19 Ağustos 2009 Çarşamba

Akbulut Köyü 2. Keşkek Şöleni’nin Ardından


Araçlarımızın kayma riskine karşılık köye inmeyip, telefonla köyden destek istedik. Fedakâr köyümüzün vefalı gençleri o karanlıkta, yağmur çamur demeyip yalın ayak yayla yoluna düşüp, onca yolu yürüyerek gelip bizim imdadımıza yetiştiler. Böylece şenlik alanında mahsur kalanlarımızın sayısı onlar da bize katılınca on beşi bulmuştu.


Merhabalar. Tüm Akbulut (Sordan) Köylülere selam olsun. Sevgili dostlar, bizler artık sıradan bir Alaçamlı değiliz. Bizler köylerinde, yaylasında el ele verip, kendi imkânlarıyla etkinlik yapan ender insanlardanız. Rabbimize şükürler olsun ki, geçen yıl başlattığımız bu hayırlı işimizin ikincisini de başarıyla gerçekleştirdik. Bu hususta maddi ve manevi katkıda bulunan herkese sonsuz teşekkürler ederim.

Şenliğe katılmak için işlerimize bir kaç gün ara verdik. Bursa’dan yola çıkarak Akbulut Köyüne vasıl olduk. Hazırlıklara katkıda bulunmak için bir gün öncesinden yaylaya çıktık. Önce “Keşkek ve Yahni” pişirmek için ormandan odun topladık. Kazanlar için “küre”ler hazırladık. Traktörlere bağlı “tanker”lerle (su tankı) yaylaya su taşıdık. WC yerlerini ayarladık. Böylece yaylamızı bir nebzecik de olsa şölene hazır hale getirdik.

Tüm bu yoğun uğraşıların sonunda yaylada akşam olmuştu. Hava kararır kararmaz öyle bir yağmur başladı ki sanki bardaktan boşalıyordu. Bu güzel yağmura karşılık “böyle yağarsa yarın buraya araba falan çıkamaz, şenlik iptal olur” diye de çok üzülmüştük. İçimizi inceden bir hüzün sarmıştı. Gece saat 24 sularında yağmur durdu. Biraz rahatlamıştık. Ama köye dönmemizin imkânı yoktu.

Araçlarımızın kayma riskine karşılık köye inmeyip, telefonla köyden destek istedik. Fedakâr köyümüzün vefalı gençleri o karanlıkta, yağmur çamur demeyip yalın ayak yayla yoluna düşüp, onca yolu yürüyerek gelip bizim imdadımıza yetiştiler. Böylece şenlik alanında mahsur kalanlarımızın sayısı onlar da bize katılınca on beşi bulmuştu.

Her şeye rağmen, gece vakti Kabaalma’nın Düzü’ne dev bir ateş yaktık. Müzik sistemini de gündüzden kurmuştuk. Çarşıdan aldığımız beyaz etlerle bir güzel bir mangal yapıp hep beraber afiyetle yedik. Atıf abi de sağ olsun bize özel bir çay yollamış. Onu da bir güzel demleyip içtikten sonra sıra geldi gençleri eğlendirmeye. Sabahın dördüne kadar “vur patlasın, çal oynasın” diyerek bir güzel eğlendik. Ben biraz rahatsızlandım ama kimseye söylemedim. Uyursam geçer diye düşündüm ve Nazım’ın DODGE’unun şoför mahalline uzanıp yattım.  İki saat kadar uyumuşum. Sabah saat altıda uyandığımda her tarafım buz tutmuş gibiydi. Yayla soğuğunda üşütmüştüm. Bunun üstüne bir de migrenim tutmaz mı? Kafamı kaldırmanın imkânı yok. Bir yandan da üzülüyorum; şenliklere katılamayacağım diye…  Hepten bir sıkıntı basmıştı beni.

Yayladan köye indim. Hamdi Meral de Bafra’dan yeni gelmişti. Onunla birlikte muayene olmak için Alaçam’a hastaneye gittim. Koluma bir serum taktılar. Gerekli ilaçlarla birlikte verilen serum bitene kadar hastanede bir güzel uyumuşum. Uyandığımda nihayet kendime gelmiş, sağlığıma kavuşmuştum. Kim tutardı artık beni Alaçam’da. “Haydi, Hamdi yürü gidelim yaylaya” dedim ve vurduk kendimizi yayla yolarına.

Saat 14’de yaylaya ulaştık. Tabi şenlikler çoktan başlamıştı. Geçen yıl olduğu gibi yine büyük bir heyecanla eş-dost ile selamlaşıp bir güzel hasret giderdik. Geçen sene gelmeyenlerle de karşılaşmamız bir başka güzellikti. Yirmi yıldır görmediğim arkadaşlarımla yine bu sayede görüşüp tekrar tanış olmuştuk. Çok güzel bir duyguydu bu ki anlatılmakla olmaz, insanın bunu yaşaması lâzım.

Bizlere böylesine unutulmaz duygu ve heyecanı yaşatan bu etkinliğimizi el birliği ile yaşatalım. Sadece bir gün ile sınırlı tutmayalım derim. En az 2-3 gün öncesinden toplanarak bu geleneğimizi zenginleştirmek için hazırlıklar ve çeşitli programlar düzenleyelim. Bu işi sadece köydekilerin omzuna yüklemeyip gücümüz ölçüsünde maddi ve manevi desteğimizi artıralım. Bu güzel geleneğimiz yıllar geçtikçe daha bir güzelleşecek, daha bir oturacak ki zamanla bu bizi ve köyümüzü aşarak ilçemize ve ilimize mal olarak nice hayırlara vesile olacaktır. Bu tip işlerin yararını O zaman bizler daha iyi göreceğiz.


Üçler, Yediler, kırklar hatırına seneye üçüncüsünü yapacağımız Keşkek Şölenimizi “Dört Başı Mâmur” bir şekilde başarabilmemiz için bazı işlerimizi son güne bırakmadan, çok daha önceden hazırlıklarımızı yapmalıyız. Eksikliklerimizi tamamlamalıyız.

Sizlerin de “İstek, Şikayet ve Önerilerinizi” buraya yazmanız ve bizimle paylaşmanızı da dileyerek, bu konularda benim tespit edebildiğim eksikliklerimiz ve önerilerim kısaca şunlardır;

1. Öncelikle “Köyümüzün Su Sorunu”na bir çözüm bulunması gerekiyor.

2. “Yayla yolları”nın sağlamlaştırılması. ( Eskiköy çayına bir “köprü yapmak” ve yollarda su birikintisi olan yerlere “künk” koymak.

3. Yaylaya “Mescid”,“Çeşme” ve “WC” yapılması.

4. Ormanın 50 metre içerisine kadar çalı, çırpı ve dikenlerin temizlenerek “Ağaçlar arasına Oturma Alanları”nın oluşturulması.

5. Köyümüzde kış günlerinde boş zamanları değerlendirmek için “El beceri kursları”nın açılması. Yayla şenliği olacağı gün “üretilen ürünlerin sergilenmesi ve satılması”.

6. Köyümüzde yetişen ürünlerin “sergilenmesi ve satılması”.

7. Eskiden kullanılan “tarım araçları sergisi” açılması.  O güne mahsus mini bir “Otantik Köy Evi” oluşturulması.

8. Davullu zurnalı ve düzenli bir şekilde oynayan, tek tip kıyafetli, köyümüze özgü giysili “Akbulut Köyü Folklor Ekibi”ni oluşturmak.

9. Köyümüz gençlerine güreş sporunu sevdirmek için bu sporun eğitimini vermek ve “pehlivan yetiştirmek”.  

Bunlar yapılmayacak şeyler değil. Herkes biraz fedakâr olursa her şey daha güzel olur. Yeter ki her şeyi başkalarından beklemeyelim. Malum ekonomik kriz teğet geçmeyip herkesi vurdu. Birkaç kişinin katkısıyla bu işler olmaz. Herkesin bu işte bir miktar tuzu biberi olmalı ki başarıya çok daha kolayca ulaşalım.

Kalın sağlıcakla.  Allah’a emanet olun.

/Kibar Mikail YEŞİL
07 Ağustos 2009

13 Ağustos 2009 Perşembe

Akbulut Köyü ve Bodur Elma Projesi


Köyümüz birçok meyve türünün yanı sıra, “bodur elma” yetiştiriciliği için de çok uygun şartlara sahiptir. Alaçam Kaymakamlığının öncülüğünde 2006 yılından itibaren uygulamaya başlanan bodur elma projeleri, son derece başarılı olmuştur. 

Bodur elma yetiştiriciliğinin çok büyük avantajları vardır. Fidan dikiminin ilk yılından başlamak üzere her yıl düzenli ürün elde edilir. Üretime erken başlanması sebebiyle yatırım masraflarının geri dönüşümü daha çabuk olur. Üretim ve bakım masrafları (budama, ilaçlama vb. gibi) ile hasat masrafları daha azdır. Bu önemli avantajlara sahip olan bodur elma yetiştiriciliği, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın da desteği kapsamındadır.

Bu projeye 400 adet fidan dikerek katılan Sedat ŞEN şimdi iki yıllık emeğinin semeresini toplamak üzere. İki yaşındaki bir fidanda 100 adetten den fazla elma olduğuna göre gelecek yıllardaki rekolteyi varın siz hesap edin.  Düşünebiliyor musunuz, gün gelecek Akbulut Köyünden TIR’lar dolusu elma ihracat yoluyla dünya pazarlarına girecek. Ülkemize döviz girdisi sağlanacak.

Geleneksel olarak yaptığımız tütüncülüğün artık insan sağlığı üzerindeki tehlikeleri karşısında alternatif ürün arayışına girmemiz gerekmektedir. Zannederim bu girişimiyle Sedat ŞEN köylümüze örnek olacaktır. Bu projeye katılan diğer köylülerimizle birlikte kendisini kutluyoruz.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Köy Hayırları ve Akbulut Köyü Keşkek Şöleni


Festival, şölen ve şenlik gibi isimlerle adlandırılan etkinliklerde öne çıkan yeme, içme ve eğlenme faaliyetleri aslında bu tip düzenlemelerin asıl amacı olan toplumsallaşma, yardımlaşma ve dayanışma gibi temel girişimleri bazılarının gözünden kaçırmaktadır. Her şeye muhalif olmayı bir tutku haline getirenlerin, yapılan bu tip hayır işlerine “bu işten hayır çıkmaz” gözüyle bakmaları kendileri için yaman bir çelişki değil midir?


İnsanların kalpleri taşlaşmadan evvelki “kanaatkârlık” dönemlerinde yaşamın erdemlerinden birisi de “paylaşmak”tı. Bu öyle bir paylaşımdı ki, sağ elin verdiğini sol el duymazdı. Paylaşıma konu olan şeyler sadece “zarar”ın paylaşımı değil aksine “yaşamın içindekiler”di. En başta sevgiler paylaşılırdı. Ardından acılar, hüzünler ve canın yongası mallar. Bu paylaşım öyle bir hal almıştı ki dağda gezen kurttan tutun da gökte uçan kuşa kadar bütün kâinatı kaplayan, sarıp sarmalayan, onu koruyan, gözeten, kollayan ve yeşerten bir akideye bürünmüştü. Bu yüceliği yaşayan ve yaşatanlar elbette “kanaat ehli” kimselerdi. Onlar “tamah” etmiyorlardı. Bu nedenle asla zarar görmüyor ve ziyan olmuyorlardı. Aksine paylaştıkça çoğalıyor, daha da çok zenginleşiyorlardı.

Ne zaman ki birileri çıkıp “Az tamah çok zarar verir” diye bir çığlık attı işte o günden sonra bütün düzen “allak bullak” oldu. Nizam, intizam ve İnsicam bozuldu. Kariyerler sıfırlandı, suyun akış yönü değiştirildi. Bozulan düzenin yerine “düzensizlik hâkim” oldu. Artık insanlar paylaştıkça değil tuttukça, kesbettikçe zengin olacaklarına inandılar. Hatta zengin olmak için çalışma ve çabalamaya da gerek yoktu. Bunun için İnsanlar sınıflara bölündü. Aralarında tabakalar oluşturuldu. “Hak ve adalet” kavramlarının yerini “güç ve kuvvet” aldı. Haklı olan değil güçlü olan kazandı hep. Adem ile Havva’dan olma insanoğlu ne yazık ki bugün bile Habil ile kâbil gibidir.

Âdem(as)’in ilk oğlu Kâbil, ikinci oğlu da Hâbil’dir. Kâbil çiftçi, Hâbil Çobandır. Hâbil’in, en güzel hayvanını Tanrıya kurban eylemesi Kâbil’i kızdırır. Abisine elini bile kaldırmayan küçük kardeş Hâbil, abi Kâbil tarafından oracıkta öldürür. Kalpleri Dünya nimeti hırsıyla dolu sayısız Kâbil’ler bugün ortalıkta gezinerek paylaşımdan yana olan, bölüşmeyi kayıp değil kazanç sayan Hâbil’lerin malına göz koyup, canına ve zihnine kastetmektedirler. Hayır yapmak isteyenler ve hayra vesile olacaklar kandırılmaya, yoldan döndürülmeye ve bu işten caydırılmaya çalışılıyor.

Bir hayrı ve bir iyiliği ancak iyi olanlar yaparlar. İyilik yapabilmenin temelinde zengin olmak değil kanaatkâr olmak yatar. Kanaatkârlık, açgözlü olmamaktır. Kanaatkâr insanın kalbinde kin, haset ve düşmanlık barınamaz. Bu nedenle yüreği sevgi doludur. Bu yüreklilik örneklerini günümüzde dünyanın bir ucundan öbür ucuna her millette ve her dinde görmemiz mümkündür. Bunu fark edebilmek için beşeriyetin yeni bir dine ve Peygambere de ihtiyacı yoktur. Çünkü insanoğlu “sebavet” ve “Şebâvet” devrini ikmal etmiş, tamamlamış olup artık “Rüşt” ve “Kemâl” devrindedir. Bunun için Allah(cc) bundan sonra ne kitap ne de Peygamber gönderecektir. Ulu önderimiz Atatürk’ün ifadesiyle “İnsanoğlunun idrak derecesi, aydınlanma ve olgunlaşması yüksek kabiliyete ulaştığı için Peygamberimiz “Hâtemül Enbiya- Son Peygamber”, kitabımız Kur’an da “Kitab-ı Ekmel- En üstün Kitap olmuştur.” Bu nedenle iyilik yapmak için, hayır işlemek için bir aracı bir önder aramaya gerek yoktur.

İyilik yapma ve hayır işleme konusunda halkımızın dilinde dolanan bir söz vardır; “Eve lazım olan Camiye haramdır.” denir. Bir başka sözde de “Kendisine hayrı olmayanın başkasına hiç hayrı dokunmaz.” denmektedir. Bu şu demektir; “her koyun kendi bacağından asılacaktır.” Yani herkes kendinden ve çevresinden sorumludur.

Köylerimiz ortak yaşam alanlarımızdandır. Kente göre buradaki insan ilişkileri daha bir aktif, daha bir içten ve daha bir kuvvetli olmalıdır. Buradaki insanların hemen hemen hepsinin birbirleriyle hısım akrabalık ilişkileri vardır. Bu yönüyle de kalkınma için gereken birlik, beraberlik ve dayanışma gibi bir araya gelme istidadı köylerimizde çok daha kolay olmaktadır.

Ülkemizdeki köy hayırları, kıştan çıkıp bahara ulaşmanın şükrü; O yıl ekip biçilecek ürün için bir bereket duası olarak zuhur etse de aslında sadece “Mayıs Yedisi” ve “Hıdırellez” gibi kültürel faktörlerle sınırlı kalmamaktadır.

Köyümüzde de böyle bir gelenek başlatmanın arayışı içindeyken bu tip dinsel, kültürel ve ulusal olgular üzerinde düşünmedik değil, düşündük. Sunay Bakioğlu’nun deyimiyle “Kızlan’ın “Hüseyin Dedesi,” Alaçam’ın “Geyikkoşan Dedesi,” Gökçeboğaz’ın “Dede”si vardı ama Akbulut Köyünün böyle bir zenginliği yoktu.” Her ne kadar sevgili Hicabi Ay, Dikilitaş mevkiinde gördüğü iki adet dikili taşın bir “yatır” olabileceği fikrini ileri sürse de, adı olan fakat kendi olmayan Türbe Mevkiindeki “Türbe”nin de ele avuca gelir yanı yoktu.

Böylece, dinsel faktörlerden umudu kesmişken ilk akla gelen kültürel kaynak Hıdrellez oldu. Fakat farklı yerlerde farklı zamanlarda yapılmasının yanında “su kaynağının denizle birleştiği noktada yapılması” gerekliliğinin bırakın denizi, su kaynağından bile yoksun olan köyümüz için şimdilik uzak bir anlam ifade ettiği bir gerçekti. Geriye tek bir seçenek kalıyordu o da ulusal bir simge bulmaktı. Bulduk da; Keşkek… Köyümüzde başlatabileceğimiz bir “köy hayrı” geleneğinin ana teması milli yiyeceğimiz olan keşkek olacaktı. Peki, bu keşkek nerede yenilecekti?

Bu konuda da önümüzde birçok seçenek vardı ve hepsi  “beni al, beni al” diye haykırıyordu. İlk akla gelen elbette köy meydanı oldu. Ancak yapılacak şölene sadece köylülerimiz davet edilmeyecek aynı zamanda komşu köyler ile uzak ve yakın yerlerdeki eş ve dostlarımızın da bu kaynaşmaya dâhil edilmesi gerekiyordu. Köy meydanımız doğrusu bu çaptaki bir kalabalığı kaldıracak ölçüde değildi. Dezavantajlarına rağmen, daha rahat olabilmek, serbestçe eğlenip şenlenebilmek, çevre ve gürültü kirliliğine vesile olacak bir hareket yapmamak için biraz da yerleşim yerleri dışında, gözden ırak bir yerlerde olmak gerekiyordu. Köyün ve davetlilerin selameti için bu elzemdi.

Bizi kendine çağıran bir diğer mekan da “Ayle Dağı” idi. Kabaalmaya göre daha yüksek, havadar ve ufku geniş olsa da “Mülkiyet” durumu bizi üzerinde uzun süre düşünmekten alıkoyarak dikkatlerimizi “Kabaalma’nın Düzü” ne çevirmiştir.

Kabaalma’nın Düzü, köy ormanının orta yerinde, Gökçeboğaz Vadisinden giriş yapan deniz havasının Meydancık Dağı ile Pergeli sırtlarının kuşattığı alandan süzülerek gelip burada zirve yaptığı bir yerdedir. Gündüz meltemleri, sırtını dağlara yaslamış yayla konumundaki Kabaalma Düzünde rüzgâr olup esmekten geçip zaman zaman fırtına etkisi bile yapmaktadır.

Doğal konumu dışında Kabaalma düzünün köyde doğup büyümüş herkes için tarifi imkânsız mana, anlam ve ifadeleri vardır. Herkesin içinde bir özlemdir Kabaalma’nın Düzü. Kabaalma yalnızca düzüyle çağırmaz bizi; kömürlük, Kocagöl, İki kaşın arası, Malakkı’nın Puvarı, Eskiköy ve Kökçe bizim “çocukluk aşkları”mızdır. Bu yönüyle Akbulutluların kolayca toparlanmasında başlıca amil olmuştur. Bizi kendine çeken cazibesi karşısında yüreklerinde aşk ateşi olanlarımız bulundukları yerlerde tutunamayıp pervane olup gelmişlerdir.

Köy hayırları, bazı köylerde maddi imkânsızlıklar yüzünden sekteye uğrayabilmektedir. Küresel krizin, bu yıl ikincisini yapacağımız daha doğrusu “rüştünü ispat”layacağımız köy hayrı geleneğimizi tehlikeye sokma riskini “güreş” gibi bazı programları iptal ederek ortadan kaldırmayı becerdik.

Aynı zamanda komşu köylerle kaynaşma, gurbete gitmiş hemşerileri ağaç gölgelerinde toparlamaya vesile olan bu tip etkinlikler öte yandan birçok sosyal ve toplumsal olayların yaşanmasına da kapı aralamaktadır.

İletişim olanaklarının alabildiğine çoğaldığı günümüzde, yaşam koşullarının dayatmasıyla aslında günden güne daha da yalnızlaşan insanımıza senede bir kez sunulan bu olanağın çok iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Temeli elektriğe dayalı olan görüntülü ve sesli iletişim teknolojilerinin bize “İnsan Sıcaklığını” sunması mümkün değildir. O halde tek çaremiz “dokunmak”tır. 

Dokunabilmek için “uzanmak” gerekiyor. Akbulut Köyü bu eli uzattı. Haydi verin elinizi bize gidelim.

“Akbulut Köyü Keşkek Şöleni” hepimize hayırlı uğurlu olsun.

/Çetin KOŞAR
10 Ağustos 2009

Akbulut Köyü'nde olmak, Kendinde Olmak



Fotoğraf: Kazım YILMAZ

Köy Bir Hasretse İçinde Uzak Duramazsın Ona

Hiç düşündünüz mü bir insan doğduğu toprakları niçin bu kadar çok sever. Doğup büyüdüğümüz bu topraklarda ne vardır ki, aklımıza düştükçe bize iç geçirtir, bizi kendine çeker.

Doğumla birlikte annemizle olan göbek bağımız kesilir ama dağına taşına yazdığımız anılarımızla kara toprağına gömdüğümüz geçmişimizle köy bizi hep kendine bağlar. Acı tatlı anılarımız ve çocukluk aşklarımızdan başka nelerimizi gömmedik ki bu topraklara… Hani nerede Nine-Dede, Ana-Baba, Bacı-Kardeş, Eşimiz hatta yavrularımız… Arkamızdakileri burada bırakınca önümüzdekileri bir nebzecik olsun boş verip kendimizi düşlemeye başlıyoruz ister istemez. Yüreğimizde ince bir sızıyla, dilimizden ince bir nağme dökülerek; “Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar!”

Köyü her ziyaret edişimde daha köy sınırlarına girmeden içimi bu konularda bir ürperti sarar. Anılar canlanır gözümde. İnce bir sızıdır yüreğimde geride bıraktıklarımla birlikte geçirdiğim günler. Hepsini tekrar tekrar yaşarım adım adım ilerlerken köy yollarında. Bu nedenle köye gidip gelirken hep yürümek istemişimdir bu yolları. Mübarek yollar, yürüdükçe önüme sürüp durur uzak ve yakın geçmişimi. Sağ olsun anılar da yavrusunu yitiren kuşlar misali üşüşürler tepeme. “Köye mi geldim kendime mi geldim” şaşırırım. Aklım karışır, bir türlü seçemem neyin ne olduğunu.

Köye ulaştığımızda yollarımız da ayrılır. Ziyaret edeceğimiz iki gurup insan vardır; Yerin altındakiler ve üstündekiler… Hatta bizi köye çeken, bizi kendine çağıran, öyle zannedildiği gibi yerin üstündekiler değil de genellikle alttakilerdir. Elbette bu ziyaretler tek taraflı olmamaktadır. Mutlaka her iki taraf da ziyaret edilmektedir; önce büyükler sonra küçükler… Küçüklerin gözlerinden büyüklerin ellerinden öpülür. Kara toprağın bağrındakilere ise sadece dokunmak kalır mezar taşlarına; Baştaşına ve ayaktaşına. Ellerimiz gezinir kabrin üzerindeki otlar arasında sevmek için bir çocuğun saçını okşar gibi, yardım etmek için bir yaşlının saçını tarar gibi.

Bir diğer konu da köyümüzü ayakta tutan ve onu yaşatan köylülerimiz hakkında ileri geri konuşanların bizi rahatsız eden haksızlıklarıdır. Bunların ağzı elbette çuval değil ki büzelim. Geçmişini bir araştırsak göreceğiz ki onun dedeleri de yakın bir zamanda köyden şehre inmişken, “dağdan gelip bağdakini kovmak” misali köylüyle alay eden, onu küçük gören; “köylü cahildir pek aklı ermezkafası çalışmaz” diye belleyenlerin rezaletlerini gördükçe insan biraz daha sıkıca sarılıyor aslına ve nesline. Sahiplenmek istiyor tıpkı zalime karşı bir mazlumun yanında olmak gibi. “Ceddin deden, neslin deden” de olduğu gibi.

Köylüyü “cahil sanıp” ona “bilmez” gözüyle bakanlar hakkında şu fıkra manidardır. Anlatmadan geçmeyelim.

Köylünün biri kasaba sokaklarında geziniyor. Sigarasını yakacak ama kibriti yoktur. Çakmak ister şehirlinin birinden.  O an elinde pilli bir el feneri olan şehirli, sigarasını yakması için el fenerini köylüye uzatır. Köylü istifini bozmadan uzatılan fenerin ışığıyla sigarasını yakmak için uzunca bir süre çabalayıp durur. Sonunda yakamayacağını anlar ve vazgeçer. Bu manzara karşısında ikisinin başına toplaşan halk hayretle sorar; “-Hiç bu fenerle sigara yakılır mı?” Şehirli akıllı ya atılır hemen;
“-Elbette yakılmaz. Avanak köylüyü işlettim.” der kıs kıs gülerek. Bu defa köylüye dönerler; “-Peki sen niye uğraşıyorsun? Bilmiyor musun sigaranın böyle yakılamayacağını?” diye üstelerler.

Köylü boynu eğik bir vaziyette; “-Bilmez olur muyum ağalar? Elbette bu fenerle sigara yakılmaz. Ama beyime ayıp olmasın diye sesimi çıkartmadım.” der. (Bir rivayete göre de köylü “Pilini bitirmek için kasten böyle yaptım.” demiştir.)

Şimdi burada durup soğan mı daha iyi sarımsak mı daha iyi tartışması yapmak gibi “köylü mü iyi, kentli mi iyi?”tartışması yapacak değiliz elbet. Ancak, gerçek üretici olan köylü o kadar alçak gönüllü, o kadar mütevazıdır ki kendini değil de hep başkalarını düşünür. Toprak gibi onun gönlü de içine atılan her pisliği temize havale eder. Hep alttan alır. İşi oluruna bırakır. Bu onun küçüklüğüne değil bilakis büyüklük ve yüceliğine işaret eder. Onun dünyalık makamda, şan, şeref ve rütbede gözü yoktur. İşte bunun için saftır, temizdir. Bu berraklığı göz alır. Bu yönüyle köy, insanı içine çeker ve kendine çevirir, kendine getirir. Onun için köy ve köylümüz hep özlenir, hep aranır ve hep gözümüzde tüter

Köy monografilerinin çözüm önerilerinin yer aldığı bölümlerinin hemen hemen hepsinde yer alan “Köyün sözü dinlenir ileri gelenleri” ibaresi köy hayatında toplumsal yaşam düzeyinin ne kadar yüksek olduğunun bir başka göstergesidir. Bugün kentlerdeki yaşam şartlarını iyileştirme çabası içinde olanların oluşturdukları “STK- Sivil Toplum Kuruluşları” uçsuz-bucaksızlaşan kent ortamını çekip çekiştirme için başvurulan çareden başka nedir? Köylerdeki “İhtiyar Heyeti”ni “Köyün Yaşlıları” olarak algılayıp yaşlılara da “moruk” damgasını vuran “hippi kılıklı kent kültürü” bu nedenle “saygı” denen mefhumun da içini boşaltmış olduğu için daha çok çırpınıp duracaktır.

Ama köylerimiz böyle midir?  “Beli bükük yaşlılarınız olmasaydı üzerinize felaket üstüne felaket yağardı.” ikazına iman edip uyan köylü, onlara hürmette kusur etmeyerek gençliğini susup dinleyerek, yaşlılığında da konuşup tecrübelerini tıpkı bir “GEN” gibi yeni nesillere aktararak “Köy Bilgeliği” dediğimiz kayıtlarda bulunmayan bilgiyle itibar edilmeye, özenilmeye, yaşanılmaya ve hemhal olunmaya layıktır.

Şimdi, “Nerede o eski adamlar?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Elbette “Akıl yaşta değil baştadır.” Ancak, yıllarca gövdemizin üstünde taşıdığımız o baş onca yaşananlardan sonra mutlaka akıllanmış olmalıdır. Amiyane tabirle “hayat boyu yenilen kazıklar” dan da hiç bir ders çıkaramadık? Eski adamlar okuma yazma dahî bilmezken bunca bilgi ve tecrübeyi nereden ve nasıl edindiler zannediyoruz; Küçüklere sevgi ve büyüklere saygılarından. Köylümüz sevgi ve saygıda kusur etmezler. Köyümüz bu yönüyle de çekip çevirir bizi. Her şey doğaldır. Yeter ki sen kendini onun merhametli kollarına bırak. O seni sarıp sarmalar alır koynuna. Bunun için arar dururuz o sıcaklığı, şefkati ve sahiplenilmeyi yani “iyeliği.”

Kentlerin bencil, asık suratlı hatta yüzsüzlükten yüzü bile kızarmayan gayri insani tutumları karşısında insanın yaratılış fıtratında var olan “yaratılmışı hoş gör yaratandan ötürü” prensibiyle hareket eden “saf köylü,” toplumsal ahlak kültürü konusunda da özentinin kıskacındaki kentliyi fersah fersah geride bırakmıştır. Kentlerin onca kalabalığına rağmen komşuluk ilişkileri bakımından olsun, yardımlaşma ve dayanışma açısında olsun kent insanı yapayalnızdır. Özendiği yaşam tarzı kendini kendisine bile yabancılaştırmıştır. Yeri geldiğinde çağdan, medeniyetten dem vurur ama kendisi de inanmaz bu ikiyüzlülüğüne. Varlık olarak “Ben” der. Mülk olarak “Benim” der.

Toplumsallığın gereği olan “Biz” ve “Bizim” gibi kavramlar ancak dara düşünce (sıkışınca) çıkartılır ortaya. İşte kentlerin bu “yaşamdan kopuk” ilişkileri iter bizi köyümüzün tozlu, topraklı ve çamurlu yollarına. Kentte “düşene bir tekme de sen vur” mantığı hâkimken köyde, yolda kalsak da, çamura batsak da bizi tutup çıkaracak birileri mutlaka vardır. Çünkü orada kul hakkı gözetilir, riayet vardır.

Dünyanın her yerinde şehirler medeni değerlerin üreticisi olmuşlardır. Bilimler, sanatlar, uzmanlıklar, üretkenlik, eğitim, hukuk bunların başlıcalarıdır.  Ancak son yıllarda şehirler artık medenî değerleri üreten ve düzenleyen ağırlıklarını kaybetmiştir. Plansız kentleşme, aşırı göçler ve işsizlik kentlerin medenî vasıflarını, hasletlerini iyice hırpalamıştır. Eğitim Bilimlerinde “aile ve okul”dan başka, çocuğun gelişimine katkıda bulunan öğeler arasında “mahalle ve sokaklar” da gösterilirken, bugün bu alanlar “çocuğun uzak tutulması,” kontrolsüzce baş gösteren kötü örneklerden “çocuğukorunması, gözetilmesi” gereken alanlar olarak ikaz edilmektedir. Oysa köyün sokaklarında bu ürkütücü tehlikelerden söz etmek mümkün müdür?

Eli nasırlı, üreten, karşılık beklemeden yediren, devletine ve milletine bağlı, temiz yürekli, alçak gönüllü insanların yaşadığı bir ortamda insan ancak huzur bulur, sevgi ve saygı görür. Eskilerin deyimiyle “Marifet iltifata tabidir.” Bunun gibi kişi köye gittiğinde hısım akraba dâhil herkesten ve her kesimden bir iltifat görünce kendine bir hüner, bir marifet bulma telaşına girer ve sonuçta “hayırlı ve yararlı” bir iş başarır. Bu teşviktir. Yöneltmedir. İnsanı pahalandırma yani değerlendirme ve yüceltmedir.

Ekonomik krizlerin sosyal patlamalara dönüşmemesinin önündeki en büyük engel olarak görülen köylülerin bu sadeliği, sağlamlığı ve yüksekliği düşmanlarımızı çatlatırken bizlere de sırtımızı dayayacağımız güvenli kalelerimiz olarak hep güç, kuvvet vermiş ve kişiliğimize özgüven kazandırmıştır. Tutunamadığımız kentlerden kaçıp kurtulacağımız bir sığınak ve güvenli limanlar olarak köylerimiz Millet olarak geleceğimizin garantisidirler.

/Çetin KOŞAR
08 Ağustos 2009

Akbulut Köyünün Artık Bir Şeyi Var.



Zaman, iki bin yedi yılının Mayıs ayı. Köyün Muhtarı köyden göç etmiş Akbulut Köylülerinin peşinde. Ülkede teknoloji bu kadar gelişmişken O, bakkal dükkanında tezgâhın üstüne kurduğu “PC (Personel Computer)”’dan MSN ile habire sağa sola mesajlar atıyor, e-postalar gönderiyor, olmadı telefonuna sarılıp adeta onları kovalıyordu. Sorular soruyor, çözümler öneriyor, fikrini söylüyor, fikirlerini istiyor, mevcut durumu ve gidişatı sorguluyordu. Sonuçta, köyünden ayrılarak kendini kurtarmış olanları arkalarına bakmaları, köylerine sahip çıkmaları için adeta “rahatsız” ediyor; Tıpkı “Ey Türk! Titre ve kendine dön!” der gibi…

İşte o günlerde yapılan görüşmelerden birisi. Bir miladın habercisi olarak şöyleydi;
“—Aslında bizim köyün Kabaalma düzlüğü de piknik için çok güzel bir yer. Bir pazar gel gidelim Kabaalma’nın düzüne. Hem cızbız yapar hem muhabbet ederiz.
—Teklif güzel. Bunu değerlendirmeye almam lazım.
—Bir hafta önceden karar almalıyız. Ya da orada keşkek günü başlatalım. İleride gelenek olur.
—Büyük adamların fikirleri de büyük olur.
—Büyük Allah
—Ona şüphe yok.
—Alaçam’ın Geyikkoşan Hıdırellezi var. Kızlan’ın Hüseyin Dedesi, Gökçeboğazın Mayıs Yedisi var. Akbulut’un bir şeyi neden olmasın?”

Bütün bu görüşmelerin can alıcı noktası ““herkesin bir özel günü var, Bizim niye olmasın?” sorusuydu. İşte bu sorunun ilk cevabı o günden bir yıl sonra 29 Haziran 2008’de Kabaalma Yaylasında verilmişti. Bir hevestir, gelir geçer gözüyle bakanlara, sorunun cevabını teyit edici mahiyette ekonomik krize rağmen ikinci cevap 02 Ağustos 2009 ‘da tekrar verildi. Artık Akbulut köyünün de bir şeyi vardı. Bunun adı, “Akbulut Köyü Geleneksel Keşkek Şöleni” dir.

Nice köylerimiz bu tip köy hayırlarını asırlardan beridir yapıyorlarken çok geç kalmış olmamıza rağmen bizim de bir önce başlatmamız kaçınılmazdı. Bunu akletmek, düşünmek ve fikir üretmek öyle her yiğidin akıl kârı olmasa gerek.  Böylesine hayırlı bir işi başlattığı için köyümüzün yetiştirdiği bu genç kardeşimiz Sunay Bakioğlu’nu ne kadar takdir etsek azdır. Bu hususta Akbulut Köyü kendisine minnettardır.

Başlatılan güzel şeylerin ilk olması hasebiyle anlaşılamaması ve dolayısıyla karşı gelinmesi bir yerde mazur görülebilir. Ortaya yeni bir fikir sürenleri eleştirmek için gelecekten ümidini kesmiş kimselerin kullandıkları “Sen hayal kuruyorsun. Böyle bir şey hayatta olmaz” şeklinde olumsuz cümleler kurarak yeni bir şeyler yapmak isteyenlere destek olmak yerine ümitsizlik aşılamak, köstek olmak en kolay yol olacaktır. Bu tip davranış şekline toplum bilimciler “kolaycılık” adını vermektedirler. En kolay yol kolaycılıktır. Şükürler olsun ki, Akbulut köylüleri bu hususta kolaycılığı değil de zor olanı seçerek büyüklüklerini göstermişler, böylesine hayırlı bir girişimi destekleyerek ona sahip çıkmışlardır.

Oysa böylesine anlamlı bir işe girişmek hiç o kadar da kolay değildir. En küçük bir düğün merasimi için çekilen çileyi hemen hemen hepimiz biliriz. Çünkü az buçuk her aile bu anlamlı olayı yaşamaktadır. Adına ne derseniz deyin, yılda bir kere geniş bir katılımla her yıl tekrarlanacak bir olayın, maddi boyutunun yanında gözle görülmeyen o kadar çok ince detayları ve külfet içeren mahiyetleri vardır ki bunu ne organizasyonda görev alanlar fark eder ne de davete icabet edenler. Bu telaş günler, hatta aylar öncesinden başlar; gün gelir dernek kurulur, dernek dağılır fakat işleri bir türlü bitmez. Sonunda, bir işi başarmış olmanın huzuruyla tatlı bir yorgunluk kalır üzerimizde. O gün yaşanan olumsuzlukları, yetersizlikleri, addedilen eksiklikleri günlerce tartışmak yerine pozitif yaklaşımda bulunarak “o kadar kusur kadı kızında da olur” diye karşılayarak gelecek yılda tekrarlanmaması için tedbirler önermek ve çözümün bir parçası olmak en doğal davranış şekli olacaktır.

Sorumuz “Akbulut’un bir şeyi neden olmasın?” idi. Rabbimize şükürler olsun ki şimdi oldu. Bütün köylümüz artık her yaz Kabaalma Yaylasında toplanacaklar. (Laf aramızda, Kabaalma Düzünün de bir yayla olduğunu bu vesileyle yıllar sonra keşfetmiş olduk.) O gün adeta bir bayram yapacaklar. Oturup konuşacaklar, yiyip içecekler, kalkıp oynayacaklar. Bir birlerinin hal ve hatırlarını soracaklar. Geçen bir yılın muhasebesini birlikte yapacaklar. “Köyün kalkınmış parlak geleceği” için hayal kurup, planlar yapacaklar. Köy hayrı için “kazanlar kaynayacak” ve pişen aş fi-sebilillah olarak dağıtacaklar.

Köy hayrı içeren bu tür faaliyetlerin en önemli özelliği, Allah'ın verdiği nimete karşı bir şükür ifadesi taşımasıdır.

Kim şükretmek istemez ki?

/Çetin KOŞAR
07 Ağustos 2009

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Keşkek Şölenimiz, Aşk ve Kriz Aktarması

E kuş alacali kuş, O daldan bu dala duş
Dediler yar yaylada, gittum ki yaylalar boş
Bu yalancı dünyada, her seven bir eş arar
Taşun kalbi yok ama onida yosun sarar.
/Gökhan Birben




Emre, Simge’ye yanlış yapmıştı. Daha önce “canımsın”, “cicimsin”, “her şeyimsin” diye dil döken Emre’ye ne olduysa yüz seksen derece dönerek Simge’ye bu defa pislik muamelesi yapmaya kalkmıştı. Kız haklıydı. Onunla bir daha beraber olamazdı. Çareyi yolları ayırmakta bulmuş ve bunun için de sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Emre’yi orta yerde bırakarak köyünün yolunu tutmuştu…

Ağustos ayının ilk Pazar sabahının ilk saatlerinde köydeki şenliğe ulaşmak için yola koyulduğumuzda minibüste karşılaştığımız ilk “insan öyküsü” buydu. Başlangıçta aşkla, muhabbetle, karşılıklı hoşgörü, sevgi ve anlayışla başlayan beraberliğin bizim için bir muamma olan sebeplerden dolayı sönüşüne, çöküşüne ve “ikisi bir fidanın güller açan dalı” olan gençlerin kopuşuna tanık oluyorduk. Bu durum hiç hayra alamet değildi sabah sabah…

Yollar da yıllar gibi up uzun. Gide gide bitmiyor. Bir yol ayrımında Simge’yi dertleriyle birlikte kendi yolunda bırakıp biz kendi yolumuza devam ettik ve Bafra’ya vasıl olduk. Elbette hedefimiz Bafra değil Alaçam Akbulut köyü Kabaalma yaylası idi. Ama hepsinden evvel aşmamız gereken bir “Bafra aktarma”sı vardı. Çünkü Pazar Sabahı Samsun’dan Alaçam’a direkt otobüs ancak öğleye doğru kalkıyordu. Çaresiz Bafra üzerinden aktarmalı gidecektik.

Kentlerin düzeni bir âlem oldu artık. Kentin giriş çıkış kapıları doğru dürüst çalışmıyor. Önceden bir kentte bir terminal olurdu. Şehre gelenler ve şehirden gidenler hep aynı yerden iner binerlerdi araçlara. Şimdi, kentin bir yakasından gelen yolcu öteki uca gitmek için mutlaka bir “aracı” kullanmak zorunda.  Samsun’dan minibüse binip Bafra’ya geliyorsunuz. İndirildiğiniz terminalde ancak geriye dönüş yapabileceğiniz güzergâhın minibüsleri var. Şehre giriş vergisi olarak bir dolmuşa binip gideceğiniz öbür güzergâhın terminaline ulaşmak için şehir içi dolmuş ücreti ödemek zorundasınız. (Dolmuşa binmeyip bu yolu yaya olarak geçenlerden de bir şekilde haraç alma yolunu düşünecek bir aklıevvel çıkar mı dersiniz. Çıkar mı çıkar!)

Bafra’nın sokaklarını salına salına adımlarken baktık ki bir köy minibüsü Alaçam Hüseyin Dede şenliklerine gidiyor. El edip durdurduk ve atlayıp arabaya düştük Alaçam yollarına. Gökçeboğaz sapağında indik minibüsten ve bir gelen olur diyerek vurduk kendimizi köy yoluna. Kırıklı sapağında Hamdi Meral kardeşim yetişti imdadımıza. Böylece köye vasıl olduk. Ardından Kayış yeri Mezarlığına çıkıp cümle geçmişlerimizin ruhlarına birer Fatiha okuyarak tekrar koyulduk yola. Bu defa istikamet Eski köy Kabaalma Yaylasıydı. Tokmak hırmanına ulaştığımızda peşimizden gelen Mehmet Şahin ağabeyimiz bizi traktörüne alarak yayla yollarını çabucak aşmamıza vesile oldu. Allah (cc) her ikisinden de razı olsun.

Geçen yıl 29 Haziran 2008 ’de yaptığımız Keşkek Şölenimizi bu yıl gerek “köy işleri” ve gerekse gurbetten gelecek olan köylülerimizin “izin işleri” nedeniyle ortalama bir yol bulmak için önce bir ay, daha sonra bir hafta daha erteleyerek 02 Ağustos 2009 ‘da yapmakta karar kılmıştık. Zaten yıllar boyunca bu bitip tükenmek nedir bilmeyen “İŞLERİMİZ” yüzünden kafamızı kaldırıp bir birimizin yüzüne bakmaya fırsat bulamıyorduk. Tam bir çıkış yolu bulduğumuz ve hatta bu yola girdiğimiz ilk andan itibaren bu işi de yürütemeyecek miydik korkusu gelip yüreğimizin orta yerine oturmuştu.

Evet 2008 ‘den 2009’a bir yılda ülkede çok şeyler değişmişti. Sadece ülkemizde mi? Birilerinin cebi dolarken tüm dünyada insanlar günden güne yoksulluğun pençesini biraz daha şiddetli olarak enselerinde hissediyorlardı. Ama bu dünyanın sonu değildi ki. İnsanoğlu yiyecek içecek. Yaşamak için her çareyi deneyecekti.

Bu karmaşa içersinde ne “yapmamamız” gerektiğini atalarımız bize “Sürüden ayrılanı kurt kapar” sözüyle bellettiyse de biz buna kulak kabartmayıp hatta aldırmayıp yolumuza devam etmişiz. Tıpkı batan gemideki gibi “herkes kendi canını kurtarma” derdine düştüğünde bize bir daha hiç kimsenin hayrı dokunamayacaktı. Tam bir yıldır ikinci buluşma gününün heyecanıyla yatıp kalkarken gelip aramıza giren bu kriz görülen o ki teğet geçmeyip bizi de vurdu. Yılda bir kere yapılacak bu buluşma için insan elbette kendisine bir program yapabilecek yeteneğe sahiptir. Yeter ki krizlerin etkisine karşı hazırlıklı olabilelim.

Yapılan iş; bir hayır işidir, bir gönül işidir. Bu işlerde zorlama olmaz; rıza vardır. Adına gönül rızası deriz. Gönlümüzden kopuyorsa koşar gideriz. Bu sevgi gibidir. Paylaşıldıkça azalmaz. Aksine çoğalır da çoğalır. Bu da bizi Allah’ın rızasına götürecektir şüphesiz. Biz bir birimizden razı olursak Allah da bizden razı olacaktır.

Netice itibariyle; Sibel, Emre’den uzaklaşarak kişisel sorunlarıyla baş başa kalmayı ve yalnızlığı tercih etti ve köyüne gitti. Bizler de Alaçam yolculuğumuzun Bafra aktarmalı kısmını korsan bir minibüsle, köy ve yayla yollarını da köylümüzün yardımıyla hallederek şenliğe ulaştık. Küresel ve siyasal kriz engeline takılan bu buluşmamızı da ufak tefek sıyrıklarla da atlattık çok şükür.

Hep hayal ettik ve hayal kurmaya da devam edeceğiz. Hayal kurabilen insanlar gelecekten ümit kesmezler. Yarınlar bizimdir deyip ona sahip çıkarak fedakârlıkta sınır tanımazlar. Kusur aramak yerine bir eksiği tamamlama gayreti içinde olurlar. Bu vasıflara sahip insanlara sahip olduğu için Köyümüz ve köylümüzle gurur duyuyoruz.

Bu ve benzeri tüm badireleri atlatmış olarak 2010 Yılında yapacağımız büyük buluşma; “Akbulut Köyü 3. Geleneksel Keşkek Şöleni”nde sağ ve sağlıklı olarak hep beraber olma dilek ve dualarımızla herkesi sevgi ve saygıyla selamlıyoruz.

/Çetin Koşar
04 Ağustos 2009

3 Ağustos 2009 Pazartesi

İkinci Keşkek Şölenimiz Yapıldı



Her şeye rağmen Akbulut Köyü 2. Keşkek  şöleni  yüreği yarınlara umutla bakanların iştirakleriyle en az birincisi kadar heyacanlı, neşeli ve coşkulu bir şekilde gerçekleştirildi.

Krizdi, Ağustos sıcaklarıydı, yolları geçilmez hale getiren gece yağan sağanak yağmurdu hiç birisi bizi etkilemedi. Bizi etkileyen tek şey vardı o da aynı güne denk gelen "5.Hüseyin Dede Şenlikleri" nedeniyle mülki idarenin yeralacağı protokolun olmayışıydı.

Geçen yıl gelip de mazeretleri sebebiyle bu sene katılamayanların yeri boş kalsa da geçen yıl katılamayıp da her şeye rağmen bu yıl katılanlar bizlere çok güzel sürpriz yaptılar.

Artık çok mutluyuz!

Geçen yıl başlatmış olduğumuz böylesine güzel, böylesine anlamlı bu buluşma şöleni böylece "GELENEKSEL" unvanını almaya hak kazandı. Bu geleneğimiz bundan sonra bir iki kişinin çabasıyla değil örgütlü bir şekilde çok daha yüklü proğramlarla ve toplaşıp, tanışıp,  eğlenmenin de ötesinde köyümüze elle tutulur katkılarla, köyümüze ve köylümüze yapacağı  yatırımlarda yüzde yüz katılıma ulaşarak gelecek nesillere bir eser olarak devredilecektir.

Onca işi gücü arasında, Ağustos sıcağında bu kutsal vazifede görev alıp alınteri döken fedakar köylülerimize, ekonomik zorluklara rağmen onca yolu teperek İstanbul'dan Bursa'dan akın akın bu davete icabet eden herkese ayrıca bu törenimize katılarak bizlere maddi ve manevi desteğini esirgemeyen tüm Akbulut Köylülere sonsuz teşekkür ederiz.

Sağolsunlar, var olsunlar. Allah(cc) O'nlardan razı olsun. Dağıtılan hayır yemeği hürmetine rabbimiz cümlesinin geçmişlerine rahmet eylesin.

Sevgi, Saygı ve Hürmetlerimizle herkese bâki Selamlarımızı Sunarız.

Akbulut Köyü Kültür ve Dayanışma Derneği
03 Ağustos 2009, 17:05