13 Aralık 2018 Perşembe

Köy Odası


Hicabi Ay kardeşimiz 5 Ağustos 2017 tarihindeki bir yorumunda bahsetti KÖY ODA’sından. Üç kişi okumuş.
“Ben uzun yıllar boyu inşaat işiyle uğraştım. En son yaptığım iş 2013 yılında Gümüşhane’nin Köse ilçesi Özbeyli (hozbürük) “Yas Evi” denilen köylünün cenazesi olunca toplanıp Kuran’ı Kerim okunacağı bir köy salonu; yemekhanesi, çay ocağı olan Selçuklu Mimarisinde sekizgen bir yapı. Sekizgen haliyle Selçuklu Kümbetlerine benziyor. Biz de köyümüzde böyle bir binayı okulun bahçesinde bir yere yapabiliriz. Mimarisi dedelerimizin o ahşap (gandil) evleri gibi olabilir. 300/350 metre kare kullanılabilir bir alan olabilir. Buralar bir takım benzer toplantılarımızın yapılabileceği bir yer. Ayrıca çocuklarımızın görmediği çocukluğumuzun günlük eşyalarının sergilendiği (kösere taşından bakır kazanlara kadar) eşyalarında sergilendiği Etnografik bir mekan yapabiliriz. Ne dersiniz. Bunu başarabiliriz. Saygı ve sevgilerimle Hicabi AY.”



Köy Odası

Köy odası Anadolu’da pek çok yörenin eski geleneklerindendir. Bu oda kavramını şimdiki evlerimiz gibi düşünmeyin, bu odalar ev sahibinin evin yanına kondurduğu müstakil yapılardır. Şimdilerde özellikle İç Anadolu’da kahvehanelerin dolması ile sayıları azalsa da Barak Kültürü’nün ana damarlarından birini oluşturması sebebiyle bizim yörede her şeye rağmen varlığını devam ettirmektedir (daha doğrusu ettirmeye çalışmakta).

Köy Odası’nın kökenini Dede Korkut’ta bulabiliriz. O dönemki otağın kullanım amacı ile bugün yörede kullanılan amacı benzerlik gösteriyor. Oba büyüklerinin istişare ve meşverette kullandığı, şölen ve büyük toplantıların yapıldığı, misafirin ağırlandığı yerlerdir. Erkek nüfusunun her yaştan fertlerinin misafir olmasa dahi bir araya geldiği, selamlıkla benzer yapılardır. Hatta eskiden erkekler zamanlarının çoğunu buralarda geçirir, böylelikle evi de kadınların rahatı için kendilerine bırakırlardı. Hoş, kadınların işten güçten ve bu odaya hizmetten çok rahat edebildikleri söylenemezdi ya.

Köy Odası Barak’ta aile büyüklerinin veya büyük olmaya namzet ev reislerinin dönem mimarisine göre yaptıkları yapıdır. Bu yapılar geçmişte yörenin yapı taşı olan kerpiçle neredeyse özdeşleşmiştir. Benim gibi çoğu yöre insanının aklına oda denince köy odası, köy odası denince de kerpiçten, bir holü ve holden girilen uzun ince bir oda gelir. Yapı bu şekildedir. Bazen bu hol başka bir odaya veya kilere açılır. Buraların mutfak olarak veya odunluk olarak kullanımı da mevcuttur. Hatta mekân sahibinin ekonomik gücüne göre oda sayısı çoğalırdı. Sonraları gerek dünya ile kültürel etkileşim, gerekse beton yapının sunduğu esneklikle mutfak, tuvalet gibi yapılarda konuldu.

Odanın asıl oturulan yeri ise uzun ince olan büyük odasıdır. Burada kapının karşısına denk gelen, herkese hâkim nokta başköşedir. Başköşe VIP’tir, zira herkes oturamaz. Oraya evin büyük ferdi harici ev sahibi bir sohbet ortamında asla oturmaz. Çünkü misafire buyur edilir. Tabi misafirin de yaşça büyüğü başköşenin sahibidir. Bunun yanında köylüler makam mevki sahibi ve eğitimli insanları da başköşeye buyur ederler. Yaş ve irfan sahipleri, misafirler başköşeden başlayarak uzun sırayı karşılıklı olarak doldururlar. En küçükler, çocuklar ve oda içerisinde hizmete dönenler ise alt başa yerleşirler. Alt baş ise kapının yanı ve etrafıdır.

Odanın içi bazı yörelerde sedirle döşenmiştir. Fakat Barak‘ta tercih yastık ve minderlerdir. Dedemin odasında mesela; yastıklar mısır koçanından ve minderler ise yünden yapılmıştı. Mısır yastıklar halı desenlidir. Oldukça sert ama hem şeklini kaybetmediği için kullanışlı, hem de bel için gereken desteği verdiğinden konforluydu. Halı desenli yastıklar hâlâ her odada var ama mısır yastıklar kalmadı gibi. Aynı şekilde yörede koyun besleme alışkanlığı terkedildiğinden yün minder bulmak da zorlaştı.

Yer döşemeleri ise oturulan kısımların altında kilim şeklinde uzun halılardan, ortadaki yemek yenen ve çay, tütün servisi yapılan yerlerde temizliği kolay, ekseri muşambadan yapılmış örtülerle bezenirdir. Bazı odalarda bu orta kısma kısa ayaklı uzun masalar konur ve yemekler çaylar için sehpa vazifesi gördürülür. Oturulan kısımların altına ise hasırdan döşemeler serilirdi. Bu döşemeler bugün IKEA’larda, English HOME’larda, Tekzen’lerde servis tabaklarının altına koyulması için dekoratif olarak satılıyor. Hem de ne fiyatlara. Biz ise bunlarla oyun oynar, örgüsünü açmaya çalışırdık. Örgüsü sökülenler ise ev ahalisi tarafından atılırdı.

Odanın büyüklüğüne göre ikiden az olmamak üzere muhtelif sayıda penceresi olurdu. Bu pencereler ise kerpicin kalınlığından dolayı oda içerisiyle arasında bir boşluk olurdu. İsmi ise Tağa’ydı. Tağa hem pencerenin odayla doğrudan temasını önleyip sıcak ve soğuğa mani oluyor, hem de ufak tefek eşya ve gereçlerin ortalıkta kalmayıp oralara konulmasına yarıyordu. Yine aynı şekilde odanın alt başında duvarlarda bırakılan nişlere de tağa adı verilirdi. Buralar ise genelde misafirler için konuşmuş döşeklerin yeriydi.

Bu oyukların bir de kapak yapılmışları olurdu. Bunlara ise mahmil denir. Evet, bir köy odasının en gizemli yeridir. Mahmil genelde kilitli olur, kilidi ise oda sahibinde dururdu. Oda sahibinin mahremiyetinin başladığı yerdi bu mahmiller. İçerisinde sahibin kişisel eşyaları, çayı, şekeri, tütünü, şehre gidince getirdiği sucuk ve misafire ikram edilecek şekerlemeleri, meyveleri, kolonyayı barındırırdı. Çocuklar için en gizemli yeriydi mahmil köy odasının. Anahtarı ele geçmezdi, oda sahibi kendisi açar, çocukları sevindirirdi bazı bazı. Bugün hâlâ bana köy odasının en gizemli yeri olarak gelir bu mahmiller.

Odanın yine başköşesinde (bazı odalarda) şömine olurdu. Bu şöminenin üst ve yanlarında ise kahve ibrikleri vazgeçilmezdir. Bu ibrikler (mırra) acı kahve yapılırken damıtmaya yarar. Oldukça da külfetli bir iştir mırra yapımı. İyi bir oda sahibinin de yapmayı bilmesi gerekir. Ocak (şömine) olmayan odalarda ise ısınma kışın kurulan sobayla sağlanır. Hem sobada, hem de ocakta yanan fıstık ve üzüm odunlarının kokusu ise odanın karakteristik özelliklerine dâhildir.

Odanın duvarları da aile büyüklerinin (varsa) resimleri ile süslüdür. Bazen oda sahibinin samimi siyasi görüşüne göre politik liderlerin portresine de rastlayabilirsiniz. Göz atmakta fayda vardır, sonra o lidere laf söylerken sert bir tartışmanın içinde bulabilirsiniz kendinizi.

Oda sohbetleri eskilerden, ata dedelerden, bağ bahçe bakımından, güncel siyasetten, tarihten, hikâye ve menkıbelerden müteşekkildir. Eğer ki ilk kez bir barak köy odasına gidiyorsanız buradaki tarih bilgisi sizi şaşırtabilir. Burada Türk’ün kadim zanaatı sözlü kültürün ne kadar geliştiğine yakından şahit olursunuz. Bazen aynı konular sanki gençler öğrensin diye defalarca tekrar edilir, gençler ise bu konuyu biliyormuş gibi yapıp üstünlük taslamaz. İskânı anlatan bir güngörmüşün döneminde Yıldırım döneminin sosyal hayatı konusunda bir gerçekte duyabilirsiniz, Horasan sonrası Anadolu’da Türkmenler’in ilk kondukları yerleri de. Yine sohbet arasında bol miktarda hikmet, özlü söz, manileşmiş iğneleyici cevaplar da cabasıdır.

Bu yapılar yöredeki örgütsel organizasyonu da gayet net yansıtırlar. Bir davette, cenaze merasiminde, hülasa kalabalıkta ortadaki boş olan yere hemen uzun ince bir yer sofrası serilir. Birkaç kişiye bir sini (tabaktan büyük yemek kabı) düşecek şekilde pilavlar konur. Sonra her bireye ayrı tabakta cıvık olarak adlandırılan sulu yemek servis edilir. Pilavın üstü ise misafirin ve bir araya toplananların amacına göre kesilmiş hayvanın etleriyle bezenir. “Çıkar, çıkar.” Terimini duyarsanız şaşırmayın. Burada çıkarmanız gereken ettir. Et yiyin denmektedir. Misafire ayrıca etin en güzel yerinin verilmesi, en azından önerilmesi farzdır. Burada ev sahibi ve gençler herhangi bir komuta gerek duymadan organize bir şekilde sofrayı evden odaya taşır ve düzenlerler. Misafirler karnını doyurup çay servisi başlayana kadar sofrayı toplar ve karınlarını doyururlar ayaküstü. Sofranın kurulması da, toplanması da birkaç dakikayı geçmez. Yeterli sayı varsa Hababam Sınıfı’nın duvar örmesi var ya; işte tam öyle bir organizasyon görürsünüz.

Azaldı şimdilerde köy odası. Yine de köylerde kahvehane olmadığı için tek tük açık odalar bulunmakta. Kerpiç olanların ise çoğu zamana yenik düştü. Köyün her yanı gibi odalar da azalan nüfus ve şehre göçten nasibini aldı. Eskiden her gün yaşadığı kalabalığı, sohbet meclislerini şimdilerde sadece bayramlar ve özel günlerde yaşar oldu. Odaların durumu köylerin sorununun da özeti aslında… Hâlbuki devlet eliyle yapılacak çalışmalarla toplumsal düzenin devamına katkı sağlayabilir, aile ve toplum etkileşimini de çağa yenilmeden düzenleyebilirdi. O potansiyel vardı. Fakat artık köy odası yok.

Murat Emre Tiryakioğlu

11 Kasım 2018 Pazar

Öküzler ve Erkekler

Foto: Bülent Azgın Arşivi


Öküzler ve erkekler tarım toplumunun ana aktörleri. Hatta sanayi devrimine kadar da öyledir. Önce öküzlerden başlayalım. Dünya öküzün boynuzları üzerindedir sözü. Çok büyük bir hakikate işaret eder. Bunu simgeleyen Hititler heykeli, Ankara’nın göbeğindedir.

Hitit güneşi denir. Ancak temelde öküzün iki boynuzu üzerindeki dünyayı simgeler. Dünya güneşle var olur tabii ki. Onu taşıyan da öküz. Neden? Çünkü tarımsal üretimin ana aktörü öküz. Sabanı taşıyan o. Toprak onun çektiği sabanla işlenir. Üretim onun öncülüğünde gerçekleşir. Artı ürün onunla meydana gelir. Marx’da bile bu anlamda artı ürünün doğuşuyla başlattığı efendilik ve kölelik ilişkisinin aktörü yine öküz. Elbette öküz sadece üretimin ana enerjik unsurunu temsil ediyor. Kas enerjisidir bu. Üretimin ana motoru kastır. Ancak öküz kalkıp artı ürünün asıl aktörlerinden biri benim ve büyük payı ben istiyorum diyemiyor. O sadece kas enerjisiyle katkı sağlıyor. Uygarlık bile buradan çıkar! Yerleşim tarımsal üretimle başladıysa buğday, bereket ve çoğalmanın, zenginleşmenin sembolü ve de gerçeği ise öküz burada baş aktör. O nedenle bu zenginlikle yapılan evler, mabetler, yollar, surlar, kanallar hep öküzün sırtından gelir. Yani kas enerjisi buna öncülük eder.

Öküz sadece topraktaki sabanı çekmekle de kalmaz. Aynı zamanda üretileni taşır da. Taşımacılığın da önemli bir unsuru. Kağnı arabaları uzun süre onun sırtındadır. Yaşamanın ritmi bile bu hızla eştir. Öküzün bu üretim, yerleşim, zenginlik ve uygarlık öncülüğü “boğa kültürü”ne yol açar. Boğanın yaşam merkezinde yer aldığı dönemlerde boğa kutsanan bir varlığa bile döner.

Peki ya erkekler. Erkekler de aynı toplumsal dönemde kas enerjisinin en önemli ikinci unsuru. Bu kaslardan üretim yapılır. İkinci baş aktördür. Öküzle beraber en fazla zaman harcayandır. Sabanı tutandır. Toprağı yönetendir. Öküzün ürettiği artı ürüne de el koyan ve onu yönetendir. Bundan dolayı ilk efendidir! İlk lorddur, ilk ağadır, ilk muktedirdir. Köleliğin mucididir. Aristo’ya göre erkek sahip ve onun dışındakiler köledir. Hatta öküz bile köledir. Marx, erkeğin bu muktedirlik ve köleleştirme ameliyesini gizler. Acaba erkek olduğu için mi, yoksa erkek ve kadın ilişkilerinin ürettiği sınıf ideolojisini gölgelemesini istemediği için mi?

Öküzlerin ve erkeklerin uzun tarihsel beraberliğine dayanan ve kas enerjisinin üretimine dayalı tarım uygarlığında kadın güç ve zenginlik ilişkilerinde pasiftir. Bundan dolayı savaşçılar da ana üreticiler de erkekler. Ancak kadının üretimde payı yine de inkar edilemez. Kadın annedir, merhamet ve sevgidir, aşktır, güzelliktir. Üretim, kölelik ve savaşın ürettiği dehşeti ve acıyı gideren, çirkinlikleri unutturan estetiğin ruhudur kadın. Merhametiyle acıyı dindirir, anneliğiyle insan çoğaltır, aşk ve güzelliğiyle kabalaşan güç ve iktidarı insanileştirmeye çalışır. Bütün heykellerde, resimlerde, tasvirlerde ve anlatılarda kadın budur tarım toplumunda.

Buharlı makinanın keşfi ile kas enerjisi yenilgiye uğradı. Öküzler ve erkekler döneminin üretim ilişkilerindeki hakimiyeti son buldu. Enerji artık canlı bir varlıktan gelmiyor. Makina enerjisi başat. Öküz, tamamen bozguna uğradı. Artık en fazla birbirini öldürmeleri için düzenlenen boğa güreşlerinden onları hatırlıyoruz. Saban gitti, tarım bozuldu! Kadın şimdi erkekle yeni bir dünyada eşit olmak istiyor. Erkek hırçınlaşıyor. İktidar ve gücün tek efendisi olmak istiyor. Kadın bunu paylaşmak istiyor. İktidar için iki cinsiyet arasında yarış başlıyor. Kadının adı yok deniyor, dünya kadınları birleşin deniyor. Erkeğin tarih boyunca tekelinde tuttuğu iktidarın çekim gücü artık kadınları da kapsıyor. Aile içi kavga, şiddet ve öfke patlamaları başlıyor. Herkes efendiliğini ilan ediyor. Aile reisi artık erkek değil. Erkeğin tarihte içine düştüğü derin bir boşluk bu. Bunu aşmak için erkek evden kaçan ve eve dönmeyen varlığa döner. Yeni maceralar peşine düşer. Karşısında yenildiği kadını, yeni kadınlar bularak aşmak ister. Ama beyhude. Çünkü bu arayışın arzularla hakikate varması mümkün değil. Sükunete ve huzura da varamaz. Savaşları bozgunları çıkaran erkekler halen kendi gücünü ispat derdinde.

Bütün bunlar beşeri tecrübeden süzülüp gelen nispi hakikatler. Külli hakikatte ise kadın ve erkek aynı nefisten(doğadan) gelir. Birbirine rakip de değiller, karşıtta. Birbirini tamamlayan varlıklar. Kadın ve erkeğin tarihsel rolleri değişse de özlerinde birbirlerini tamamlayan varlıklar olması aynen devam eder. Rakip değil birbirlerine veli eş sevgili olduklarında güçlü olma arayışı biter belki…
/Ergün YILDIRIM
11 Kas 2018

https://www.yenisafak.com/yazarlar/ergunyildirim/okuzler-ve-erkekler-2048075

30 Eylül 2018 Pazar

Akbulut Köyü'nde Balık Avı

Yerleşim yerleri genellikle su ve yol kenarlarına kurulur. Fakat bizim köyün kurucusu atalarımız, önce köy altı mevkiine, Sarımsak çayı kenarına yerleşmişlerse de daha sonra çok sulak ve çamurlu oluşu nedeniyle buradaki evlerini söküp, Yukarköy’e taşımışlar.

Köyümüz bir dağ köyüdür. Denizle kıyısı yoktur. Irmak kenarına da kurulmamıştır. Garanugdere dediğimiz Karanlıkdere mahallesini saymaz isek içinden “dere” ve "çay" bile geçmemektedir. Sarımsak ile aramızda bir küçük su vardır ama o kışlıktır. Yazın kurur. Ancak köyün Güney yönünde dört kilometrelik bir akarsuyumuz vardır ki bu da köy yerleşim yerine oldukça uzaktır. Zaten iki kilometrelik kısmı da ormanlık bölgede olduğundan köyümüz akarsu fakiridir. Peki, göl var mı? O da yok. O zaman sormazlar mı adama "deniziniz yok, ırmağınız yok, gölünüz yok, akarsu olarak iki adımlık bir çayınız var, sizin balıkla ne işiniz olur?" diye. Sorarlar. Sorsunlar. Sormaları da lazımdır. Bizde her sorunun bir cevabı mutlaka vardır.

Bizim balıkçılığımız endüstriyel değil turistiktir. Yılda bir ya da iki kere çıkarız balık avına. Bunu yaparken de öyle ahım şahım bir takım taklavatımız da yoktur. Malzeme olarak sadece oltanın kancasına para veririz. Diğer malzemelerimiz doğal yollarla temin edilir.

Giriş kısmında, köyümüzün akarsu fakiri olduğundan bahsettim ama deniz, göl, nehir ve ırmak gibi doğal kaynakların mülkiyeti kamuya ait olduğu için, yasaların izin verdiği ölçüde bunlardan o ülkenin vatandaşı olan herkes eşit oranda faydalanır. Bu nedenle bizim balık tutma hususundaki münhasır ekonomik alanımız köyün alt tarafındaki Gelemet sapağından başlayıp Muratlı, Köklük, Gelemet, Gemirlik, Değirmenyanı, Karagöl, Karanlıkdere, Devret, Papaslar, Kömürlük ve Eskiköy güzergâhını izleyen 6 Km'lik uzunluktaki bir alanı kapsıyor. Irmak ve Nehirlerin Kızılırmak, Nil Nehri vb. gibi tek bir adı varken, nedense dere ve çayların tek bir adı olmayıp akıp giderken geçtikleri yerlerin, mevkilerin adını alırlar; bu yönüyle tek ad yerine bir çok adı vardır bu çayımızın. Gelemet bölümü Gelemet Çayıdır, Gemirlik’teki kısmının adı Gemirlik Çayı, Eskiköy’deki kısmı Eskiköy Çayı diye devam edip gider.  Tabi bu alanda Gelemet, Sordanköy, Karanlıkdere, Sancar ve Çetirlik köylerinden isteyen herkes at oynatabilir.

Bu çayımız genellikle Güz yağmurlarıyla sel sularına teslim olduğu için Yaz mevsimine kadar bu konuda hizmet dışıdır. Üzerinde derin göller olsa da an gelir taşla çamurla dolar bir başka yere yenisi açılır. Bazı yıllar Nil Nehri gibi yatağından çıkıp taşar, tarlalara dolar. Cilim Mevkiindeki araziler deniz derya olur. Seller yüzünden, suda ve su kenarlarında yaşayan tüm canlılar bu tufanda helak olup giderler. Sadece balıklar mı; börtü böcek, karınca, fare, köstebek, kurbağalar, yılanlar, kertenkeleler, yengeçler, tosbağalar vb. telef olup giderler.

Bu nedenle her yıl balıklarımız tazelenir. Yani bizde bayat(!) balık bulunmaz. Baharla birlikte balık aileleri içgüdüsel olarak akarsu kaynağına, yukarı doğru yolculuğa başlarlar. Bu esnada bir yandan yumurtlayarak yeni yavrular da ürer. Görüldüğü gibi bizim balıklarımız "kart" da değil, hepsi genceciktir. Bir parmak boyunu geçen balık yakaladıysak biz onu balina yerine sayarız. Balina deyince çayımızda bulunan balık cinslerine de değinecek olursak; adı balıktır işte, cinsini bilmeyiz. Tatlısu balığı olarak sadece “sazan” der  “alabalık” der geçeriz.

Köy yerinde işten güçten aman bulup ta balığa kim gider? Kimse gitmez. Dağda, bayırda ve yazıda mal güdenlerimiz, hayvanlar öğle sıcağında arazide buldukları ağaç gölgelerinde siesta yaparlarken, çobanlarımız da bazen balık tutma işine dalarlar. Dalarlar dedimse öyle derin göllere yüzmek için değil, balık tutma işine dalarlar. Ve tuttukları tutacakları hamsi kadar 3-5 balık için hayvanları unuturlar. Hayvanlar da kendi başlarına kalınca istedikleri yere giderler. Kaybedilenler akşam olunca kendiliğinden eve dönüyorlar da sorun, birisinin tarlasına tabağına girip ürünlere zarar verirler ve tarla sahibi tarafından tutulup "tamlandıysa" mal çobanı için bu kıyamet alametidir. “Tamlama” deyimi, yazıda otlayan hayvanların ekili araziye girip mahsule zarar vermesi durumunda tarla sahibinin o hayvanları kendi ahırına (Tam) hapsetmesine denir. Hayvan sahibi zararı ödemeyi kabul ederse, anlaşma sağlanırsa hayvanlar serbest kalır. Yoksa üçüncü dünya savaşı çıkmaması için köyün ileri gelenleri devreye girer bir şekilde iş tatlıya bağlanır, sulh sağlanırdı. Bu tamlama işi ciddi olduğu için buna pek tevessül edilmezdi.

Köyümüzün denizle kıyısı yok demiştik. Nehir ve Irmak gibi büyük akarsuyumuz da olmadığına göre köyümüzde deniz ve ırmak balıkçılığı yapılmamaktadır. Bu vesileyle oluşmuş bir deniz ve ırmak balıkçılığı kültürümüz de yoktur. Balık avı konusunda anlatabileceğimiz hikâyelerin hepsi "çay ve dere"lerde yaptığımız balık avları üzerinedir.

Köyü çevreleyen çayımız taşlıdır. Derinliği "çarık bağını" geçmez. Genellikle irili ufaklı taşlar arasından akan çay suyu bazı yerlerde 10-15 cm. derinlik, 3-5 metrekarelik alanda gölleşerek akar. Köyün alt tarafında Muratlı Mevkiinde çay yatağında, derinliği en fazla bir metreyi bulan 3-5 metre uzunluğunda 1-2 metre genişliğinde doğal gölcükler oluşmaktadır. Bunun gibi Kömürlük Dağı ve Eskiköy'de doğal kaya katmanları arasında oluşmuş "Kocagöl", "İki Kaşın Arası" ve "Hatip'in Değirmeni Altı" gibi bir kaç gölcüğümüz daha vardır. Asıl balık avı alanımız Muratlı mevkiidir. Çünkü balıkların köy ormanına ulaşmaları zaman aldığı ve ulaşanların da avcılara yem olduğu için avlanılacak düzeye geç ulaşmaktadırlar. Güz mevsimiyle birlikte zaten havalar da soğuduğu için onlar gelişemeden av sezonu kapanmış olmaktadır.

Bu kendiliğinden oluşmuş doğal gölcüklerimizin yansıra, yaz mevsiminde çay kenarlarındaki tarla ve bahçeleri sulamak için yaptığımız bentler de önemli balık av alanlarımızdandı. Gerek bent içinde ve gerekse göç edemeyip bendin arkasında toplaşan balıklar avucumuzda olurdu. Bize göl balıkçılığı imkânı sunan bentler derin olduğu için balık yatağı gibiydi. Sığ ve küçük kuytular yerine derin göl ve bentler adeta balık kaynardı. Bu balıklar bazen bentten tarlaya akan suya kapılıp bahçelere kadar gider, sulamaya ara vermek için sular kesildiğinde orta yerde açıkta kalırlar bize de onları toplamak düşerdi.


BENTLERİMİZ

Tarla sulama işini sadece Sefercük yapardı. Onun tarlası hendekle sulamaya müsaitti. Mısırları sulardı. Bahçeler, sıkıca tutulan çalılarla tarlalardan ayrılır, içinde çeşit çeşit meyve ağaçları olur ve her türlü sebze yetiştirilirdi. Ürün kaldırılmış olan meşveretlerde sıcaktan ot bitmezken buralar adeta cennetten bir köşe gibi yemyeşil olurdu.

"Bent", tıpkı baraj gibi bir şeydir. Sulanacak tarla ve bahçenin çaya göre olan yüksekliğine bağlı olarak değişen derinlikte olan bentler aynı zamanda genç ve çocukların yüzme havuzlarıydı. Tarlanın hemen kenarına kurmak yerine mümkünse daha üste, yukarılarda tutulan sular bir kanal vasıtasıyla tarla ve bahçelere akıtılmaktaydı.

Bentlerimiz genellikle taşları yığıp önünü ot, çalı çırpı ve toprakla doldurularak oluşturulur ki bunları boyu bir metreyi bulmaz. Ancak, sulanacak tarla ya da bahçemiz çaya göre yüksekte kalıyorsa ve yukarılara bir yerlere yapılacak bendin suyunu tarlaya ulaştırmak için kullanılacak hendek için müsait bir alan yoksa, tek çare olarak boyu 2-3 metreyi bulan bentler yapardık. Hikmet Ustaoğlu ve ilaz Osmangilin Gemirlikteki yan yana  bitişik bahçeleri için ortaklaşa inşaa ettikleri bu bendin göl uzunluğu 10-15 metreyi bulurdu. Burada adeta yüzme olimpiyatları yapardık. Tramblensiz olarak zıplayıp havada takla atarak atladığımızda bendin suyu taşardı. Yüzme esnasında bendin de zarar görme riski vardı. Bazen yırtılma ve delinmeler olup su kaçardı. Bu nedenle bendlerde yüzme işimizi biraz da sahibinden gizlice, kaçak yapardık.

Bu tip bent inşaasında önce çay yatağının iki yakasını birleştirecek  bir kaç tomruk yatay olarak yerleştirilir. Sonra çubuklar dikey olarak bunlara ızgara şeklinde çakılır. Bunların önüne de eski hasır, kilim gibi eşyalar da ot, çalı, çırpıyla birlikte yerleştirilir. Onların önüne de taş ve toprak doldurulurdu. Setimiz dik değil de üstü geriye 15-20 derece eğimli yapılır. Bu durumdaki duvarı kuvvetlendirmek için de arkasına bir çok kazık ve dayanaklar yapılırdı. Bu bent öyle sağlam olurdu ki bir damla su sızmazdı.

Bu nedenle çaydan yeterli su alamayan Gelemetliler gece gelip bu bendimizi "deşer"ler yani tam olarak yıkmak yerine duvarında delikler açarak su tutamaz hale getirirlerdi. Biz buna bent savaşları diyorduk.

Bentlerimiz mevsimlik olduğu için iğreti yapılırdı. Bir iki ay kullanılır, sulama sezonu bitince  yıkılıp kaldırılırdı. Yoksa güz yağmurlarında sele gitmesi işten bile değildi. Sağlam yapılan bendimiz de vardı. Örneğin, Sarımsak sapağındaki Sarı Ahmetin bendi gibi. Taş duvar örülerek yapılan bu bendimizin içi zamanla toprakla dolmuş, su tutulan bent olma özelliğini yitirse de işlevini sürdürmektedir. Tarla sulamanın yanında duvara monte edilen bir oluk vasıtasıyla köylünün tankerlerine su doldurmasında da kullanılıyordu.

Gabaalma ve Kökçe'den gelen suların Eskiköy'de birleşmesiyle oluşan çayımıza ancak Gelemet’e girerken Sancar çayı da katılırdı. Yaz kış sürekli akan çayımız sulama mevsimi geldiğinde bentlerden sonrasında kururdu. Bu durumda yine bize gün doğar aradaki küçük gölcüklerde hapsolan balıkları, sularını bulandırarak yüzeye çıkartır kolayca yakalardık.

Sulama sezonu bittiğinde bentlerin de işi biter, sıra onları yıkarken, yukarılara göç etmeyip bent gölüne çöreklenen balıkları tutmaya gelirdi. Normal zamanda avlanmak bize serbestken yıkım anında oradaki balıklar bent sahibinin hakkıydı.

Bir istisnai durumu daha ekleyelim. Köyde tütün tarımında kullanılmak üzere avluların başına su depoları yapılırdı. Buralarda besleyip büyütmek için çayın sığ yerlerinde, dünyanın tehdit ve tehlikelerinden habersiz göz kirpiği kadarcık balık yavrularını basitçe tutar bir kap su içinde öldürmeden taşır bu depolara atar, bakardık. Yavrucaklar ne yer, ne içer bilmezdik. Bazen ekmek kırıntısı atar, gerisini Allah(cc)'a havale ederdik. Balıklarımız tekir cinsi oldukları için zaten fazla büyümez boyları bir parmak boyunu geçmezdi. Biz büyüsünler diye gözlerinin içine bakarken onlar bazen kuş olup uçarlardı. Ya kurbağalar kapıyor ya da yılanlara yem oluyorlardı. Sığ su kuyularına da attıklarımız olurdu. Bir keresinde balıklarımı yakalarken yakalamıştım yılanın birisini su kuyusunda. Buradaki yakalamak görmek, sobelemek anlamında kullanılmıştır. Tabi ben yılana sataşmak, yılanla yılan olup onunla dalaşmak yerine hızla uzaklaşmıştım oradan.

Balık avı sezonumuz Yaz mevsimi ortası, Sonbahar mevsimi başıdır. Balıklarımız, ancak bu aralıkta ele avuca gelecek kadar büyüyebilmektedir. Bin bir zahmet ve meşakkatle buralara kadar gelip üreyen ve büyüyen balıklarımız parmak boyundadır. Parmak boyunu aşanlara "bir sümürç" deriz. Sümürç, başparmak ile işaret parmaklarımızı açtığımızda iki parmağın ucu arası bir uzunluktur.

Bazı yıllar sel çok olduğunda balıklar az olmaktadır. Eğer havalar normal şartlarda gider ufak sellerden ve avcılardan kurtulan balıklar bir de güvenli barınak buldularsa o sene balık büyük ve bol olacak demektir. Nerede, ne kadar balık var bunun tespiti için özel bir çalışmaya da gerek yoktur. Köy yerinde zaten her gün iş icabı hayatımız çaylarda ve çay kenarlarında geçerdi. Nerede derin göl var, hangi gölde ne kadar büyük balık var gelip geçerken gözümüze çarpar, müsait bir zaman ayarlayıp gerekirse tek başımıza ya da arkadaşlarla anlaşıp hep birlikte ekip olarak balığa çıkılıp balık yemekten ziyade güzel bir gün geçirmiş olmanın hazzını yaşardık.


BALIK TUTMA USÜLLERİ

Balık av alanlarımız ve av zamanı gibi bilgilerden sonra balık tutma şekli ya da teknikleri konusuna geçebiliriz. Köyümüzde kullandığımız balık avı şekillerini olta, el, kurutma, süzme, kürüme, taş, çatal, kireç, ceviz, bulandırma ve sepet olarak sayabiliriz. Bunlardan başka teknikler de vardır ama biz onları tercih etmiyoruz. Kullanmadığımız o teknikler; ağ germe, saçma(ağ) atma, dinamit, elektrik, uyuşturucu ot ile avlanmaktır.

Bu av tekniklerini bireysel ve ekip olarak ayırabiliriz. Örneğin, olta sepet ve taş ve küçük çaplı el ile yapılan avlanma işi ekip gerektirmez. Bir kürüme ve kurutma işini tek başınıza yapamazsınız. Uzaktaki derin göllere el ile balık tutmaya giderken ekip kurmak çok daha avantajlı olmaktadır. Kimisi kap kacak taşıyacak, kimisi gölde tutulup kenara atılan balıkları toplayıp kaplara koyacak, kimisi suya giren arkadaşlarının özel eşyalarını (sigara, kibrit, cüzdan, (d)abanca vb.) taşıyacak, kimisi de hiç bir şeye ortak olmayıp seyretmeye ve bir yandan da muhabbet etmeye gelecektir.

OLTA İLE BALIK AVI

Oltayla yapılan balık avcılığı bireysel olup ekip çalışması gerektirmemektedir. Ama "biriyle beraber gidelim bu arada iki lafın belini kırarız" derseniz neden olmasın, olur. Issız çaylarda tek başınıza yılanı var yılmayanı var, yırtanı var, ısıranı var. Hem bir birinizi korumuş kollamış olursunuz. Ancak, olta avcılığında sessizlik çok mühimdir. Oltayı suya atıp "lak lak" etmeye kalkarsanız hem balığı ürkütürsünüz hem de hasbel kader yemi kapıp kaçan balık için uygun olta çekme zamanını kaçırırsınız.

Bizim çaylarımızdaki olta balıkçılığı için boş zaman ve bir olta takımı yeterlidir. Olta takımı dediğimiz de bir kanca, iki metre dikiş- nakış ipliği ve bir parmak uzunluğunda kamış parçasıdır. Gömlek cebine koyar gideriz. Çubuğa da gerek yoktur. Gittiğimiz yerde bir dal parçası bu işimizi görmektedir. Yem konusu da kolay. Gideceğimiz çay kenarları zolcan (solucan) ve gara çökürge (siyah çekirge) doludur. Kaldır bir taşı al sana bir avuç dolusu yem.

Çarşıdan aldığımız metal kancayı ipliğin ucuna bağlarız. Şamandıra olarak kullanacağımız kamış bildiğimiz sazlık bitkisi kamıştır. Hasır dokuduğumuz, kiremit niyetine çatılarda kullandığımız kamış bitkisi. Kurumuş olduğu için batmaz, su yüzünde kalır. İpi bu kamışın ortasından boylu boyunca geçirir ve her iki ucunu birer parça iple bağlarız ki isteğimiz dışında aşağı yukarı kaymasın.

Şamandıra dediğimiz bu kamış iki amaçla kullanılır. Suyun derinliğini bir dal parçasıyla ölçer oltayı ne kadar derinliğe salacağımızı kamışla ayarlarız. Olta ne yüzeyde ne de dibe değecek şekilde olmalı. Dipte olursa balık yeme vurduğunda titreşim alamayız. Yüzeye yakın olursa, balık derinde olduğu için yukarıda olup bitenin farkına varamaz. Kamışın bir diğer kullanım amacı ise balığın yeme geldiğinde kamışın titreşmesi hatta balık yemi kapıp kaçıyorken bir ucu ya da tamamı suya batarak bize bildirmesidir. Bu esnada oltayı sertçe çekerek olta iğnesinin balığın ağzına batması sağlanır. Pek nadir olarak bazen yemi kapıp kaçmaya çalışan balıklar ağıza batırma işini kazaen kendileri yaparlar. Oltanın ucuna taktığımız yem(zoka) genellikle ekmek olsa da canlı solucan ve çekirge balıkların dayanamayıp, üzerine ölümüne atladıkları yemlerdir.

Oltayla balık avı belki de avların en rahat ve huzur verici olanıdır. Yeri gelmişken bunun biraz poetikasını/ felsefeni yapmakta fayda vardır.


BALIK AVI POETİKASI

Balık tutmak bireysel bir spordur denir; Saatlerce hareketsiz beklemenin neresi sporsa artık!.. Balık avı daha fazla düşünsel faaliyet içerir ve bu yönüyle satrancı andırır. Tek başınıza su içindeki bir sürü balığın peşinden koşarsınız.

Oltayla balık avcılığı, yeryüzünde yaşayan bir insanın, su altında yaşayan bir canlıyla iletişim kurması demektir. Tıpkı bir uzaylıyla konuşmak gibi bir şey. İşte balık tutmanın zevki balık yemekten değil tutarken başında geçirilen zamanda yaşanan heyecandan kaynaklanır. Balık bahanedir. Ucuna yem takılıp suya atılan oltanın başında beklerken bir alevlenip bir sönen ümitler bir başka heyecan verir insana.

Hele insan gürültüsünden uzak, sessiz sakin bir dere kenarındaysanız, su sesine karışan kuş, böcek, kurbağa ve rüzgar sesleri sizi alır götürür kendinizden. Hele, kara ya da deniz meltemleriyle esip gelen oksijen yüklü tertemiz havayı çektikçe içinize, sevdikleriniz gelir gözünüzün önüne. Gülümsersiniz, mutlu olursunuz.

Bunun tam tersi de olabilir. Kuytu bir köşede tek başınıza balık tutuyorsunuzdur. Doğa susmuş olabilir. Su durgun akar, hava sus pus olmuş, kuşlar ötmez, böcekler çır çır etmez de olabilir. İlk akla gelen "bu sakin ortam insanı daha iyi sakinleştirir" dir ama öyle değildir. Her sessizlik fırtına öncesini andırır ve insanı ürkütür. Kıyıda bekleyen kurbağanın biri "clop" diye suya atladıysa hemen ayağa kalkar, ayaklanırsın. Etrafa bakınır, çevrenize kulak kabartırsınız. Çünkü büyük ihtimalle yanınıza sessizce sokulmaya çalışan bir misafiriniz; bir yılan olabilir. Ya da hafiften inleyen bir kurbağa sesi duyarsanız, bilin ki yılana paçayı kaptırmıştır. Siz, siz olun tedbiri elden bırakmayın. O yılan sizi de inletebilir.

Balık avı bir sabır işidir. Balık tutan insan sabırlı insan değildir; balık tutmak insanı sabırlı yapar. Bu sabır tutkulu bir sabırdır; beklemeyi öğretir, umut etmeyi öğretir. Bu yönüyle olta balıkçılığı, sabır ile zevki birleştiren yegâne boş vakit geçirme eylemidir. Balık avı denince akla, sakin ve sessiz bir ortamda insanın kendisiyle baş başa kalması, kafasını dinlemesi geliyor. Muhatabınız sadece balıklardır. Sizi yoran tek şey, bekleme süresi boyunca akıldan geçen aileye, sevgiliye, işe güce ve yaşama dair derin düşüncelerdir. En azından bu süre zarfında onlardan uzak kaldığınız, kısa bir mola verdiğinizden dolayı içiniz ferahlar.

Bazen avcı da av olabilir. Sürekli yem kaptırarak sudaki balıkları beslemek gibi. Kısmet işte. Balık gelip habire yeminizi kapıp kaçıyorsa hepten strese mi girersiniz yoksa sabreden derviş misali balık olta iğnesine takılı yemi kapmaya çalışırken tüm takıntılarınızı bertaraf edip, balığa odaklanıp, her titreşimi hissetmek, doğru zamanda oltayı çekmek için, yeteneğinizi mi geliştirirsiniz? İnsanı en çok rahatlatan da zaten bunca çabadan sonra balığa zokayı yutturduğumuz an oluyor. "Hıh, bak yakaladım seni!.. Sen misin benim yemlerimi kapıp kaçan. Yedim ulan seni!.." Yok bir türlü balık tutamadınızsa oturup ağlayacak haliniz yok ya. Gelecek sefere kadar büyüsünler diye balıkları beslemekle öğünerek kendinizi teselli eder gidersiniz. Bazen, küçük olanlar takılır oltaya, onları suya geri bırakırken afilli afilli "hadi yavrum büyü de gel!" der güzel bir iş yapmışçasına rahatlarsınız.

Ha bir de o esnada orada, yakınınızdan geçen bir emmi durup da "yiyenim hayvancağızların ağzına iğneleri batırıp canlarını acıtıyorsunuz, günah değil mi, çok ayıp, yakıştıramadım size" derse alınganlık yapmayıp hemen; yok emmi "İsviçreli bilim adamları açıkladı!.. Balıkların acı hissi yokmuş." der, havanızı atar yine rahatlamış olursunuz.

Balık avı esnasında yaşanan keyif, neşe, umut, karamsarlık, moral iniş çıkışları, sabır, sebat gibi olgular insanı olgunlaştırır. Dünyayı unutmanın tek yoludur balık avı. Oltanın ucuna taktığımız yemi dişleyen balığın her hareketini gözlerimizi kullanmadan görebiliyoruz zamanla. Bu yönüyle olta balıkçılığı, altıncı hissin kullanımıdır. Oltayı attığınız zaman hissiyatınızın keskinliğine ihtiyaç duyarsınız, çünkü balıkları göremediğiniz için orada olup olmadıklarını anlamanız için hislerinize ihtiyacınız vardır.

Gündelik hayatın tüm sorunlarından kurtaran, başka hiç bir şey düşündürmeyen büyülü bir iştir balık avı. Hobiler arasında belki de en çok "deşarj" sağlayan, akıl dağıtan faaliyetlerden birisidir. Oltanın ucuna yem değil gözlerinizi kalbinizi ve ruhunuzu takar atarsınız suya.


EL İLE BALIK AVI

Özellikle güz (Sonbahar) mevsiminde köyümüzü çevreleyen Çay yataklarında yaptığımız balık avcılığı için “olta”dan ziyade ellerimizi kullanmaktaydık. Siyasi nutuklarda sık sık kullanılan “Elini taşın altına koymak” deyimi buradan gelmektedir. Suyun derinliklerinde kocaman bir taş vardır ve altında ne var ne yok göremiyorsundur. Balık tutmak niyetine suyun içindeki bu taşın altına ellerimizi soktuğumuzda bizi orada bekleyen her zaman balık olmamaktadır. Kurbağa neyse de bazen “Yengeç” ve “Yılan” nasibiniz olabilmektedir. Bunun için taşın altına el atarak balık tutmak pek sevilmez. Bazı taşların konumu bir kaç kişinin birlikte el atmalarını gerektirdiği için burada ekip ruhu gerekmektedir.

Bu risklerden korunmak için eldiven kullanmak ta bir çözüm değildir. Bu defa taşın altındakinin ne olduğunu hiç anlayamayacağız. Çünkü gözümüzle göremediğimizi elimizle hissederek tanımladığımızdan eldiven, bu dokunma hissimizi engellemektedir. Zaten elle balık avlamanın zevki de buradadır. Eline kaygan ve "kıpır kıpır" eden bir şey değdiğinde onu sıkıca kavrayabilmek, sarıp sarmalayıp sahiplenebilmek; ben yakaladım, ben tuttum, ben ele geçirdim diyebilmek bir zaferdir adeta.

Korktuğumuz canlılar aslında bizim onlardan korktuğumuzdan daha fazla onlar bizden korkmaktadırlar. Yılanlar, eğer suya girmiş bir Kara Yılanı ise zaten o bizi görür görmez suyu terk edip karaya çıkmakta taşlık veya çalılıklar arasına girip  saklanmaktadır; tabi elimizden sağ olarak kurtulursa... Su yılanıysa daha kuytulara kaçmakta ya da sığ yerdeyse bir taşın altına mevzi alarak saklanmaktadır. Bazen anlaşma yapar ne o bizi ne de biz onu rahatsız ederiz. Ne hikmetse bir yılan gördüğümüzde önce korkuya kapılıp kaçarız, ardından döner yılana saldırırız. Hayvancağızın bize bir şey yaptığı yok aslında. Ama bu bir kültür meselesi demek ki. "Yılanın başını küçükken ezmek." "Beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın." vb. atalar sözünün tesirinden olsa gerek yılanlar bizce hep düşman bellenmiştir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen tedbir olarak bir kaç bağırış ve ıslık sesine ek olarak gölcüklere atılan bir kaç taş, yılanları korkutup kaçırmaya yetiyordu.

Elle balık tutmak zannedildiği gibi o kadar kolay bir iş değildir. Bu işi yaparken mutlaka her tarafınızın ıslanması zaruridir. En azından popo ıslanmadan balık tutamazsınız. Derede balık tutmaya niyetlenen birimizin ilk işi "paçaları sıvamaktır."  Diz boyunu aşan derinliğe girmezsek üstümüz başımız ıslanmaz diye düşünürüz. Ancak, kazın ayağı öyle değildir. Çarık bağını geçmeyecek kadar sığ bir su dahi olsa çömelmeden bu işi yapamayacağımız için eninde sonunda boğazımıza kadar suya yattığımız da olurdu. Özellikle elimizi büyükçe bir taşın altına sokmuşsak ve de oldukça büyük bir balığı da çembere almışsak, değil bilek ve dirsek, bir karışlık suya yatar ellerimizi, kollarımızı ta omzumuza, boynumuza kadar o taşın altına sokar, o balığı oradan tutup çıkarmadan kalkmayız. Yani derin bir balık inine rastlamışsanız suyun içine iyice yatmanız gerekecektir. Hele bir de derin gölde balık tutuyorsanız sık sık nefesinizi tutup suyun içine dalmak zorunda kalacaksınız demektir. Çünkü balıklar sürü halinde o dipteki inlerinde kaynamaktadırlar. Nefesini tutup ördek gibi suya dalıp balıkları yakalayacaksın. Eğer su berrak ise bu işi gözün açık olarak da yapabilirsiniz.

Bu elle balık tutma işi bireysel ya da bir kaç kişiyle yapıldığı gibi bazen bir ekip ile de yapılmaktadır. Bir sürek avını andırırcasına önceden anlaşılıp kurulan takımla köyün alt tarafından çaya girilir. Ekipte balık tutucular 3-4-5-6... kişi, balık toplayıcılar 1-2 kişi, balıkların konulduğu kapları taşıyanlar 1-2 kişi, suya girenlerin elbise ve özel eşyalarını taşıyanlar 1-2 kişi ve varsa seyirci bir kaç kişi... Topluca çıkılan bir balık avında grubun sayısı ortalama 10 kişiyi bulabilmektedir.

Sığ yerlerde birer ikişerli gruplarla yapılan el ile balık tutmanın en heyecanlı bölümü derin göllerde yaşanmaktadır. Ekip çalışması burada kendini tüm açıklığıyla göstermektedir. Bir kaç kişi gölün orta yerinde hızlı hızlı aşağı yukarı gezinerek ortalıktaki balıkları inlerine sürmekte, diğerleri de inlerine el uzatıp birer ikişer yakalayıp karaya fırlatıp atmakta, kıyıdaki toplayıcılar da zıplayıp duran bu balıkları suya kaçırmadan yakalayıp ellerindeki kaba koymaktadırlar.

Balık inleri dediğimiz de taş altları, kuytu köşeler, ağaçların su altındaki kovuk ve saçakları, çalı çırpı dipleri ve akarlardır. Altına el atacağımız taş genişse bu defa bir kaç kişi birlikte cephe oluşturarak veya çevresini sararak altını yoklardık.

O göl senin bu göl benim deyip süregiden avlanma esnasında zamanın nasıl geçtiği anlaşılmadığı gibi mekânın değişimi de fark edilememektedir. Bunun için avcılar sık sık,  bir birlerine “saat kaç oldu, burası neresi” gibi sorular yöneltirler. Derin göller çayı tamamen kapattığı yerlerde suya girmeyen yardımcı ekip karşıya geçebilmek için çayın dışına çıkıp gölü dolanarak tekrar ekibe katılmaktadırlar.

Elle balık tutma işini genellikle çay kenarında tarlası olanlar daha çok yapardı. Bu konuda İzzet ve Nihat Ustaoğlu kardeşler ve Necmi Şen, Hasan Şen bizim hocalarımızdı. İçinden çay geçen Karanlıkdere sakinlerinin hepsi birer avcıydı zaten... Abdülün Cemalin Sadettin, amcaoğlu Süleyman, Rahmi Ustanın İsmet ve diğerleri. Çünkü Karanlıkdere'den yukarısı Kömürlük Dağına kadar onlardan sorulurdu.


TAKSİMAT

Tutulan balıklar tek bir yerde toplanmakta ve daha sonra pay edilmektedir. Bu nedenle "sen az tuttun, ben fazla tuttum" ya da o büyük balığı filanca tuttu onun olsun gibi bir kayırıcılık da yoktur. Önce, tutulan balıklar hep birlikte katılımcı sayısı kadar gruplara ayrılır. Büyük balıklar eşit şekilde dağıtılıp daha küçüğüne düşen gruba fazladan bir ya da iki balık daha verilerek kilolar eşitlenir. Herkesin razı olduğu taksimat tamamlanınca sıra hissedarların tespitine gelir. Bir kişi balıklara arkasına döner, diğer bir kişi herkesin gözü önünde hisseden birini rastgele göstererek arkası dönük olana sorar; "Bu kimin olsun?" der. Arkası dönük olan bir isim söyler. Böylece tutulan balıklar adil bir şekilde taksim edilmiş olur. Evine balık götürmek istemeyen ya baştan çekilir ta da çekilişten sonra payına düşeni bir ya da bir kaç kişiye bölüşerek bırakır. Kabı olanlar kablarıyla olmayanlarsa "Gabaldeyk" dediğimiz büyük ve geniş yapraklı bir bitkiye sararak ya da ağaçtan kestiği bir dalı "Kevük" yapar, balıkları kulakçıklarından kevüğe dizerek taşırdı.

Bu paylaşma yöntemi kurban etlerinin paylaşımında da kullanılır. Hisselerin herkesin gözü önünde adil bir şekilde ayrıştırılıp sonra da kura yöntemiyle dağıtılması kimsenin itiraz edemeyeceği bir taksimat şeklidir.


BULANIK GÖLDE BALIK AVLAMAK

“Bulanık gölde balık avlamak” gibi bir deyimimizde ifadesini bulan bir yöntem daha vardır ki özellikle dibi çamurlu olan ve temiz su girişi bulunmayan göller gerek ayaklarımızla gerek bir dal parçasıyla iyice karıştırılarak bulandırılır. Bulanık suyun içinde ihtiyaçları olan gerekli oksijeni alamayan balıklar ya gölün sığ kıyılarına ya da suyun yüzeyine hava almak için çıkarak kendilerini ele verirler ve kolayca yakalanmış olurlar.

İlk yaptığım "bulandırma" işinde suyun yüzeyine çıkmış ve sadece ağızları görünen balıkları görünce önce bunların ne olduğunu anlayamamış, korkmuş ve irkilmiştim. Nokta nokta, gezinen karaltılar olarak görünüyordu bu açık ağızları. Bir iki tereddütten sonra bunların balık olduğunu anlamış kolayca yakalamayı da öğrenince işin zevkine varmıştık.

Kurdun sisli havayı sevmesi gibi bizler de bulanık suyu sevmiştik. Suyumuzu bulandırıyorsunuz diye kimsenin bize bahane uydurup engel olmadığı için rahat rahat av yapardık. Bu yöntemde tek sorun, harman zamanı çayda "ekin yıkayan" kimselerin olmasıdır. Balık avı sezonuyla ekin yıkamaları aynı zamana denk gelmekteydi. Çayda ekin yıkayanlar duru ve berrak suya ihtiyaç duyarlar. Bu ara yeri gelmişken belirtelim en iri balıkları bu ekin yıkamalarının sonrasında tutardık. Balıkların önemli besin kaynaklarından birisi de buğdayları yıkama esnasında suya karışan buğday ve diğer tohumlardır. Buğday dışındaki, "kavuz" dediğimiz bu tohumlar bazen o kadar çok olurdu ki çayın suları kullanılamaz hale gelirdi. Gerçi bu kavuzlar da ayrıca toplanıp hayvan yemi olarak kullanılıyordu.


SEPET İLE BALIK AVI

Köyümüzde bazı ilkler vardır; başka yerlerde görülmüş, öğrenilmiş ve köyümüzde tatbik edilmiştir. Benim burada bahsedeceğim yöntemi Nedimoğlu Necmi Şen'de görmüştüm. Şöyle ki; bizim köyde kızılcık dediğimiz bir çalı dikeni türü vardır ki bu adı verme nedenimiz bunun Sonbahar ‘da kırmızı renkli meyvelerinin olmasıdır. Hatta bunları zaman zaman yediğimiz de olurdu. İşte bu diken türümüz ağaçlık bir alanda büyümüşse dalları sarmaşık gibi upuzun olur, ağaçlara tırmanırdı. İşte Necmi Şen, "melmeket" dedikleri Rize ili Pazar ilçesindeki "emice uşaklarından" öğrendiği üzere bu diken tefeklerini tek tek toplayıp, dikenlerini temizleyip, bir sepet örmüştü. Sepet bir metre çapında bir şeydi. Mürekkep hokkası gibi dizayn edilmiş, dış görünüş olarak "topaç"ı andırıyordu. Gittikçe daralan ağız bölümü sepetin içine doğru eviriliyordu. İçe dönük bu daracık ağızdan sepetin içine giren balıklar çıkış için bu ağızı bulmakta zorlanıyor, sepetin içinde dönüp duruyorlardı. İçi, ekmek kırıntıları, solucan ve çekirge gibi balıkların sevdiği yemlerle süslenmiş olan sepetimiz derin göllere veya bentlere yatay olarak bırakılıp, 3-5 saatte bir bağlı ipiyle çekilip kontrol ediliyordu.


SELDEN SONRA BALIK AVI

Sel ve taşkın sonrasında sular çekildikten sonra çay kenarlarında rastladığımız ölü balıkların bizim için hiç bir kıymeti yoktu. Onlara kurdun kuşun nasibi olarak bakardık. Ancak bunca felaketten sonra kıyıda köşede su birikintilerinin içinde sağ kalabilmiş ve hatta iyice sersemlemiş balıklar bizim kısmetimiz olurdu. Bunlar da tabi ufak tefek değil oldukça büyük, ele avuca gelir cinsten iri balıklar olurdu. Bir keresinde gemirlik mevkiinde sel sonrası çay kenarında bir tarlada göl oluşmuştu. Tarla dönüşü gölcüğün kenarında bir hareketlenme bir çırpınma gördük. Bu belkide bizim çaylarda gördüğüm en büyük balık idi ve sapsarı renkteki çamur deryası gölden çıkmaya çalışıyordu. Bize de ona bir el atmak düşüyordu.


GECE BALIK AVI

Her şeyin “cılkını” çıkardığımız gibi balık tutmanın da cılkını çıkarmak olarak algılayacağımız bir diğer balık tutma yöntemimiz de gece karanlığında balık tutmamızdır. Bu yöntemle, aydınlatma aparatı takılı piknik tüpüyle çaylarda balık tutulmaktadır. Geceleyin de su içinde hareketli olarak yaşayan balıklar bu lüks ışığının etkisiyle oldukları yerde hareketsiz olarak durmaktadırlar. Sığ sulardayken kaçamayıp oldukları yerde dibe çöken ve gözlerini “ışık almış” bu balıkları bir yemek çatalıyla toplamak çocuk oyuncağı gibi olmaktadır.

Gece ışık ile balık avlama tekniğinin köyümüzdeki mücidi Hasbinin Alison idi. Mucidi diyorum, çünkü bu yöntemi ben onda gördüm, başka birinden de duymadım. Zaten bazı yetenekler kişiye aileden ırsi olarak sirayet etmektedir. Babası merhum Hasbi Şahin köyümüzün belli başlı avcılarındandı. Uzun yıllar Orman Koruculuğu yapmış olmanın da etkisiyle tüfeksiz sokağa çıkmazdı. Mevsimine göre bir şeyler bulur, vururdu. Sekiz çocuk iki de kendileri on kişilik bir ailenin iaşesi belki de onu buna zorluyordu.

İşte Alison da babasının oğlu olarak her türlü avcılığa yatkın ve yetenekli idi. Av hayvanlarını avlamakla kalmaz, onları "edinme" dediğimiz yöntemle ehlileştirme hikayesi bile vardı. Yabani iki Üveyk (kumru) idi zannederim yavruyken alıp elde büyütmüş, bazen saldığında gezip dolaşıp eve gelirlerdi. Lakin bir gün bir Atmacaya yem olmuşlardı. Dönelim balık avına...

Gece olunca biz insanlar köyde evlerimize çekiliyor, kapıları kapatıyor, arkadan da sürgülüyor ve yatıp uyuyorduk ama doğa uyumuyordu. Geceleri çaylardan evlerimize kadar kurbağa vıraklamaları gelirdi. Gece çaylardaki hayatın gündüzlerden farklı olduğunu düşünürdüm ama değilmiş. En azından akşam ezanıyla girdiğimiz çaylardan gece  12 - 1 gibi çıktığımızda bile suyun içindeki ve dışındaki hayat tüm hızıyla sürüyordu. Balıklar çay sularının her alanında, göllerde akarlarda hep hareket halindelerdi.  Kurbağalar, yengeçler ve özellikle gri renkli su yılanlarının yaşam mücadelesi belki de gündüzden daha hızlı sürüyordu. Bazen balık zannedip su yılanlarını da yakalayıp poşete koyduğumuz olurdu.

Gece avcılığı, ışığı gören balıkların kaçmayıp hareketsiz kalmaları nedeniyle çok verimli geçerdi. Dört saatte 2-3 kg. balık avladığımız olurdu. Ancak bu yöntemin tek zorluğu 2 kg.'lık piknik tüpünü elle iki büklüm taşımak oldukça meşakkatli oluyordu. Düşünsenize o iki kilogram ağırlık zaman ilerledikçe 10 kg. hissediliyordu.


DİĞER AVLANMA ŞEKİLLERİ

Saçma ya da asma şeklinde olsun köyümüzde ağ kullanılmamaktadır. Ancak bunun yerine zaman zaman kilim, çarşaf ve hatta gömleğimizi de kullandığımız olmuştur. Birer ucundan iki kişinin tuttuğu bu kilim, çarşaf ya da gömleğimizle çaylardaki gölcükler bir uçtan öteki uca taranarak balık tutulduğu da olurdu.

Tıpkı buna benzer bir diğer yöntem de yapraklı ağaç dalları ya da yüğdün ya da eğrelti otlarından yapılan “katlanmış halı” şeklinde ruloya benzer bir aletle gölün içi taranarak balıkların gölün bir kıyısında bir araya getirilip sıkıştırıldıkları dar alanda yakalanmaları sağlanırdı.

Çaylarda balık tutmanın bir başka yöntemi de “kurutma” şekliydi. Özellikle yaz aylarında iyice azalan ve hatta kuruyan derelerde kalan bazı gölcüklerin suyu gerek kanallarla ve gerekse kaplarla kontrollü bir şekilde boşaltılarak susuz kalan balıklar kolaylıkla tutulurdu.

Göle elektrik vererek ya da dinamit patlatarak balık avlama yöntemimiz yoktur. Ancak, bir şişe içine sönmemiş inşaat kireci doldurup, ucuna ince bir delik açılmış kapağını sıkıca kapatarak göle atıp, ıslanan kirecin reaksiyona geçerek şişeyi patlatması sonucu şoka giren balıkların avlandığı da nadir olarak görülmekteydi.

Bir diğer yöntem de cevizin yeşil kabuklarını ezerek elde edilen acı suyu balıkların barındığı gölün akarına döktüğümüzde balıkların hava almak için su yüzüne çıktıkları söylenmekteydi. Doğrusu bu yöntemi ben denemediğim için başarı oranı hakkında bir fikrim yok.

Son bir balık avlama yöntemimiz de sinsice yaklaştığımız göllerin sığ yerlerine çıkmış balıkları elimizle taş atarak ya da uzun bir sopa ile vurarak avladığımız olurdu. Tıpkı kuş avlar gibi büyükçe bir taşı suya sertçe attığımızda balıklar ses ve meydana gelen basınçtan şoke olup ödleri patlar ve suyun yüzünde sırt üstü kalırlardı.


AVLANAN BALIKLARIN YEMEĞİ

Avladığımız balıklar ilk fırsatta eve getirilip annelerimize teslim edilirdi. Tabi bir güzel aferin de çekilirdi bize maşallah ile birlikte. Tutulan balık sofraya konulacak kadar fazla ise hemen temizlenir, yağda kızartılıp yenirdi. Başka pişirme tekniği de bilmezdik. Izgara ve soğanlı buğulama işini ancak kışın hamsi için yapardık.

Sürek avı şeklinde gün boyu değil de tarlada çalışırken öğle molalarında, ya da ormanda mal güderken ara sıra  yaptığımız kaçamaklarda girdiğimiz çayda tuttuğumuz 3-5 balık için elimizi ve tavaları kirletme gereği duymaz evde kedilere ikram ederdik.

Balığı tuttuğumuz anda orada temizleyip, bir çoban ateşi yakıp közde pişirip yemek hiç aklımıza gelmezdi. Kömürlük Dağı'nda tek başıma kaldığım bir günde yaptım bu işi ama bir daha gitmek nasip olmadığı için tadı damağımda kaldı doğrusu.

/Çetin KOŞAR
30 Eylül 2018

NOT 1: Evliya Çelebi'den
“İstanbul'da Kılıç Balığı Avı.”

"Baş dalyan Beykoz iskelesindedir. Kılıç balığı avlanır.  Limanın canib-i bahrine ağlar gerüp bir adem üç kat gemi direği üzre bir kulbede oturup kılıç balığı gözedir. Heman bir balık nümayan olunca dideban herif direk başından bir taş atup balık-ı garib havfından dama düşünce ala diyüp hazır sayyadlar deryadan taraf ağları çeküp balık-ı garip ağlar içre kalup badehü kayıklarla varup balığı sopa ve manalalar ile katl idüp İslambol'a getirürler"

NOT 2: “Konuyla İlgili Güzel Bir Günlük:
http://balikgunlukleri.blogspot.com/

29 Haziran 2018 Cuma

Bir Kapı Aralığı: Yaşam ve Ölüm

Yaşadıklarımız, karşılaştıklarımızdır yaşamda,
Öyle kendiliğinden öyle durup dururken çıkmazlar karşımıza.
Yakınından geçerken uğrayıp kapısını çaldığımız için yaşamımızdadırlar.
Yakınından geçerken kapımıza uğrayıp, buyur edildikleri için...

Her şey bilincinde güzel: neden yaşadığımız, neden büyüdüğümüz, neden sevinip üzüldüğümüz, neden yaratıldığımız, neden öldüğümüz…

Neden öldüğümüz…

Hep sakındığımız o kelime: ölüm.

Sevinçlerimiz, heyecanlarımız, hüzünlerimiz ile süsleniyor yolculuğumuz. Nereden geldiğimizi unutarak bilmeden bastığımız toprak, nereye gideceğimizi anlamayarak bilmeden bastığımız toprak… Kan ve çamur… Beden ve ruh… İnsan ve beşer… Yaşam ve ölüm…

Mesela bir çocuğun titrek dudaklarında seyretmişsinizdir ölümü. Tütmesi gereken ocağın nerede olduğunu bilmeden onu arayan gözlerinde çok da belli oluyordur ölüm. Hem de doğmaya yakın olanın ölüme yakın olduğunu, ‘her ölümün ‘erken’ olduğunu fark etmek’ acı vermiştir…

Sonra, belki bir kapının ardında susarak konuşulan kelimelerden öğrenmişsinizdir ölümü… Ya konuşmaktan utanmıştır kelimeler ya da saklanarak anlatmışlardır, kimsesizce… Sessiz içilen soğuk sulardan, kırık dökük bir fısıltıdan ibaret sanırsınız ölümü…

Oysa ölümler vardır: kanla yorulan, yaşamla dirilen… Sabahlarda, akşamlarda; güneşin doğuşunda, batışında; çocukların gülüşlerinde, ağlayışlarında beliren. Mevsimi hep bahar olan lakin sanki meyveleri üşümüş ağaçlarla donatılan bahçeli bir ölüm. Vaktinde, yerinde belki de kimsenin ölmesinin gerekmediği yerde olan.

Bir an olur aralanır gözleriniz: her ölümün farklı olduğunu fark etmek için. Ölüm güzel, ölüm yeniden bir varoluş, ölüm ölünen için şekillenen… Ölüm, ne güzel kelime dersiniz sanki kelimeleri uç uca getirirken. Bir varoluş hikayesi olduğunu anlarsınız: belki yıllar sonra, belki aylar, belki günler; nerede, ne zaman, belki de hiç… Bir varoluş hikayesidir ki gidilenle gelinen aynıdır zira. Küçük bir kan pıhtısından, küçük bir toprak parçasına…

Giderken veda edemeyenler de vardır; bazıları acı, bazıları tatlı ama hepsi de gerçek… Gidenlere bakarsınız, bıraktığınız yerde kalmıştır. Giden de memnun ki yerinden bir daha dönmüyor gittiği seferinden…

Neden yaşadığımız…

Gürül gürül ırmakları hatırlatan, bu ırmakların da yalnızca bir düş, belki de bir başlangıç olduğunu bildiğiniz; lâkin ırmaklar akarken gökyüzünün kurşuni rengine aldırmaksızın hep maviyi düşlediğiniz rüyadır, hayatın kapı aralığından baktığınızda gördüğünüz ilk şeydir: yaşamak…

Kederleriniz, sevinçleriniz, heyecanlarınız, elemleriniz ve her şeyinizle yaşarsınız. Hayat sizin bir parçanız değil siz hayatın bir parçasısınız. Yaşarsınız, elinizde olmadan. Hem isteyerek nefes alamazsınız, ol diyen vardır ve olur…

Bir gün düşersiniz, ayağınız taşa takılır; ama arkanızdan koşan, acıyan dizinizi eliyle değil gönlüyle saran biri vardır: aslında arkanızda değil hep yanınızdadır. Bir gün yine düşersiniz, ayağınız taş kalplilere, hayata takılır. Hiç olmadığı kadar acır yüreğiniz, saklanacağınız ya da sığınacağınız ne bir yer ne de bir kimse vardır sanırsınız lakin bilmezsiniz ki; sizi olduranı, sevdireni, yaratanı, yaşatanı unutsanız bile o size, sizden daha yakındır. Ve taşa, taş kalplilere, hayata takılan bir ayağınız olduğuna,  acıyan bir dizinizin ve yüreğinizin olduğuna sevinmeksizin hep elemlerdesiniz…

Sevinmek olmasa üzülmenin olmayacağını, ağlamak olmasa gülmenin olmayacağını, ölüm olmasa yaşamın olmayacağını henüz fark etmemişsinizdir. Zira bilmezsiniz ki her şey zıttıyla kaim bu dünyada. Tam olmayan şeyler zıttıyla tamam… İyiliği bitiren kötülük, kötülüğü yok etmek isteyenlere başka iyilikler vesile ediyor. Toplumları yok eden zulüm, başka vicdanları uyandırıp kendini yok ettiriyor. Kim bilir, kötülüğü iyilikle savmak, zulmü yapanlara müsaade etmemek, yaşamın farkına varmak için ölümü bilmek gerekliydi…

Yaşam ve ölümü bilmek istiyorsanız, anlamalısınız: her şey bir rüyaydı ve insan her an uyanacakmış gibi yaşamalıydı…

/Nazlı Nesibe Kılıçoğlu
10 Nisan 1017


17 Şubat 2018 Cumartesi

Orta Asya’dan Anadolu’ya Mitik Yolculukta Tabiat Olayları


Natural Events During The Mystıcal Journey
From Central Asia To Anatolia

ÖZET
Orta Asya’da güneş, ay, güneş ve ay tutulması, yıldırım ve gökkuşağı ile ilgili inanışlar Gök Tanrı inanışı ile ilgilidir. Türklerin inanışlarında Orta Asya’dan itibaren Anadolu’ya kadar uzanan uzun zaman sürecinde “Gök” kutsaldır. Eski Türklerin inanç sisteminde Tanrı göğün en üstündedir. Göğün bütün kâinatı kucaklaması, kötülüğün kaynağı olan karanlığı kovan güneşi, ay ve yıldızları katlarında bulundurması, Türk inanç ve düşünce sisteminde göğün statüsünü bize anlatmaktadır. Halk göğe ve gök cisimlerine, gökyüzünde meydana gelerek yeryüzünü etkileyen tabiat olaylarına Türk inanç platformunda bir statü kazandırmıştır. Bütün bu sebeplerden dolayı gökyüzü, güneş, ay ve bazı tabiat olayları ile ilgili inanışlar ve ritüeller oluşmuştur. Türk mitolojisinde güneş, ay ve diğer gökyüzü cisimleri ile ilgili yaradılış, ay ve güneş tutulmasını izah eden çeşitli anlatılar mevcuttur. Bütün bu anlatılar ve ritüeller Türklerin kozmolojik düşüncelerini belirtmesi bakımından önemlidir. Türklerin güneş ve diğer nesnelere hürmet göstermesi, Tanrının onlara verdiğine inanılan olağanüstü özelliklerinden ileri gelmektedir. Bunların neticesinde, Orta Asya inanç ve ritüelleri ile günümüz ritüelleri arasında bir süreklilik olduğunu gözlemlemekteyiz.

Anahtar Kelimeler
Tabiat olayları, halk inanışları, mit, güneş, ay, şimşek, gökkuşağı, yağmur

ABSTRACT
In Central Asia, the beliefs about the sun, the moon, the solar and lunar eclipse, thunderbolts and rainbow are related to the belief of Gök Tanrı (the Sky God). In Turkish beliefs, in the long period from Central Asia times until the settlements in Anatolia, the Gök was sacred. According to the Ancient Turks’ beliefs, Tanrı (God) is in the highest part of the sky. The fact that the sky embraces all the universe and houses the sun, the moon and the stars that drives away the darkness, the source of evil, explains why the Turks hold the sky in the high esteem. People have given a high status to the sky, the heavenly bodies and the natural events happening in the sky and influencing the surface of the world. As a result, some beliefs and rituals about the sky , the sun, the moon and certain natural events have come into being. In the Turkish mythology, the creation of the sun, the moon and the other heavenly bodies as well as eclipses are mentioned. All these beliefs and rituals are of great importance in that they explain the cosmological understanding of the Turks. The Turkish respect for the sun and other heavenly bodies stems from their extraordinary qualities believed to be given by God. We see close ties between Central Asian beliefs and rituals in the past and the rituals today.
Key Words
Natural Events, folk beliefs, myth, sun, moon, lightning, rainbow, rain


Giriş

Eflatun, Fontenelle, Müller, Durkheim, Jung, Campbell, Frazer ve pek çok araştırmacı, bilim adamı, mitolojiyi tanımlamıştır. Bunların arasında Frazer, mitolojiyi doğanın dünyasını açıklamak için ilkel arayış içindeki çaba olarak tanımlar (Campbell, 2000: 426).

Gerçekte “yaşayan mitoloji” daima bir külte bağlıdır ve dinî bir davranışı doğrulamaktadır (Eliade, 1990: 77). Mit, ilkel bir
toplulukta var olduğu haliyle yalnız anlatılan bir öykü değil yaşayan bir gerçekliktir. Mitlerin insanın yazgısını sürekli etkileyen canlı bir gerçeklik olduğuna inanılır. Yani mit bir simge değil, nesnenin doğrudan ifadesidir; bilimsel ilgiyi doyurmaya yönelik bir açıklama değil, uzak geçmişteki bir gerçekliğin anlatı biçiminde yeniden yaşatılmasıdır (Malinowski, 2000: 98, 99). K. Levi Strauss, mitin aynı derecede eski dönemi anlattığı kadar şu anı ve geleceği de izah ettiğini belirtir (Strauss, 1985: 186).

Dünya mitolojileri üzerine yazılan kitaplarda “kozmogoni” yani gök ile yeryüzü varlıkları üzerine inanış ve düşüncelere de büyük ölçüde yer verilmiştir. Geniş ve derin tarih temeline dayanan Türk düşüncesinde de kozmogoni ile ilgili pek çok bilgi mevcuttur. Bu bağlamda kozmogonik mitoloji bize, Türklerin kültürlerini, sosyal teşkilatlarını ve dini hayatlarını anlamamıza imkân vermektedir ( Eliade, 1990: 83). Astral mitler, astral kültlerle ilgili ritüel ve merasimlerin menşeini arkaik köklerini, gelişim ve ölümünü belli eden mitlerdir. Bu mitler yıldızlar, gezegenler, gök cisimleri hakkında bilgiler vererek onların kültleşmesini izah ederler ( Alizade, 2009: 132).

Tabiat güçleri olarak bilinen naturmitolojik unsurlar Türk mitolojisinin en eski katmanlarını oluşturmaktadırlar. Zamanla bu mitolojik olgular yeni yeni öğeler kazanarak yenileşme ve değişme sürecinden geçseler de eski yapılarını az da olsa koruyabilmişlerdir (Bayat II, 2007: 153). Orta Asya’da güneş, ay, yıldız, yıldırım, gök gürültüsü fırtına ve gök kuşağı ile ilgili inanışları Gök Tanrı inancı ile ilgilidir. Türkler’in inanışlarında Orta Asya’dan itibaren Anadolu’ya kadar uzanan uzun zaman sürecinde gök kutsaldır. Gök halk tarafından koruyucu iye olarak kabul edilmiştir. Eski Türklerin inanç sisteminde Tanrı göğün en üstündedir. Göğün bütün kâinatı kucaklaması, kötülüğün kaynağı olan karanlığı kovan güneş, ay ve yıldızları katlarında bulundurması, Türk inanç ve düşünce sisteminde göğün statüsünü bize anlatmaktadır. Bugün Anadolu’da dua ederken el açıp gökyüzüne bakılması, sadece Tanrı’nın yukarıda bulunduğu inancının kalıntıları mıdır yoksa göğün kutsanmasından kalan izler midir? (Kalafat, 1995:36). Bu sorunun cevabı için Anadolu’daki İslamiyet çerçevesinde değerlendirdiğimiz inanç ve ritüellere bakmamız gerekmektedir. Bu inanç ve ritüellerin, eski inanç bakiyeleri olduğunu ve İslami bilgiler içinde eritilerek, İslama aitmiş gibi yaşatıldığını görmekteyiz.(1) Arkaik kültürlere baktığımızda da yerle gök arasındaki iletişimin somut ve kişisel bir çıkış için değil, gökte olduğu varsayılan Tanrı veya Tanrılarla iletişim kurmak için kullanıldığını söyleyebiliriz (Eliade, 1999: 297).

Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan güzergâh ve zaman dilimi içinde ortaya çıkan inanışlar süreklilik arz etmiştir. Halk göğe ve gök cisimlerine, gökyüzünde meydana gelerek yeryüzünü etkileyen tabiat olaylarına, Türk inanç sisteminde bir statü kazandırmıştır. Bütün bu sebeplerden dolayı gökyüzü, güneş, ay ve bazı tabiat olayları ile ilgili inanışlar, yaptırımlar ve ritüeller oluşmuştur.


Güneş ve Ay İle İlgili İnanışlar

Eski Türk inanışlarında ay ve güneş ile ilgili inanışlar birbirinden ayrılmaz, birlikte zikredilir. Ay ve güneşin iki kardeş olduğuna inanılır. Ayrıca güneş dişiyi, ay erkeği; güneş anayı, ay babayı; güneş sıcaklığı, ay soğukluğu; güneş güneyi, ay kuzeyi sembolize eder (Ögel II, 1995: 187, 188).

Güneş, ay ve yıldızlara olan saygı Türklerin günlük hayatını fevkalade etkilemiştir. Mesela Hunlar, herhangi bir işe başlarken güneşin ve ayın durumuna bakmışlar ve önemli kararları yıldızların durumlarını da yorumlayarak vermişlerdir(Türkmen, 1974: 159). Delikanlılar yemin edip and içerken “Güneş bizi görüyor” demişlerdir (Ögel, 1995: 191).
Türkler, koruyuculuk vasfının Tanrı tarafından güneşe verildiği gibi kağanlara da verildiğine inandıklarından kağanlarını güneşle özdeşleştirmişlerdir. Koruyuculukta kağan da güneş gibidir inancıyla her ikisine de hürmet edilmiştir. Bu fikri teyit eder nitelikte Altay Türeyiş destanında “Ay ile güneşin kendilerinin bir güçleri olmadığı, onların yalnızca Tanrı’nın verdiği ışık ile sıcaklığı yansıttıkları bilgisi de kayda değer niteliktedir (Ögel, 1995: 188).

Türk mitolojisinde güneş, ay ile ilgili yaradılış, ay ve güneş tutulmasını izah eden çeşitli anlatılar mevcuttur: Tanrı güneş ve ayı insanların ısınmaları ve aydınlanmaları için vermiştir. Güneşin ve ayın yaradılışı ile ilgili bir Altay efsanesi şöyledir:“Önceleri ne ay ne de güneş varmış. İnsanlar, havada uçarlarmış. Uçarken de çevrelerine ışık saçar ve sıcaklık
verirlermiş. Bunun için de güneş gerekli olmamış. Ancak içlerinden biri hastalanmış ve onu iyileştirememişler. Bunun üzerine Tanrı insanlara bir hediye göndermiş. Tanrı’nın gönderdiği hediye büyümüş ve iki büyük ayna olmuş. Bu aynalar gökyüzüne çıkıp çevreye ışık saçmaya başlamışlar. Gökler ve yerler aydınlanmış ve ısınmış. O günden bu yana gökteki iki ayna yani güneş ve ay dünyayı aydınlatıp ısıtmaktadır (Ögel,1995: 188 ). Ayın küçülmesi, eksilmesi ile ilgili anlatılar da Türk toplulukları arasında mevcuttur. Bu anlatılara göre ayı, gökte dolunay olduğu zamanlarda yiyen kurtlar ve ayılar mevcuttur. Kurtlar tarafından yenen ay, yaralarını iyileştirdikten sonra tekrar ortaya çıkmaktadır(Ögel, 1995: 199).

Eski Türklerde tabiata unsurlarına dolayısıyla güne ve aya olan saygı ve hürmetin tezahürü olarak destanlarda ay ve gün isimlerinin kullanıldığını görmekteyiz. Oğuz Kağan Destanında Oğuz Kağan’ın annesinin ismi Ay Kağan, çocuklarının isimleri ise Kün, Ay, Yıldız, Kök, Tağ, Tengiz’dir. Manas Destanında Ay Çörök, Ay Hanım (Ayayım), Ay Koca, Ay Kulak, Ay Mergen, Altın Ay ve Ay Han; Maaday Kara Destanında Ay Han; Başkurt Türklerinin Akbuzat Destanında Ayhılıv; Alpamış Destanında Berçinay; Altın Arığ Destanında Ay Han, Ay Çarıh Han, Ay Kara Taş; Bozoğlan (Yusuf Ahmet Bey) Destanında Ay Han; Goroğlu Destanının Özbek versiyonunda Hilalay, ayla ilgili isimlerden birkaçıdır (Ergin,1998; Özkan, 1997; Naskali, 1999; Çobanoğlu, 2003; Ergun,1998: Yıldız,1995; Özkan 1998). Ay Kağan, Ay Manıs ve Ay Sologoy da destana isimlerini vermişlerdir.

Tabiatla içiçe yaşayan Altay Türklerinin Destanlarında ay, gün ve yıldızlarla ilgili inanışlar ve ritüeller de yer almaktadır. Destanlarda yer alan “Aylı güneşli Altay” Altaylardaki refah ve mutluluğu anlatma açısından önem taşımaktadır. “Aylı güneşli yerden gelen / halk oynuyor, eğleniyormuş. / Güneşli yerde neyi yapıyorlarsa/ Onu yapıp duruyorlarmış (Dilek, 2002: 97) dizeleri de yukarıdaki fikrimizi destekler niteliktedir. Er Samır destanında da“ Ayı güneşi selamladı / Dua ediniz diye dilekte bulundu” (Dilek, 2002: 48) dizelerinde aya ve güneşe gösterilen saygı ve onlara gösterilen saygının duaların kabulündeki rolü dile getirilmektedir. Kan-Kapçıkay destanında da Kan-kapçıkay Altay’a sağ salim gidebilmek için “sabah doğan güneş Bırkan’a, akşam çıkan ay Bırkan’a” dua eder (Dilek, 2007: 239). Oçı-Bala destanında da ayın ve güneşin gücünü vurgulamak için Oçı- Bala’dan bahsedilirken “aydan güneşten dualı yaratılmış” ifadesi yer alır (Dilek, 2007: 105).

Ayla ilgili inanışlar güneşle ilgili inanışlara nispeten daha fazladır. Bu da ayın dünyamıza yakın olması, semada yerinin ve şeklinin değişmesi ve geceleri ortaya çıkarak yeri aydınlatmasından kaynaklanmaktadır (Bayat I, 2007: 268). Ayın doğup batması eski Türklerde ölüp dirilme olarak algılanmıştır. Bu sebeple mitolojik bir simge olan “dolunay”, Türk halk inançlarında yaşlanma, ölüm “yeni doğan ay” yenilenme, gençleşme, dirilme, “hilal” de olgunlaşma gibi anlamlar kazanmıştır (Bayat I, 2007: 268). Altay destanlarından “Kögüdey Kökşin le Boodoy-Koo” da ayın ve güneşin ölüyü diriltme gücünden bahsedilir. Destanda Kara Taacı eşi Kögüdey Kökşin’in öldüğünü anlayınca ayı ve güneşi indirerek kocasını diriltir (Dilek, 2007: 445). Her ayın başlangıcı yeni doğuma, dirilişe işaret olmuştur. Ayın gizemli dünyası Türklerce keşfedilmiş ve ezoterik bilgilerin sözlü kültüre yansıması şeklinde varlığını göstermiştir(Bayat I, 2007: 268).

Türk mitolojik tasavvurlarında ayın çoğu kez kadın veya bakire kız olarak bilinmesi onun mitolojik ana kültüyle birebir ilişkili olması fikrini doğurur. Diğer yandan ayın simgesi olan boğanın erkek olması hiç de mitolojideki zıtlık değil, sadece
ay merkezli mitlerin transformasyonu ile orantılıdır (Bayat I, 2007: 271).

Malçı Mergen destanındaki “ Ay eski iken yaklaşma / Ayın dolunay vakti yaklaşsan / Derin uykuda olduğu zamandır / Bu zamanlar tutabilirsen zafer senin olur ( Dilek, 2002: 242) dizelerinde Hunlarda da örneklerini gördüğümüz aya ve güneşe göre işe başlama inancı işlenmiştir. Etnografik literatürde de Altaylıların, dolunayın insanlara yardım ettiğine inandıkları hakkındaki bilgiler mevcuttur. Ancak inanca göre her ayın sonuna doğru yeryüzüne çok sayıda kötü ruh gelir. Bu sebeple ayın sonu korkunç kabul edildiğinden önemli merasimler yapılmaz, önemli işler ertelenir (Bayat I, 2007: 270; Çançibaeva, 1978: 101).

Bugünkü ay yıldızımıza benzeyen ve gökte gün ile ayın kavuşmasını temsil eden bir motif MÖ. I. binyılda, proto-Türk olarak bilinen Chouların baş bayrağında yer alıyordu. Gündüz ve gece aralıksız devam eden parlaklığın simgesi olan astral motifler, o devirden beri daima proto-Türk, Türk ve akraba milletlerin simgeleri arasında yer almıştır (Esin, 2004: 59).

Rövşen Alizade’nin bilgi verdiği Azerbaycan masallarından astral karakter taşıyan “Şemş–Kamer” masalında da güneş ve ay, gökyüzü ve yıldızlar astral anlamda tasvir edilmiştir (Alizade, 2009:132-133).

Ay ve güneşle ilgili inanışlar Orta Asya’dan Anadolu’ya süreklilik göstererek yaşamaya devam etmiştir. Tosya’daki bir inanışa göre, güneş dünyayı bekleyen bir kızmış. Durmadan nakış işlermiş. Kendisine bakmaya kalkanların gözlerine iğnelerini batırırmış. İşte bunun için güneşe bakılamazmış. Mudurnu’daki bir inanışa göre de Tanrı ayı erkek, güneşi kız yaratmış. Aya gece, güneşe gündüz gezmelerini emretmiş. Kız gündüz yüzünü göstermekten utandığı için Tanrı onun yüzüne bir avuç iğne atmış. Güneşin lekeleri bundanmış. Ay da buna gülmüş. Dolunayın gülen yüze benzemesi de bu sebeple imiş (Özdemir, 1995: 44). Ayın yüzündeki lekeler de halk arasında şöyle izah edilmektedir: Bir gün ay, güneşe takılmak istemiş. Güneş de bu esnada ekmek hamuru yoğuruyormuş. Güneş ayın bu tavrına çok kızmış ve ayın yüzüne hamurlu elleriyle vurmuş parmak izleri de ayın yüzünde leke olarak kalmış (Taner, 1982: 11). İslâmî karakter taşıyan bazı rivayetlere göre, Allah gündüz ve geceyi birbirinden ayırt etmek için Cebrail’in kanadıyla ayın yüzünü silmiş, böylece ayın ışığı azalmış ve üzerinde lekeler meydana gelmiştir. Ayrıca, Hz. Muhammed, aya benzetilmektedir ve onun ayı bölme mucizesine dayanan bir inanışa göre de ay bölününce bu parçalar Hz. Muhammed’in göğsüne inmişler; lekeler, Hz. Peygamberin bunlar üzerinde bıraktığı izlerden çıkmıştır (Yeniterzi, 1993: 309, 310; Koç, 2000:52).

Anadolu’da güneş doğmadan yataktan kalkmak inancı yaygındır. Aynı şekilde güneşin batış saatlerinde de uyumak iyi değildir düşüncesi ile uyuyanlar uyandırılır. Güneş doğmadan işyeri açmak, evin kapısını açmak ve işe başlamanın bereket getireceği inancı Anadolu’nun genelinde yaygındır ( Kalafat, 1995: 38).

Halk inanışlarında yeni doğan ayı ilk gören kişinin durumu ayın yeniden doğuşuna kadar değişmez. Örneğin kişi, ayı gördüğünde oturuyorsa bir ay boyunca oturur. Gülerken gördü ise bir ay boyunca güler (Soyyanmaz, 1972: 63). Yine yeni ay zamanı tecrübe edilen ve uğurlu olduğuna inanılan kişi, karanlık olmadan eve çağırılır. Çağrıldığı eve uğur ve bolluk getireceğine inanılmaktadır (Taner,1982b: 20). Doğu Karadeniz köylerinde ayla ilgili pek çok inanç vardır. Ayın yeni doğuşu uğur ve verimlilik belirtisi sayılar. Bu sebepten tohum ekilirken, ekinler biçilirken “ayın yeniye geçmesi” ne yani yeni görünmesine önem verilir. Ay ve ayın yörüngesi üzerindeki yürüyüşü ekim ve hasat zamanlarının belirlenmesinde önemli unsurlardan biridir (Eyuboğlu, 1987: 5). Ay hilal halindeyken bağ budanmaz, ağaç kesilmez, herhangi bir şey dikilmez. Çünkü ayın üzgün olduğuna inanırlar. Bu durumda yapılan işlemin bereketi ve faydası olmayacağına inanılır. Düğün yapılırken bile ayın parlak zamanı kollanır. Bunda bir uğur aranır. Evliliğin sürdürülmesi, yuvanın mutluluğu buna bağlanır (Eyuboğlu, 1987: 57). Kars’ta ayın ilk hilalini gören kişi, hemen toprağa ve altına bakar. Bundan sonraki günlerinin güzel ve bereketli geçeceğine inanılır. Ağrı’da ise ay ışığında bekletilmiş ve uğuruna inanılmış dere ve göllerden alınmış sular, ürünün bol olması için tarla sulanan suyun içine katılır (Kalafat, 1995: 40). Anadolu’da bugün bile hilâl ilk görüldüğü zaman güzel bir insana veya altına bakılır ve bütün bir ayın iyi geçmesi için hayır duada bulunulur (Schimmel, 2004:36;Kaynak Kişi 2). Erzurum’un Şenkaya ve İspir kazalarında cılız ve hastalıklı çocuklar anneler tarafından aya gösterilerek “ya al, ya ver.” denilir. Bunun sonucunda çocuğun ya iyileşeceğine ya da öleceğine inanılır (Kalafat, 1995:31). Hilali parmakla gösterenin parmağında dolama çıkacağına inanılır. Ay parmakla gösterildiği vakit, dolama çıkmaması için parmak acı duyuncaya kadar ısırılmalıdır. Ay, nasıra ilaçtır. İlk ayı gören kişi “ayı gördüm yay gibi, Nasırım erisin yağ gibi “ dediği zaman nasırının eriyeceğine inancı yaygındır. Urfa’da da elinde siğil bulunanlar yeni aya bakarak “ayı gördüm hoş gördüm, siğilimin yerini boş gördüm.” diyerek siğilinin geçeceğine inanır (Kalafat, 1995: 40).

Güneş ve ay ile ilgili inanışlar bolluk, bereket, iyileşme ve sağlık üzerine yoğunlaşmıştır. Halk arasında ayın bereket, şans, sağlık, getireceği inancı yaygın olduğu kadar aya bakarak niyet tutma ve fal bakma da yaygındır: Tunceli, Kars ve Bingöl’de hamile kadınlar aya bakarlar. Bu sırada karınlarındaki çocuk oynarsa, erkek ise kahraman olacağına; kız ise bereket getireceğine inanırlar (Kalafat, 1995: 31). Ay hilal biçiminde iken iki ucu aşağı olursa o ay yağmurlu, yukarı olursa kurak olur inancı da yaygındır (Eyuboğlu, 1987: 57). Ay yeni çıkacağı zaman anne her akşam çocuklarına sorar “ilk ayı kim görecek bakalım.” Çocuklar dışarıya çıkar ve aya bakarlar. Eğer ilk ayı gören kız ise, o ayın o evde bereketli geçeceğine, bütün yiyeceklerde bolluk olacağına inanılır. Eğer erkek görürse, o ayın sıkıntılı geçeceğine inanılır (Soyyanmaz, 1972: 63). Hasta bir çocuğun iyi olup olmayacağını anlamak için de ay ışığı bir tasın içindeki suya aksettirilir sonra suya bir yumurta kırılır. Yumurtanın sarısı suyun dibine çökerse çocuğun iyi olmayacağına, yumurta sarısı suyun üstünde kalırsa çocuğun iyileşeceğine inanılır. Kürek kemiği ile aya bakarak savaş olup olmayacağı, savaş olacaksa hangi tarafın galip olacağı tahmin edilir. Ay Bedir halinde ilk doğarken üzerinde kırmızılık olursa dünyanın herhangi bir yerinde savaş olacağına inanılır ( Kaynak Kişi 1).

Alevi-Bektaşi inanç çerçevesinde de Hz.Muhammed güneşe, Hz. Ali aya benzetilir. “Ay Ali, gün Muhammed, balıklar da suya hasret” nefesi Alevilerin çoğunluğu tarafından bilinmekte ve aynı inanç paylaşılmaktadır (Eröz, 1977: 388). Eski Türk inanışlarında güneş ve ayın tutulmasının da muhtelif sebepleri vardır. Bu inanışlardan en yaygın olanı güneş ve ay ile kötü ruhlar mücadeleye kalkışırlar. Bu mücadele sonunda ay ve güneş yakalanıp karanlıklar dünyasına sürüklenirler. Bazen de ay, yedi başlı dev tarafından yenir. Güneş ve ay tutulduğu zaman, onları kötü ruhların elinden kurtarmak için bağırıp çağırılır ve davul çalınır. Bu gürültü ile kötü ruhların korkutulacağı inancı mevcuttur (İnan, 1972: 29).

Anadolu’da da ay ve güneş tutulması ile ilgili halk arasındaki yaygın inanışlardan bazıları şunlardır: Ay ve güneş tutulması kıyamet alametidir; büyük bir depremin olacağına, suların yükseleceğine inanılır. Ünlü kişilerin ölümüne işarettir. Ay veya güneş tutulursa o yıl kıtlık olur; savaş ve karışıklık çıkar. Ay ve güneş görmekle ilgili inanışlar ne kadar müspetse ay ve güneş tutulması ile ilgili inanışlar da o kadar menfidir.

Ay ve güneş tutulduğunda bütün Anadolu’da Orta Asya’dan gelen inanç bakiyeleri sebebiyle yapılan pratiklerde benzerlikler söz konusudur. Bunlardan bazıları şunlardır: Güneş veya ay tutulması başladığında silah atılır. Hemen ezan okunmaya başlanır. Tutulmayı izleyen herkes tenekeleri davul gibi çalarlar (Gökbel, 1998: 123; Taylan, 1995: 107). Güneş tutulması sırasında göğe doğru tüfek, tabanca veya ok atılması, davul veya teneke çalınması, gürültü çıkarılması, Türk inanç sisteminde görülen kara ve ak iyeler ile ilgili inançtan kaynaklanmaktadır. Güneşin yüzünü kara iyelerin kapladığına ve ışığın yeryüzüne inmesine engel olduklarına inanırlar. Bu yüzden bu kara iyeleri korkutup kaçırmak için muhtelif yollara başvurulmaktadır (Kalafat, 1995: 38; Köksal, 2002:53). Ayrıca tutulmayı görenler tutulma son bulana kadar şehadet getirirler. Tutulma başladığı zaman, bazı yerlerde iki rekat namaz kılınarak “Allah’ım ayımızı ve güneşimizi bırak” diye dua edilir (Gökbel, 1998: 123). Ayın ve güneşin çabuk kurtulması için “innafetahnaleke”suresi (2) okunur. Bütün bunlar ayın ve güneşin yüzünü örten karanlığı kovmak içindir.

Ay ve güneş tutulması ile ilgili inanışlara klâsik şiirimizde de yer verilmiştir. Bu inanışların Klâsik şiirimizde kullanılması bu inanışların toplumun bütün katmanlarında yer aldığı ve iltifat edildiğini göstermektedir. Güneş tutulmasıyla ilgili inanışlardan biri de tutulma anında güneşe bakmanın uğursuzluk getirdiğine dairdir. Hat gelince ‘ârız-ı dildâra hîç itmem nigâh / Mihre hengâm-ı küsûfında nazar meş’ûmdur. Bu beyit için Ahmet Talat Onay, “ Tutulmuş güneşe bakmak uğurlu sayılmaz, göze zarar vereceğine, bakanın akıbetinin iyi olmayacağına itikat olunur; bakmak isteyenler de renkli çıra isiyle karartılmış bir cam ardından bakarlar. Bu beyitte bu itikatı gösterir demektedir (Onay, 1993; Köksal, 2002:121).

Aşağıdaki beyitlerde de güneş tutulduğu zaman halkın bir takım gürültüler çıkarması âdetine işaretler vardır. Gelibolulu Âli, Durak Ağa’ya yazdığı birkasidesinde “Dünyayı parlatan güneş tutuldu diye ufukları inleme ve ağlama gürültüleri kapladı.” demektedir (Aksoyak,1999: 1/259; Köksal, 2002: 122).


Gökkuşağı

Türk dünyasında gök kuşağı, güneş ışıklarının kulağı, selamet köprüsü, ebe kuşağı gibi isimlerle anılır (Ögel, 1995:228-229). Gökkuşağı, bütün Türk topluluklarında “göğü yere bağlayan bir tür köprü, özellikle de Tanrı’nın köprüsü olarak görülür. Bu sebeple de fırtınadan sonra ortaya çıkması Tanrı’nın öfkesinin yatıştığının belirtisi olarak yorumlanır (Eliade, 1999: 29). Altay Türkleri’nde de gökkuşağı yerden göğe uzanan bir su hortumudur. Gökyüzünde yaşayanlar bu hortumla suyu emip, yukarıya çekmektedirler. Yakut Türklerine göre de gökteki ruhlar bu hortumdan su ile birlikte bir kızı da çekmişler. Kız Baykal gölü kıyısında bulunmuştur. Yine Altay Türklerinde gökkuşağı Tanrı’nın dizginidir(Ögel, 1995: 230; İnan, 2006: 64). Buryatların sırra erme törenlerinde kullanılan kurdelelere de gökkuşağı adı verilmektedir. Sibirya Şamanları ise sembolik olarak bir ipe mavi ve beyaz bezler asarak, bu gökkuşağı sembolü ile gökyüzüne çıkacaklarına inanmaktadırlar (İnan, 1995: 230; Havra, 1938: 25). Bu kurdele veya ipler gökyüzüne yolculuğu simgelemektedir. Şaman davullarının üstünde de göğe doğru bir köprü olarak gösterilen gökkuşağı desenleri bulunur (İnan, 1995: 230). Türkler, şaman davulunu şamanın göğe çıkışında kullandığı göksel köprü (gökkuşağı) olarak görmüşlerdir. Bu göğe çıkma eylemi de davul ve köprünün iç içe geçmiş karmaşık simgeselliğinin bir parçasıdır (Eliade, 1999:165).

Anadolu’da gökkuşağı; nur, yeşil Kâbe, alyeşil çökmesi, yeşillik çökmesi, kırmızı yeşil, ebemkuşağı, Eleğim sağma, Alâim-i sema kelimeleriyle isimlendirilir (Gökbel, 1998: 126; Özdemir 1995: 57). Bu gün Anadolu’da özellikle de Aleviler arasında “Fatma Anamızın kuşağı “ adıyla anılmaktadır (Eröz, 1977: 386).

Gökkuşağı ile ilgili inanışlarda Orta Asya’daki Tanrı’ya ulaşan köprü olması inancı temel teşkil etmektedir. Anadolu’da gökkuşağı ile ilgili pek çok inanış ve uygulama mevcuttur: Gökkuşağının, uçlarının iki dağa veya su kaynaklarının üzerinde oturduğuna inanılır. “Nur iyi insanların üzerine doğar “ sözü gökkuşağı oluştuğu vakit söylenir ve hayra alamet sayılır (Gökbel, 1998: 126). Gökkuşağı renklerinden kışın uzun süreceği, o yıl çok kız çocuğu doğacağı, düşmanların yenileceği, barış olacağı gibi yorumlar halk arasında yaygındır (Özdemir, 1995:56). Gökkuşağının altından geçme isteği çok yaygındır. Ancak bu güne kadar gökkuşağının altından hiç kimsenin geçemediği de söylenir. İnanca göre gökkuşağı hiçbir zaman altından geçmek için geçit vermez. Eğer bir kişi geçmeye teşebbüs ederse, gökkuşağı bir ayağını bulunduğu dağdan kaldırır, başka bir dağa koyar. Bu sebepten de altından geçmek mümkün olmaz. Her şeye rağmen altından geçmeyi başarabilen kişinin de bütün günahları dökülür. Ne istediği varsa olur (Kaynak Kişi 2). Çocuğu olmayan kadınların çocuğu olur. Hatta gökkuşağının altından geçebilenlerin oğlan ise kız, kız ise oğlan olacağı yolundaki inanışlar mevcuttur (Gökbel, 1998: 126).

Özdemir, Babaeski ilçesinde 1713’ten kalma yazma bir kitapta gökkuşağı ile ilgili şu bilgileri verir: “Gökkuşağının yeşili alta gelirse yaz günleri güzel olur. Sarısı alta gelirse hastalık çok zarar verir ama sonunda sağlık olur. Kızılı alta gelirse savaş olur. Gök Mavisi alta gelirse kış sert olur. Pembesi alta gelirse salgın hastalık olur. Boz renk alta gelirse yıl yağmurlu olur. Sular taşıp gemiler batar ” (Özdemir, 1995; 57) . Anadolu’da çoğu yerde nur olarak isimlendirilen gök kuşağı ile ilgili inançları Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar olan geniş coğrafya ve inanç sisteminde değerlendirdiğimizde Gökkuşağı ile Tanrı
arasında bir bağ kurulduğunu, gökkuşağı ile dilekler arasında bir bağlantı olduğunu görmekteyiz. Gökkuşağının Tanrıya ulaşmada, dileklerin Tanrıya ulaştırılmasındaki misyonu yine Eski Türk inanışlarında önemli yer tutan kozmik ağacın misyonu ve özellikleriyle de örtüşmektedir.


Yıldırım ve Şimşek İle İlgili İnanışlar

Eski Türkler hem şimşek hem de yıldırıma yaygın olarak “yaşın” adı verirlerdi. Aynı zamanda bulutların içlerinde şimşek ve yıldırımları topladıklarını da bilirlerdi. Bu sebepten dolayı da şimşekli bulutlara “ yaşınlıg bulıt” denilirdi ( Ögel II, 1978:471). Türkler, yıldırım ve şimşeği ay ve güneşle ilgili inanışlarında olduğu gibi Tanrı’nın gücü ve karar yetkisine bağlamışlardır. Bunun içindir ki “Tanrı yıldırım veya şimşek çaktırdı.” Derler (İnan, 1972: 29-30 ). Tanrının sıfatlarından biri de yıldırım çaktıran, tufan koparandır. Ayrıca rüzgâr, yağmur, yel de Tanrı’nın emrindedir. Ancak her birinin birer iyesi vardır ( Bayat II, 2007: 163).

Eski Türk inanışlarında yıldırım ve şimşek hakkındaki tasavvurlar oldukça karışıktır. Uygurlar yıldırım ve şimşeği Tanrı’nın mesajı olarak yorumlarlar. Yıldırım düşerken göğe ok atıp bağırırlar ve madenleri birbirine vurup gürültü çıkararak yıldırımı karşılarlar (İnan, 1976: 30). Bu inanış ve ritüel diğer Türk boylarında da benzerlik göstermektedir. Ayrıca Anadolu’da da bakiyeleri yaşamaktadır. Yakutlar arasında rüzgârların dağlarda uyuduğu ve herhangi bir gürültüden uyandığı inancı hakimdir. Rüzgâr yıldırımı, şimşeği ve yeli harekete geçiren güç olarak bilinir (Bayat II, 2007: 165). Ayrıca Yakutlar yıldırım düşmesi ile bazı kötü ruhların yeryüzüne dağıldıklarına inanmaktadırlar. Altay Türkleri yıldırımı iyi ve uğurlu bir işaret olarak kabul ederler. Bazı efsanelerinde ise bunu izah ederler. Bu Altay inanışlarına göre” kötü ruhların en çok korktukları şey yıldırımdır. Yıldırım düştüğü zaman kötü ruhları kovduğu veya yok ettiğine, yıldırımdan kurtulmak isteyen kötü ruhların, ya ağaçların köklerine ya da insanların içlerine girdiklerine inanılırdı. Bazı rivayetlere göre de yıldırım tehlikesini hisseden kötü ruhlar hemen bir sincap şekline girerler ve ağaçların içlerine saklanırlardı. Yıldırım ise sincabın içine düşerdi (Ögel, 1995: 282). Ancak yıldırımın asla Tanrı’dan ayrıldığına inanılan kayın ağacına düşmeyeceği inancı yaygındır (İnan 1976: 122). Gagauzlara göre şimşek Aziz İlyas’ın şeytana attığı ok olarak kabul edilirdi. Kış mevsiminden sonra gök gürültüsü ilk defa işitilince demir ve taş alınarak vücudun çeşitli yerlerine vurulurdu, böylece insanın taş ve demir gibi sağlam olacağına inanılırdı (Kıyak, 2010: 220). Bazı inanışlara göre de yıldırım iyesi vardır. Bu iye yerdeki kötü ruhları takip eder, saklandıkları ağaçlara ateşini gönderir, böylece yıldırım düşer. Türk dünyasında ortak iye olarak kabul edilen yağmur yağdırmakla görevli olan Burkut Ata, Tatar ve Türkmenlerde yağmurun yanı sıra şimşek çaktırma görevini de yerine getirmektedir ( Gökçimen, 2010: 70). Yıldırım düşen ağaçtan bir parça alınıp saklanırsa, o yere kötü ruh giremez. Yıldırım ve şimşekten insanların korktuğu bir gerçektir. Bunun içinde Kazak, Kırgız kadınları ilkbaharda, ilk şimşek çaktığı ve gök gürlediği vakit çadır çevresinde süt, ayran, kımız dolu kapları dolaştırıp “saçı “ töreni yaparlar. Bu bir nevi Tanrı’nın kızgınlığını azaltmak ve vereceği felaket ve zararları defetmek için yapılan bir dilek ve hacet törenidir (Ögel, 1995; 280). Ayrıca yıldırımın düşmesi, şimşeğin çakması halk arasında yağmurun yağacağına da işarettir. Uzun zamandır yağmur yağmamıştır, gökyüzü kızgındır. Gökyüzü yere yağmur tanelerini dökerek öfke ve şiddetinden kurtulacaktır (Rayman, 3003: 91). Eski Türklerde değerli maden ve taşların, yıldırımı defettiği veya insanlardan uzaklaştırdığı inancı mevcuttur. Kaş taşı ile ilgili inanç Divanü Lugati’t-Türk’te yer almaktadır. Kaşgarlı Mahmut, kaş taşından yaşın (Şimşek) maddesinde“ Kimin yanında kaş bulunursa ona şimşek dokunmaz. Kaş lekesiz, saf bir beyaz taştır. Yüzüklere konur. Sahibine şimşek dokunmaz çünkü yaradılışı böyledir (Kaşgarlı Mahmut III, 1986:22, 152) diye bahseder. Kaşgarlı, bu taşın yeşim taşı olduğunu söyler (Kaşgarlı Mahmut, I 1985: 231).

Yıldırım düşmesinden sonra yapılan törenler Türkler arasında çok yaygındır. Eski Türkler yıldırım törenlerinden önce yıldırıma kurban vermek amacıyla atları azad ederlerdi. Bu tam manasıyla bir kurban törenidir. Azad edilen atlara sopalarla vurularak korkutulur ve kaçması sağlanırdı. Kaçan atı ne kimse tutabilir, ne sahip çıkabilir, ne de yakalayıp binebilirdi. Buryatlar arasında da atın üzerine süt saçılır ve baştan aşağı tütsülenirdi. Yıldırım düşmesinden sonra yapılan törenlerde şamanlar tarafından birtakım ritüeller de gerçekleştirilirdi (Ögel, 1995; 285-286). Eski Türkler’de yıldırımın düştüğü yer, kutsal sayılırdı. Bununla beraber bu yerin, insanlar ve hayvanlar için, pek iyilik getirmediği de, bir gerçekti. Bu sebeple insanlar mümkün olduğu kadar o yere pek yanaşmak istemezler ve hayvanlarını da o yerden uzaklaştırırlardı. Kırgızlar yıldırımın düştüğü veyahut da otlarını yaktığı bölgeye hayvanlarını kesin olarak yanaştırmazlardı. Onlara göre bu yerde otlayan hayvanların hemen tüyleri dökülür ve çırılçıplak kalırlardı. Çünkü bir yere yıldırım düşünce, yıldırım çivisi de o yere saplanır kalırdı. Uygurların ataları da yıldırım düşen yere toplanır; törenler yapar ve bu törenlerden sonra da kurban keserek aynı yere gömerlerdi. Bir müddet sonra yine aynı yerde toplanırlar, kadın ve erkek şamanlar dualar okurlar; savaşçılar da atlarına binerek, yıldırımın oyduğu çukurun veya yaktığı ağacın çevresinde dönerlerdi (Ögel, 1995:284).

Anadolu’da ise yıldırımdan korunmak için yaygın olan mevcut inanışlar ise şunlardır: Gök gürleyip şimşek çakmaya başladığı zaman, herhangi biri elinde demir parçası varsa hemen onu ağaca çakar. Çünkü demirin bulunduğu yere yıldırım düşer inancı vardır. Yine yanında balta ve nacak cinsinden bir şeyler bulunanlar, bunları ağacın gövdesine saplayarak o ağaca yıldırımın düşmesini sağlayıp kendilerini bu tehlikeden korumuş olurlar. Yağmurlu ve bulutlu havalarda çoğu insan yıldırımdan korunmak için yanından bıçak taşır (Gökbel, 1998:127). Gök gürleyip şimşek çaktığı zaman hemen şehadet getirilir. Herkes bildiği kadar sure okur ve dua eder. Ağrı’da gök gürleyip şimşek çaktığı zaman, insanlar duvara sırtını dayayıp, ağızlarına demirden bir nesne alıp dişleri arasında sıkarsa, sırtının pek, dişlerinin sağlam olacağına inanılır (Kalafat, 1995 ; 36).

Orta Asya’dan Anadolu’ya olan serüveninde yıldırım düşmesi ve şimşek, güneş, ay, gökkuşağı ile ilgili müspet düşüncelerin aksine iyi karşılanmamıştır. İnsanoğlu ilkçağlardan bu yana bilmediklerini merak etmiş, çözümlemeye, açıklamaya çalışmıştır. Zarar verici durumlar için de korunmak ve zararlarını bertaraf etmek için tedbirler geliştirmiştir. Tanrı’dan geldiğine inanılan ve kızgınlığın, öfkenin tezahürü olduğu düşünülen yıldırım ve şimşek için de durum aynıdır.


Yağmur

Yağmur, pek çok kültürde gök Tanrı ile yeryüzünün birleşmesi yani bir çeşit kutsal düğün olarak algılanmaktadır. İnanışa göre göğün toprağı yağmur yoluyla döllemesi bitkilerin doğup büyümesini sağlamaktadır (Öztürk, 2009: 980). Hatta baharın ilk yağmurunun dertlere şifa olarak olarak telakki edilmesi, toplanan bu suların içilmesi veya bu sularla yıkanılması inanışlar arasında yer alır (Kaynak Kişi 1). Anadolu’da yağmur bu inanışlar doğrultusunda bereket, bolluk, rahmet, şifa olarak algılanır. Yağmur yağmadığı zamanlar da Tanrı’nın öfkesi olarak yorumlanır. Halk bir takım ritüeller vasıtasıyla yağmur yağdırma teşebbüsünde bulunur.

Türk kültür tarihine baktığımızda, ya da taşı diye bilinen taş vasıtası ile kar ve yağmur yağdırıldığının örneklerini görmekteyiz. Ya da taşı canlı bir varlık olarak kabul edilmektedir. Ya da taşının kendine göre bir ısısı ve sesi vardır. Altay dağlarının buzullu bölgelerinde bulunan bir taştır. Yağmur, kar ve bazen de don getireceğine inanılmaktadır (Ögel, 1995:275). Ya da taşı muhtelif tabiat olayları üzerinde müessir olduğuna inanılan, sihir yapmada kullanılan kıymete haiz bir taştır.

Saha (Yakut) Türklerinin Culuruyar Nurgun Bootur destanında ya da taşı (sata) birbirine sürülünce yağmur yağacağına inanılan koyu renkli yeşil, yuvarlak ve sihirli olarak bilinir. Sahaların inanışlarına göre ya da taşının sihirli bir gücü vardır. Sahalar yada taşının bulutsuz güzel bir yaz gününü fırtınalı bir güne, karlı boranlı bir kış gününü de güllük gülüstanlık bir bahar gününe dönüştürebileceğine inanılır ( Ersöz, 2010:109). Ya da taşı sadece yıldırımdan, şimşekten korumaz, hava değişimlerine sebep olmaz onun sağlık mutluluk, şans verdiğine de inanılır. Çinliler bu taşın Tanrıyla insanların ortasında olduğuna inanırlar (Yu Ming, 2009: 19).

Yağmur yağmadığı zamanlar Anadolu’da muhtemelen ya da taşı inancını bir uzantısı olarak karşımız çıkan “taş okuma” ritüeli mevcuttur. Çoğunlukla dere yataklarından toplanan yetmiş bin küçük taş çuvallara doldurularak o çevrede bulunan bir türbede toplanılır. Halk çuvallardaki her bir taşa bildikleri ayetleri okur. Okunmuş olan taşlar tekbirlerle bir su kuyusuna atılır veya bir çeşmenin yalağına ıslatılır. Nehir, çay, dağ gibi yerlerde de son dualar edilip yağmur dilenir (Kaynak Kişi 1). Bu taş okuma sık yapılan bir ritüel değildir. Kuraklık son safhaya geldiğinde başvurulur, en kısa zamanda da netice alınacağına inanılır.

En yaygın ritüel ise “ yağmur duasıdır” Türk dünyasının tamamında itibar ve iltifat bulan bu çözüm İslami kimlikle karşımıza çıkan eski Türk inanç bakiyelerinden başka bir şey değildir. Yağmur duasında kesilen kurbanlar, pişirilen yemekler ise saçı ve adağın İslami formattaki uygulanış şekilleridir. Türk dünyasında özellikle Türkmenler, Tatarlar arasında Burkut Ata yağmur yağdıran iye olarak kabul edilmektedir. Tatarlar, Burkut Ata’ya; Börket Ata, Börket Divana ve Yangır Eyesi adını verirler. Onlar arasındaki inanışa göre Börket Ata gök katında yaşar. Kamcısını şakırdata şakırdata bulutları önüne katıp sürer ve istediği yere yağmur yağdırır (Gökçimen, 2010: 70; Gılmanov, 1996:90). Özbeklerde de Mama Kuldurak adı ile anılan kadın yağmur iyesi mevcuttur. Kazaklarda da yağmur yağdırmakla mesul iyeler Makul ve Makkay’dır (Gökçimen, 2010: 70). Anadolu’da da yağmur dualarının genellikle bir türbede veya civarında yapılması aynı iyeler gibi veli kişileri Yaradan’la kul arasında vasıta kılmak içindir. Yağmur yağmadığı zaman yağmuru yağdırmaya yönelik istek ve gayret yağmur çok yağdığı zaman da gösterilmiştir. Güneş veya ay tutulmasında, gök gürültüsünde teneke çalarak korkutma temeline dayandırılan göğe taş atmak yağmur, kar, dolu çok yağdığında da en yaygın olan ritüeller arasında yer almıştır.


SONUÇ

Gökyüzü, güneş, ay, ebemkuşağı, şimşek, yağmur ile ilgili inanışlar ve ritüeller Türklerin kozmolojik düşüncelerini belirtmesi bakımından önemlidir. Gökyüzü ile ilgili bütün kültler, Eski Türkler tarafından kutsal olarak tanımlanmış ancak Tanrı olarak algılanmamıştır. Eski Türklerin güneş ve diğer nesnelere, hürmet göstermesi, ululaması, hem Tanrı tarafından gönderilen mesajlar olduğuna inanılması hem de Tanrı’nın onlara verdiğine inanılan olağanüstü özelliklerinden ileri gelmektedir.

Türk tasavvurunda Tanrı’nın göğün en üst katında bulunması, göğün bütün kâinatı kucaklaması, güneş, ay ve yıldızları katlarında bulundurması, göğün ululanması için kâfi sebeplerdendir. Güneş, ay ve yıldızlar da koruyucu iye mevkiindedir (Kalafat,1995:36-37).

Göğün, güneş, ay ve yıldızların koruyucu vasıfları Tanrı tarafından verilmiştir. Bu inanç tezahürleri neticesinde birtakım ritüeller ortaya çıkmış ve bunlar geniş bir coğrafya üzerinde geçmişten günümüze kadar süreklilik göstermiştir. Netice itibariyle bu gün Anadolu’da yaşayan gökyüzü ile ilgili inanç ve ritüeller eski inanç bakiyeleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bugün halk bu ritüellerin menşeini bilmeden yapmaktadır. Bu uygulamaların bir kısmı da İslami ritüellerle sentezlenmektedir. Orta Asya’dan Anadolu’ya olan serüveninde gün ve ay Türk sanatı ikonografisinde de yerini almıştır. Bu da Türklerin her dönemde güneş ve aydan etkilendiklerinin bir göstergesidir.

Neticede gökyüzüne ulaşılamaması halkı, gökyüzü ve gökyüzünün elementleri ve tezahür eden olaylar hakkında merakla beraber bir korkuya itmiş, korku da beraberinde saygıyı oluşturmuş ve tedbir almaya yöneltmiştir.

DİPNOTLAR
1 İslami inanç içinde Allah, zaman ve mekân dışıdır. Allah için zaman ve mekân yoktur. Bakınız Kuran-ı Kerim, sure 112, Ayet 1-4
2 Kuran-ı Kerim, sure 48


KAYNAKÇA

Alizade Rövşen, Astral Kültlere Bağlı İnanmalar, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi sayı 41, Erzurum 2009.
Bayat, Fuzuli, Türk Mitolojik Sistemi I, İstanbul: 2007.
Bayat, Fuzuli, Türk Mitolojik Sistemi 2, İstanbul: 2007.
Campbell, Joseph, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu (Çeviren:Sabri Gürses) İstanbul:2000.
Çançibaeva, L. V. O Sovremennıh Religioznıh Perejitkahu Altaytsev, Etnografiya Narodov Altaya i Zapadnoy Sibiri, Moskova: 1978.
Çobanoğlu, Özkul. Türk Dünyası Epik Destan Geleneği,Ankara: 2003.
Dilek İbrahim, Altay Destanları I TDK Ankara:2002.
Dilek İbrahim, Altay Destanları III TDK Ankara: 2007.
Eliade, Mircea, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu ( Çeviren: Mehmet Aydın) Ankara:1990.
Eliade, Mircea. Şamanizm, (Çeviren: İsmet Birkan) İstanbul: 1999.
Ergun, Metin. Altay Türklerinin Kahramanlık Destanı: Alıp Manaş Ankara:1998.
Eröz, Mehmet. Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik, İstanbul:1977.
Ersöz, Murat. Culuruyar Nurgun Bootur Saha ( Yakut) Türklerinin Kahramanlık Destanı, Ankara 2010.
Esin, Emel. Orta Asya’dan Osmanlıya Türk Sanatında İkonografik Motifler, İstanbul: 2004.
Eyuboğlu, İsmet Zeki. Anadolu İnançları, Anadolu Üçlemesi I, Ankara:1987.
Gılmanov,Galimcan. Tatar Mifları, Kazan:1996.
Gökbel, Ahmet. Anadolu Varsaklarında İnanç ve Adetler, Ankara: 1998.
Gökçimen, Ahmet. Türkmenistan’da Bir Yağmur İyesi “Burkut Ata”, Bilig Kış 2010 sayı 52.
Harva, U. Die Religiçsen Vorsellungen der Altaischen Völker Helsinki: 1938.
İnan, Abdülkadir. Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul: 1976.
İnan, Abdülkadir. Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar TTKY. Ankara: 2006.
Kalafat, Yaşar. Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Ankara: 1995.
Kalafat, Yaşar . Makedonya Türkleri Arasında Yaşayan Halk İnanışlar, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı: 1994.
Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lûgat-it- Türk Tercümesi, Çeviren: Besim Atalay, TDKY Ankara:1985-1986.
Kıyak, Abdulkadir. Türk Kültüründe Gök İle İlgili İnanışlar, Hikmet Yurdu, Düşünce-Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, yıl.3, C.3 s 6 Temmuz-Aralık 2010.
Koç, Yılmaz, Türk ve Alman Edebiyatında Ay, Türkiyat Araştırma Dergisi, sayı:8 Güz 2000.
Köksal, Fatih. Klâsik Türk Şiirinde Güneş Tutulması ve Bununla İlgili İnanış ve Âdetler, Milli Folklor, Yıl 14 sayı 53 Bahar 2002.
Malinowski, B. Büyü, Bilim ve Din, Çeviren: Saadet Özkal, Kabalcı Yayınevi İstanbul: 2000.
Naskali, Gürsoy Emine. Altay Destanı: Maaday Kara, İstanbul:1999.
Schimmel, Annemarie. Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri, İstanbul: 2004.
Soyanmaz, İbrahim Hakkı. Ay ile İlgili İnanışlar “Türk Folklor Araştırmaları C. XIV. S.274 Mayıs:1972.
Öğel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi II. CİLT Ankara :1995.
Öğel, Bahaeddin. Türk Kültür Tarihine Giriş, Cilt 2 Ankara:1978.
Özdemir, Ahmet. Folklor Penceresi, Ankara: 1995.
Özkan, Fatma. Altın Arığ Destanı, Ankara:1997.
Özkan, İsa: Yusuf Bey- Ahmrt Bey ( Bozoğlan) Destanı, Ankara:1989.
Öztürk Özhan. Folklor ve Mitoloji Sözlüğü, Ankara: 2009.
Rayman Hayrettin. Yozgat Yöresinde Bazı Şamanik ve Kozmogonik İnaçlar, Milli Folklor Yıl 15, sayı 60, 2003.
Strauss, K. Levi, I Strukturnaya Antropoloqiya, Moskova, 1985.
Taner, Nuri. Halk Kültüründe Ay I, Türk Folkloru sayı: 30 Ocak 1982.
Taner, Nuri. Halk Kültüründe Ay II, Türk Folklor sayı: 31 Şubat 1982.
Taylan, Ertugrul. Çokaklı Köyü, Kültür Bakanlığı, Ankara: 1995.
Türkmen, Fikret. Türk Halk Hikâyelerinde Gökyüzü ile ilgili Alegoriler, Ankara: 2. Uluslararası, Türk Folklor Semineri Bildirileri: 1974.
Yeniterzi, Emine. Divan Şiirinde Na’t, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları-96 Ankara: 1993.
Yıldız, Naciye. Manas Destanı ve Kırgız Kültürü ile İlgili Tespit ve Tahliller, Ankara:1995.
Yu Ming. Chınese Jade, Sacred, İmperial and Civil Forms Translated by Xiao Ying, Culturel China Series, Beijing China: 2009.

Kaynak Kişi
1- Hafize Turan, Isparta, Keçiborlu, 85, okuma yazması yok.
2- Şükran Tığlı, Ankara 84, Lise mezunu.

/ Yrd. Doç. Dr. Fatma Ahsen TURAN
Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi aturan@gazi.edu.tr / edebiyatr@hotmail.com