30 Nisan 2009 Perşembe

Mısır Ekimi


110.3.Mısır (Misir)
Köylümüzün mevsimlik bir diğer uğraşı alanı da mısır yetiştiriciliğidir. Mısır bitkisi suyu bol olan yerleri severse de yine her yere ekimi yapılır ve yeteri derecede elde edilir. Tıpkı buğdayda olduğu gibi her aile ihtiyacı nispetinde yetiştirir. Eskiden daha çok mısır ekmeği tüketilirken, buğday cinslerinde yapılan iyileştirmelerle daha bol buğday elde edilince mısır üretimi ekmeklikten ziyade yemeklik ve hayvan yemi için yapılır olmuştur.

Mısır tarlalarına buğday tarlasından farklı olarak mısır dışında da sebze ve bakliyat ekilip dikilebilir. Fasulye ve nohut olmak üzere kabak, biber, patlıcan, kavun, karpuz, salatalık ve özellikle domates bunların başında gelir. Bunun yanında mısır da tütün dikilen tarlalara da seyrek olarak ekilebilmektedir.

Mısır bir sulu tarım ürünüdür. Köyümüzde arazilerimizin büyük bölümü sulamaya müsait değildir. Bu nedenle yetişen mısırlarımızın uzunluğu adam boyunun geçmediği gibi tanelerinin bulunduğu “Somak” kısımları da küçücük olabilmektedir. Bu durum göz önüne alınarak mısır, genellikle dere ve çay kenarlarına, taban ve sulak yerlere ekilmeye çalışılır ve güzel de verim elde edilir.

Mayıs ve Haziran aylarında ekimi yapılan mısır, Eylül Ekim aylarında hasat edilir. Temmuz ayında dipleri kazılır ve sık olanları kesilerek seyreltilir.

Mısır ekilecek tarla önce bir ya da iki kez sürülerek toprağı yumuşatılır. “Serpme” ve “sivrüçle sulu dikim” yapma gibi çeşitli ekim tekniği olsa da köyümüzde uygulanan yöntem “çiziye dökme” şeklindedir. Özellikle çocuklara düşen bu görev, sabanın peşi sıra giderken avucumuza aldığımız mısır tanelerini yarım adım arayla çizinin ıslağa yakın toprağına atmak ve üzerine basarak toprağa yapışmasını sağlamaktır. Sabanın ikinci geçişinde bunların üstü kapatılırken yeni bir çizinin daha mısırları atılmaktadır. Tarlanın verimine göre bu çiziye mısır atmanın sıklığı değiştiği gibi bazen de iki çizide bir mısır dökme işi yapılabilmektedir. Sıra atlamak, sık ya da üst üste atmak gibi hatalı bir iş yapmak, çiziye mısır atanın kariyeri açısından oldukça tehlikelidir. Çünkü mısırlar büyüdüğünde yaptığı bu hatalar tarlada sırıtacağından seyrek atmışsa bu açıklıklara sonradan elle dikim yapmak zorunluluğu vardır.

Mısırlar filizlenip bir iki karış boy attığında kazmalarla dipleri kazılır(çapalanır). Köylünün tütün kazmasından başka bir de mısır kazma işi vardır. Ancak mısır kazma işi bir iki günde biter. Öyle tütün kazma işinde olduğu gibi çok özenilmez. Fakat tarlanın sulama imkanı varsa mısırların sulanma işi de vardır.

Mısır tarlalarını sulamak için önceleri derelere “bent” ler yapılırdı. Tarlanın yukarısında bir yerlere yapılan bu bentlerden tarlaya “Fendek” dediğimiz hendek yani kanal açarak suyu bu yolla tarlaya akıtırdık. Bu suyolu için bazen komşuların arazilerinden de yararlanılırdı. Tarlaya ulaşan su, mısırlar arasına açılan daha küçük su yataklarıyla tek tek mısır dipleri değil de tarlanın tamamı bolca sulanırdı. Temmuz ayına tekabül eden bu sulama işleri sırasında dere ve çayların suları da zaten doğal olarak çekildiği yani azaldığı için bu bentler daha aşağıdaki diğer tarla sahipleri için sorun olmaktaydı. Bu nedenle çaylara yapılan bentler gece vakitleri gizlice yıkılır, sahipleri ertesi günü yeniden bent yapmak zorunda kalırlardı. Yani bir nevi “su paylaşım savaşı” yapılırdı. Ancak bu ciddi bir kavga nedeni olmazdı. Bu bentlerin büyük ve derin olanları yaz mevsiminde yüzmek için çocukların havuzu olurdu. Ayrıca bentlerin aşağılarında kalan dere yataklarında sular iyice çekildiği için elle “balık tutmak” ayrı bir zevktir.

Mısır bitkisinin boyu bir, bir buçuk metreye ulaştığında “sık kesme” işi olurdu. Sık kesme, yani sıkını seyreltme işinin bu vakte bırakılma nedeni mısır daha “kelleye” yani “somak”a çalışmadığı için bu vakte kadar büyütülen bu sık mısırlar hayvanlara özellikle çifte çubuğa koşulan öküzlere ve sağım yapılan ineklere yiyecek olarak kullanmak içindir. Özellikle de buzağıların temel gıdası olmaktadır.

“Sütlek” dediğimiz mısırın oluşup sütlendiği dönemlerde tarladaki mısırlara kesinlikle dokunulmazdı. Sütlek yemek için ya tütünlüklerdeki ya da fidelik kenarlarına ekilen mısırlardan yararlanılırdı. Sütlek mısır ya kazanlarda suda haşlanarak ya da köz üstünde kızartılarak pişirilir. Ancak köy yerinde ilk mısırlardan bu şekilde yararlanma gibi bir lüksümüz yoktur. Çünkü mısır bir nimetti ve nimetin ham(!) iken koparılması inanç gereği yanlış olup bu nimete bir saygısızlıktı. O nedenle köy yerde süt mısır yemek ancak mısırlar hasat edildikten sonra aralarından çıkan sütlekleri ister kazanda haşlayarak ister közde kızartarak bol bol hazırlayıp yerdik. Bilirsiniz tarım toplumlarının bayramı hasat mevsimleridir.

Köyümüzdeki gelenekselleşmiş mısır hasadı, önce mısır bitkisi (sapı) dibinden kesilir bir araya toplanır ondan sonra da “somak” kısmı sapından ayrılarak yapılır. Bazı yörelerde önce mısırları toplanıp sonra da sapların kesildiği de görülmekteydi.

“Mısır biçme” işi de tıpkı buğday biçme işi gibi oraklarla yapılmaktadır. Tek farkla ki mısır biçiminde ellik kullanılmamaktadır. Tepeye yakın bir yerinden tutulan mısır, toprağa yakın bir yerden kesilir. Bunun gibi ardı ardına 3-5 kök biçilip yere atılmayıp dikine bir araya “cuğul” yapılmaktadır. Biçme işlemi bittiğinde de bu cuğullardaki mısırların somaklarını kırma işine “mısır kırması” adı verilmektedir. Biçme işinde değil de kırma işinde, mısırın derhal kırılıp eve taşınması işi olduğu için “imece” ya da “keşikleme” işi olmaktadır. Bazı aileler biçilen mısırlar kırmadan taşıyıp mısırları evin yanında kırmaktadır. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak özellikle traktörü olanlar için taşıma kolaylığından dolayı bu yöntem daha cazip gelmektedir.

Mısır biçme işinin bir zor yanı vardır ki o da mısırla birlikte tarlaya ekilen diğer sebze ve bakliyat çeşitlerinin de bu esnada toplanması işidir. Özellikler fasulyeler mısırın saplarına sarıldığı için mısır biçilmeden önce bunların tek tek toplanması gerekmektedir. Kavun karpuzlar varsa bunlar zaten daha önceden halledilmiş olduğundan geriye kalan genellikle kabaklar olduğundan biçme işleminin ardından bu kabakların da toplanması gerekmektedir. Eğer tarlamız “çevrük” yani çevresi çalıyla tutulmadıysa bir diğer ifade ile “meşveret arazisi” ise ürünü kaldırdığınız andan itibaren tarla sizin olmaktan çıkıp kamunun kullanımına açık hale geleceği için arazide hiçbir ürün kalmamalıdır.

Mısıra benzerliği nedeniyle bu dönemde ekilip hasadı yapılan bir diğer bitkimiz de “süpürgelik” bitkisiydi. Kızıla çalan rengiyle dikkat çeken salkım tohumlu bu bitkimizde mısırlarla birlikte eşzamanlı olarak hasat edilir. Sadece tepe kısımlarında kesilen süpürgelik kökleri tarlada kalırdı. Boyumuzu aşan bu kök kısımlarını, hayvan otlatırken yaktığımız çoban ateşlerinde iyice kızdırır ve düz bir taşlara vurarak patlatırdık. İki boğum arasında ısınmayla oluşan basınçtan dolayı patlama sesi tabanca sesine yakın olurdu. Seri patlama sesi çıkarmak için arkadaşlarla ekip çalışması bile yapardık.

Sapından ayrılan “mısır koçanları” çitlere doldurularak, sapları ise “bağ” yapılarak ayrı ayrı eve taşınır. Saplar birkaç gün evin yanlarında gün yüzünde kurumaya bırakıldıktan sonra eğer samanlıklarda yer varsa samanların üstüne ya da salaçtaki vagonların üstüne atılır. Ama genellikle mısır sapları evin yanlarındaki ağaçların ana kök dallarına bağlanarak ağaçlara asılmaktadır. Kış günleri ya da baharda ihtiyaç oldukça buradan tek tek ya da topluca indirilerek hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Bu asılan saplar kış günlerinde aynı zamanda kuşların doğal konaklama yerleriydi.

Mısırın ekme, kazma, biçme ve kırma işinden başka bir diğer önemli işi daha vardır ki ona da “mısır soyma” diyoruz. Tarlada sapından kırılan mısır somakları evde koçanı saran “yelek” dediğimiz yapraksı kabuğu ve püsküllerinden ayrılır. Mısırlar eğer asılmayıp “serender”de tutulacaksa bu yelek denen yapraklar tamamen soyulup mısır koçanı çıplak hale getirilir. Yok eğer “sundurma”lara ya da çatı katına asılacaksa tamamen soyulmayıp sıyrılan yeleklerden 2-3 tanesi koparılmadan üzerinde bırakılır ve bunların 2-4 tanesi bir araya getirilerek uçlarından birbirine bağlanır. Daima iki ve katları şeklinde bir araya getirilerek bağlanan bu mısırlar ata eğer vurulması gibi evin “bosu”larına ya da bu iş için tanzim edilmiş yerlere asılarak iyice kurumaları temin edilir. Soyulan mısır yelekleri atılmayıp samanlığa konur ve özellikle süt ineklerinin sıcak yalına katılırdı. Eski insanlar ayrıca bu yelekleri eğip bükerek bunlarda “zembil”, “sele” ve “sepet” gibi araç gereçler yapmaktaydılar. Mısır soymalarının en eğlenceli tarafı da mısırın gür olan “püskül”lerinden çocukların kendilerine “saç-sakal” yaparak çalışanları eğlendirmesiydi.

Sapları ağaca, somakları tavana astık iş bitti mi? Bitmedi. Bir de “mısır dövme” işimiz kaldı. Aslında mısırları asıl asılma nedeni kuruma değil sıradaki acil işleri yapmaktır. Mısır kırmalarından sonra ekin ekme işleri ve odun çekme işleri kapıda beklemektedir. Bu arada “güzlek” de olsa bir miktar dizilen tütünler kurumamak için direnmektedir. İşte tütün, ekin ve odun işleri bittiğinde kış ortalarında bir yerlerde bu asılı mısırların oradan indirilip bir oda içinde uzun “küskü”lerle bir güzel “dövülme” işi vardır. Biz buna “mısır dövme” diyoruz. Bu koçanları döveriz ki taneler somaklarından ayrılsın. Bu vurma işi o kadar şiddetli olurdu ki bu iş özellikle ahşap evlerde yapılıyorsa küskü sesleri diğer köylerden duyulurdu. Anlaşılırdı ki falanca kişi evinde mısır dövüyor. Ara sıra karıştırılarak yapılan bu dövme işinin sonunda somaktan ayrılmayan taneler ya da küsküden kendini kurtaran koçanların çitlenme işi yapılmakta idi. “Küsküyü kafana yersin” ya da “kafasına küskü indirmek” gibi deyimlere de konu olan bu küskünün özelliği iki metre uzunluğunda, elin bilek kalınlığında ağır bir odun olmasıdır. Bu küsküler bir kere yapılıp atılmayıp çürüyene kadar kullanılmaktadır.

Somaklardan tamamen ayrılan mısır taneleri bu defa “gözer” dediğimiz kalburun bir büyüğü aletlerle özel bir yöntemle elenir. Biz buna “gözerleme”  diyoruz. Küçük ve kırık taneler gözerin gözeneklerinden geçerek düşerken, eleme tekniği sayesinde somak kırıntıları ve diğer türler de gözerin üstünde orta yere toplaşır ve bunlar da elle alınarak gözerin içinde sadece olgun ve dolgun mısır taneleri kalır. Gözerdeki bu temizlenmiş mısırlar çuvallanarak ya ambara ya da değirmene un,  çorbalık ya da “cücük denesi” olarak öğütülmeye gider. Gerçi, çorbalık ya da civciv yemi için evlerimizde bulunan “el değirmen”leri de kullanılmaktadır.

Gözerin altı ve üstü de yine durumuna göre ya tavuk yemi ya da ineklere yallık olarak kullanılır. Somakların çok iri olanları yani kartları ateş tutuşturucu olarak kullanılırken küçük olanları ya bütün olarak ya da önce keser veya baltanın “güblentüsü” yani sırtıyla bir güzel dövülüp ezilip, parçalanarak su, tuz ve kepekten oluşan hayvan “yal”ına katılır.

Mısır bitkisi insanoğlunun keşfettiği temel gıda maddelerinden birisidir. Görüldüğü gibi her aşamasında ne kadar külfeti varsa da bir o kadar da nimeti vardır. 1970’li yıllara kadar köyümüzde ağırlıklı olarak mısır ekmeği yapılır, yenirdi. Tıpkı buğday gibi bugün de unundan ekmekler, çorbalar ve yemekler yapılmaktadır. Mısır ekmeğini daha lezzetli yapan mısırın fırınlanmasıdır. Mısırın fırınlanma işi un halindeyken değil henüz somaktayken yapılmaktadır. Yeni biçilen mısırların olgunları koçanıyla birlikte taş fırınlarda iyice kurutulur, çitlenir ve su değirmenlerinde özel olarak öğütülürdü. Genellikle sac üstünde pişirilen ve nar gibi kızaran bu ekmekler için aslında “katık”a bile gerek yoktur. Ancak tazesinin tereyağıyla karılarak ya da yoğurda doğranarak yenmesi gibi bir âdeti vardı. Tanelerinden yapılan “mısır çorba”sı da süt ya da yoğurt-ayran katılarak yendiği gibi yağda kavurarak ta yenmesine doyum olmamaktadır.

-Devam Edecek-

/Çetin KOŞAR
[Köy İncelemesi, Samsun, 1984 ]

29 Nisan 2009 Çarşamba

Buğday Yetiştirme


Namık İsmail / HARMAN

110.2.Buğday (Ekin)
Köyümüzün mevsimlik uğraşılarından ve ana geçim kaynaklarından birisi de “budey” ya da “ekin” dediğimiz buğdaydır. Buğdayı köy halkı ihtiyacı miktarınca yani bir yıllık tüketeceği miktarda yetiştirir. Ürünün yetersiz olduğu zamanlarda çarşıdan bir iki çuval un alınarak ihtiyaç karşılanır. İhtiyaç fazlası üretim için toprak yeterli değildir. Yani aile başına düşen arazi miktarı tütün, buğday ve mısır ekiminde ancak ihtiyaç nispetindedir.

Buğday temel gıda olan ekmeğin hammaddesidir. Köyde buğday unundan ekmek yapımından başka buğdaydan birçok yemekler de yapılmaktadır. İlk aklıma gelenleri keşkeklik, bulgurluk, pilavlık, nişastalık olarak kullanılan buğday tanelerinden başka unundan da patıl, somun, yufka, yağlı, börek, çörek, güccek, cılbır, bişi, cızlavak, nokul gibi ekmekler ile un çorbası, bulgur çorbası, bulgur pilavı, bebek maması, lokma, bulamaç, kaypak, cimcik gibi yemekler de yapılmaktadır.

Bunlar yapılmadan evvel elekten geçirilen undan çıkan kepek kısımlarından da sığırlar ve köpekler için de “kepek” ve “yallık” yapılır. Değirmenden gelen unun elenmesiyle elde edilen bu kepek temelde hayvan yemi olarak kullanılır. Kullanılan elek cinsine göre ortaya çıkan kepek miktarı değişmektedir.  “Yoğun elek”  ile elenirken daha az kepek elde edilirken son yıllarda daha çok kullanılmaya başlanan “ince elek” ile elenen unlardan daha fazla kepek elde edilmektedir. Elde edilen bu kepek hayvanlara yapılacak yem için çok önemliydi. Un gibi kepek de stratejik öneme sahiptir. Verdiği mesaj farklı olsa da kelime manası olarak “Köyün kepeği köyün köpeğine yeter” diye de veciz bir sözümüz vardır.

Elek konusu açılmışken şunu da belirtelim ki, eskiler ince eleğe karşı hep yoğun eleği savunmuşlardır. Çünkü ince elek undan daha fazla kepek çıkarmaktadır. Böylece un "ziyan" edilmektedir düşüncesi vardı. Yaşlılar bu görüşlerinde haklıydılar. Ama “un daha fazla kepeğe ayrılıyor” gibi gerekçelerinde yanılıyorlardı. Oysa ince elekle özellikle buğdayın kabuk kısmında bulunan değerli mineraller %80 oranında elenip hayvan yemine gidiyor ve biz sağlık açısından önemli olan liflerden uzak nişasta ağırlıklı beyaz ekmeğe talim ediyorduk. İnce elek sayesinde siyah ekmeklerden kurtulmuş “bazar ekmeği” gibi bembeyaz ekmek yiyorduk ne güzel(!). 

Kasım ve Aralık aylarında yapılan ekim Temmuz ayında hasat edilir. Köyümüzde ekimi yapılan belli başlı buğday çeşitleri ziraat, cumhuriyet, Ceylanpınar, kısabacak, akbuğday vb. dir.

Buğdayın taneleri bu şekilde kullanılırken, sapları da saman olarak hayvan yemliğinde kullanılmaktadır. Köyde inşaat teknolojisi bu kadar gelişmeden evvel saman aynı zamanda bir inşaat malzemesi olarak kullanılmaktaydı. Ak toprak dediğimiz, kireci bol toprak, suyla karıştırılıp yoğrulurken içine bir miktar da saman katılarak sağlamlığı artırılırdı. Bu harç ile taş duvarlar örülürken aynı zamanda sıva harcı için de kullanılırdı. Bol samanlı harç ile sıvanmış ev duvarlarında yer yer açığa çıkan samanlar binaya ayrı bir renk ve ilginç bir desen katardı.

Buğdayın ekimi öküzlerle yapılmaktadır. Yaz sıcağında kavrulan toprakların güz yağmurlarıyla “totama”sı yani suya kanıp yumuşamasının ardından özellikle daha önce mısır ya da tütün ekimi yapılmış olan araziler bir kez sürülür. Fazla tezekli ve eski ürün kalıntıları çoksa taranır, değilse buğday ekilir ve üzeri taraklanarak tanelerin toprağa karışması sağlanır. Kar ve yağmur sularının kolayca akıp gitmesi için de tarlaya karıklar açılır. Tohumlar çimlendiğinde renklerine bakılarak ihtiyaç olursa gübrelenir. Bunun dışında baharda aşırı bir otlanma olduysa bu otlardan temizlenmesi dışında biçileceği zamana kadar her hangi bir bakım istemez.

Temmuz güneşi başakları olgunlaştırıp altın sarısına döndürdüğünde “orak ayı” gelmiş demektir. Oraklar asılı bulunduğu tavan arasından indirilip kırık sapları onarılır. Orağın kendisi hasarlıysa demirciye tamir ettirilir. İhtiyaç varsa yeni bir kaç orak daha alınarak takımlar hazırlanır. Oraklar kösere taşında bir güzel “köserlenir” yani bilenir. Oraklarla birlikte kullanılan ellikler da tamamlanır. Sağ elle orak tutulurken sol el parmaklarına takılan ellikler biçilen buğday saplarını kavramada kullanılırken aynı zamanda keskin orak ağzının elimizi kesmesi önlenir. Elliklerin parmak takılan oyukları her parmağa uymadığı zamanlarda parmağımıza, özellikle “yüğdün” ya da “eğretü” otu sararak elliklerin parmaklarımızdan çıkması önlenirdi.

Buğday biçme işi de genellikle “keşikleme” yani bir gün size bir gün bize usulüyle yapılırdı. Tarlanın bir kenarından başlanır ve birlikte bir sıra halinde bir uçtan öbür uca “çıkım”lar halinde biçilir. Çıkım sonuna doğru bir kişi suya gider içme suyu getirir ve kısa bir molada herkes bol bol suyunu içer ve ikinci ve diğer çıkımlara başlanırdı.

Orak biçme sırasında en sık karşılaşılan olay da karşımıza çıkan bıldırcın yuvalarıydı ki kimisinde yumurta, kimisinde de yavruları olurdu.

Temmuz’un o kavurucu sarı sıcağına aldırmaksızın, güneş altında gün boyu süren “orak biçme” dediğimiz buğday hasadı biçilen saplar biçildiği yere desteler halinde bırakılır. Birkaç gün güneş adında sapların solup kuruması beklenir. Ardından sabah ya da akşam serinliğinde yere düşen “çiğ”lerin bunları yumuşatmasıyla bu desteler 7-8 adet buğday sapıyla yapılan “bağ”cıklarla bağlanarak “gem” lenir. Buğday bağlama dediğimiz bu destelere “gem vurma” işi özel bir yetenek gerektirmektedir.

Köydeki deyimiyle “bağ bağlama” sırasında karşılaşılan olumsuzlukları en başında ekin destelerinin altında yılan olmasıydı. Bazen bağla birlikte dokunduğumuzda bazen de konuşurken çıkardığımız sesleri duyup tarlayı terk eden bu yılanlardan başka özellikle hanımların korkulu rüyası “tarla fare”leridir. Kurbağa ve kertenkeleleri saymaya gerek yok çünkü onlar zararsızdırlar.

Gem vurulan buğday sapları önce 8-10 tanesi bir araya getirilerek dikine çatılıp “cuğul” yapılır. Birkaç gün sonra da bunlar da toplanıp ya tarlaya ya da evin yakınındaki samanlık ve harmana “yığın” yapılır. Tıpkı bir kubbeyi andıran bu yığın yapma işi de ayrı bir sanat işiydi. Öyle ki, bu yığın harman sürmeye kadar bekleyecek olan buğdayların bu süre içersinde ıslanıp çürümelerini önleyecektir.

Köy yerinde en hareketli günler belki de biçilen ekinlerin öküz arabalarıyla harmana taşınmasıydı. Yine en önde öküzler ve öküz arabaları vardır. “Urgan” ve “çevürge çomakları” takılan arabalara tarlada, ekin bağları özel bir istifleme sistemiyle yığılır, urganla bağlanıp, çevürge çomaklarının yardımıyla çevürgede iyice sıkılaştırılır. “Çevürge” dediğimiz şey arabaların arka kısmında yerleşik bulunan makara sistemidir. Sadece ekin çekmelerinde ve arabaya bağlanan fıçıyı sabitlemede kullanılır.

Buğday bağları yüklü arabalar yola koyulduğunda rampa olsun, düz yol olsun fark etmez kendisine has sesleriyle etrafa adeta bir müzik ziyafeti çekerler. Tıpkı odun çekmelerinde olduğu gibi ekin çekmelerinde de köy yerinde bu seslerden geçilmez. Bazen araba “önlek” ya da “arkalak” olduğunda arabaya bir kişi binerek bu dengesizliği dengelemeye çalışır. Böylesine yüklü arabaların, yüksek çalı ve meyve ağaçlarıyla iyice daralmış olan köy içindeki yollardan sıyrılarak geçişi muhteşem olurdu.

Buğday ekmenin asıl zor yanı harmanda yaşanmaktadır. Asıl olan buğday tanelerinin başaktan ayrılarak “hambar”a yani ambara konmasıdır. Bu iş eskiden “döğen”ler vasıtasıyla harman yerinde hava şartları da göz önüne alınarak günlerce süren uğraşılarla yapılırken şimdi “Geyis” ya da “Potuz” (Patos) denilen makinelerle 2-3 saatte bitirilmektedir. Köyümüzde bu aletlerden yoktur. Köyde herkesin orakları biçip ekinini harmana taşımasından sonra haber verilerek köye gelen bir patos sırayla tüm köyün harmanını döverdi. Traktöre bağlı bir ana kayış olmak üzere kendi içinde bulunan birçok kayış sistemiyle çalışan bu makinenin çalışırken çıkardığı uğuldama sesi köylerimizde mevsime ayrı bir renk katardı.

Sapları saman olarak samanlığa, taneleri de buğday (ekin) olarak ambarlara giderken gelecek yılın tohumluğu da anında ayrılmaktadır. Tohumluk için ayrılacak buğday aslında biçilmeden evvel tarladayken kararlaştırılmaktadır. İyi, iri ve dolgun taneler bu iş için seçilmektedir. Bu arada keşkeklik ya da bulgurluk buğdayın da tam seçim zamanıdır.

Harman sürme işinin akabinde sıra buğday yıkama işine gelmektedir. Değirmene gitmeden önce bütün ekinler suyu bol akan bir dereye kurulan özel bir düzenekle bir güzel yıkanır. Bu yıkama esnasında buğday toz topraktan arındırılırken aynı zamanda içinde bulunan yabani ot ve fiğ gibi yabancı madde tohumlarının da ayrılması sağlanırdı. İlacı çıkmadan önce bu fiğler bizi epey uğraştırırdı. Gerek yeşilken tarladan sökülüp atılması ve gerekse biçerken bağdan ayrı tutulması yetmez, harman dövülürken de makineler bunları ayıklardı ama yine de bir türlü tamamen kurtulamazdık. Bereket, buğday tohumları fiğ tohumlarından daha ağır olup dibe çöktüğü için yıkama esnasında su yüzünde kalan fiğ tohumları rahatlıkla bu yıkama esnasında buğdaydan ayrıştırılabiliyordu.

Dere ve çaylarda yıkanan buğday taneleri keçi kılından ya da keten ipinden örülmüş kilimler üstünde güneşe serilerek kurutulurdu. Ekinin bu kilimler üzerine serilmesine “sergü” denirdi. Gün boyunca sergideki buğday sürekli karıştırılarak iyice kuruması sağlanırdı.

Yıkanıp kurutulan buğdayın son yolculuğu ise değirmenlere idi. Köyümüzde değirmen yoktu. Genellikle gidilen Gecekli köyündeki değirmenden başka Kırıklı’da Balcı’nın su değirmeni, Cilim mevkiinde Sarı Ahmet’in ateş değirmeni ve alt tarafındaki bir diğer su değirmeni, Gelemet’te Cırmanların su değirmeni ile İlyas’ın ateş değirmeni ve Taşkelik köyündeki su değirmenine gidilirdi.

1975’ e gelindiğinde köyümüzün de bir değirmeni oldu. Kazım’ın Seyfettin (Selfettin) ‘in açtığı bu değirmen elektrikle çalışmaktadır.

Son zamanlarda bu öğütme işini bazı aileler traktörlerle Bafra’da bulunan un fabrikalarında yaptırmaktadırlar. Fabrikalara gidecek buğdayları fabrika yıkıyor, kurutuyor, öğütüyor ve eliyormuş. Gerçekten de un ayrı, kepek ayrı olarak gelmektedir.

Buğdayların konulduğu ambarların bir gözü unluk olarak kullanıldığı gibi, eskiden genellikle evin içinde bir de “unluk” lar olur unlar buralarda muhafaza edilirdi.

Hamur yoğurmadan önce unlarımız muhakkak elekten geçirilmektedir.

-Devam Edecek-

/Çetin KOŞAR
[Köy İncelemesi, Samsun, 1984 ]

28 Nisan 2009 Salı

Tütüncülük


B EKONOMİK YAPI

10 HAKİM KARAKTER
Köyün tarıma dayalı bir ekonomik yapısı vardır. Ana geçim kaynağı, yıllık bir ürün olan tütündür. Bunun yanı sıra herkes kendine yetecek kadar buğday, mısır, fasulye, nohut, pancar, pırasa, marul, ıspanak, domates, biber, patlıcan, salatalık, kavun, karpuz vb. tarımsal ürünleri de yetiştirir. Hayvan yetiştirilmesi ihtiyaç kadardır. Yani, bir çift öküz ve bir iki inek ile bunların yavrularıdır. Su ürünleri, avcılık ve sanayi üretimi yoktur.

110 Tarım

110.1.Tütün
Köy ve çevresindeki köylerin başlıca gelir kaynağını tütün oluşturur. Osmanlı İmparatorluğundan beri köyde tütün üretimi yapılmaktadır. Bir aile ortalama 500-600 kilo tütün üretmektedir. Ailedeki kişi sayısına göre bu miktar değişiklik göstermektedir. Alt ve üst sınır 300 ile 1500 kilogram arasındadır. Alımlarda başfiyatın çok altında verilen fiyatlar köylünün şikâyet konusu olmaktadır. Köylü emeğinin karşılığını alamamaktan yakınırken devlet verdiği bu fiyatla adeta köylüye “bırak bu tütüncülüğü” demektedir.

Biz yıllık bir ürün dedik ama tütünün ekiminden satışına kadar geçen süre yılı da aşmakta bu iş için yapılan tüm harcama ve emeklerin karşılığı bir yılda değil ortalama 14-16 ay içinde köylüye dönmektedir.

Genel itibariyle bir mevsimlik tütün üretimi şu safhalardan geçerek elde edilmektedir.

a-) Tütün Fideliği
Şubat ayından sonra havaların ısınmaya başlamasıyla tütün tohumu ekilecek alanlar hazırlanmaya başlanır. Tohum ekilecek alan ki biz buna “Fidelik” deriz, 15-20 metrekarelik bir alandır. Önce burası öküzlerle sürülür. Belirli bir müddet sonra yumuşayan toprak çapalanarak inceltilir. Kalın tezekler kırılır.

Daha sonra da “Maşlama” dediğimiz yastık şekline sokulur. Yastıkların üzerine sonbahar mevsiminde buraya getirilip yığılan ve bu süre zarfında iyice yanan hayvan gübresi “Kemre” ince bir tabaka halinde serilir. Kemrelerin üstüne de odun külüyle karıştırılmış tütün tohumu boşluk kalmayacak şekilde serpilir. Kemre kahverengi, tohum ise külden dolayı beyaz göründüğü için bu uygulamada boşluk kalması mümkün olmamaktadır. Bunun üzerine ikinci defa bir kat kemre daha dökülür ve tokmakla sıkıştırma işlemi yapılır.

Tokmaklama işi bildiğimiz çamaşır tokmağı ile yapıldığı gibi herhangi bir düz bir tahta parçasıyla da yapılabilmektedir.

Tokmaklama işinin ardından sulama işine geçilir. “Sitil” adını verdiğimiz ucu süzgeçli aletle sabah akşam her gün sulama işine devam edilir. Ta ki fideler büyüyüp yaklaşık 20 cm oluncaya yani dikilecek seviyeye gelinceye kadar.

Sulama işleminden başka fideliklerde yapılan bir diğer işlem de tütün tohumlarından önce sökün edip gelen otların fidelere zarar verilmeden tek tek, özene bezene günlerce ayıklanmasıdır. Maşlama hazırlama, tohum ekme ve sulamadan başka köylünün temel işlerinden birisi de “Fide Otu Yonma” işidir. Her gün sulanan o gübreli alanda yetişen otların hesabını varın siz yapın. Bir kez yolmakla da bitmez. Duruma gör ikinci hatta üçüncü kez fide otu koparma işi çıkabilir.

b-) Tütün Dikimi
Mayıs ayından itibaren tarlaya dikimine başlanır. Dikimden önce tarla en az üç kere (Boz, İkileme ve Tavlama) öküzlerle sürülüp dikim öncesinde bir kez de taranır.

Dikim işinden hemen önce yeterli miktarda “Karık”lar açılır. Karık, tütün dikilecek yerlerin çizilmesidir. Tarlaya tıpkı bir tarağın aralıkları gibi “çizi” ya da asıl deyimiyle “Karık”lar açılır. Ardından karık temizleme işlemi yani karıkların içindeki limondan büyük toprak parçalarının çizinin içinden alınarak karık sırtlarına konmasıdır ki dikim esnasında bu parçaların tütün fidesine zarar vermesi engellenmiş olur. Açılan karıkların içi nemli olduğu için dikim işi kolay olmaktadır. Bu nedenle karık açma işi parça parça yapılmaktadır. Yani tarlanın tamamı bir kerede karıklanmayıp bir iki saatte bir yeni karık açılır.

Dikim günü sabahın erken saatinde fidelikten fideler yolunur. Diğer taraftan dikim için gerekli su hazırlanır. Su taşıma işi yine öküzlerin boynundadır. Öküz arabalarına bağlanan fıçı yardımıyla genellikle aşşapuvardan getirilen su tarlanın uygun bir yerine konan hereni ya da yarım fıçı içine boşaltılır. İkinci bir seferden dönene kadar buradaki sularla dikiciler dikimi sürdürürler.

Eğer tarlaya yakın bir yerde su kaynağı varsa, bu defa öküzlerle su taşımak yerine o gün imeceye katılanlardan yetişkin erkekler boyunduruklar yardımıyla omuzlarında su taşıyarak dikim için gerekli su ihtiyacını karşılarlar.

“Su bonduruk”u dediğimiz bu alet bir buçuk metre uzunluğunda bir dal parçasının iki ucuna bağlanan “Kevük” yani kancalar yardımıyla su kaplarının taşınmasında kullanılan bir alettir. Bu boyunduruklar zaten evlerimizde kuyudan su taşırken her zaman kullanılmaktadırlar. Su taşıma kabı olarak evlerde sacdan yapılmış “pakrak” yani kovalar kullanılırken ihtiyaca göre tenekeler da kullanılmaktadır. Su tenekeleri yıl boyunca evimizde kullandığımız sıvıyağ tenekelerinin atılmayıp, üst kısımlarının (yüzeyin tamamı) kesilerek açılması ve buraya ister düz bir tahta ile istersek eğip büktüğümüz bir demir parçasından yaptığımız alet ile “Kulp” takılarak hazırlanmaktadır.

Atalarımız “taşıma suyla değirmen dönmez” demişler ama görüldüğü gibi köylümüz yıllardır bu değirmeni her türlü zahmete girerek taşıma suyla döndüre gelmiştir.

Eğer tarlanın üst tarafında bir su kaynağı varsa buraya atılan “hortum”lar vasıtasıyla su temin edildiği gibi son yıllarda tarımdaki mekanizasyonlarla traktör sahipleri bu iş için “su tanker”i yaptırarak işlerini daha da kolaylaştırmaktadırlar. Eşeği olan bazı aileler eşekle de su taşımaktaydılar. Bu iş için hazırlanmış iki adet “su tankı” sağlı sollu eşeklerin sırtına bağlanır yakın bir yerde doldurulup getirilir ve altındaki tıpasından boşaltılırdı.

Sabah kahvaltısının ardından saat sekiz dokuz gibi dikim işine başlanır. Bu iş için görevli iki temel gurup vardır. Bunların biri “dikiciler” diğeri “sucular” dır. 

Dikim işlerine genelde kadınlar yapıyor olsa da erkekler de özellikle kendi tarlalarındayken dikim yapmaktadırlar. Sucular “taşıyıcı” ve “dağıtıcı” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Taşıyıcılar tarlaya kadar taşırlar, dağıtıcılarda belli noktada toplanan suyu dikicilerin ellerindeki sacdan mamul “ıbrık” yani “ibrik”lerin suyu bittikçe doldururlardı. Suyu biten dikici elindeki sivrüç ile ıbrığın kenarına vurarak ses çıkartır ve dağıtıcı bu sesi takip ederek ilgili ıbrığın suyunu doldururdu.

Sucular aynı zamanda elinde fidesi biten dikicinin fidesini de tedarik ederdi. Her dikicinin ıbrık ve sivrüçten başka yanında bir de “fide kabı” olurdu. Bazı dikiciler ise bellerine bağladıkları etekliği fide kabı olarak kullanırlardı.

Burada en zor iş dikicilerindir. Bir ellerinde fideler ve su dolu ıbrık diğer ellerinde “sivrüç” dediğimiz bir karışlık değnek gibi toprağa delik açma aleti iki büklüm eğilerek bu işi yapmaktadırlar. Su dökerek sivrüç yardımıyla 15-20 cm’lik aralıklarla delik açarak bu deliklere fideyi yerleştirip, saçaklarını çamurlu toprağa yapıştırıp çevresini boşluk kalmayacak şekilde ince toprakla doldurarak yapılan dikim belli aralıklarla verilen molalarla gün boyu sürmektedir.

Dikme işlemi bittikten bir hafta sonra gerek hatalı dikim sonucu “tutmayan” fve gerekse “kurt kesmesi” sonucu hasar gören fideler çoksa yerine yenisi dikilir ki biz buna “aşlama” yani aşılama diyoruz.

Tütün dikme işi biten aileler “kesimcelik” adı altında “helva” alır evde çoluk çocuk yerler. Eğer o gün tarlada imeci ya da keşiklemeci de varsa bu defa günün sonunda ikindi vakitleri ya da öğle yemeğinde de bu helva herkese dağıtılır.

c-) Tütün Kazma
Dikimi yapılan tütünler bir kaç hafta içinde gelişmeye başlarken aynı zamanda da çevresinde otlar da büyümektedir. “Kazma” larla bu otların kesilmesi ve tütünün dibindeki toprağın kazılarak fide köklerinin havalandırılması işlemine, yani çapa işine biz “tütün kazma” deriz. Burada, otları kesip toprağı havalandıracağım diye tütün fidesine zarar vermemek için çok dikkatli olmak gerekmektedir.

Kazma işleminden sonra tütünlerde “bit” lenme olursa zirai ilaçlama da yapılmaktadır. İlaçlama işini özel ilaçlama motorları ya da “fısfıs” dediğimiz “tulumba”lar vasıtasıyla yapılmaktadır.

d-) Tütün Kırma
Tütün bitkisi bir iki karış boya ulaştığında kırma zamanı gelmiş demektir. Ancak tüm yaprakları bir kerede kırılmaz. Yapraklar altlardan başlayarak yavaş yavaş olgunlaştığı için tütün kırma işi “dip, orta, doruk altı, doruk, doruk üstü ve toplama” gibi adlar altında birçok defalarca yapılır.

Önce ilk fide yaprakları kuruyup dökülen tütün köklerinden daha sonra açan dip yaprakları olgunlaşıp sararmaya başlar. Alttan ilk iki üç yapraktır. Genellikle tozlu topraklı olurlar ve kalitesizdirler. Toplanmaması önerilir ama köylü yine de kıyamaz toplar.

Dip yaprakları kırılıp temizlendikten sonra daha da bir gelişme gösteren tütünlerin bu defa olgunlaşan 4-5 yaprağı vardır ki oldukça kabadır. Kırılması da dizilmesine doyum olmaz.

Asıl kaliteli tütün doruk yapraklarıdır. Bu nedenle özellikle Temmuz ve Ağustos aylarına tekabül eden bu dönem çok önemlidir. Onun için köylü bu safhayı doruk altı, doruk, doruk üstü diye ayrı ayrı kırarak uzatmaya çalışır.

Kırılıp toplanan tüm yapraklarının ardından güz yağmurlarıyla yeniden yeşerip yaprak salan tütünlerin kalitesi düşmektedir.

Tütün kırma dediğimiz tarladan yaş tütün yaprağı toplama işi günün sabah ve akşam saatlerindeki serin vakitlerde yapılmaktadır. Her aile kendi başına yaptığı gibi yaprakları olgunlaşıp sararmaya yüz tutmuş kırılması gecikmiş yani kırma işini yetiştiremeyenler “keşikleme” ya da “imece” yaparak toplu kırım ve dizme işi de yapmaktadırlar. Bazen gece vakitlerinde bir çeşit gaz lambası olan “lüks” ya da piknik tüplerine monte edilen “aydınlatma aparatıyla” da tütün kıranlar da olmaktaydı.

Kırım işlemi tarlanın alt tarafından başlar. Karıklar vasıtasıyla bir sırada dikili olan tütün bitkisinin kırılan tütün yaprakları üst üste getirilerek “demet” yapılır ve demetler tütün köklerine bırakılır. Tarla başına ya da kesim başına ulaşıldığında geri dönülüp arkadaki demetler kucağa toplanır ve gidip bu iş için yapılmış “çit” e yani büyük sepete düzenli olarak konulur.

Akşam ikindi vaktinden sonra ve sabah 9-10’a kadar kırılan bu tütün yaprakları evin yanındaki gölgelik bir ağacın altına ya da tütün dizmek için belirlenen ev, salaç, çatı katı vb. yerlere bir karış kalınlığında demetleri bozmamaya dikkat ederek serilir.

e-) Tütün Dizme
Kırılıp getirilen tütün yaprakları aynı gün ipe dizilmelidir. Yoksa solarak buruşup birbirine yapışan yaprakların tek tek ipe dizilmeleri zorlaşmaktadır. Dizme işi 50 cm’lik yassı “tütün iğne”leriyle yapılmaktadır. İğneye ana damarından dizilen tütünler bu iğnenin arkasına takılan 3 metrelik “tütün ipi” ne sıyrılır. Daha sonra da bu ipler güneşe karşı asılarak tütünün kuruması sağlanır.

Tütün ziraatının belki de en zevkli işi tütün dizmeleridir. Yaklaşık 2-3 ay sürmektedir. Bu süre içersinde köylü bol bol dinlenmekte yani tütün dizmek için oturup kaldığı için fazla yorulmamaktadır. Öte yandan özellikle geceleri yapılan “tütün dizme imece”leriyle bir araya gelip güle oynaya neşeli vakitler geçirmekte, bu arada topluca bol bol sohbetler edilmekte, eski ve yeni birçok olaylar ve konular konuşulup tartışılmaktaydı. Bir yanda radyo, teyp, pikap vb müzik aleti olarak ne varsa onlar çalar gece yarılarına kadar bu işlem sürer giderdi.

f-) Tütün Kurutma
İpe dizilen tütünleri kurutma işi genelde “Vagon” dediğimiz araçlarda yapılmaktadır. On ya da 12 adet ipin asıldığı bu tütün kurutma aracımızla kurutma sırasında tütünlerimizi ıslanmaktan korumaktaydık. Özellikle “çiğ” düşme riski olduğu akşamlarda ve yağmur yağma ihtimali olan anlarda bu vagonlar “salaç” lara taşınır gün doğana ya da yağmur dinip güneş açana kadar burada bekletilirdi. Bazen de gece ya da gündüz fark etmez aniden bastıran yağmurlar karşısında yetişemeyip tütünleri ıslattığımız da olurdu.

“Salaç” üç tarafı kapalı ön duvarı olmayan bir binadır. Vagonları koyduğumuz, içinden başlayıp ihtiyaca göre 30-40 metre uzunluğundaki dışa doğru uzanan ve bir birine paralel “demir yolu”na benzeyen ama bir buçuk metre yüksekliğinde olan iki sıra “salaç yolu” dediğimiz bir düzenek vardır. Bu yolların üstü bazen yağlanarak iki üç vagonunun birlikte kaydırılarak taşındığı gibi yerine göre her vagon tek tek omuzlarda içeri ya da dışarı taşınmaktadır. Vagonlar dolup yer kalmadığı zamanlarda ev, salaç ve samanlıkların Güney’e bakan yönlerine “cerek” ya da çıtalar yardımıyla vagon benzeri düzenekler yapılır ve gölgede soldurulan tütünler buralara da asılarak kurutulmaktadır.

Son zamanlarda kurutma işlemi “sergen” dediğimiz aslında “sera” tipi düzeneklerle de yapılmaktadır. Bunun tek olumsuz yanı havalandırmada yapılacak bir hatayla tütünün kurumadan çürütülme riskidir.

g-) Tütün Hevengi
Kuruyan tütünler vagonlardan alınıp ipi katlanarak bizim “hevek” dediğimiz hevenk yapılır. Hevenk, üçer ipten oluşan kurumuş tütünleri dörde katlanarak ucuna bir “kevük” yani ağaçtan yapılmış bir çengel ya da kanca bağlanarak yapılır. Bu kevük yardımıyla çatı katına ya da bu iş için uygun “havadar” bir yere asılan hevenkler, Burada mısır hasadı, buğday ekme ve odun çekme işleri bitene kadar takriben kasım sonuna kadar bekletilir.

h-) Tütün İstifi
Sonbahar işleri bitip karakış kapıya dayandığında evine kapanan köylünün yeni bir işi daha başlamaktadır. Biz buna “istif” ve “tonga” yapma diyoruz. İstif, katlanıp hevenk yapılan tütün dizili iplerin tekrar açılarak baskı altına konulması işidir.

Bunun için tütün ipinin uzunluğunda ince bir tahta yardımıyla sıra halinde dizilmiş olan tütün yapraklarının sıradan çıkmış olanlarının tekrar sıraya sokulması ve düzgünleştirilmiş iplerin sıra sıra konularak yere dizilmesi işidir. Çok eskilerde zaten daracık olan evlerimizin bir odası bu yüz, yüz elli santimetre yüksekliğe ulaşan istifler sayesinde kullanım dışı kalırdı. Düzenli bir şekilde üst üste yığılan tütün dizili ipler bir hafta on gün boyunca üzerine ağır taşlar da konularak ezilip sıkılaştırılırdı.  Bu işin en zor tarafı ise soğuk odada yapılması mecburiyetidir. Soba yakmaya kalkılırsa tütünler kuruyup yaprakların ufalanarak zayi olması riski vardı.

Tütünün istife vurulabilmesi için de belli bir yumuşaklıkta olması gerekmektedir. “Tav” denilen bu yumuşaklığı hava koşullarının elvermesi gerekmektedir. Öyle istenildiği anda tütünleri istenilen tava getirilmesi gibi bir şansımız da yoktur. Havanın durumuna göre beklenir. Aşırı nem ya da kuru havaya karşı gereken tedbirleri almak için köylü sürekli tetikte beklemek zorundadır.

Filtreli sigaralar çıkmadan önceki zamanlarda bu istif öncesinde köylünün bir de “tütün seçme” derdi vardı. Hevenkler odanın içinde açılıp bir duvardan öteki duvara asılır ve küçücük bir pencereden gelen loş ışığın altında günlerce süren iyi kurumamış, küflenmiş ya da hastalıklı yapraklar elle tek tek ayıklanıp koparılırdı. Bu seçme işini herkes yapamazdı. Bu işe ehil olanlarımız yapardı.

Bu arada seçilen yapraklar odanın içine atılır, evin odası tütün yaprağıyla dolar adım atılacak yer kalmazdı. Evin diğer fertleri de fırsat buldukça bu yaprakları cinsine göre ayırarak teker teker toplayıp “pastal” ya da “dömet” dediğimiz şekilde demet yapardık. Az buçuk iyice olanlar tonganın kenarlarına sıkıştırılır diğerleri de ateşe verilip yakılırdı. Dediğim gibi sigaralarda filtre uygulaması başlayınca bu seçme işi “tekel idaresi” tarafından istenmediği için yapılmamaktadır.

i-) Tütün Tongası
Tongaya basılmaz. Yoksa ufalanmaması için hafif nemli bir şekilde satışa hazır hale getirilmiş tütün tongasına basarsanız tütün ezilip bir birine yapışır ve çürür. Bunun için kelimenin tam manasıyla siz siz olun sakın tongaya basmayın.

Tonga, aslında 30 kg ağırlığındaki tütün paketleridir. Tütünleri tongalamak, bu iş için yapılmış “tütün sandığı” dediğimiz araçlarla yapılmaktadır. Adeta bir kalıp makinesini andıran bu alete önce bir ucuna keten ipi bağlanmış “tütün çulu” yerleştirilir. Tütün yaprağının boyuna göre “enine genişliği” ayarlanabilen bir düzeneğe sahip bu alete kısa kısa kesilen tütün dizili ipler yaprakların ucu birbirinin üstüne gelecek şekilde yerleştirilir. Takriben bir karış kalınlığında eni ve yüksekliği bir birine eşit hale geldiğinde üzerine ağırlık koyarak iyice sıkıştırılan tütünler yine özel bir düzenekle açılan bu tütün sandığından çıkarılarak üç tarafı tütün çuluyla kapalı ve bir tarafı da bu çulların iğne yardımıyla dikilmesiyle gerdirilerek dikilir. Tongaların diğer ön ve arka yüzleri de aynı keten iplerle sıkıca dilerek taşıma esnasında dağılmaları önlenmektedir.
Ne kuru ne de aşırı nemli olmaması için daha doğrusu tavını koruyabilmek için bu tongalar yine havadar bir yere dizilerek üzerleri hasır, kilim ve çuvallarla sıkıca kapatılarak önce “eksper” leri gelip bakmasını (fiyatını belirlemek için) daha sonra da Tekel’e teslim edilmeleri için de sıralarının gelmesini beklemektedirler.

Tütünün bu 14-15 aylık serüveninin belki de en can alıcı ve heyecanlı anı hiç şüphesiz köye gelecek bir tütün eksperinin karşılanmasıdır. Eksperin köye geleceği gün köylüye önceden haber verilir. Muhtar ve köyden güçlü kuvvetli birkaç genç eksper (uzman) ile birlikte köydeki haneleri sıradan gezip tek tek tütünleri incelerler. Örnekleme yöntemiyle önüne getirilen 3-5 tongadaki tütünlerin elindeki kriterlere göre niteliğini inceleyen eksper, çeşitli notlar alarak incelemesini sürdürür. Düşük kaliteli tütüne rastlarsa üreticiyi mağdur etmemek için daha sıkı bir inceleme de yapan eksper dediğimiz bu yetkili işini bitirdikten sonra gider ve kimin tütününün kaça alınacağını ilan eder. Elbette az ama temiz iş yapan tütününü daima hep “başfiyat” tan satarak, kalite yerine çok tütün yapmayı tercih edenler de ortalama bir fiyattan satarak ortalama bir fiyattan ortalama bir gelir elde edilerek ortalama bir hayat devam etmektedir.

-Devam Edecek-

/Çetin KOŞAR
[Köy İncelemesi, Samsun, 1984 ]

27 Nisan 2009 Pazartesi

Evcil Hayvanlar


72. EVCİL HAYVANLAR

72.1. Büyükbaşlar

Sığırlar
Büyükbaş hayvanlardan sığır cinsi her ailede vardır.  Tarla işleri için bir çift öküz ve sütü için en az bir inek vazgeçilmezlerimiz olup köy hayatının bir parçasıdırlar. Genellikle kapıdan yetiştirilir hep inekler ve öküzler. Ancak bazı durumlarda özellikle öküzler başka köylerden de temin edilmektedir.

Sığır yavrularına genel olarak buzağı yerine BUZO deriz. Bu buzoları doğuracak hamile sığıra YÜKLÜ deriz. Bu yüklü hayvanlar doğumlarına yani BIZLAMA ‘larına yakın zamanlarda mera ve otlaklara yani YAZI’ ya salınmayıp KAPI da bakılır. Buzağıların yeni doğanlarına erkek buzo ve  dişi buzo derken, bunların genç olanlarının erkeklerine  DANA, dişilerine de DÜVE deriz. Daha sonra yetişkin olduklarında erkekleri ÖKÜZ, dişileri de İNEK adını alırlar.

Yeni doğan buzağılar 40 gün dışarı çıkarılmayıp ahırda kapalı yerde tutulur. Genellikle bahar aylarında doğan bu yavruları gün ışığına çıkarmama nedeni olarak güneş çarpar korkusu vardır.  Bizde ahırlara TAM denir. Yeni doğan buzolar için tamın bir köşesine BUZOLUK adında bölme yapılır. Anneleri yazıdan döndüğünde buzolar bu bölmelere alınır, akşam ve sabah olmak üzere iki kere yapılan SAĞIM işleminden sonra buzağılar birer saat kadar anneleriyle baş başa bırakılır. Gündüz boş olan tahta döşemeli tamlar onların oyun alanı olmaktadır.

İlk zamanlar inekler daha az sağılarak EMME ‘leri için buzolara süt bırakılırken, günler ilerledikçe dışarıdan yeşil ve kuru ot ile su ve YAL içmeye de başladıkça daha az süt ihtiyacı olur.

Hayvanların adlandırılmaları başta renklerine ve doğdukları günlere bağlı olmaktadır. Cumartesi günü doğan dişi sığıra CÜMERE, Pazar günü doğan erkek sığıra PAZAR adı verilmektedir. Renklerine göre ise; Sarıdana, sarıinek, Alaman, Gökmen, Gökdüve, Goğur, Karaman, Ceyran, Altun vb.

Daha önceleri karasığır denen türler mevcutken 1949 yılından itibaren köyümüzde hayvan türlerinin ıslahı çalışmaları sonucu özellikle iyi süt veren Jersey türünün yerleşmesi sağlanmıştır. Her sabah köyün belli bir noktasına kurulan TOHUMLAMA MERKEZİNE “GÖĞE” gelen “BOSAK” inekler getirilir, belli saatinde köye gelen BAYTAR’lar suni tohumlamayı yaparlar. Karasığır dediğimiz türlerdeki hayvanlardan yarım kilo süt alınırken yeni türlerde 2-3 kilo süt alınabilmektedir.

ÖKÜZ
Öküzler bir evin ekmek kapısıdır. Öküzü olmayan ailelere yoksul, yardıma muhtaç gözüyle bakılır. Gerçekten de o ile kapısında öküz olanlara daima ihtiyaç duyar.

Köy yerinde öküzler, toplumsal yaşam içinde hep saygın bir yerde olmuşlardır. Tarlayı süren, hasat edilenleri harmana taşıyan, DÜVENE koşulup ekini sapından ayıran, yıkamak için dereye, un etmek için değirmene götüren, ormandan odun çeken, omca taşıyan, tarlada karık açan, fucularla su taşıyan, tarlanın taşını kenara çeken, ev inşa ederken temel taşını ağacını taşıyan,  yerine göre GELİN ARABASI yerine göre AMBULANS gibi hasta arabasını taşıyan öküzlerimiz de artık yavaş yavaş bizi terk etmektedirler.

İNEK
Bu hayvanlar da tıpkı öküzlerimiz gibi bir ailenin ayrılmaz parçalarıdırlar. Süt, yoğurt, ayran, tereyağı, çökelek, minci, peynir… Her şeyden önemlisi doğumlarıyla ahıra kazandırdıkları yeni bireyler vasıtasıyla ailenin zenginlik kaynağıdırlar.


KÖMÜŞ
1970’li yıllara kadar köyümüzde Manda (camış) yetiştirilirdi. Benim hatırladığım Züver’in Memet Emmi erkeğini yetiştirirdi çift çubuk için. Nüriye Ninemin de sütü ve yoğurdu için dişi kömüşü vardı. Erkeği öküze göre daha güçlü olan bu türler, sulak alan hayvanı oldukları için köyümüzde bakımı güç olmuş ve terkedilmiştir. Küçüklüğümüzde MEŞVERET’lerde beraber yüzerdik söğüt dalına yuva yapmış ve yavrularını sinek kapmış mandalarla. Gün ortasında su aygırları gibi derin göllere girer, saatlerce orada kalarak kendilerini serin tutarlardı.

EŞŞEK
Gücünden faydalandığımız bu hayvana bazı aileler geçici olarak sahip olmaktadır. Sürekli bu hayvana bağlı kalanlar yoktur. Köy işlerinde yoğun meşguliyet, bu hayvanlarla uğraşmaya fırsat vermemektedir. Her ailede var olan öküzler eşeğin yapacağı işleri zaten yapmaktadır. Buna rağmen eşek edinenler ara sıra ormandan odun çekmek, değirmene gitmek vb. işlerde kullanırlar. Uzun süre kapısında eşek besleyenler Raif ve Rıza yılmaz kardeşlerdir. Son zamanlarda eşek edinenler arasına Ramis Koşar, Ahmet Yılmaz ve Nihat Ustaoğlu’da katılmıştır. Buna karşılık, komşu köy Gecekli ve Kapaklı’da eşek edinen aile sayısı daha çoktur.

AT
Cumhuriyetin ilk yılları ve sonrası 1960’lara kadar köyümüzde bazı kişilerde at bulunurken günümüzde köyümüzde at kullanan yoktur. O günlerde binek olarak kullanılmasının yanında harman sürerken Döğen çektirmede ve at arabalarına koşulurmuş. Fikri Yılmaz (Fİkrücük) ve Hakkı Koşar (Hakkicük) başlıca yetiştiricilermiş. Yakın yıllarda Ahmet Yılmaz (bakkal) da arabaya koşmak için yetiştirmekte idi. Bakım zorluğu ve gereksizliği nedeniyle bugün (1984) itibariyle köyde at yetiştiren yoktur.

KATIR
Köyümüzde Katır hayvanı da yoktur. At ve eşekten melez bir hayvan olan Katıra da ebeveynlerinin gereksizliği gibi köyde ihtiyaç duyulmamıştır. Bir ara Hikmet Ustaoğlu, tütün dikmelerinde su taşımak için bir tane kullanıyordu. Çetillik mahallemizde de birkaç tane Katır olduğu söylenmekteydi.




72.2. Küçükbaşlar
KOYUN
Küçükbaş hayvanlar sınıfına giren bu hayvan türü birkaç ailenin dışında köyümüzde ilgi görmemektedir. Köy içinde Hasbi Şahin, Mehmet Koşar edinmektedir. Tabi bunların sayısı 10-20 adeti geçmemektedir. Büyük sürüler halinde edinenler de var idi. Örneğin Şaban Bak(Şaban usta), Ürfetin Sefer Koşar. İlaz Şaban bu koyunların sütünden de yararlanır, peynir yapardı. Genel olarak ticari amaçla edinilmiştir. Daha sonra vazgeçmişlerdir.

Günümüz itibariyle (1984) köyde koyun yetiştiriciliğini meslek edinmiş tek aile Kazım BOZDEMİR (Helen Kazım) dir. Evvelki yıllarda daha çok yetiştiricisi olmasına rağmen arazilerin bölünüp küçülmesiyle meralar daralmış bu da koyunculuk üzerinde olumsuz bir etki yapmıştır.

Kış mevsimi geldiğinde ise köyümüz bir koyun kışlağına dönmektedir. Özellikle yükseklerde sürekli kar yağışı nedeniyle koyunlarını otlatacak mera bulamayan sürü sahipleri köyümüz sınırları içersinde SAYA dediğimiz koyun barınakları inşa ederek kış boyunca (Ekim – Mart ) köyün meşveretlerinde koyunlarını otlatmaktadırlar. Tabi bunun karşılığında köy sandığına cüzi bir miktar kira bedeli ödemektedirler.

KEÇİ
Köy sınırları içersinde keçi yetiştiriciliği yapılmamaktadır. Ancak Kazım Bozdemir koyunların arasında birkaç tane bulundurmaktadır.



72.3. Kümes Hayvanları
TAVUK – HOROZ
Kümes hayvanlarının barınağı olan PİN köyde her ailede mutlaka vardır. Çiftlik şeklinde değil de kümeslerde 10-15 adet olarak yetiştirilen bu hayvanlar gerek eti ve gerekse yumurtası için edinilmektedir.  Yumurtalar eskiden daha çok satılmak üzere biriktirilirdi. Yumurtasının yanı sıra tavukların da pazara götürülüp canlı canlı satılması bir adetti. Yani her aile, tuz, yağ, şeker ve gaz ihtiyacı için bu hayvanların etini ve yumurtasının pazarlamakta idi. Bu işi ticaret haline getiren olmazdı. Her aile kendi tavuğunun yumurtasını kendi götürüp pazarlardı.

ÖRDEK – KAZ
Bilhassa ördek, köy içinde akarsu olmamasına rağmen yakın yıllara kadar birçok aile tarafından edinilirdi. Aslında sığır ve koyun gibi hayvanların bakımına yakın bir ilgi ve alaka isteyen bu su hayvanları daha ziyade evi dere kenarına yakın olanlar tarafından yetiştirilirse bu kadar zahmetli olmamaktadır. Köyümüzde Karanlıkdere’nin ördekleriyle Sarımsak’ın kazları meşhur idi.

HİNDİ
Nereden geldiyse geldi, 1975’li yıllardan itibaren hindi yetiştiriciliği köyümüzde epey yaygındı. Yetiştiricilik dediysek tabi bu sürüler halinde değil bir kuluçkalıktı. Hatta bazen yumurtası satın alınarak kuluçkaya yatmış tavuğun altına konulur, yumurtadan çıkar çıkmaz tavuk civcivlerinden ayrı tutularak büyütülürdü.



72.4. Bekçi Hayvanlar

KÖPEK
İnsanoğlunun sadık dostları olan köpekler eskiden her ailede bir iki tane bulunurdu. Gerek yabani hayvanlardan korunmak ve gerekse düşmanlık yapmak isteyenlerden sakınmak için özellikle geceleri tek güvence köyde köpeklerdi. Cins olarak pek fazla çeşit yoktur. Başta Koyun ve ev köpeği olmak üzere kurt ve fino tipleri de bulunabilmektedir. Av köpeği yoktur. Bir ara Köy imamı Turan Tok edinmişti ama köy yerinde avcılık yaygın olmadığı için terkedilmiştir.

Günümüzde artık, bakım zorluğu başta olmak üzere edinilmesi saiklerinin  ortadan kalkmasıyla bu hayvanların sayıları da oldukça azalmıştır.


KEDİ
Kedi köpekler gibi eskiden olduğu kadar önemli değildir. Eskiden evler genellikle ahşap iken, fareler rahatlıkla barınabiliyorlardı ve bunlardan korunabilmek için kedi lüzumlu idi. Konutların betonarme oluşuyla bu haşaratın evlere girişi güçleşince evde kedi beslemek anlamsızlaşmıştı. Lakin bunun böyle olmadığı çok geçmeden anlaşılmış olup farelerin ele geçirmediği bölge kalmayınca kedi beslemeyen aileler komşuların kedilerini ödünç alarak, evlerindeki ilaçla halledemedikleri farelerden kurtulmak için kedilerden yararlanmaktadırlar.

Kedi olsun köpek olsun, bu hayvanları temizliği için özel bir çaba gösterilmemektedir. Yani temizliklerinden her hayvan kendisi sorumludur. Özel olarak bir bakımın yapılmayış nedeni köy işlerinin yoğunluğu ve bir de bu havyaların her yere girip çıkmaları nedeniyle temizlik yapılsa da bir anlamı olmayacağı düşüncesiydi. Ama yine de bu hayvanlar kendi temizlik sorunlarının kendileri hallediyorlardı. Pek nadir olarak ara sıra kedi ve köpeklerin de yıkandığı olurdu.

/Çetin KOŞAR
[Köy İncelemesi, Samsun, 1984 ]