af ve mağfiret istemeli. Adem'in oğlu olduğunu böylece isbat etmeli. Şeytan suyu içip de Allah'a kafa tutanlar, nisbeti Âdem'e değil, şeytana bağlamış olurlar. Yılanı öldür.” (KAYNAK: Muhyiddin İbn-i Arâbi´den Tavsiyeler, 5.Bölüm)


Bundan başka bir de Resulüllah’ın (sav) hicreti esnasında Sevr dağındaki mağaraya önce Hz. Ebu Bekir (r.a)’in girdiği ve içerideki delikleri elbisesini yırtarak tıkadığı, geriye kalan son deliği de ayağıyla kapattığı ve orada bulunan bir yılanın Hz. Ebu Bekr (r.a)’in ayağını soktuğu hadisesi vardır ki Asım Köksal hoca İslam Tarihi‘nde (V, 156) bu olayı zikretmiş ve el-Beyhakî, es-Süheylî, İbnu’l-Cevzî, ez-Zehebî ve İbn Kesîr’i referans göstermiş. Hamidullah da aynı hadiseyi İslam Peygamberi‘nde (I, 163) zikretmekle birlikte, herhangi bir kaynağa atıfta bulunmamış. İşbu “yılan hikâyesi”ni el-Beyhakî Delâilu’n-Nübüvve‘de (II, 477) senediyle vermiştir.

Netice itibariyle, hem âlemde hem de küçük âlem olan insanda yılan önemli bir semboldür. İnsanın koynundaki yılan “nefs”’tir. İman nurları nefsi mesheder. Onu deveye ve nihayet "burak"a dönüştürür.


Yılan Yemeği

Askerliğini komando olarak yapanlar bilir. Açlıktan gebereceğiniz bir durumda yakalayabilirseniz yenecek bir hayvandır... Usul; derisi boyun kısmından keskin bir bıçakla halka biçiminde çizilir ve geriye katlanarak çekilir. Böylece deri, boru biçiminde sıyrılarak çıkartılır.. Ağaca asılıp kanı akıtılmaz ise soyulduktan sonra, eti ekşimsi ve acımsı olur. Kuyruğu ve kafası kesilir. İç organları temizlenir ve geri kalan kısmı sopaya takılır ve ateşte kızartılır…  (NOT: Yılan yemek, Maliki mezhebine göre helal, Hanefi, Şafi ve Hanbeli mezheplerine göre haramdır.)


Yılanların Mevsimi

Bu günlerde yılanların gündeme gelme nedeni elbette uyanışlarıdır. Mayıs ayının üçüncü haftasından itibaren yılanlar “kış uykusu”nu bitirip güneşin ışığı ve sıcağı için kendilerini yeryüzüne atarlar. Bu tarih 21 Mayıs ile başlar. Her ne kadar farklı bölgelerce 5, 15, 20 ve 21 Mayıs günleri gibi farklı zamanlarda kutlansa da bu olay Hıdırellez gününe denk gelen bir günden itibaren başlamaktadır. Köyümüze en yakın Hıdırellez kutlama yeri civar köylerin de katılımıyla, Gökçeboğaz Köyünde olup 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramının ertesi günü yani 20 Mayıs günü “Mayıs Yedisi” adıyla “Yol Evliyası”’nın kabri çevresinde toplanılır.

Bunun evvelinde bir de “cemre düşmesi” olayı vardır. Halkımız arasında yaygın olarak baharın müjdecisi olarak bilinen sıcaklığın artması olayına cemre denir. Cemre'nin birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa düştüğüne inanılır. Üç tane olan cemrenin birincisi havaya (19-20 Şubat), ikincisi suya (26-27 Şubat) ve üçüncüsü de (5-6 Mart) toprağa düşer.  Baharı müjdeleyen bir diğer olay ise 21 Mart Nevruz olayıdır. Tüm bunlar bizim için birer takvim olayıdır. Yani biz bu olayları takvime bakarak öğreniriz. Konumuz olan yılanlar ise biyolojik saatlerine göre öğrenirler.

Köyümüzdeki yılanlara geçmeden önce haklarında biraz daha ansiklopedik bilgi verelim ki yılanlar konusuna “Fransız” ve “ırak” kalmayalım.

Yılanlar karada yaşayabildikleri gibi, suda da yaşayabilir. Suda yaşayanına “suyılanı” deriz ama karada yaşayanına “karayılanı” demek yerine cinslerine göre adlandırırız. Karada yaşayanlar çalılıklarda, ağaçlarda ve toprak altında yaşam sürebilir. Hızlı sürüngenler arasında olan yılanlar, doğadaki hayvanlarla beslenmelerini sağlarlar. Yani “etçil”dirler. Kimselere görünmeden avlanabilmeleri için seçtikleri yerler ormanlık alanlar ve çalı dipleridir. Bahçelerde ve tarlalarda da sıkça yılanlarla karşılaşılabilir. Sürünerek hareket ettiği için 2 yılda bir deri değiştirirler.

Soğukkanlı hayvanlardan olan yılanlar fazla soğukta yaşayamazlar bu bakımdan 180 gün süren “Kasım Ayları”nda yuvalarına çekilip kış uykusuna yatarlar. Yine 180 gün sürecek “Mayıs Ayları”nda da yuvalarından çıkıp yaşamlarına devam ederler. Sonuçta kış uykusu onların fiziksel ihtiyaçları üzerine başvurdukları bir yöntemdir. Bahar gelmeden hava sıcaklığının mevsim normallerinin üzerinde seyrettiği dönemlerde yanılıp yeryüzüne erken çıkan yılanlar da olur.


Mitolojide Yılan

Türk, Mısır, Yunan, Hint, Mezopotamya, Hitit, Roma, Japon mitolojilerine baktığımızda yılanın birçok mitik anlatıda iki farklı şekilde tasavvur edildiği görülür. Yılan ya “kutsal” bir varlıktır ya da kutsala karşı “şeytanî” bir varlıktır. Bazı mitolojilerde ise yılanın “kötülük sembolü” olduğu görülür. Pers mitolojisinde omuzlarında yılan taşıyan “Dahhak”, kötülük simgesidir. Babillerin Gılgamış destanında “Gılgamış”’ın elde ettiği ölümsüzlük otunu yiyen bir yılandır. Yahudi mitolojisinde Havva’ya yasak meyveyi yediren yarı insan yarı yılan olarak tasavvur edilen “Lilith” adlı bir kadın vardır.

Osmanlı kaynaklarında “evren”, çoğu zaman büyük yılan olarak tanımlanır. Uzun yüzyıllar, dış kültür tesirlerinden uzak kalmış olan Altaylar ile Kuzey Türkleri, “Çin ejderhası” yerine, kendilerinin efsanevi büyük yılanlarını koymuşlardır.

Günümüzde Anadolu'nun çeşitli yörelerinde yılanlarla ilgili bir mitoloji masallaşmış olarak devam etmektedir. Adı “Şahmeran” (yılanların şahı) olan bu yılanın başı, insan şeklindedir. Yeraltı dünyasında yaşar. Sarayı mücevherlerle doludur. Bütün yılanlar onun emrindedir. Hastalıkların çaresini bilir. O, insanoğluna yardım eder fakat ihanete uğrar. İnsanoğlu sabırsızdır. Yılanın bildiklerini onunla dost olup öğrenmek ve gizli sırları öğrenmek yerine onu öldürüp vücudundan derdine derman aramayı tercih etmiştir.

Anadolu mitolojisinde “kartal göklerin, yılan yerlerin” yaratıcısı konumundadır. Toprağın altında yaşayan yılan, toprağın sembolü olarak da kullanılmıştır. Toprak insanları beslemekte, hastaları iyileştiren bitki ve ağaçların yetişmesine olanak vermekteydi. Orta Asya mitolojisi ve şaman geleneklerinin zengin sembol dünyası içinde yılan “yeraltını ve karanlığı” temsil etmektedir. 10. yüzyıldan itibaren Müslümanlığı seçen Türkler, ortaya koydukları sanat ürünlerinde Orta Asya’dan getirdikleri konuları, stil ve sembolleri yaşatmaya devam etmişlerdir.

Eski Türkler arasında da “yılan sağlık ve mutluluk sembolü” oldu. Sağlık kuruluşlarının kapılarında “çifte yılan” sembolü vardır. Anadolu’daki Selçuklu Hastaneleri buna örnektir. “Ejder”ler eski inanışlar doğrultusunda kale, han ve saray gibi yapılardan içeriye kötülük, düşman ve hastalık girmesini önleyici bir “tılsım” olarak kullanılmıştır. Yüzyıllarca süren bu etkilerin doğrultusunda Türk Tıp Tarihinin kurucusu sayılan Prof. Dr. Süheyl Ünver tarafından Çankırı Darüşşifasında bulunan bir taş üzerindeki çifte yılan sembolü; Türk geleneklerini de yansıtması açısından “hekimliğin sembolü” olarak önerilmiş ve bu öneri 1937 yılında kabul edilmiştir.

1956 yılında ise Dünya Tıp Cemiyeti iki yılan figürünü “Dünya Tıp Birliği”nin sembolü olarak benimsemiştir; birinci yılan “ölümsüzlüğü”, ikincisi ise “zehiri” temsil eder.


Yılan Sokmasında İlk Yardım Nasıl Yapılır

Ülkemizin konumu gereğince ormanlık kesimlerde özellikle yaz aylarında yılan sokmaları vakaları artmaktadır. Bu durumlarda ilk yardım bilmemiz bizim ve yanımızdaki kişi için hayati önem taşıyabilir.

“Isırılan yerde ağrı, şişlik, morluk, hassasiyet oluşacaktır. Hareket ettirmeden yılanın soktuğu yeri yıkamalısınız. Isırılan yerin birkaç cm yukarısına sargı uygulanarak zehrin kana karışması önlenmektedir. Isırılan yeri 0.5 cm kadar kesip elle sıvazlama yöntemiyle zehri akıtmanız gerekecek. Emilmesi de olabilir ama emen kişi için tehlikeli olacağından dolayı uygulanmaması gerekir. Kişiyi hareket ettirmeden hastaneye en kısa sürede ulaştırılması sağlanmalı. Hastanede görevli kişilere hangi yılanın ısırdığını tarif etmeniz gerekecektir. Gerekirse resmini çekmelisiniz ona göre tedavisi uygulanır.”



Samsun Yılanları

Gelelim Samsun’a ve Samsun yılanlarına… Samsun civarında bulunan bazı yılan türlerinin yok olduğu tespit edilmiş. Uzmanlara göre 5 yıl sonra Türkiye’de “kara yılanı” ve “su yılanı” dışında belki de yılan kalmayacak. Yine yetkililer bazı yılan türlerine yıllardır rastlamadıklarının altını çiziyorlar.

Samsun yılanları oldukça meşhurdur. Samsun tarihinde yaşanan mucizevi bir olayı aktarmakla başlayalım. Kaynak kişimiz, Türkler hakkında yazdığı hâtıratıyla tanınan bir Bavyeralı. Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlıya esir düşer yazarın “Türkler ve Tatarlar Arasında (1394-1427)” adlı kitabının 48 ile 51 sayfaları arasında yer alan Samsun Anıları özetle şöyledir:


Yılanlar ve Engerekler

Ben Bayezid nezdinde bulunduğum süre içinde, Samsun’da heyecan verici, mucizevî, bir olay yaşandı. Şehrin önünde o kadar çok yılan ve engerek vardı ki bunlar kentin önündeki ovayı bir millik daire halinde adeta kuşatmışlardı. Canik (Samsun) odunu bol, çok ormanlık bir yerdir. Yılanların bir kısmı bu ormanlık bölgeden, diğerleri ise denizden geliyordu. Yılanlar birbirleriyle savaşa girişmeden önce dokuz gün boyunca toplandılar. Bu hayvanların korkusundan kimse şehirden dışarı çıkamıyordu, hâlbuki bunlar ne hayvanlara ne de insanlara bir zarar veriyorlardı.

Bu sebeple şehrin ve ülkenin hâkimi yılanlara dokunulmamasını emretmişti. Zira ona göre bunlar her şeye kâdir Tanrının takdir-i ilahisi idi. Onuncu gün yılanlar birbirleriyle burun buruna gelip sabah güneşin doğuşundan itibaren akşam güneşin batışına kadar savaştılar. Samsun hâkimi ve ahalisi bunu görünce, Bey kale kapılarından birini açtırıp atlı olarak küçük bir grupla şehrin önüne çıktı ve yılanların savaşını seyretti. Su yılanlarının ormanlardan gelenler karşısında gerilediğini gördü.

Ertesi sabah yılanların hâlâ orada olup olmadıklarını görmek için tekrar şehrin önüne atla gittiğinde sadece ölü yılanlar buldu. Bunları toplattırıp saydırdı, sekiz bin tane idiler. Bir çukur kazılarak bütün yılanların içine atılmasını ve üzerinin toprakla örtülmesini emretti.”




Sordanköy’ün Yılanları

Mitoloji, tarih, edebiyat, coğrafya, biyoloji… derken sözü bir türlü köyümüzdeki yılanlara getiremedik ama olsun, bazı şeyleri öğrenmiş olduk. Ne de olsa bilmek her zaman güzeldir.

Köyümüzde Kobra, Anakonda, Engerek gibi büyük ve tehlikeli yılanlara rastlayamıyoruz. Bizdeki yılanlar da aynı bizim gibi “gariban ve fakir” yılanlardır. Çevrelerine saygılıdırlar; İnsanlardan uzak köşelerde yaşarlar, kimseye zararları dokunmaz. Şimdiye kadar hiç birisinin bir insanımıza zarar verdiği ne görülmüş ne de duyulmuştur. Ekin tarlalarında “Bozyürük”, su kenarlarında “Altunbaş”, bağ ve bahçelerde “Köryılan”, orman içlerinde “Karayılan” ve su içlerinde de “Suyılan”ları tanıdık bildik yılanlarımızdır.

Yılanla karşılaşma noktalarımız ağırlıklı olarak dere, çay ve göl kenarları olmakla birlikte en yoğun karşılaştığımız mevsim buğday hasadının yapıldığı temmuz aylarıdır. Gerek “orak biçmeleri”nde ve gerekse “bağ bağlama” ve “cuğul toplama”larında ve de “yığın” gibi tarla işleri zaman zaman yılanla karşılaştığımız hatta “kucaklaştığımız” yerlerdir. Çünkü bu alanlar bu mevsimde tabiri caizse “kurdun kuşun” rızk derdine düştüğü alanlar olup ister istemez bir “herc-ü merc” yaşanmaktadır; Buğdayı biçerken, bağların altında, cuğulların arasında hatta yapılmış yığının tepesinde


Pek çoğumuzun köy hayatında iç içe olduğumuz bu hayvanların üreme şekilleri hakkında bilgisi yoktur. Çünkü bu hayvanlar gözden uzak köşelerde yaşamaktadırlar. Türlerine göre değişse de ve hayvanat bahçelerinde bakılan Anakonda gibi yılanların 30 yıl yaşadığı görülse de, bir yılanın ortalama ömrü 7 ile 15 yıl arasındadır. Yılanlar memesiz hayvanlar olup, çiftleştikten sonra, 2 ay içerisinde yumurtlar. Bir yılan 5 ile 50 adet arasında yumurta yapabilir. Bazıları yumurtalarını ana karnında taşır ve doğum zamanı gelince canlı olarak doğurur. Yumurtlayacak yılan yumurtalarını bırakabilmek için güvenli bir yer olarak ağaç kovuğu ya da toprağı seçer. Bazı türler kuluçkaya yatarken, çoğu yılan yumurtladığı yere bir daha dönmez. Burası çok önemli, doğdukları andan itibaren yılanlar anasız babasız, tek başlarına hayat mücadelesi vermektedirler.


Yılan Yuvası

Ben ömrümde ilk ve son kez bir yılan yuvasını Eskiköy mevkiinde görmüştüm. Eskiköy çayını geçip Kabaalmaya giderken ilk düzlükte, çay kenarında, büyük bir ağacın altında çalılık içinde ot ve yapraklar kımıl kımıl ediyordu. Yaklaşıp dikkatlice baktığımda sayısını çıkaramadığım çoklukta 20 – 30 cm. uzunluklarında yılan yavruları sarmaş – dolaş kaynaşıyorlardı. Onların yılan yavrusu olduklarını fark edince “aha şimdi ana-baba ve akraba-i taallukatı” bana saldırır korkusuyla hızla orayı terk etmiştim. Tabi daha sonraları tek tek bu yılanlarla gerek yavru ve gerekse yetişkin olarak çok karşılaştım.


Yılan Sokar mı Isırır mı?

Aslında yılan ısırır. Sadece üst çenede iki dişi olduğu ve bu iki dişi de dişten sayılmadığı için hep “yılan sokma”sından bahsedilir. Doğrudur. Yılan sokar. Ama neyi; tabiki dilini değil, dişlerini… Isırmak fiili, iki taraflı dişlerle olur. Oysa yılan tek taraflı olan dişlerini batırır ve çıkarır. Herhangi bir şey kopartmaz. Buna biz “sokmak” deriz. Çevresini diliyle koklayıp, duyduğu için sürekli dilini çıkarmasından olsa gerek, biz de çocuk aklımızla yılanın insanları “diliyle soktuğu”na inanırdık. Bu durum deyimlerimize bile girmiştir; sözleriyle insanları rahatsız edenlere “yılan gibi dili var”, “yılan dilli” ve “diliyle yılan gibi sokuyor” deriz. Bu inançla bir keresinde Kömürlükte mal güderken yakaladığım bir yavru yılanın dilini “kopartmış” kaş bir yerde toprağı oyup ona küçük bir yuva yapmış, yanına suyla birlikte sinek, börtü böcek ve ekmek kırıntılarından oluşan yiyecekler koymuştum. Ertesi gün gidip baktığımda yavru yılanın yerinde yeller esiyordu tabi. Kim bilir hangi canlıya yem oldu yavrucak bilinmez.


Yılanlar Ne Yer, Ne İçer?

Her şeyden evvel şunu diyeyim ki yılanın en sevdiği yiyecek süt ve yumurtadır. Bilirsiniz, yumurtayı bütün haliyle kırmadan yutar, gırtlağıyla onu kırar, içini yutar kabukları tekrar ağzından dışarı atar. Yumurta bulma konusunda pek sıkıntı çekeceğini zannetmiyorum. Yumurta deyince bizim aklımıza sadece tavuk yumurtası geliyor ama doğada memesiz olup da yumurtlayan o kadar çok canlı var ki say say bitmez. Yumurta işi tamam da sütü nerede bulur ve nasıl içer bilemiyorum doğrusu… Kimileri, koyun ya da ineğin memesinden emdiğini söylerler.

Sadece etçil olarak beslenen yılanlar, avlarını vücut ısılarına, kokusuna ve hareketine göre tespit ederek yakalarlar. Avına sarılıp onu boğarak öldürüp yiyen yılanlar olduğu gibi, avlarını canlı olarak yutan yılanlar ve avını önce zehirleyip, sonra yutan yılanlar olmak üzere üç çeşit yılan grubu vardır. Tabi yılan, kendi zehriyle zehirlenmiyor. Yılanlar yaşadıkları ortama göre beslenirler. Suda yaşayan yılanlar; balık, balık yumurtası ve diğer su canlılarını yiyerek beslenirler. Karada yaşayan yılanlar da fare, tavşan, kertenkele, kurbağa, kuş, kuş yumurtası gibi canlıları yerler. Hatta bazen kendi cinsini de yiyen “yamyam” yılanlar görülmüştür.



Atasözlerimizde Yılan

Türk kültüründe yılanlar hakkında birçok atasözü vardır. Bunlardan köyümüzde sıklıkla kullanılanları şunlardır.

Yılanın başı küçükken ezilmeli:
Büyük zararlara yol açabilecek tehlikeleri önceden sezip gerekli önlemleri almalı, söz konusu tehlikeyi ortadan kaldırmaya çalışmalıyız.

Bana dokunmayan yılan bin yaşasın:
Birçok kimse, kendilerine kötülüğü dokunmayan kişilere ilişmek istemez.

Yılandan dost, ayıdan post olmaz:
Ayının postu bir işe yaramadığı gibi yılanın dostluğuna da güvenilmez. Kuyruğuna basıldığında ya da aç kaldığında yılanlığını yapar, dost düşman demez sokar.

Su içerken yılana bile dokunulmaz:
Yemek, içmek ve uyumak insanların en masum ve ortak gereksinimleridir. İnsan bu ihtiyaçlarını giderirken - kim olursa olsun - masumdur. Bundan dolayı su içen kimseye düşmanımız bile olsa dokunmamalıyız. (Köyümüzde bu atasözü maalesef yanlış olarak “Su içene yılan bile dokunmaz” şeklinde kullanılmaktadır.)

Acı söz insanı dinden, tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır:
Gönül alıcı, okşayıcı sözlerle karşımızdakinin inadı yenilebilir.

Denize düşen yılana sarılır:
Güç bir duruma düşenlerin bundan kurtulmak için her türlü çareye başvurmaları olağandır.


Deyimlerimizde Yılan

Arabozucu, dedikoducu ve sert dilli olup, diliyle insanları canından bezdirenlere “Yılan dilli” ya da “Yılan gibi sokar” deyimi kullanılır. Önceden güvendiğimiz birisi bir gün bize zarar verdiğinde de “koynumda yılan beslemişim” deriz. Geçmişte yaşadığı kötü bir olayın kinini unutmayan ve her an kötülük yapabileceğine inanılan kişilere de “kuyruk acısı var” vurgusu yapılır. Yalan söylemekten kaçınmanın önemini ifade etmek için “Yılandan korkmam, yalandan korktuğum kadar” deriz. Ağzı açık ve horlayarak uyuyanlara “ağzını kapat yılan kaçar” denir. Sevimsiz ve soğuk insanlara “yılan gibi” derken, uzayıp giden ve bir sonuca bağlanamayan sorunlar için “yılan hikâyesi” deyimini kullanıyoruz. Birinin, birisinin yanına haber vermeden gizlice ve sessizce girmesi ya da yaklaşmasına da “yılan gibi sokulmak” deyimini kullanırız.

Tüm bu deyimlerde yılan hep “kötücül” olarak tanımlanmaktadır. Oysa bu hususlarda yılanın bir suçu yoktur. O vücut yapısı gereği hareket esnasında ne “görüntü” olarak ne de “ses” olarak işlevsizdir. Yani hareket ederken gürültü patırtı gibi ses çıkaramadığı gibi boyuna değil de uzunlamasına bir vücut yapısına sahip olduğu için insanlar tarafında görülememekte ve “sinsice” hareket ettiği vehmi doğmaktadır.


Bilmecelerde Yılan

- Yer altında yağlı kayış? (Yılan)
(Buradaki kayış, araba ve sabanı öküzlerin boyunduruğuna bağlamak için kullanılan kayış olup, bu kayış çürümesin diye zaman zaman inek yağıyla (tereyağı) bir güzel yağlanır; bu haliyle tıpkı bir yılana benzerdi.)

- Kuyunun içinde yılan. (Fitil)
- Yılanın ağzında mercan. (Işık)
(Eskiden köylerimizde idare ve gaz lambaları kullanılırdı. İdareler tenekeden, lambalar ise orta aksamı hariç camdan olurdu. Yani gaz konulan kısım ile alev koruyucu kısmı… İşte bu gaz konulan kısım kuyu, içindeki fitil de yılan olarak betimlenir, fitilin yanan alevli kısmı da yılanın ağzındaki parıldayan mercandır.)

- Bel üstünde kara yılan. (Kuşak, Kemer)

- Ağzında yılan, içinde duman. (Sigaralık, Pipo)

- Bir kayada iki yılan. (Gözümüzün üstündeki Kaşlar)

- Uzundur, ip değil; ısırır, köpek değil (Yılan)


Beddualarda Yılan….

- Yılan gibi sürüm sürüm sürünesin.
- Dilini yılan soksun. (Bir başka söyleyişte eşşek arısıdır.)
- Mezarına yılanlar, çıyanlar doluşsun.


Batıl İnançlarda Yılan…

- Yılan öldürülüp çalı ya da ağaç dalına asılırsa yağmur yağacağına inanılır.
- Yılanın ayaklarını gören cennete girer.
- Evde ıslık çalarsan eve yılan girer.


Rüyada Yılan Görmek.

Rüyada yılan görmek; hilekâr düşmanla tabir olunur.
Yılanı öldürdüğünü görmek; düşmana üstün gelir,
Yılanın kendisine güzel söz söylediğini gören; düşmanla barışır, hayr ve mala erer,
Ayaklı yılan görmek; düşmanın kuvvetine işarettir,
Etrafında toplanmış yılanlar görmek; akrabalarının kendisine düşman olduğuna,
Pençeli ve boynuzlu yılan görmek; büyük bir düşmana işaret,
Yılandan korkmadığını gören; kederlenir,
Yılandan korktuğunu gören; düşman şerrinden emin olur.

NOT: Bu yazının ön çalışmasını yaparken ben de rüyamda 30-40 metre boyunda iri bir yılan gördüm. Evin avlusundaki yuvasından bizim eve aynı yoldan sürekli gidip geliyormuş. Hatta gidiş geliş yolu neredeyse bir karış derinliğe kadar oyulmuş. Bir gün bu giderken elimde bir “girebi”(Burunlu küçük balta) ile düştüm peşine… Vuruyorum kuyruğundan bir parça kopuyor. Bir daha vuruyorum bir parça daha kopuyor… Ama yılan oyuk yolundan çıkamadığı için geri dönemiyor ve ben de bundan cesaret alarak yılanın üstüne üstene gidiyorum. Hatta ortasından kesmek için aşağılara kuyunun yanına kadar indim bir vurdum yaralandı, kesemedim. Sonunda yılanın sabrı taştı. Hikmet dayının avlusunun alt tarafındaki büyük çınarın oradan başını bir kaldırdı. Yaşlı ve kart sesli bir adam gibi “lan sesimizi çıkartmıyoruz diye üstüme üstüme geliyorsun.” Deyip toplu tabancasını çıkarıp bana ateş etmeye başlamaz mı!... Bayıra yukarı korkuyla dört elli kaçmaya başladım. Arkama dönüp baktığımda her ateş edişinde tabancasında çıkan “yeşil renkli” alevleri görüyordum. “Bu yılan artık beni buralarda yaşatmaz” deyip köyü terk ettim. (Hayırdır inşallah.)


Yılanlarla Baş Başa

Yılanın halk arasında soğuk bir yaratık olarak görülmesi onun zehirli olmasıyla birlikte, ölümü ve yeraltını çağrıştıran bir varlık olmasından da kaynaklanmaktadır. Yılanlar soğukkanlı hayvanlardır derken, “soğukkanlı” tanımını doğru anlamak gerekiyor. Soğukkanlı; bilimsel açıdan "Kendi vücut ısısı sabit olmayıp ortama göre belirlenen" demektir. Yılanların sıcakta serin, soğukta sıcak yerleri tercih etmeleri de bundandır.

Yılanı “ürkütücü” kılan bir diğer özelliği de “ısırma”, “boğma” ve “çarpma” gibi aynı anda birçok savunma sisteminin olmasıdır. Uzun ve kıvrak oluşu insan gözüyle takip etmeyi zorlaştırmakta, biz başına bakarken o kuyruğuyla bizi boğmaya ya da biz kuyruğuna bakarken o baş tarafıyla bizi sokmaya kalkabilir. Bir başka ifade ile “hızlı hareket” edebilme kabiliyeti, bizi, her an ne tarafa hareket edeceği konusunda tereddütte bırakmakta; bu nedenle bir yılan gördüğümüzde “donup” kalmaktayız. Çözüldüğümüzde de hemen topuklamaktayız!... Tabi yılan bizden önce “topukları yağlamaktadır.” Bazen erkekliğimiz tutar, kaçan yılanı kovalar, yakalar ve öldürürüz.

Yılanlar aslında oldukça basit düşünen, kendi halinde sakin hayvanlardır. Beyinleri beslenmek, çiftleşmek ve düşmanlardan korunmak haricinde başka hiç bir işlev görmez. Bu yüzden de tehdit veya tahrik edilmedikleri sürece insanlara bulaşmamayı tercih ederler. İnsanla karşılaşan bir yılan, insanın yılandan korktuğundan çok fazla korku hisseder. Hemen şu notu da düşelim ki; Eğer olur da bir yılanla karşılaşırsanız fazla panik yapmamaya çalışın. Hatta sakin kalın. Yılan sizi fark edecek ve korkacak, saldırmayı ise aklından bile geçirmeyecektir. Ayaklarınızı yere kuvvetli bir şekilde vurarak yürümeye devam edin. Yılan titreşimleri hissedecek ve sizden iyice uzak durmaya çalışacaktır.


Civarımızda Yılan Olup Olmadığı Nasıl Anlaşılır.

Yılanların yaşam alanları dereler, çaylar, çalı dipleri, ormanlık taşlık alanlar, su kaynakları civarı, farelerin bol olduğu buğday tarlaları gibi beslenebilecekleri yerlerdir. Gerek ormanlık alanlarda, gerek dere ve çay kenarlarında ve gerekse ekili tarlalarda olsun buralarda dolaşırken ya da geçiş yaparken gözümüzü dört açar, kulaklarımızla çevremize dikkat kesiliriz. Gözümüzle yılanı görmeye, kulağımızla çıkardığı sesi duymaya çalışır, civarda yılan olup olmadığını anlamak için pür dikkat kesilirdik. Yılanın çıkarttığı söylenen “tısss” sesini ben hiç duymadım ama ıssız yerlerde yılan olup olmadığı konusunda yılanın yaydığı kokudan çıkarımlar yaptığım da olmuştur. Gerçekten yılanlar çok kötü kokmaktadır. Canlı bir yılanın kokusu “leş” gibidir. (Her ne kadar közde pişirildiğinde “kuzu pirzola” gibi koksa da… ) Çevremizde yılan olup olmadığını anlamanın bir başka yolu da yakaladığı avının çıkardığı seslerdir. Özellikle çaylarda yakaladığı kurbağaları ağır ağır vakumlayarak yutmaya çalışırken kurbağalar “gıııyk gıııyk” diye sürekli yardım çığlığı atmaktadırlar. İşte bu sesin geldiği tarafa gittiğimizde yılanı yakalayıp, kurbağayı kurtardığımız da olmuştur. Bazen yılanlar koca kurbağa ya da kertenkeleyi hatta fareyi canlı canlı yuttuklarında, daha yeni yuttuysa kaçmakta zorlanmakta ve kolaylıkla yakayı ele vermektedirler. İşte yılanı öldürüp karnını yardığımızda uyuşuk da olsa kaç kere kurbağa ve kertenkelelerin yürüyüp gittiklerini görmüşüzdür. 


Yılan İnsanın Üstüne Atlar mı?

Çocukluğumuzda aramızda hep konuşurduk arkadaşlarla. “Ok yılanları” olurmuş da, ağaca çıkarmış da, biri oradan geçerken üzerine ok gibi fırlarlarmış da, insanı sokarlarmış da... Mış mış da mış mış. Biri bir yalan uydurur bini inanır hesabı ormanlık yerlerde, ağaç altından geçerken hep bu korkuyu yaşardım. İşte günlerin birinde ağaçtan atlayan bir yılanı görünce anladım ki ok yılanı masalı buymuş demek. Hayvan daha iyi güneşlenmek için orman içinde böyle yüksek yerlere çıkar güneşlenir. Çıkarken ağacın gövdesine sarılarak çıkmış olsa da tehlike anında yapacağı tek şey can havliyle kendini yere bırakmaktır.

Yaz bitmiş, mevsim artık Sonbahardı… Hava açık, güneş var ama ısıtmıyor artık. Derler ya “Ağustosun on beşi yaz, on beşi kıştır.” İşte öyle serin günlerden biriydi. Gemirlik mevkilerinde malları güdüyordum. Ürfetin Sefer Koşar tarafından kendileri ailecek Almanya’ya çalışmaya gittikleri için Hasbi Şahin’e emanet edilen ve adı “Hasbinin Dağı” olarak kalan ormanlık alana Gemirlik yönünden yaklaşırken ben diyeyim iki metre, siz deyin üç metre boyunda el bileği kalınlığında bir yılan, gürgen ağacına çıkmış dala bir güzel yazılıp kurulmuş güneşleniyorken beni görünce korkudan kendini yere atışını izlemiştim uzaktan. Bindiği ve düşerken temas ettiği diğer dalların öyle bir savruluşu vardı ki görüntü ve seslerinden orada dehşete kapılmamak elde değildi. Bana saldırıyor korkusuyla oradan nasıl uzaklaştığımı hatırlamıyorum.


Yılanla Burun Buruna Gelmek

Bir zamanlar dini eğitim almak için Gelemet’e gidip geliyordum. Gelemet camisinin imamı meşhur Vezirköprülü Sefer KOÇ hocamız, nam-ı diğer Karasakal. Avlumuz çalı dikenleriyle çevriliydi. Ancak, dibinde köşe bir yerde mandıra kapısına benzeyen “dizeme” vardı. Gelemet’ten köyümüze, köyümüzden Gelemet’e gelip gidenler olurdu ve onlar rahat geçebilsin diye hazırlanmıştı. Bu dizeme cereklerinin çakıldığı çınar ağacı yüksekçe bir yerinden tomurularak kesilmişti. Yani ağacın kalan kısmının üzeri dümdüz, tepsi gibiydi. Sonbaharın son güneşinden yararlanmaya çalışan bir Altunbaş yılan bu alana kafası ortada, spiral şeklinde kıvrılmış güneşleniyorken ben alttan onu görmeden elimi ağacın yüzeyine atarak dizemeye bir tırmandım ve yılanla göz göze geldim. Aramızda bir karış değil üç - dört parmaklık bir mesafe vardı. Oraya çıkmamla birlikte o da kafasını benimle birlikte havaya doğru kaldırırken ben kendimi yere attım, önce yuvarlanarak, sonra toparlanıp koşarak soluğu “köklük” te almıştım.


Kömürlük Çayında bir Yılan

Bahar geldiğinde köyde araziler ekim dikim nedeniyle hayvanların yayılmasına (otlamasına) kapatılır; biz de sabahleyin erkenden mallarımızı alır köyün ormanlarına götürür, orada gün boyu otlatır, akşam eve getirirdik. O günlerde “Dağlarda mal gütmek” köydeyken bizler için çok önemliydi. Burada çobanlar arasında ayrı bir dünya kurulur, bir iki aylık o dönem içinde çok şeyler yaşanırdı; kimimiz Kömürlük’te, kimilerimiz Eskiköy’de… Daha çok Yukarköylüler Kömürlük, karşı köylüler ise Eskiköy dağlarındaydı. Benim içinde bulunduğum grup Kömürlük Dağlarındaydı. Tabi köyde her aile değil de hayvan sayısı çok olan ve onları otlatacak yeri olmayan aile çocukları dağa mal gütmeye giderdi. Herkes kendi akranlarıyla birlikte olurdu. Zaman zaman bireyler değişse de kimler yoktu ki bu çoban grubumuz arasında; Necmi Şen, Nihat Ustaoğlu, Turgut - Şahin Yılmaz kardeşler, Yılmaz – Fikret (Akman) kardeşler, Şaban – Hamit Kardeşler, İrfan Şahin, Osman Koşar… O zamanlar oralarda yaşananlar ayrı bir konu elbet; kelik yapmak, kamp kurmak…

Dağda mal gütme mevsiminin sonlarına doğru havalar biraz daha ısındığında artık günlerimiz çaylarda balık tutma ve yüzmekle geçmektedir. İşte böyle bir günün birinde hep birlikte “Koca Göle” yüzmeye gidiyorduk. Çayın bazı kısımlarında ilerlerken küçük gölcüklerden dolayı oldukça dar yerlerden zar zor geçişler yapardık. Hatip’in değirmeninin aşağılarında bir yerde suya düşmemek için elimi attığım kayalık sert değil yumuşak ve hareketliydi. Bir bakarım ki kayalığın o hafif düzlüğünde kıvrılıp güneşlenen koca bir yılan… Suya düşmemek için didinen ben kendimi yılandan önce suya atıp karşıya geçtim. Ardımdan baktım ki yılan da yuvarlanıp peşimden atlamış suya. Yılanla ben, ikimiz can havliyle kaçarken arkadaşlar çoktan ellerine geçirdikleri sopa ve taşlarla yılanı oracıkta öldürmüşlerdi.


Kömürlük Dağında Bir Yılan

Ormanda mal güderken zaman zaman onların birini ya da hepsini kaybettiğimiz anlar olurdu. Çok huysuz oldukları için bazı hayvanların boynuna “çan” ya da “zil” takılırdı. Bunları bulmak işten bile değildi ancak çansız ve zilsiz olanlarının kaybolduğunda vay halimize idi.

O gün ormanda tek başımaydım. Köy yönünde ormanın derinliklerine doğru iyice ilerlemiş, Devret’e yaklaşmıştım. Devret yılanlarımız da meşhurdur hani… İneklerin ayak sesleri ya da ağaç dallarına sürtünme seslerini dinleyerek ilerliyordum. Otuz kırk metre yukarıdan kuru yapraklar arasından bir hışırtı duydum. O yöne doğru eğilip baktığımda bir yılanın üzerime doğru kavisler çizerek, son sürat geldiğini gördüm. Bir ara yılanı kontrolden çıkıp yuvarlandığını, zaman zaman karnının altındaki beyaz kısımların görülecek şekilde yukarı döndüğünü görüyordum. Tabi bu ıssız yerde benim yapacağım tek şey arkama bakmadan oradan uzaklara, çoook uzaklara kaçmaktı.


Yılan Islık Sesine Gelir mi?

O sıralar Karanlıkdere’den Cemalın İrfan (Şahin) ile ikimiz birlikte çobanlık yapıyoruz Kömürlük dağında. Öğle sıcağında orman içindeki bir yol kenarında bulduğumuz bir gölgeliğe uzanmış dinleniyoruz. Zaman zaman ıslıkla zaman zaman da sözlü olarak türkü ilahi ne biliyorsak bazen solo bazen de koro halinde çalıp söylüyorduk. Bize de hep söylerlerdi “ıslık çalma, yılan gelir” diye de biz hiç oralı olmazdık. İşte burada başımıza gelmesin mi?!..

Öğle yemeklerimizi yemiş, ayranlarımızı içmiş (çıkınımızda genellikle soğan, ekmek ve bir şişe ayran olurdu), serin çayırlara yan yana uzanmış, ıslık çalıp türkü söylerken bir ara İrfan doğrulduğunda benim ayakucumdaki yılanı görünce çığlıkla birlikte beni dürttü ancak yılan benden önce davranıp kaçtığından ben onu görememiştim. “Ya uyuyor olsaydık!... Aman Allah’ım düşünmesi bile korkunç; ağzımıza girecek, karnımıza yerleşecek ve biz koynumuzda değil karnımızda bir yılan besleyecektik. İrfan beni teselli ediyordu benim bu felaket tellallığım karşısında; “Korkma Çetin! Sen yine böyle yatarsın. Senin ağzının yanına bir çanak süt koyarız. Sütün kokusunu duyan yılan ağzından çıkıp sütü içmeye başlayınca biz onu öldürürüz o zaman…” Ben, “İyide aga Yılan tam çıkmaz, sadece başını uzatıp sütü içerse ne yapacağız.” İrfan, “O da iş mi? Sen onun kafasını ısırırsın.” Ben, “Ya kafası kopar ve gerisi gerisin geriye içime tekrar kaçarsa. Tövbe, tövbee… İrfan abi sen kimden yanasın? Benden mi yılandan mı?” Gülüşme sesleri geliyor, kaçalım…


Dört Ayaklı Bir Yılan

Aha dedim işte bana cennetin yolları göründü. Hani derler ya “yılanın ayaklarını gören cennete girer.” diye. Kömürlük çayındaydım. Hatip’in değirmeninin karşısında ormana çıkan patika yolun kenarında çalılığın içinde bir buçuk metre boyunda bir karayılan upuzun, ip gibi dümdüz duruyor. Baş kısmında tam dört tane ayağı var!... Aramızdaki mesafe bir metre ya var ya yok. Ben ona bakıyorum, o da bana bakıyor. Ne ben kaçıyorum ne de o… Kımıldamayınca acaba ölü mü dedim ama gözleri pörtlek pörtlekti. Önce inanamadım. İşte ilahi bir varlık!... Bana yakalanınca donup kaldı. Ne yapacağını bilemiyor diye düşündüm.

Çalılığa doğru biraz daha sokuldum ve eğilerek daha yakından keşfetmeye çalıştım. Baş kısmı gövdesine göre biraz daha farklı yapıdaydı. Başı da yılanbaşına pek benzemiyordu. Dur! dedim kendi kendime ve bir dal parçası alıp yılanı orta yere çıkarıp öyle inceleyeyim dedim. Dalı çalılığa soktum, tam yılanı kavrayacakken bir de ne göreyim. Karayılan siyah bir “göden kurbağası”nı kuyruk sokumundan yakalayıp ısırmış ve o ısırış şekliyle iyice açılan yılanın baş kısmı kurbağanın vücuduyla kamufle olmamış mı? Görünen şey aslında ayaklı yılan değil, kurbağa ve yılanın birleşmesinden ortaya çıkmış bir “yılanlı kurbağa” imiş. En az beş dakika süreyle izlemeye çalıştığım yılan son müdahalemle hayvanı bırakıp kaçmasıyla, bu defa kurbağa can havliyle üzerime doğru sıçramış ve yılan da benden önce ormanın içlerine doğru kaçıp gitmişti.


Bent Her Türlü Yılanlarla Doluydu.

Değirmen yanı mevkiindeyiz. Akarsuyun geçtiği dere ve çaylar her türlü canlıların ortak yaşam alanlarıydı. Çay kenarlarına kurulan bahçeler ve bu bahçeleri sulamak için kurulan bentler (küçük baraj) ve bu suyun çevresinde toplaşan canlılar… Biz insanlar, balıklar, kurbağalar, kertenkeleler ve yılanlar. Hikmet Ustaoğlu ve İlaz Osmangiller bahçelerinin üst tarafına her yaz geldiğinde bent yaparlardı. Çayın suyunu orada tutarak bahçelerine akıtırlardı. Bu bent yaz günlerinde, bizler için çok güzel bir yüzme yeriydi. Köylü çocuklar olarak ilk yüzme kurslarını buralarda görür; yüzmeyi öğrenir, daha sonra büyük göllere dalardık. Bu bentlerin bir özelliği uç tarafları sığ, örülen duvar kısmına yaklaştıkça derinleşiyor olmasıydı. Yüzme bilmeyenler ilk provalarını sığ yerlerde yaparlarken, usta yüzücüler derin yerlerde yüzer, hatta ağaç ya da kaşları tramplen olarak kullanıp suya öyle dalış yaparlardı. Hatta kimimiz sırtımıza büyükçe bir taş koyup suya dalar, suyun dibinde dört elle yürüyerek bendin bir uçundan öbür ucuna kadar su kaplumbağası gibi derinden giderdik. Buraya kadar her şey güzel; Yüzüyoruz eğleniyoruz. Peki ya yılanlar…

Burasının insanlardan çok hayvanların faunası, yaşam alanı olduğu bizce malum olduğu için zaman zaman bu bente (baraja) sessizce yaklaşır, içindeki yılanların oynaşmalarını ve kavgalarını gizlice seyrederdik. Her türden, her renkten irili ufaklı yılanlar olurdu; kara yılan, sarı yılan, gri yılan, Altunbaş yılan… Kurbağa, balık, kertenkele ve kuş yuvalarının hiç eksik olmadığı bu yerlerde yılanlar hep iç içe yaşarlardı.

Öğle sıcağı bastırıp, serinlemek için içilen soğuk suların ve ağaç altlarının gölgeleri yetersiz kalınca ferahlanmak için tek çare çaylarda yüzmekti. İşte böylesine zor zamanlarımızda koskoca bent’i bu yılanlara mı bırakacaktık. Tabi ki hayır!... Yüzmek istediğimiz zaman gürültü ve patırtı çıkararak bente yaklaşır, önce, kıyısına köşesine birkaç taş toprak atar yılanları kaçırır ardından kendimizi serin sulara bırakırdık. Bizler, sürekli bağırıp çağırarak, gümbürtü ve şamata ile bentte yüzerken zavallı hayvancıklar yuvalarından dışarı adımlarını atmazdı. Taki biz yüzüp yüzüp çıkar, tarlalara uzanır güneşlenir tekrar tekrar yüzüp artık öğle sıcağı yerini ikindi serinliğine bıraktığında ancak bendi terk eder sıra o zaman yılanlara gelirdi. Şimdiki aklım olsa “yılanlı gölde yüzer miydim?” Asla.


Ayağıma Yılan Dolaştı.

Yaz günlerinde, evden uzak yerlerdeki tarlalara çalışmaya giderken yiyecekle birlikte yanımıza su kabı alır ve günün belli vakitlerinde içme suyu kaynaklarına gider, su getirir, soğuk soğuk içerdik. Yer yine değirmen yanı. Ailecek çay kenarındaki bahçemizde çalışıyorduk. Bizim bahçe ile Hakkı (Koşar) emmimgilin bahçeleri bitişikti. Züver (Koşar) emmimgilin Karagöl denen yerinde de içme suyu kaynağı vardı. Yine böyle bir günde Hakkı (Haggicüg) emmimgilin bahçesinden geçip suya gidiyordum. Geçiş güzergâhında patates ekili idi. Patateslerin yaprakları da o kadar uzamıştı ki geçeceğim patika yolu bile kapatmıştı. Ben de bu yaprakları ezmemek için ayaklarımı fazla kaldırmadan sürüyerek ilerlerken, önce ayağıma dal parçası takıldı zannettim ama yumuşaklığı ve sıyrılışıyla bir bakarım ki yılan iki ayağıma da dolaşmasın mı!... Elimdeki su ibriği bir tarafa, ben bir tarafa ve yılan bir tarafa kaçıştık. Tabi hiç kimse arkasına dönüp bakmıyordu.


Çayda Balık Yerine Yılan Yakalamak.

Ekinler biçilmiş, harmanlar sürülmüş, buğdaylar “hambara”, saplar samanlığa doldurulmuş… Yaz sıcaklarının tesiriyle çaylardaki sular azalmış. Buna mukabil, çaylardaki balıklar da epeyi büyümüş olurlardı. Balık tutma yöntemlerimiz konusu başlı başına ayrı bir konu ama yılanlarla muhatap olduğumuz kısmıyla ilgili olarak ucundan azıcık değinmekte yarar. Oltayla ve süzgeçle balık tutmanın zevkine değecek yok. Ancak, el ile balık tutmanın tek zorluğu var ki o da günlük konuşma dilimizde sıklıkla kullanılan “elini taşın altına koyma” deyimi var ki işin en zor, korkutucu ve ürkütücü yanı burasıdır. Diğer tüm canlılar gibi geldiğimizi gören balıklar da saklanmak için soluğu gölün derinliklerinde ya da kaya oyukları ve taş altlarında alırlar. İşte el ile balık yakalarken, altında ne olduğunu bilmediğimiz ancak balık olduğunu umduğumuz bu su içindeki taşların altına iki elimizi birlikte yavaşça sokar, başka kaçacak yeri olmayan balığı orada kıstırır elimize yakalardık. İşte bizim içini göremediğimiz ama hep “balık olduğunu umduğumuz” bu taşın altına elimizi soktuğumuzda bahtımıza yengeç ve yılan da çıkabilmekte idi. Bunun için elimize eldiven da takamıyorduk. Çünkü görmeden elimizi soktuğumuz taşın altında balık olup olmadığı ancak çıplak elle anlaşılabilmekteydi.

Çayda balık tutmanın bir başka yolu daha vardı ki bunu Hasbinin Ali (Alison) ile birlikte birkaç defa yapmıştık. Gün ışığında balık avına çıkınca balıklar bizi görüyor ve kuytulara kaçıyordu. Biz de onları gece avlamaya başlamıştık. Elimizde piknik tüpünden imal edilmiş bir “löküz” ile akşam namazından sonra Cilim mevkiine inip, Sarı Ahmetin değirmeninin oradan çaya girer, Gelemet Caminin oraya kadar balık tuta tuta geldiğimizde vakit gece yarısını çoktan geçmiş olurdu. Lüks ışığını gören su canlıları olduğu yerde kala kalırlar hiç kımıldamazlardı. Bizim yapmamız gereken tek şey elimizdeki zıpkını (yemek çatalı) ava saplamaktı. (Uçucu hayvanlarda böyledir; Ördek, bıldırcın, çulluk vb. gece ışığı görünce kaçamazlar.) İşte bu zıpkını yiyenler her zaman balıklar olmaz, genellikle akarlarda yaptığımız avlanmalarda balık zannettiğimiz hareketli canlıların bazıları, uzunluğu bir – iki karışı geçmeyen su yılanları da olurdu.


Yılan Eve Girer mi?

Tabi girer. Eski zamanlarda her evde bir kedi bir köpek ve kümes hayvanları olurdu. Yılan karşısında kedi, köpeğe göre daha ürkek olsa da yılanı asıl tedirgin eden evcil hayvanın kedi olduğu söylenir. Bir başka ifade ile “tıslama” konusunda kedi yılana göre daha baskındır. Hani tehlike anında hayvanlar “tısss” diye ses çıkarır ya… Kedi fareleri yakalayıp yediği gibi küçük yılanları da yer. Kedinin olduğu yerde fare olmadığı için yılanlar buralardan uzaklaşır. (Anti parantez: Yılan fareleri yer ama kış uykusuna yattıkları zamanda da fareler yılanları yer.)

Eve yaklaşan bir yılan olduğunda da köpekler sezgileri sayesinde bu tehlikeye karşı önceden harekete geçmektedirler. Çoğu kere, bir çalılık kenarında sürekli havlayan, hırlayan bir köpek görmüşüzdür. İşte orada bir yılan, kertenkele, fare ya da bir kaplumbağa ve ya göden kurbağası olabilmektedir. Tavuklar da köpekler gibidir. Bir yılan gördüler mi hemen gıdaklayarak yılanın çevresinde dönmeye başlarlar. O yılan göz kestirdikleri bir yavru ise onu “dide dide” öldürüp yemektedirler.

Ne zaman ki modernleştik; köye elektrik geldi, gece gündüz her taraf ışıklandırıldı; evlerimiz betonarme oldu artık fare için kedi ve hırsızlık için köpek beslemez olduk; deterjanlı atık sulardan ne zamanki tavuklara “kıran” geldi hatta “kuş gribi” yüzünden tavuk “edinmekten” bile vazgeçtik, yılanlar evimizin kapısını çalmaya başladılar. Ev içinde rastlamadım ama merdiven başında ve kapı ağzında “bassak”da karşı karşıya geldiğim olmuştu.


Yılan Derisi Çok Pahalıymış

Duyardık yılan derisi çoook pahalıymış diye. Lâkin bu kadar pahalı olan bir şeyi, cesaret edip de kim toplar. Alacak parayı nerede bulacak. Bu yüzden olsa gerek hayatta hiç yılan alıcısına rast gelmediğimiz için salyangöz (cagala) gibi yılan toplayıp satamadık. Ancak; topladığı yılanları naylon bir torbaya doldurup Alaçam’a satmaya getiren bir adam şehrin göbeğinde bu yılanları elinden kaçırdığını ve hayvancağızların şehirdeki dükkan ve evlere girdiğini hatta duvarlara tırmandıkları dedikodusunu duymuştum. Ha bir de yılan derisinden yapılmış gibi taklit edilen birçok ayakkabı, kemer ve bayan çantası da görmedik değil. Yılan Deri İmalatçıları İçin Bkz: http://www.cnnturk.com/fotogaleri/yasam/yilan-derisinden-bakin-ne-yapiyorlar?page=15



Yılanı Öldürseler mi Öldürmeseler mi?

İnsan olarak o kadar akıllı ve zekiyiz ki, doğanın kanunlarını yeniden yazıyoruz. Neyin zararlı, neyin faydalı olduğuna sonunu düşünmeden karar veriyoruz. Sonrasını hiç düşünmüyoruz. Dünya yüzeyinde yaşama hakkı sadece insana mahsus kılınmıştır sanki!.... Bu düşüncesizliğe göre; “insana zarar veren, zarar verme ihtimali olan tüm şeylerin kökü kurutulmalı ve yok edilmesi lazım. Haşerattan kurtulmak için zehir, bakteri ve virüslerden kurtulmak için sıhhi deterjan, çamaşır suyu, antiseptikler vs. kullanmak insan olmanın başlıca gereği.” Sonra da gencecik çocuklarımız, analarımız ve babalarımız, kendimiz veya tanıdıklarımızdan biri kanser olup öldüğünde takdir-i ilahi,  deyip işin içinden çıkıyoruz.

Oysa doğal yaşamın bir parçası olduğumuzu unutmadan doğal yaşamı korumak gerek.  Doğal yaşamla uyum içerisinde olmalıyız. Her canlı yaşamaya çalışıyor. Bizde bu canlılardan birisiyiz. Doğal yaşamda yılanlar, “besin zinciri” içinde önemli bir yer tutmaktadır ve yaşadıkları bölgelerde insanlara zarar değil fayda sağlamaktadırlar. Amerika’da yapılan bir araştırmada yabani hayvanların sayısında azalma olduğu gözlenmiş. Nedeni ise tarımsal ilaçlama imiş. Buğday zararlısı bir böceği öldürmek için yapılan ilaçlama ile önce böcekler ölmüş; ardından onlarla beslenen tarla fareleri. Farelerle beslenen yılanlar ve yılanlarla beslenen alıcı kuşlar… Bu besin zinciri kırılınca tabi doğada her şey alt üst oluyor.

Aslında yılanlar insanlardan korkmaktadır ve bir insanla karşılaşan yılan derhal orayı terk etmektedir. Hatta bir keresinde, Gökçeboğaz ilkokulunun oradaki köprü üzerinde bir yılanla karşılaşmıştık. Hayvancağız bizden korkusuna kendini köprüden aşağı atmıştı. Yapılması gereken onları rahatsız etmemek hatta görmezlikten gelmektir.

Son söz; Yılan 3(üç) yıl uyuyabilen bir hayvandır...

/Çetin KOŞAR
16 Haziran 2017


NOT: Yazıda adı geçen ve Hakk’ın Rahmetine kavuşmuş cümle geçmişlerimizi hayırla yâd edelim.