16 Mayıs 2022 Pazartesi

ÇATAL DUT

Yolcu Dergisi, Sayı: 104        Sayfa:39  

 
"Ay Bulutta Bulutta,
Mendilim Kaldı Dutta.
Geleceksen Gel Gayri,
Daha Gönlüm Umutta."
/Nurten İNNAP - Uşak
 
 
Eski iki katlı evimizin yanı başında, çatalı hemen toprağa yakından başlayan iki gövdeli bir dut ağacımız vardı. Evimize o kadar yakındı ki evin dış kapısı ile arasından ancak bir öküz arabası geçebilecek genişlikte bir açıklık vardı.
 
Bir ilkyaz meyvesi olan bu dut ağacının hemen yanı başında kış meyvesi olan bir ayva ağacı, ayva ağacına komşu aynı zamanda menteşe niyetine demir çemberle mandıra kapısının bağlandığı pelit ağacı ve “mandıra kapısı”na ek ikinci bir geçit veren küçük “yayan kapısı”ndan sonra bir de ak incir ağacımız vardı. Evimizi karayelden koruyan arkadaki asırlık çınar ağacının ve salaç yolunun sonundaki armut ağacının dışında yine evin çevresinde, hallu (avlu)’nun ortalarında ya da kenarlarında kara incir, ovaz, ceviz, erik, elma, üzüm, töngel, kiraz vb. nevi meyve ağaçlarımız vardı.
 
Ağaçların bu tür yerleşimini köyde hemen hemen her ailede görmek mümkündü. Eskiden her aile evinin çevresini meyve ağaçlarıyla donatırdı. Hatta tek tük ağaç ile yetinmeyip, avlusunun bir kenarına “meyvelik” adı altında meyve bahçesi kuran ailelerin sayısı az değildi.  Bu da gösteriyor ki ağaç her şeyden önce varoluşu, hayatı, canlılığı, bereketi temsil etmekteydi. Tabiata ait bu unsurlar hayatımızı kolaylaştırırken aynı zamanda oluşan kültürün gelecek nesillere aktarılmasına da aracılık etmekte idiler.
 
Atalarımız yerine göre bu ağaçlara mistik değerler atfetmiştir. Mesela, incir ağacı kutsaldır, odunu yakılmaz; ev inşa edilip çatısı çatılırken yanı başına dikilen dut ağacı o evin ruhunu temsil eder. Ağaçlara atfedilen bu kutsallık neticesinde meyve ağaçları budanmaz, dalları kesilmez, sere-serpe büyüyerek devasa boyutlara ulaşır idi. Meyvelerin ağırlığını taşıyamayan bu dallar kırılmasın diye yere yakın olanları kazıklarla desteklenir, meyve yüklü koca koca kolları bu yükü çekemeyip yarılıp kırılsa da hiç bir meyve ağacı kesilmez, gövdelerinin içleri çürüyüp “kovuk”lar oluşsa bile dış kabuk ve ona yakın yüzeyler sayesinde ayakta kalıp meyve vermeye devam ederler tâki bir bahar mevsiminde diğerlerinin dallarına su yürüyüp, tomurcukları patlamaya başladığı halde kendisinin öylece kala-kaldığı zamana kadar ki zaten ağaçlar hep ayakta ölmezler mi?
 
Kocayıp, yaşlandıkları için birer ikişer aramızdan ayrılan bu kocaman meyve ağaçlarının yerini şimdilerde, sürekli budanarak fazla büyütülmeyen ve az yer kaplayan “bodur” türler alıyor. Ancak, onlar da bir veriyor bir vermiyor, sık sık hastalanıyor ve bir bakmışsın kuruyup gitmiş. Yani kendi başlarının çaresine bakmak yerine bir bebek gibi sürekli bakım istiyorlar; her yıl ilaç isteyen, gübre isteyen, dibinin kazılıp havalandırılması, sulanmasının yanında “don” tehlikesine karşı korunması gibi ve daha birçok hizmet isteyen bu yeni tür meyve ağaçlarına karşın eski tür meyve ağaçlarımız dikim esnasında gördükleri bir ıbrık (ibrik-testi) “can suyu”ndan başka meraklısı tarafından yapılacak yarma ya da kakma “aşı” dışında hiç bir ilgi ve alaka görmez, herkes kendi başının çaresine bakar idi.
 
 
ŞEHİR IŞIKLARI VE AĞAÇLAR
 
Cenab-ı Rabbülâmin, biz canlıların yaşayabilmeleri için her şeyi bir nizam ve intizam içinde yaratmıştır. Bu nimetlerden biri de “gece ile gündüz” dür. Ne gündüz geceye karışır, ne de gece gündüze!... Her ikisi de tayin edilen düzen üzre birbirlerinin peşi sıra giderler. Gece yapılacak işler gece, gündüz yapılacak işler gündüz yapılır. “Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme hali kılan, gündüz vaktini ise bir diriliş ortamı yapan O’dur.” (Furkan,47)
 
İnsanlar gündüz çalışıp gece dinlenirken bitkiler bizim için gece gündüz demeden çalışıyorlar. Örneğin, ışık enerjisini kimyasal bağ enerjisine dönüştürerek ilk basamaktaki organik madde üretimini sağlayan bir mekanizma (fotosentez) vardır. Gece olunca yatması gereken insan yatmayabilir, çalışır ya da eğlenir ama gündüz yatar uyur. Ancak bitkiler böyle değildir; gece yapılacak işlerini gece, gündüz yapılacak işlerini gündüz yapmak zorundadırlar. Burada sorulması gereken soru şu: “Geceleri gündüz gibi aydınlatılan şehirlerimizdeki ağaçlar bu işi nasıl yapacaklar?” Çok zor!
 
Bunun için “meyve ağaçları köylüdür!” diye boşuna demiyorum. Gecesi gündüzüne karışmış şehirlerdeki ağaçlar bile abuk sabuk gelişirken meyve veren ağaçlar nasıl gelişip sağlıklı meyve versinler. Bu yönüyle meyve ağaçları şehirlere yakışmaz. Şehirler zaten bu yükü kaldıramaz. Meyve dediğin temiz ortamlarda yetişmeli. Bir çöp bidonunun olduğu çöplüğün yanındaki dut ne kadar iri, ne kadar sarı, ne kadar sulu ve ne kadar ballı olursa olsun kim bakar yüzüne, kim uzanır da bir tanesini atar ağzına. Elbette kimse ilgilenmez onunla, üzerine konan kara sineklerden başka. İllâ çöplük yanı olmasına da gerek yok, toz-toprak, yağmur-çamur, üstüne üstlük birde egzoz gazlarıyla tütsülenmiş şehir havasında aldığı hangi temiz havayla meyve üretecek de bize sağlıklı meyve sunacak o ağaçlar? Hem hangi belediye, dibine dökülüp kaldırımını, asfaltını kirleten, pisleten bir dut ağacını orada yaşatır ki? Ne dut kendisi yaşar ne de onu belediye yaşatır! Uzayan dalları havai enerji hatlarıyla temas edecek durumdaysa bu defa elektrik dağıtım firmasının elemanları o ağacı traşlamadan bırakır mı? Hele bir de “helal-haram nedir? bilmeyen” olarak yetişen bir neslimiz var ki, nerede bir meyve ağacı görse daha yeni “töremiş” meyveyi “gök-kozak” haliyle yemeye kalkıp “talan” etmektedirler. Mümkünü yok. Şehirde meyve ağacını barındıramazsınız.
 
Bu yüzden şehirlerin cadde, sokak, park ve bahçelerine meyve ağacı yerine “süs bitkisi” diyebileceğimiz türden ağaçlar dikilir, onlar da “börtü-böcek” barındırıyor diye sık sık budanıp çırıl çıplak bırakılmaktadır. İki buçuk yıl süren tedavisi için sık sık tıp fakültesi hastanesine gelip giden rahmetli annemin de dikkatini çekmiş olmalı ki bir seferinde caddenin orta refüjündeki ağaçları göstererek  “oğlum bunlar ne ağacı böyle, hiç meyve göremiyorum? diye sorunca ben de ona “onlar süs ağacı” deyince “keşke meyve ağacı dikselerdi de kurtlar kuşlar ve insanlar yararlansaydı” demişti köylü aklıyla. Nereden bilsin meyve ağaçlarının da kendisi gibi köylü olduğunu.
***
 
Yaz mevsiminin ilk ayı Haziran ayındayız. Yılın ilk meyvesi “ekşili canerüg”lerden sonra gelen “bal tatlı dutlar”dır. Atalarımız “Datlu yiyelim, datlu gonuşalım.” derken sanki dut meyvesini yâd etmişlerdir. Türklerde “evin ruhu” olarak adlandırılan dut ağacı aynı zamanda ağızlara verdiği tad ile evin huzurunun, bereketinin ve istikbalinin de sembolü olmaktadır.
 
Dut ağaçları köylüye benzer dedik. O köy ki, hikayesi yarım kalan insanların yaşadığı mekanlardır; fakir ama gururlu insanlar, kendisinden çok başkalarını düşünen; birilerinin ihtiyacını giderdiği zaman sevinen, mutlu olan insanlar... Dut ağaçları için de hayatın anlamı budur; Sıcakta gölgesiyle serinletir; kışın pekmeziyle içinizi ısıtır, ateş olur, kor olur üşümüş tenleri ısıtır. Meyvesi pekmez olur, yaz kış  karnını doyurur, yaşamak için bize güç ve enerji verir.
 
Binlerce yıldır kurdundan kuşuna, börtü böceğinden insanına, pek çok canlının yararlandığı dut; yaprağından meyvesine, kabuğundan köküne, ağacından kerestesine her alanda kendisinden istifade edilen mümbit bir ağaçtır.
 
Günümüzde dut ağacı çoğu kimsenin dikkat etmediği bir ağaçtır. Diğer meyve ağaçları gibi kendini gösteren dikkatleri cezbeden nadide “çiçek”lere sahip olmadığından olsa gerek, dut ağaçları hayatımıza sessizce girip sessizce çıkarlar. Baharla birlikte diğer meyve ağaçları tomurcuklanıp yaprak ve filiz sürerken dut ağacı en önce meyve sürgünlerini verir. Daha sonra ışkın sürer, dallanır, budaklanır, yapraklanır. Meyvesini verdikten sonra dal ve yaprak gelişimini sürdürür. Ne zamanki havalar soğuyup insanı üşütmeye başlar işte o zaman da dut yapraklarını dökmeye yani soyunmaya başlar. Halk meteorolojisindeki “Dut giyindi soyun, dut soyundu giyin.” ifadesi manidardır. Doğa ile iç içe yaşayan eski insanlar yaşamlarını doğa ile uyumlaştırmışlar, havalar ısınırken yapraklanan dut ağacına bakarak artık kışlık elbiseler yerine yazlıkları yani “ince giysi”lerin giyilmesi gerektiğini tecrübe etmişlerdir. Tam tersi de dutun yapraklarını dökmeye başladığı zaman olup özellikle İlkbahar ve Sonbahar mevsimlerinde artan grip ve nezle gibi virütik hastalıkların artma nedenini, doğanın bu düzenini iyi gözlemleyip doğru okuyamadığımıza bağlıyorum.
 
 
DUT BİR ŞİFA DEPOSUDUR
 
Yaşlılar, ilkbaharda dutun olgunlaşma vaktine yetiştiklerine şükrederlerdi. Hastaysalar, dalından taze dut yiyecekleri için “bundan sonra iyileşirim” diye ümitlenirler, bilirlerdi ki dutun meyvesi şifadır.
 
Sağlık iksiri olarak tarif edilen dut antioksidan olması nedeniyle yaşlanmayı geciktiriyor. O vitamin ve mineral değerleri yüksek bir meyve olup, bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Meyve olarak yenildiği gibi, pekmez, dut kurusu, hoşaf ve reçel olarak da tüketilmektedir.
 
İltihap gidermesi ve toksik maddelerin atılmasını sağladığı için günümüzde sıkça görülen iltihaplı romatizmanın en iyi ilacının dut ya da duttan yapılan ürünler olduğunu kaçımız biliyor?
 
Pek çok meyve ve sebzelerde kırmızı, mavi, siyah ve sarı gibi tabii renkler görürüz ve buna tıp dilinde ‘antosiyoninler’ denir. İşte bu meyvelerdeki tabii renkler, hücre bozulmasını (canser) önleyici yani antioksidanlardır. Geçmiş tıp eserlerinde kaydedildiği gibi günümüz ilmî çalışmaları da bu maddelerin kanser hücrelerinin çoğalmasını önleyici ve hatta tedavi edici olduğunu ortaya koymaktadır.
 
Dut gibi yaban mersini, yer fıstığı ve en yüksek oranda kara üzümün kabuğunda bulunan “resveratrol,” fitoaleksin grubu bir bileşik olup hücrede tümör oluşumunu engeller.
 
Atalarımız “Bir dirhem et, bin ayıp örter” sözünün dut için de geçerli olduğunu söylerler. Bunun için dut; taze dut, dut kurusu, dut suyu, dut şurubu, dut reçeli ve dut pekmezi olarak çeşitlendirilerek tüketilmektedir.
 
Dutun besin değeriyle ilgili akla gelen her şey sayıp dökülüyor ancak insaf denen bir insan ayarı, akıl ve iz’an vardır. Kantarın topuzunu kaçırmamak lazım. Bilimsel bir araştırma sonucuna göre 100 gram taze dut meyvesinin besin değeri; - 93 kalori, - 0.9 g protein, - 19.8 g karbonhidrat, - 1.1 g yağ, - 0.9 g lif, - 60 mg Ca, - 1.1 mg Fe, - 0.05 mg B1 vitamini, - 0.07 mg B2 vitamini, - 0.2 mg B3 vitamini, - 17 mg C vitamini şeklindedir.
 
Atalarımız “Dut ye put ye, kiraz ye biraz ye!” diyerek kirazı az yemeyi önerirler iken dutu istediğimiz kadar çok yiyebileceğimizi salık vermişlerdir. Buradaki put, sırtta yük taşımakta kullanılan küfe, köyümüzdeki deyişle “çit”tir.
 
Ayrıca, “dut hayrattır” derdi büyüklerimiz; kuşun kurdun ve yoldan geçen kulun hakkı vardır dutta. Dut olgunlaştığında yenilmesi ya da silkelenerek toplanıp değerlendirilmesi gerekir. Yoksa olgunlaşan dut kendiliğinden dalından kopar, dökülür ve ziyan olup gider. Bunun içindir ki olgunlaşan dutu yedin yedin yoksa çöp olup gideceği için köylü, dutunu kendisi toplayamayacak ise komşusuna ya da bir hısmına hibe eder, o da bir defalığına dutları silkeler, toplayıp pekmez eder. Bilindiği gibi dut meyvesi de mesela incir meyvesinde olduğu gibi hepsi aynı anda olmayıp, kısım kısım olgunlaşarak neredeyse kırk gün boyunca sürekli meyve verir.
 
 
DUT AĞACININ KÖKENİ
 
Karadutun ana vatanının Orta Asya, beyaz dutun ise Çin olduğu tahmin ediliyor. Binlerce yıllık bir geçmişi olan dut ağacı, ipek ticareti ile birlikte tüm dünyaya yayılmış. Dolayısıyla günümüzde dut ağacına her yerde rastlamak mümkündür.
 
Dut ağacının Orta Asya’dan Anadolu’ya özellikle de ipek yoluyla gelen Türkler’e ait hem kültürel hem de ekonomik bir unsur olduğu düşünülebilir.
 
 

İNANCIMIZDA DUT AĞACI

 
HORASAN’DAN ANADOLU’YA FIRLATILAN EĞSİ (ÖĞSÜ)

 
Bugün, Hacı Bektaş Velî külliyesinde bulunan kutsal dut ağacının Ahmet Yesevi’nin Horasan’dan Anadolu’ya atıp buraya düştüğüne ve Köseği diye nitelenen Veli’nin eliyle diktiği ağaç olduğuna inanılmaktadır.
 
Menâkıbnâme; velilerin, tarikat büyüklerinin ve şeyhlerin kerametlerini konu alan eserlere verilen addır. Menakıpnameler bizim kültür hayatımızın bir farklı boyutudur. Bacım Sultan Velayetnamesinde Ahmet Yesevi’yle ilgili bu olay şöyle anlatılır:
 
“Sultan Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin bir ağaç kılıcı vardı. Getirip Sultan Hacı Bektaş Horasani’nin beline kuşattı ve orada ocakta dut ağacından bir od yanar idi. Bu eğsiyi kapıp Rûm’a (Anadolu’ya) doğru pertev etti. Ve dedi ki:” Rûm’da bunu tutalar.” “Ol eğsi havada yana yana Konya’da bir eve vardı, Sultan Hoca Fakih derler idi. Ol odu kapıp hücresinin önüne dikti. Kudret-i İlâhî ol eğsi bitti, tepesi yanık aşağısı dut idi. El-haletü hazihi şimdi yemiş verir.”  ”Pes imdi Sultan Hacı Bektaşî Veli o gice seccade üzerinde yattılar ve kudretten avaz geldi dendi ki, eylenme, Rûm’a var!”
***
 
Kırgızistan'ın Celalabad kentindeki “Aslan Baba” türbesinde de büyük bir dut ağacı vardır. Tasavvufta sembol olarak önemli bir yeri olan dut ağacından her evliyanın, her ermişin başucunda bir tane bulunmaktadır. İlimiz Samsun’da da bunun örneklerine rastlıyoruz
 
ŞEYH BEG (Şahbey) ve DUT AĞACI
 
Samsun İli Ondokuzmayıs (Engiz/Ballıca) İlçesi’ne 4 kilometre uzaklıktaki Yörükler Beldesi’nde, Kızılırmak Deltası, Kuş Cennetinin kıyısında bir türbe vardır. Burada medfun bulunan zat, Orta Asya’dan (Türkmenistan) Anadolu’ya ve yöreye göç eden Türkmenlerden ve Anadolu Evliyasından bir kimsedir. Halk arasında “Şah Beg” adı zamanla değişerek “Şeyh Beg / Şah Bey / Şıh Bek” şeklinde söylenir olmuştur.
 
 
DUT AĞACININ YANINDAKİ EV
 
“Günlerden bir gün, İstanbul’dan Hopa’ya yük getiren bir gemi, Karadeniz Ereğlisi açıklarında fırtınaya tutulur. Çok şiddetli bir fırtınadır. Gemi ha battı ha batacak! Mürettebat ve kaptan panik ve telaş içinde büyük bir korkuya kapılmış durumda Cenab-ı Allah’a sıdk ile dua ederlerken pir-i fâni, nur yüzlü, aksakallı, yaşlı bir zat ortaya çıkar; “Allah’ın izniyle, tehlikenin geçeceğini, telaşa kapılmalarına gerek olmadığını” söyleyerek hem onları teskin eder, hem de onlarla birlikte duada bulunur. Bir süre sonra fırtına geçer, gemi salimen yoluna devam eder.
 
Bu arada gemi kaptanı, kendilerine yardımcı olan yaşlı adama;
-“Baba, senin adın ne? Sana kim derler? Evin, yurdun neresi?” diye sorar.
 
İhtiyar;
— Benim evim, Samsun - Bafra Yolu üzerinde, Engiz denilen bir yer var. Oradan Balıkgöllerine giderken Boğaz üzerinde köprü ve mezarlık var. Mezarlıktaki YAŞLI DUT ağacının hemen yanındaki ev benim evim. Biz yedi kardeşiz” der ve daha sonra ortalıktan kaybolur.
 
Bilâhare kaptan, bu olaydan sonra rüyasında kendilerine yardım eden muhterem zatı görür ve o zat kaptandan kendisini ziyaret etmesini ister. Bunun üzerine kaptan Samsun’a geldiğinde gemisini limana demirler ve bu muhterem zatı ziyaret için karayoluyla Engiz’e oradan da şimdiki Yörükler beldesindeki kendisine tarif edilen dut ağacını bulur. Fakat yanında ev falan yoktur. Sadece tek bir mezar vardır. O zaman anlar ki, Şehbeg Dede ulu bir zattır. Orda hemen kendi kendine bir karar verir. Mevcut mezar üstüne bugünkü binayı (Türbeyi) yaptırır.”
 
 
(Samsun Derebahçeli şair-yazar Ali KAYIKÇI Beyin kayıt altına aldığı bu olayda geçen Şeyh Beg ve dut ağacını ziyaret etme fırsatı bulmuş fakat dut mevsimi geçtiği için dut yemek kısmet olmamıştı.)
 
 
DUT DEDE
 
Dut ağacıyla ilgili günümüze yansıyan gelenekselleşmiş kutlamalar da vardır. Bunlardan önemli olan birisi de 1965 yılından beri Ankara Ayaş ilçesinde yapılan “Dut Dede Şenlikleri”dir. Hacı Bayram’ın akrabası olan 13. yy.’da yaşamış bir evliyanın asasını yere vurduğu ve bu vurduğu yerden dut ağacı bittiği (büyüdüğü) ve bu ağacın meyvelerini bir koca ordunun yiye yiye bitiremediği inancı vardır.
 
 
MİTOLOJİDE DUT
 
Dut ağacı, Yunan mitolojisinde belirli bir üne sahiptir. Mitoloji Sözlüğü’nde şair Ovidius’un ağzından aktarılan efsaneye göre dut ağacı, Pyramus ve Thisbe isimlerindeki sevgililerin buluşma yeridir. Bir gün tam buluşacakları saatte genç kız, ağzı kanlı bir aslan görür, korkudan kaçarken sırtındaki örtüyü düşürür ve ona yetişemeyen aslan bu örtüyü parçalar. Gelen Pyramus görünen tüm kanıtlar karşısında sevgilisinin öldüğünü düşünür ve dut ağacının dibinde kılıcını çekip göğsüne saplayarak intihar eder. Fışkıran kanların ağaçtaki dutları kızıla boyadığı düşünülür. Akan kanı ağacın köklerine kadar iner. Ve beyaz dut, karadut olur.
 
Yine Antik Yunanda bilgelik tanrıçası Athena’ya hediye edilen dut ağacının, hayat verme gücü olduğu düşünülür. Eski Romalı doğa bilgini ve filozof Plinius, dut ağacı için “ağaçların en bilgesi” der.
 

KÖYÜMÜZE GELEN
AFRİKALI MİSAFİRLERİMİZ
“SARI SANDAL”LAR

 
Dut mevsimi geldiğinde yurtdışından kalkıp köyümüzü ziyarete gelen misafirlerimiz de vardı. Takım yıldızları doğduğunda geceleyin de uçabilen yani “Gece Göçmeni” olan sarı renkli bu güzel kuşun Lazca adı “malağure”’dir. Tüfekle avlanır. İlaz Selahattinoğlu Kemal Şen bunlara “Sarı Sandal” derdi. Etinin çok lezzetli olduğunu söylerdi. Zaten birçok hayvan türünün avlanıp etinin yendiğini bu ilaz komşularımızdan öğrenmiştik Zaman zaman Rize Pazar’dan gelen akrabaları köyümüzde av partileri bile düzenliyorlardı. Biz de kuş lastiğiyle (rastik) sarı sandal avına çıkardık ama bu kuşlar çok “uyanık” oldukları için kimseyi kendilerine yaklaştırmazlardı. Aslında kargagillerden bir kuş türüdür ama “leş” yemedikleri için avlanmaktadır.
 
Bilimsel adı “Bayağı Sarıasma” (Oriolus oriolus), olan bu göçmen kuşlar sarıasmagiller (Oriolidae) familyasından pembe gagalı, sarı renkli, ötücü bir kuş türüdür. İlkbaharda Türkiye'ye gelip Sonbaharda Afrika’ya döner. Dut, kiraz, üzüm ve incir temel besinleridir. En sevdiği meyve dut ve incirdir ama incirler olana kadar beklemezler, dutlar “sağıldıktan” yani bittikten sonra köyümüzü terk edip giderlerdi.
 
 

DUT YEME TÖRENLERİ
 
Çocukluğumun en güzel anılarından birisidir mevsimi geldiğinde hemen hemen her gün ağacına çıkıp dalından dut yemek. Ağaca çıkmak için gösterdiğimiz çaba ve yaptığımız onca akrobatik hareketler vücudumuza yaptırdığımız bir spor idi. Ağaca çıktığımızda dünyaya farklı açılardan bakmanın insana verdiği garip bir mutluluğun yanında dalından koparıp koparıp dut yemenin hazzı da bir başka olurdu. Evimizin önündeki o çatal dut ağacının bir kolu bana diğer kolu da aramızda bir yıllık yaş farkı olan abime aitti. O’nun kolu güneyde olup güneşe daha yakın olduğu için benim koluma nazaran daha iri ve daha olgun meyveli olurdu. Olsundu tabi. Bu bir “ağabeylik hakkı” olduğu için itiraz etmez idim ancak, bazen haberi olmadan, ondan gizli olarak onun koluna çıkar dutların irilerini yerdim. O da bunu fark ettiğinde ceza olarak bana ait kolun dutlarını silkeler, yere dökülen dutları dibinden geçen “tovug - cücüg,” (tavuk-civciv) inek ve "buzo” (buzağı)’lar tek tek yer kendilerine ziyafet çekerlerdi. Böylece ben de havamı alırdım. Gerçi kümes hayvanlarının ağız yapıları gereği dutu pek sevmedikleri söylenir. Özellikle civcivlerin boğazında kaldığı, iri dutları yutamadıkları için havasızlıktan boğularak öldükleri de görülürdü.
 
Köy gibi geniş bir coğrafyada hep hava almaz bazen hava verdiğimiz yani hava attığımız da olurdu. Bunlardan birisi de dut ağacına çıkarken alt dallardan itibaren başladığımız dut yeme ziyafetimiz daha yukarılara doğru çıktıkça bir şölene dönüşür, ağacın zirvesinde bol güneş alarak daha iyi olgunlaşıp ballanan dutları da yedikten sonra bu gastronomi yolculuğu sona ererdi. Dutları yedikçe önce midemiz ardından da gözümüz, gönlümüz doyardı. Bu doygunluktan büyük zevk aldığımız doğrudur. Ve başlardık ağacın tepesinde türküler söylemeye. Bu sebepten olsa gerek “Dut yemiş bülbüle dönmek” sözünü ben hep yanlış anlamışım ve dut yemiş bülbülün susmak yerine daha da güzel öttüğünü düşünmüşümdür. Ya da bir suçlunun karakolda suçunu itiraf etmesini ifade eden “bülbül gibi ötmek” sözüyle mi karıştırdım? Neyse!.. Bilemedim.
 
Türkü söylemekten başka, dut ağacındaki terennümlerimden birisi de “Ezân-ı Muhammedî” okumaktı. O günlerde bir ümmî (okuma - yazma bilmeyen) biri olarak evimizin karşı karşıya olmasından dolayı kendi köyümüzün camisinden çok Gelemet Köyü camisinde beş vakit okunan ezan sesleriyle kulak aşinalığı kazandığımdan olsa gerek her gün ezan okumadan da inmezdim duttan. Annem anlatmıştı. Bir keresinde tarlada tütün diken imeciler “gerçek ezan okunuyor” zannıyla iş bırakıp istirahata çekilmişler, ezan bitti deyip tam işe koyulacaklar iken gerçek ezanlar okunmaya başlayınca tekrar oturmak zorunda kalmışlar. (Köyümüzde koyu bir dindarlık olmasa da ezan okunmaya başlayınca susmak,  çalışıyorsa elindeki işi bırakıp oturmak, köylünün ezana gösterdiği asgari saygı ifadesiydi.)

 
 
DUT NASIL YENİR?
 
Dut yemek istiyorsanız çarşıya, pazara gitmeye ya da birisinden toplayıp getirmesini istemeye gerek yok. Tabi burada kastımız dutun kurusu değil, tazesidir. İşte dutun tazesi de olgunlaşmış ancak henüz dökülmemiş dalındaki duttur. En güzel dut ancak dalından koparılarak sapıyla birlikte yenen duttur. Aslında dut yenmez, emilir. Ağza atılan dut önce dil ile üst damak arasında ezilir, bal peteği gibi hücrelere hapsolmuş her birinin lezzeti diğerinden farklı dutların tadı önce damakta hissedilir sonra yutulur. Küçücük saplarıyla birlikte yenirken elbette bu sapların acılığı dutun tadını kaçırır ama ilk başta bunu anlamasak da aslında bu dutun vücudumuza yüklediği şekeri dengeleyen bir faktör olarak yararlıdır. Belli bir müddet sonra yenilen dut miktarı arttıkça artık dutun saplarını ayıklamaya başlarız. Bu durum üzümde de geçerlidir. Bir olay karşısında önünde bulunan alternatiflerden her birine bir kusur bulma, hiçbirini beğenmeme, bahaneler uydurma durumu, bir nevi seri mazeret üretimi için kullanılan “armudun sapı üzümün çöpü” ifadesinde “çöp” olarak anılan bu “sap”ların yenilebilir olması ayrı bir nimettir. Ayrıca, dutun çekirdeksiz oluşu da yeme konforunu, olumlu yönde etkiler. Gerçi dut da incir gibi çekirdeklidir de insanlar incirde olduğu gibi dutun çekirdeğini de sorun etmezler.
 
Dut dalından koparılıp hemen yenilmesi gereken bir meyvedir dedik. Ayrıca belirtelim ki duttan azami tad ve faide sağlamak için “yıkanmadan” yenilmesi gerekmektedir. Dut ağaçları parazit barındırmadığı için ilaçlanmaz. Yıkamadan yeme gerekçelerinden biri de budur.
 
Dut hassas bir meyve olduğu için ıslanmaya gelmez. Haliyle olgunlaşmış dut, yağmuru hiç sevmez. Yağmurda ıslanan dut anında çürür. Bunun için yağmurlu günlerde ve yağmur sonrası birkaç gün içinde dutlar “silkelenmez,” yani toplanmaz. Yağmur yiyerek bozulmuş dutların bu süre zarfında kendiliğinden dökülüp ağacın temizlenmesi ve yeni dutların olgunlaşmasını beklemek gerekir.
 
Çocuklar için ağacın doruğuna çıkıp dut yemek aynı zamanda bir oyun ve eğlencedir. Dut mevsimi geldiğinde günün belli saatlerinde ağaçtan düşme, üst-başın (elbiselerin) dal ve budaklara takılıp yırtılma ve kirlenme pahasına da olsa ağaca tırmanmak çocuklar için bulunmaz fırsatlardır. Tabi, öyle ağaca tırmanmakla iş bitmiyor. Yemek için dutlara uzanırken göz, ağız ve el koordinasyonu çok önemlidir. Dutların birini koparıp ağzına atarken gözlerini bir diğerine dikmen gerekir. Tabi bu gözünü diktiğin duta uzanmadan önce  üstünü başını ve sağını solunu göz ucuyla bir tarayıp üzerinde arı, tırtıl, kulakkaçan (forficula auricularia), osuruk böcüğü ( Halyomorpha Halys -gri renkli olanı) ve karınca olup olmadığını saniyenin onda biri hızıyla kontrol ederiz. Yoksa, kızdırdığınız bir arının sizi sokması, rahatsız edilen bir osuruk böceğinin salgıladığı kötü koku ile midenizin bulanması ya da ağzınıza attığınız karıncanın dilinizi ısırması gibi tatlı ve hoş bir macera yaşayabilirsiniz!. Dutun akan sularıyla (şire) ağzımız ve parmaklarımızın yapış yapış olmasını saymıyoruz.
 
Çocuklar canları çektikçe ağacına çıkıp doya doya dut yerlerken bebeler, yetişkinler ve yaşlılar sarkan dallardaki dutlardan başka dut yemeyecekler mi? Yiyecekler elbet. Ancak, onların dutlara ulaşabilmeleri için büyükçe bir organizasyona ve birkaç malzemeye ihtiyaç vardır.
 
 
DUT SİLKELEMESİ
 
Her ne kadar atalarımız “Meyve veren ağaç taşlanır.” demişlerse de bu gerek sahipleri ve gerekse oradan gelip geçenler, ağacına çıkarak zaman kaybetmemek için yerden taş ya da sopa ne bulurlarsa ağaca fırlatır, düşen meyveleri toplayıp yerler. Ancak, her meyve ağacı taşlanmaz. Dut bunlardan birisidir.
 
Ağaçlardaki meyvelerin hasat edilme şekli meyvenin cinsine ve göreceği işleme göre değişir. Yaş olarak saklanıp (tutalık) daha sonra yemek için toplanan yumuşak kabuklu meyveler (elma, armut, ayva, nar vb.) yere düşürülmeden elle toplanır. Yere düştüğünde ezilerek hasarlanan bölge hızla çürümeye başlar çünkü. Yok, saklanılmayacak, toplandığı gibi üretim prosesine girecekse silkelenerek ya da “tokunarak” yere dökülüp toplanmasında sorun olmaz.
 
Bazı ağaçların meyvesi tokumayla, çırpmayla hasat edilir. İlk aklıma gelen ceviz ağaçlarıdır. Bunların meyvesi  silkelemeyle dökülmez. Zaten kaba olan ağaç yapısı da buna müsait değildir. Ya bir sopayla dalını, filizini ve yapraklarını kırıp dökme pahasına da olsa vurarak (tokuyarak) dökeceksin ya da olgunlaşıp kendiliğinden dökülmesi için güz sonunu bekleyeceksin. Zaman zaman gidip dibine dökülenleri topladığımız gibi dalda kalan son ürünler de güz yağmurları ve fırtınalarıyla dalından kopup yere düşerler. Elma, armut, erik ve ayvalar da dut gibi silkelemeyle hasat edilen ürünlerdir. Bunlardan dut ve erik altına bez serilerek ırgalanırken diğerleri için sergi kullanılmaz. Ayrıca diğer meyveler toplandıktan sonra pekmez yapmak için birkaç gün bekletilebildiği halde bu durum dut için geçerli değildir. Dut, toplandığı gün içinde kaynatılıp pekmez işlemine başlanmalıdır. Taze taze yenmesi gerek derken belirttiğimiz “alkol” riski burada da kendini gösterir. Bünyesinde bulunan şeker çabucak alkole döndüğü için halkımız bunu “bozulma” olarak ifade eder. Çünkü şeker alkole dönüşürken tatlılığını yitirir, acılaşır. Yeri gelmişken dilimizdeki “dut gibi olmak” deyimine de değinelim; bu deyimin iki anlamı vardır birincisi “çok sarhoş olmak”, diğeri ise “utanmak, mahçup olmak”tır.
 
Başlarken de söylediğimiz gibi köyümüzdeki meyve ağaçları yıllanmış koca koca ağaçlıdır. Eğer dut ağacının bulunduğu yer uğrak bir yer değil ve dibi de otlu yani çimenli ise sergiye gerek duyulmadan silkelenip yere, temiz otlar üstüne dökülen dutlar elle toplanırdı. Yok eğer böyle olmayıp dibi kirli ise ekip halinde sergi kullanılırdı. Dut  toplamak için biri genç en az 5 kişiye, bir büyük örtüye ve icap ederse bir “küskü” ya da “cerek”e ihtiyaç vardır. Bu beş kişiden biri dalları silkelemek (sarsmak, titreştirmek) için ağaca tırmanacak, diğer dört kişi de örtünün birer ucundan tutarak silkeleyeceği dalın konumuna uygun noktalar için ağaçtakinin komutlarını uygulayacaktır. Her ne kadar dutun dibine boydan boya sergi malzemeleri (çarşaf, kilim, naylon branda vb.) serilerek de silkeleme yapılsa da büyüklüğüne göre iki ya da dört kişinin tuttuğu bir sergiyle yapılmasının avantajı diğer sergi malzemelerinin kirletilmeden tek bir malzemeyle yapılmasıdır. Dut silkelemesinin bir diğer güzelliği de yukarıdaki kişinin dalları her sallayışında dutların sergi üzerine “pıtır pıtır” dökülürken çıkardığı sesi dinlemek ve tıpkı beyaz kar taneleri gibi, yağmur damlası gibi ya da dolu yağışı gibi oluşan görüntüyü izlemekti.
 
 


DUT PEKMEZİ NASIL YAPILIR?
 
Dalından silkelenerek toplanan dutlar hiç bekletilmeden içindeki dal kırıkları, yapraklar ve gözle görünen diğer çer-çöplerden ayıklanıp büyük kazana (hereni) konur ve üzerini örtecek kadar da su doldurulup kaynatılarak pişirilir. Bunun için açık alana “küre” dediğimiz ateş yakma yeri yapılır. Ev içinde yapılmaz çünkü, altının sürekli harlı tutulması için civarda çalı çırpı ne varsa ateş yakmakta kullanılır böylece hem ev ocak kirlenmez hem de içeriye sürekli yakacak taşıma zahmetinden kurtulunur.
 
Kaynatılan dutların renkleri gidip esmerleşmeye, çekirdeklerinin meyveden ayrılıp siyah nokta gibi kazanın içinde dolaşmaya başladığında pişmiş olan dutlar “telis çuvala” doldurulup suyu sıkılır. Geriye kalanları (kesmük) hayvanların yemesi için bir kenara dökülür. Süzülerek elde edilen bu sıvı (şıra) bu defa “pekmez tavası” dediğimiz en az bir metre çapında ve 15-20 cm derinliği olan “pekmez tava”sına alınarak kaynatılır. Buradaki amaç şıranın içindeki suyu buharlaştırmaktır. Bu tavaların altındaki ateş sürekli harlandırılırken bir yandan da büyükçe bir kepçe ile tavanın içindeki sıvının sürekli karıştırılarak buharlaşması hızlandırılır.
 
Pekmez kaynatma işinde genel ölçü, “öküzgözü” olarak tanımlanan iri kabarcıkların oluşmasıdır. Kaynatma esnasında belli noktadan sonra üzerinde kıvamlı köpükler oluşur. Kef adı verilen bu köpükler ayrı bir kaba alınır. "Füme pekmezi" de denen bu köpüklü pekmezi sıcak sıcak yemenin de ayrı bir zevki vardır. Yine bunun gibi içindeki pekmez küplere doldurulduktan sonra tavada kalan pekmez “yok”unu (bulaşık) parmakla sıyırıp sıyırıp yemenin zevki de bir başka olmaktaydı.
 
Yerine göre uykusuz kalıp, hiç uyumadan gece sabahlara kadar kaynatılarak kıvamına ulaşan pekmez küreden indirilerek soğumaya bırakılır. Tam soğumadan, hafif ılık iken küplere boşaltılıp tüketime hazır bir şekilde gün ışığı almayan karanlık bölmelerde saklanır.
 
“Pekmez etmeleri”nden sonra ihmal edilmeyen bir başka ritüelimiz de pekmez kaynatılırken çevreye yayılan mis gibi kokuları duyan “gonu-gonşu”lara, “canı çekmiştir” diye taze taze birer tabak pekmez ikramı yapılmasıydı.
 
 
PEKMEZ KÜPÜ
 
Atalarımız; “Armudu sapıyla, üzümü çöpüyle, pekmezi küpüyle ye!” demişler. Pekmezler, özellikle dut pekmezi küp içinde saklanırdı. Küp: Su, pekmez, yağ, bal, sirke, turşu gibi sıvıları veya un, buğday gibi tahılları saklamaya yarayan, geniş karınlı, dibi ve ağzı dar, içi sırlı, kulplu ya da kulpsuz toprak kaba denir. “Ekşi ve Nardek” dediğimiz daha koyu pekmezler daha doğrusu pekenler “Göveç” denen ağzı daha geniş küplerde muhafaza edilirdi. Pekmez daha ziyade direkt ekmek bandırılarak yendiği için diğerlerine göre biraz daha akışkan olurdu. Yani adı üstünde pekmezdi. Ama diğerleri yerine göre macun gibi katı olabiliyordu. Bunlar suda eritilip içilir ya da “soğukluk” olarak sofrada kaşık kaşık yenirdi.
 
 
PEKMEZ TÜKETİM ŞEKİLLERİ
 
Bir pekmez cenneti olan Anadolu’da pekmez çok çeşitli şekillerde tüketilmektedir. Örneğin dut meyvesi, dut özü, dut pestili, dut reçeli, cevizli sucuk gibi bir çok yöresel lezzetlerimizin hammaddesini oluşturmaktadır. Dut pekmezi köyümüzde aşağıdaki şekillerde tüketilmektedir.
 
 
EKMEK BANARAK 
Ya da
EKMEK ÜZERİNE SÜREREK

 
Günümüzün “fast food” denen “acele yemek”in atası sayılabilecek pekmezin hiç şüphesiz en yaygın tüketim şekli “banarak” ya da “ekmek üzerine /arasına” sürerek yemekti. Köy yerinde ekmek varsa kimse aç kalmaz, yanına mutlaka bir “katık” bulunurdu. Soğandan sonra en yaygın katık da pekmezdi. Acelesi olan, “ya oyuna ya da koyuna” giden çocuğun eline ver pekmezli ekmeği gerisine karışma...
 
 
PEKMEZLİ UN HELVASI
 
Buğday ununun tereyağıyla kavrulup (kavut) sulandırılmış dut pekmeziyle yoğurularak elde edilen kakao rengindeki un helvası, şehirlerdeki en lüx çikolatalara beş çekerdi. Özellikle kış günlerinde, portakal büyüklüğünde top top yapılan bu helvanın, pekmez ile kavutun kokularının karışımıyla ortaya çıkan nefis rayihasının yanında damakta oluşturduğu hoş tadına da doyum olmaz, hem tatlı yemenin zevkine varır hem karnımızı doyurur ve hem de soğuk kış günlerinde içimiz ısınırdı.
 
 
KIŞ PEKMEZLEMESİ
 
Önceden yağıp kristalize olmuş “eski kar” dediğimiz orman içi gibi temiz alanlardan temin ettiğimiz “kış”ın üzerine pekmez döküp dondurma niyetine kaşık kaşık yediğimiz de olurdu. Kristalize derken kastım, yağdıktan sonra erimeyip uzun süre kalan bu karda, tıpkı “kuskus” taneleri gibi “putur putur” yuvarlak buz parçacıkları olur ve bunu yerken ağzımızda “kıyır kıyır” sesler oluşurdu. Tabi bu yiyeceği yavaş yavaş yemek gerekir. Yoksa, çabuk çabuk, acele ile yenirse insanın gözleri ağrır, yuvalarından pörtleyip çıkacakmış gibi olur.

 
 
PEKMEZLİ YOĞURT
 
Köylünün bulduğu tatlı türlerinden birisi de yoğurt pekmezlemesidir. Bir sahan (geniş ve derin tabak) dolusu yoğurt üzerine gezdirilen iki üç kaşık pekmez, ister iyice karıştırılarak istenirse olduğu gibi kaşıkla yenir.
 
 
PEKMEZLİ YUMURTA
 
Tıpkı yoğurtta olduğu gibi, yağda pişirilmiş (sahanda) yumurta üzerine de sıcak iken pekmez gezdirilerek yenir.
 
 
SULANDIRILMIŞ PEKMEZ
 
Özellikle hastalık sağaltımı için başvurulan bu yöntemle elde edilen “meyve suyu” emziren anne, çocuk ve yaşlıların güçsüz düştükleri durumlarda bir enerji kaynağı olmaktadır.
 
****
 
Netice itibariyle köyümüzde dut ya taze olarak ya da pekmez olarak tüketilmektedir. Elma, armut, ayva ve erik gibi meyveleri kurutup kışın hoşaflık olarak kullanmamıza rağmen dut meyvesini kurutup saklamak gibi bir “dut kurusu” kültürümüz yoktur. Hakeza, meyve suyunu un ile pişirip sade ya da cevizli “pestil” yapma kültürümüz de yoktur. Öte yandan köyümüzde ipek böcekçiliği yapılmadığından dutun yaprakları da değerlendirilmemektir. Dut ağacının gövdesinden elde edilen çalgı aleti “saz”ın köyümüzde imalatı da yapılmadığı için dut ağaçlarımız iyice kocar ve gövdelerinde oluşan kovuklar ayyuka çıkınca dallarını taşıyacak mecali kalmayan gövdeler gün gelir kırılıp devrilir.
 
/Çetin KOŞAR
21 Haziran 2021
 
NOT: Bu çalışmamızın bir kısmı www.yolcudergisi.com Sayı:104 Kış 2022 nüshasında (Sayfa:36-39)  yayınlanmıştır.

 

14 Şubat 2022 Pazartesi

Yerel Tarih


 Y E R E L  T A R İ H
 
Akbulut Köyü’nün güney ufuk çizgisini oluşturan Kabukluk ve Temron Tepe’nin ötesi benim için masallarda geçen bir Kaf Dağı gibidir. Kaybolan bir ineğimizi ararken ömrümde ilk ve son kez çıktığım o tepelerin arkasındaki hayatlar bana, farklı bir dünyaymış gibi geliyordu. Rüyalarıma da giren bu bölge aslında dedelerimizin göçebelikten yerleşik hayata ilk geçiş yaptıkları coğrafyaydı.
 
1830’lu yıllara ait Osmanlı belgelerindeki kayıtlara göre Gelemet Köyü nüfusunda görülen dedelerimizin hikayesi burada başlıyordu. Bize “Vezirköprü’den göçüp gelenler” olarak aktarılan sülalemiz tarihiyle ilgili ilk kırılma noktası o günün Gelemet Muhtarı olan Sevgili İlyas KAMBUR beyin bir sohbetinde “Gelemet Köyü’nün Amasya’dan GÖREVLİ olarak gönderilip yerleştirilen Türkmenler tarafından kurulduğu”nu söylemesi olmuştu.
 
Dedem Sefercük ise babasından bahsederken zaman zaman “Bengülülü Şevki” ifadesini kullanırdı. (Özellikle “Bengü” değil de “Bengülülü” şeklinde ifade ederdi.)
 
Tüm bu verileri bir araya topladığımızda eğer konuya bölgenin bugünkü siyasi haritasına göre bakarsak hiç bir sonuca ulaşamıyoruz. Elimizdeki veriler neydi; Amasya, Vezirköprü ve Bengü köyü. Amasya bir il. Vezirköprü Samsun’un bir ilçesi. Bengü ise Bafra’nın bir köyü.
 
Ancak konuya tarihi perspektiften bakarak girdiğimizde taşlar bir bir yerine oturuyor. Evet Gelemet Köyünün kurucuları Amasya’dan görevli olarak gönderilip yerleştirilen Türkmenlerdir. (Amasya’nın neresinden araştırılacak.) Akbulut Köyünün kurucuları da o gün Amasya’ya bağlı Vezirköprü ilçesinin yine o gün Vezirköprü’ye bağlı Bengü köyünden göçüp gelmişlerdir. (Tarih dizininde şöyle bir farklılık var; 1520’li yıllardaki kaynaklarda Gelemet adı geçiyor. Ancak, dedelerimizin adına ilk olarak 1830’larda Gelemet nüfusunda rastlıyoruz. 1900 yılından itibaren de Sordanköy (Akbulut) adına rastlıyoruz.
(...)
 
 
GENEL TARİH
 
“İlk göç dalgası ile Anadolu’ya gelen ve daha çok Batı Anadolu ile Rumeli’de konar göçerlik eden topluluklar “yörük”, ikinci göç dalgası ile gelen ve daha çok Orta ve Batı Anadolu’yu yurt tutan konar göçerler ise “Türkmen” diye adlandırılmıştır.
 
Osmanlılar döneminde Anadolu’da konar göçer topluluklar ya büyük gruplar halinde sancak veya kaza statüsünde ya da belli bir sancağın sınırları dahilinde timar yahut has ünitesi içinde olmak üzere idarî ve malî teşkilâtın bünyesinde yer almışlardır.” (TDV, İslam Ansiklopedisi)
 
“Osmanlı Devleti, Anadolu’daki Türkmen aşiretlerini iskâna tâbi tutarken, ya meskûn bulunan köylerdeki yerleşik halkın arasına üçer beşer hane şeklinde yerleştirmiş, ya da boş olan yerlere yeni köyler kurmak suretiyle bu köylere toplu olarak iskân ettirmiştir.
 
Osmanlı Devleti’nin, özellikle 16. yüzyılın sonlarından itibaren, bozulmaya başlayan askeri, siyasi ve mali sisteminden en çok konar-göçer gruplar etkilendi. Sistemi düzeltmek isteyen Osmanlılar, Yörük ve Türkmenleri toprağa bağlamak, onları kayıt altına almak maksadıyla iskân etmeye zorladı. (/Şeyda BÜYÜKCAN SAYILIR)
 
 
 
__________________________________________________________________________________
Bu bilgiler ışığında Akbulut Köyünün kurucu sülaleleri Kurumoro ve Kocamoro’ların Bengü’ye ilk yerleşim hikâyeleri Sevgili Ahmet Sel kardeşimin kaleme aldığı aşağıdaki Köy Romanındaki gibidir. Okuyup o günleri hissetmeye çalışalım mı?
 
 
 
BİR KÖY ROMANI DENEMESİ
"Bir Zamanlar Bizim Köy;  Oymağıgökçeagaç"
 
1
Yıl, 1650'ler...
Yer, Bafra Ovasında bir Göçebe Oymak.
 
Oymağın beyi Ahmetsoy  tüm ileri gelen beylerini toya davet etmişti. Yemek faslından sonra Oymak Bey'i söze başladı.
 
-”Ey! Oymağımın ileri gelenleri. Nice zamandır göçer durur, bir konduğumuz yaylaya bir daha konmadan garba doğru giderdik. Şu Anadolu’da nice beylikler kuruldu zaman değişti töre bozuldu. Kimimiz obasından  kimimiz boyundan ayrı düştü ve bizi Devlet-i  li Osman bir kıldı, bizi bu Bafra denen yere geçici olarak kondurdu. Bize dağ yöresinden bir yurt vereceğini vaad etti. Yarın yurdumuz belirlenecek ne işle mesgul olacağız emredilecek. Sizler bu işe ne söylersiniz?”
 
Dursunbey;
-”Beyim duydum ve işittimki her oymak her boy zorunlu kondurulmuş, kondugu yer köy olmuş. Kimine tarla verilmiş ek biç vergi ver denmiş; kimine ormanı aç tarla yap denmiş, kimi kendirci kimi tımar sabı olmuş. Bize ne verilecek ben onu merak ederim.
 
Tembelbey;
-”İsteriz ki göçer yaşayalım, ama devlet izin vermez. Verse de vergiyi çok alır, göçerlikten bezdirmek ister. Bî karar kaldık, el kol bağlı.”
 
Güdülbey;
-”Konmak gerek beyler, konmak gerek. Konup da toprağı işlemek gerek, göçerlikte yurt sahibi olunmaz.”
 
Oymak Beyi;
-”Gün ola hayrola beylerım hayrola.
 
 
2
Ertesi günün sabahı Ahmetsoy namazını kıldıktan sonra çadırından çıktı oba içinde yürüyerek yüksekçe bir yere oturup güneşin doğuşuna seyre daldı.
 
Bafra ovasına dağılmış, zorunlu olarak geçici kondurulmuş birçok Oymaktan biriydi Oymağı. Farklı boylardan toplama bir oymaktı. Yeni yeni birlik düzeni sağlamıştı.
 
Kendini bildi bileli göçerdi. Şimdi yurt verilecek göçerlik bitecekti. Hatıralarına daldı gitti bir an; Babasını Sivas’ta dedesini Erzurum’da toprağa vermişti. “Keşke mezarları başına tekrar gidebilsem” diye içinden geçirirken dörtnala gelen bir atlının sesine irkildi. Atlı Oymak’ın içine doğru ilerleyip Bey çadırına yöneldi.
 
Yurt haberinin geldiğini anladı. Hemen kalkıp çadırının yolunu tuttu. Gelenin yanına yaklaşıp kendini tanıttı, merakını gidermek istedi.
 
Gelen atlı haberciydi. Öğlenden sonra ırmak kenarına Kadı’nın gelecegini herkesin yurdunu açıklayacağını söyleyip gitti.
 
 
3
Vakit öğlen
Hava sisli
Yol çamurlu
Atına atlamış yola koyulmuştu Bey, ırmağın kenarına doğru ilerlerken ileride büyükçe bir çadır gözüne ilişti, etrafında kalabalık vardı. Çadırın arka tarafına atlar sırayla bağlanmıştı. Bende oraya bağlarım diye düşünerek hızlıca sürdü atını öyle de yaptı.
 
Çadıra doğru ilerken Balikethüda Oymağının beyi Bahşibey kesti önünü. Bahşibey:
-”Hoş gelmişsin beyim!” Ahmetsoy:
-”Hoş bulduk Bahşi beyim!” Bahşibey:
 
-”Göçebelere yurtluklar veriliyor sende onun için gelmiş olmalısın. Benim Oymağımdan ilerde yalakdağı denen bir vadi var, oraya bir Oymak iskan edilecekmiş onlara güzergah göstermem için çağırmışlar.” Ahmetsoy:
 
-”Bahşibeyim bilirsin ki sivas ovasında aynı kışlakdaydık. Benim Oymağım da senin Oymağın da toplama bir Oymak. benim beylerimin kafası karışık, göçerlikten vazgeçmemek istiyende var, yerleşip köylü olmak istiyen de. Nasıl oluyor bu yerleşme bana anlatasın. Bahşibey:
 
-”Beyim bizim Oymaklaımız farklo boy ve obalardan toplama onun için Devlet-i  li Osman bizim gibi oymakları geniş arazisi olan dağ bölgelerine yerleştiriyor. Her aileye ayrı bir dağın yamacı verilerek ormandan tarla actırıyor, kalyonunu tersanaye gönderiyor, açılan tarlayı da kullanması için açana veriyor.
 
Vergiyi yine ben topluyorum, herkes kendi hayatını yaşayıp gidiyor. Gayri göçerlik iş değil artık, konmak en iyisi.”
 
Beyler böyle konuşurken çadırdan bir asker çıkıp geldi Bahşi Beyi de Ahmetsoyu da içeri çağırdı.
İkisi de Kadı’nın önüne geçtiler. Kadı Efendi:
 
-”Ahmetbey senin oymağına en uygun yer Yalakdağıdır. Yalakdağının her ayrı yüzü çok eskiden Rum köylerinin harebesidir. Köylükten eser kalmamıştır. Gökçelik denen mevkiiye varacaksınız. Size Bahşibey yol gösterecek. On beş gün içinde yurdunuza konmanız gerek. Aksini söylememe gerek yok.
Bahşibey! yolu yordamı bilirsin bu işi sana havale ettik. Bahşibey:
-”Tamamdır Kadı hazretleri.”
 
İki Bey de çadırdan çıkarken asker Seyitalioymağının Beyi Aldobeyi getiriyordu. Selamlaştılar ve oradan ayrıldılar.
 
Ahmetsoy, Bahşibeyle beraber oymağına doğru yola koyuldu....
Vakit göç vaktiydi. Lâkin Son Göç.....”
(...)
/Ahmetsel Alidedeoğlu
Gökçeağaçoymağı Köyü
Alaçam / SAMSUN


 

27 Ocak 2022 Perşembe

Hocam Sefer KOÇ /Karasakal

 

Fotoğraf: Arif KOÇ


İlkokuldan mezun olunca köyde çobanlık yapmaya başlamıştım. Köy işleri bitip kış bastırdığında Bafra'da bir Kuran Kursuna gitmiş iki ay içinde firar etmiş köye dönmüştüm.
O sırada Gelemet Camisine yeni bir imam gelmiş "canlı ve gür" sesi ve güzel makamlarla okuduğu ezanlar civar köylülerin de dikkatini çekmişti. Sürekli öğrenci okuttuğu övgüyle bahsediliyordu. Cana yakın sıcakkanlı biri olarak herkes tatafından kısa sürede sevilip sayılan biri olmuştu.
Yarım kalan Kur'an öğrenimimi tamamlamak için kar-kış demeden Gelemet'in yolunu tutmuş "Karasakal" lakaplı hocamın dizinin dibinde yerimi almıştım. Dini eğitimimde büyük payı vardır.
Dizinin dibi dedimse yerde oturmuyorduk tabi. Caminin içinde bulunan odada okul gibi sıra ve masalar vardı ve sınıf tıklım tıklım doluydu. Kimimiz cüz, kimimiz Kur'an ve kimimiz de Osmanlıca öğreniyorduk.
Kimler, kimler yoktu ki... Şimdi hepsinin isimlerini sayamayacağım ama Bilal Battal ve Hakkı (Çavuş) Arslan kardeşlerimi zikretmeden geçemeyeceğim. Çünkü, ben camiye gelirken yanımda öğle yemeğimi getirsem de Sefer Hocam camide tek başıma yememe izin vermez, çoğu kez kendi evine götürür sofrasına oturtur birlikte yerdik. Ayrıca, zaman zaman emsalim olan Bilal ve Hakkı kardeşlerime sorar hangisi müsaitse onun evine gönderir onlarla birlikte yerdim öğle yemeğimi.
Başta hocamın çok değerli eşinden ve Bilal ve Hakkı kardeşlerimin ailelerinden Allah(cc) razı olsun. Çok ekmeklerini yedim, hakları ödenmez ama ilim tahsil edene yedirip içirmenin "sadaka-i Cariye"den olduğunu bilen insanlardı. Ben de vefa borcum olarak bu iyiliklerini unutmuyorum tabi. Rabbim, vefat edenlere rahmetiyle muamele eylesin.(Amin.)
TATLI BİR ANI
Azbuçuk öğrendiklerimizi camide cemaatin huzurunda bize müezzinlik yapmak, namazın sonunda Kur'an-ı Kerim'den aşr-ı şerif okumak vb. görevler vererek tatbikat yaptırırdı. Hiç unutmuyorum bir keresinde benden, yeni ezberlediğim Layestevi'yi okumamı istedi. Bu sırada cemaatin arasında Çolağın Osmanın oğlu Hafız Orhan abi de var ve ben bir heyecan yaptım ezberi şaşırttım. Sussam olay bitecek ama ben okumaya devam ediyorum; okuyorum ama ne okuduğumu ben de bilmiyorum, uydurup uydurup devam ettim. Nihayet belli bir süre sonra okumayı bitirip dualadım. Namaz sonrası Hafız abi ve hocam yanıma gelerek "Çetin, sende ne cevher varmış. Biz sana hüvallahülleziyi oku dedik sen maşallah nerelerden okutun biz bile bilemedik!.." diye yanlış şaşırttı da morali bozulmasın diye beni teselli etmişlerdi.

***
Sefer hocam Vezirköprü'lüydü. O Vezirköprü ki dedelerimiz de zaten oradan gelip bu Sordanköyü kurmuşlardı. Belki de ona karşı duyduğum sıcaklık bu bağ idi. Beni çok severdi. Beni çocuklarıyla bir tutar onlardan ayrı görmezdi. Mahir ve Eyüp Koç kardeşlere (bir de küçük Kadir ile kız kardeşimiz vardı) selam olsun.
Hocam Sefer Koç, çok sigara içerdi aynı dedem Sefer(cük) gibi. Ayrıca, hocam Vezirköprü'den getirdiği kendir bitkisinden urgan ve yular gibi köylünün ihtiyacı olan edevatlar yapardı.
Ve bir gece kaldığı lojmanda çıkan yangınla evindeki bütün eşyaları yanarak kül olmuştu. Örneğin yatak yorgan neyse de bakır kab kacaklarının o yangında eriyip yok olmasına köylü bile şaşırmıştı.
Daha sonra Gelemet Köyün'den ayrılarak Gecekli Köyü'ne imam olmuştu. O'na ve Gelemet köylülerimize bir vefa borcu olarak köyde bulunduğum sürece eğer Gelemet Caminin imamı yoksa Cuma ve Bayram namazları için camide fahri imamlık yapardım.
Allah(cc), annemize ve kendisine rahmet eylesin. (Amin.)
/Çetin KOŞAR
27 Ocak 2022

23 Ocak 2022 Pazar

Akbulut Köyü İnternet Tarihi Ya Da Serzeniş

 


Türkiye'nin internet ağı projesi, 1991 yılında ODTÜ ve TÜBİTAK tarafından başlatıldı. İlk internet bağlantısı ise 12 Nisan 1993 tarihinde gerçekleşti. Aradan bir kaç yıl geçmeden zaten PC (personel computer-kişisel bilgisayar) 'lar yaygınlaştı, ofislerden sonra evlere kadar ulaştı. Şimdilerde ise mobil telefon adı altında herkesin cebine kadar girdi ve kim kimi idare ediyor, yönetiyor belli değil.
 
İletişim alanındaki bir teknoloji bu kadar hızlı ilerlerken biz insanların buna ayak uydurması gecikmedi tabi. Akbulut köyünün 2007 yılından itibaren başlayan internet macerası hala sürüyor. Bunlardan ilki ücretsiz olarak internet hizmeti veren "sitemynet ve blogcu" internet siteleriydi. (Bugün her ikisi de kapandı tabi...)
 
Ben, “akbulutkoyu.blogcu”da kişisel olarak köyümüzle ilgili yazılar yazarken, daha sonra sevgili Hicabi Ay hocamın da katılımıyla sayısı 70'i aşan anı-araştırma yazıları arşivimiz oluştu. Bu sırada, o günkü muhtarımız sayın Sunay Bakioğlu'nun talebiyle köy bloğumuza ilaveten HTML formatında "akbulutkoyu.sitemynet." adında bir de resmi site kurmuştuk. Bu iki site/blog sayesinde köyümüzle ilgili bireysel yazılara ilaveten güncel haber ve etkinliklere yer vermeye başlamıştık. Vefat haberlerini duyurduğumuz cenaze ilanları bunlardan biriydi. Muhtarımız telefonla bilgi veriyor ben de internetteki köy sayfamıza girişini yapıyordum. Hatta, muhtarımız geriye dönük bir çalışma yaparak ölmüşlerimizin isim listesini hazırlamış onları da paylaşmıştık. İlginç çalışmalardan bir diğeri de sayın Harun Şen öğretmenimizin "Köyümüzden kim nerede?" başlığı idi. Bu sayede köyden kente göç eden köylülerimizin ülkemizin hangi ilinde/nerede olduklarını öğreniyorduk. Birlik beraberlik duygusu içinde köyümüz için yaptığımız tüm bu çalışmaların içinde en önemli sonuçlardan birisi de "Keşkek Şöleni Etkinliğimiz" olmuştu.
 
Eskiye nazaran bugün çok daha kolay iletişim imkânlarına sahibiz. Herkesin bir kişisel web sayfası(!) bile var. Ancak, eskinin onca zorluklarına rağmen o günlerde yaptığımız çalışmaları bugün gerçekleştirmekte nedense zorlanıyoruz. Köy grup sayfamızda 400-600 üyemiz olmasına rağmen katılım ortalaması 15-20 kişiyi geçmiyor. Bol katılımlı günler dileğiyle.
 
NOTLAR:
KÖYÜMÜZDEN KİM NEREDE?
https://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/koyumuzden-kim-nerede.html
 
ARAMIZDAN AYRILANLAR
https://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/yitirdiklerimiz.html
 
KEŞKEK ŞÖLENİ
https://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/ikinci-keskek-soleni-roportajlar-gozde.html
 
KÖY YAZILARI
https://www.facebook.com/groups/312529633476/permalink/10157620952353477/



ESKİ BİR ÖLÜM İLANI
Köyümüzün internet serüvenini hatırlatan o günlere ait bir cenaze ilanımız. Yıl 2007. Vefat eden "bir" kişiydi lakin bu ölümden etkilenen kişilerin sayısı oldukça fazlaydı. Ölen ölmüş kurtulmuştu. Ya asıl ölenler kimdir? Ölmeyip de ölümden beter olanlar… Ölenle de ölünmezdi. Ancak, ölüp "toprağa gömülen" mevtanın geride bıraktığı "acılara gömülen" insanların da en az ölen kadar bir haber değeri olduğu bir gerçektir. Bu aynı zamanda ölümün bir haritasıydı; siyasî, coğrafî, iktisâdî... Ölenin de künyesi.
Allah(cc), bütün ölmüşlerimize rahmet, hepimize de güzel ölümler nasip eylesin. Âmîn.


12 Ocak 2022 Çarşamba

Akbulut Köyü'nde Ünlüler Geçidi...

Fotoğraf: Sunay BAKİOĞLU Arşivi

 Şairin dediği gibi: “Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.

FOTOĞRAFTAKİLER
(Bize göre soldan sağa)
Yıl: 1970'lerin başı.

1- Nadir YAPRAK
Meksutoğlu, Hacı Osman Şen Damatı, Köyümüzün ilk TECİRİ.(Canlı hayvan tüccarı.)

2- Kemal YILMAZ
Celaloğlu, ilkokulumuzun gönüllü bekçisi, öğretmenlerimizin komşusu, özellikle sevgili öğretmenimiz Mustafa Açıkgöz merhumun köydeki sağkolu.

3- Ali Rıza BAKİOĞLU
Kazımoğlu, eski muhtar Rıfat Koşar'ın damatı, 1996 yılında Akbulut Köyü muhtarlık olunca Kaymakamlıkça atanan ilk muhtar Sunay Bakioğlu'nun babası, Akbulut Köyü Camii ve Okulunu yaptıran, mahalleler arası yolları açtıran, köye ulaşım için gerekli olan 7 adet köprüyü yaptıran, köyün okuyan gençlerini madden ve manen destekleyen, köyün menfaatları için kimsenin gözünün yaşına bakmayan, buna mukabil yumuşacık bir kalbe sahip "Mıkdar Ali", kısaca Akbulut Köyü'nün mimarı.

4- Hasbi ŞAHİN
Salihoğlu, (özellikle ormanlar olmak üzere) köy korucusu, başta öküz arabası(kağnı) olmak üzere tarımsal alet ve edevat ustası, sekiz çocuk babası, köyün sevilenlerinden.

5- Orhan AY (Ayakta)
Mendüoğlu, genç yaşta "kara sevda"dan ölen, köyün mazlumlarından.

6- Hacı Habib MERAL
Oflu. Akbulut Camiisinin arsasını bağışlayan, inşası ve ihyası için Karadeniz bölgesini il il gezerek bağış toplayan, imamlık kadrosu verilene kadar ve kadro sonrasında da bu işi sürdüren; caminin imam ve müezzinliğini yapan, 80 yaşında cuma imamlığı için Muştalı hocadan ders alarak bu işi de öğrenen, gençleri cami, cemaat, Kur'ân-ı Kerim konularında özendiren, köyün manevi mimarlarından...
/Çetin KOŞAR

8 Ocak 2022 Cumartesi

KÖYLÜLERİ NİÇİN ÖLDÜRMELİYİZ



köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar ağırkanlı adamlardır
değişen bir dünyaya karşı
kerpiç duvarlar gibi katı
çakır dikenleri gibi susuz
kayıtsızca direnerek yaşarlar
aptal, kaba ve kurnazdırlar
inanarak ve kolayca yalan söylerler
paraları olsa da
yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır
yağmuru rüzgarı ve güneşi
bir gün ekinleri akıllarına gelmeden
düşünemezler…
ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
topraklarını büyütmeye çalışırlar
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar karılarını döverler
seslerinin tonu yumuşak değildir
dışarıda ezildikçe içeride zalim kesilirler
gazete okumaz ve haksızlığa
ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar
adım başı pınar olsa da köylerinde
temiz giyinmez ve her zaman
bir karış sakalla gezerler
çocuklarını iyi yetiştiremezler
evlerinde kitap, müzik ve resim yoktur
bir gün olsun dişlerini fırçalamaz
ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar yanlış partiye oy verirler
kendilerinden olanlarla alay edip
tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar
devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar
yiğittirler, askerde subay dövecek kadar
ama bir memur karşısında ? bu da tuhaftır
ezim ezim ezilirler
enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler
cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
on bir ay gökyüzünden bereket beklerler
dindardırlar, ahret korkusu içinde
ama bir kadının topuklarından
memelerini görecek kadar bıçkındırlar
harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez şehre giderler
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar
yarı gecelerde yıldızlara bakarak
başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur
gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
ve yaz güneşleri ekinlerini yitirirse severler
hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
bu verim yüksek bile olsa
sonuçlarını görmeden inanmazlar
dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur
mülk düşkünüdürler amansız derecede
bir ülkenin geleceği
küçücük topraklarının ipoteği altındadır
ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
zamanın derin ırmakları önünde…
köylüleri söyleyin, nasıl, nasıl kurtaralım?
/Şükrü ERBAŞ
(İyimser ve Kederli )