7 Mart 2024 Perşembe

Akbulut Köyü’nde Mutfak Kültürü: KAB KACAK -5

 


Artık, Mart bacadan baktırıp
kazma kürek yaktırmıyor. 
Çünkü, ne baca kaldı ne de kazma kürek. 
Hatta, eskisi gibi kar bile yağmıyor. 
Neylersin!...


OCAKLIK İLE İLGİLİ ALETLER

Her zaman olduğu gibi konuya girmeden önce hemen bu bölüme ait alet ve edevatlarımızı alfabetik olarak sıralayalım; Aşurtma, Ocaklık Perdesi, Balta, Çakmak, Çakmak Taşı, Çaydanlık, Çıra, Çıra, Güğüm, Gözü, Çorba Kazanı, Ekmek Tavası, Girebi, Ibrık, İdarelik, Kav, Kibrit, Kül Küreği, Kül Tenekesi, Küpürlük, Mangal, Maşa, Nacak, Ocak Çengeli, Ocak Çengeli (zinciri), Ocaklık, Ocaklık Dolabı, Ocaklık Gözü, Ocaklık Tereği, Odunluk, Omca, Ösü Demiri, Sac, Sacayak, Tava, Tencere, Tutuşturucu, Yal Tenekesi.

Bu bölümün konusu mutfakla alakalı, yiyecek ve içeceklerin ateşte pişirilip hazırlandığı ocaktır. Köyümüzdeki deyimiyle ocaklık, ev içinde ateş yakılan bacalı yer demektir. Baca, ocakta yakılan ateşin dumanını alıp evin dışına, havaya savuran sistemdir. Oda içinde geniş bir alanda serbestçe yakılan bu ateşin dumanı ve yanma esnasında ortaya çıkan is ve diğer gazlar ateşin ısısı sayesinde yükselirken bacada oluşan sirkülasyonla dışarı atılmaktadır. Dışarıdaki rüzgarın etkisiyle bazen bu bacalar çekmez dumanı odanın içine salar, ahşap duvar ve tavanlar is olur, bu sebeple eski köy evlerinin içi hep kara ve karanlıktır.

Mitolojik, Sosyolojik ve kültürel olarak ocak, derin anlamları olan bir konudur. 

İnsan hayatında yakıcılığı, yok ediciliği, temizleyiciliği, hayat vericiliği gibi özellikleriyle çok önemli bir yeri olan “ateş”in dışarıda yandığı yer olan küre ve ev içinde yandığı yer olan “ocak”ın koruyucu ruhu, yani bir iyesi(sahibi) vardır. Bu nedenle kültürümüzde ateş, su ile söndürülmez; Ateşe tükürülmez; Ateş yakılan yerlere ve küle çiş edilmez; yoksa cinler çarpar(!). Ateş, kötü ruhları kovar. Ateşle oynanmaz. Ateşe saygısızlık gösteren kimselerde deri (uçuk) hastalığı oluşur.

MİTOLOJİDE OCAK

Ocak, Türk kozmolojisinde, tıpkı ağaç gibi sülale simgesidir ve daima otağın “merkezinde” yer alır. Tıpkı göğün ve yerin çivisi sayılan ve kainatı bir arada tutan “Kutup Yıldızı” gibi, Ocak da, “Türk milletinin birliğini” sağlar ve onları bir arada tutar.

Göktürk mitolojisinde, Türük Kağan, Kögmen dağlarında donmak üzere olan halkını “ilk ateşi”yakarak, donmaktan kurtarmıştır.

DUALARDA OCAK

“Ocak” her zaman “hane, evlâd-ü iyâl, dirlik” müteradifi olarak kullanılagelmiştir. Herhangi bir musibetin uğramaması yolundaki temenni “ocak başından ırak ola!” şeklinde dile getirilir. Başı darda olana da “ocağına Hızır uğrasın!” denir.

BEDDUALARDA OCAK

Bunun tersi de, yani ilençler, kötü dualar “ocağın bata!”, “ocağın kör kala!” (“neslin tükensin!” anlamına), “ocağın tütmeye!” – veya “ocağın sönsün!”, “ocağına incir ağacı dikilsin!” (evin harap, virane olsun!) tarzında yine “ocak”ı hedef alır. 

DEYİMLERDE OCAK

“Ocağında kül görmüş!” adam, görmüş, geçirmiş, çok misafir ağırlamış kişidir. “Ocağına düşmek!” aslında iltica hakkı ile ilgili bir sözdür. Birinin ocağı, himaye görülebileceği, hane masuniyeti itibariyle içinde emniyette olunabileceği bir melce’dir. dete göre hane sahibi, kendine sığınan kişiyi korumakla mükelleftir.

“Bir ocakta iki kazan kaynamaz!” dendiğinde de bir çatı altında iki ailenin iyi geçinemeyeceği kast edilir. Yine, “Dağ dağ üstüne olmuş, ev ev üstüne olmamış!" deyimi de aynı anlamda kullanılmaktadır.

Mircea Eliade; Romanya kökenli ünlü din tarihçisi ve filozofuna göre “dinsel ve mitsel” anlamda ateş yakma ritüeli, “yeni yıl” zamanlarında, yani “yeni başlangıçlarda” olur. Tıpkı ilk ateşi yakıp halkını donmaktan kurtaran ve “Yeni bir başlangıç” yapan Türk isimli Kağanın anlatısında olduğu gibi. Bizim “Ocak” ismini verdiğimiz ay da ilk aydır ve bu ayda “Ocaklar” yanmaktadır.

Eski Türk inanç sisteminde ateşin kaynağı göktür. Buna bağlı olarak ateş “Tanrı Bay Ülgen’in kızları tarafından bulunmuş ve insanların hizmetine sunulmuştur.”

Sağlık Ocağı, Türk Ocağı, Asker Ocağı vb. gibi isimler, Türk kozmolojisi ve mitolojisi ile bağlantılıdır. Bahar bayramı nevruzda bu yüzden ateşler yakılır, eğlenceler yapılır, ateşin üstünden atlanır. Türklerde üç ayaklı kazanlar kutlu kabul edilir ve Hunlar’dan bu yana kullanılır.

OCAĞIN SÖZLÜK ANLAMI

1-) Bir aileye, babadan oğula geçmesi için verilen (mülk). 2-) Ateş yakılan yer, demektir. 

Bu ateş yakılan yerde yemek yapılır, ekmek yapılır, başında toplanılıp ısınılır, gıda, temizlik ve ziraatte kullanılmak üzere külü havaya savrulmayıp biriktirilir.

TARİHİ TERİM OLARAK OCAK

I. Selim zamanında uygulanmaya konulmuş olan yurtluk-ocaklık sistemi 19. yüzyıla gelindiğinde tamamen işlevini yitirmiştir. 

“Ocaklık” kelimesi, Osmanlı öncesi dönemlerdeki kaynaklarda daha çok toprak tasarrufu ve toprağın hizmet karşılığındaki kullanım hakkının belli bir aileye irsen bırakılmış olması bağlamında zikredilir.

Osmanlı Devleti’nde ocaklık teriminin kullanım alanları çeşitlidir. En yaygın biçimde idarî teşkilât içerisinde rastlanan ocaklık statüsündeki sancakları ifade etmek üzere geçer. İdarî teşkilâtın dışında devletin bir kısım giderlerinin karşılanması için bazı gelir kaynaklarının tahsisine de ocaklık denilmektedir.

AİLEDEKİ STATÜ VE OCAKBAŞI

Gün bitip akşam olduğunda herkes evine çekilir. Özellikle uzun kış gecelerinde ”akşam oturmalarındaki ocakbaşı sohbetleri” kültürel etkileşim için çok önemliydi. Bugün ancak üç beş kişinin sığabileceği ocakbaşına yerine göre on onbeş kişi üşüşür, ocakta çıtır çıtır yanan odun alevinin karşısında önce el ayak ile yüzümüzü ve bağrımızı ateşi görerek bir güzel ısıtır ardından döner sırtımızı ateşe verir, döne döne her tarafımızı ısıtır, “sıcaklayınca” da ocakbaşından uzaklaşır duvarlara yaslanır ya da duvar dibine uzanırdık. Ocağın başına toplaşılırken oturma sırasında aile içindeki statü gözetilir, baş köşe her zaman yaş sırasına göre evin büyüğü dedenin olurdu.

OCAK EVİN NERESİNDE OLUR.

En eski köy evlerimizde her odada bir ocaklık olurdu. Daha sonraki yıllarda (1960) hanelerdeki ocak sayısı bir adete düşmüş 1980'lerden sonra tüp gazlı set üstü ocaklar, soba ve kuzinelerin yaygınlaşması ile yeni yapılan evlere ocaklık yapılmamış, soba ve kuzineler için boru bacaları yapılmış, hatta zaman zamanla baca yerine duvara bir delik açılarak soba boruları buradan dışarı uzatılmıştır. Günümüzde ise doğalgazın yaygınlaşmasıyla özellikle kentlerde yeni yapılan konutlarda baca sistemleri iptal edilip, bacasız evler inşa edilmeye başlanmıştır.

***

Ocaklığın da bacasından başka kendine özgü bölümleri olurdu. Bunlardan ilki çakmak taşı, kav, kibrit ve çıra gibi ateş tutuşturucularının konulduğu "idarelik, çıralık ya da ocaklık gözü" denilen oyuklu yerdir. Evlerimizde Kullanılan her bir araç ve gerecin kullanım sonrası konulduğu sabit bir yeri olurdu. Lazım olduğunda da el yordamıyla bulunurdu. İşte, kibrit, çıra ve aydınlatmada kullandığımız, adına da "idare" dediğimiz küçük gazlı el lambalarının konulduğu, bırakıldığı yer de bu "ocaklık gözü"dür. Alet-edevat ve araç-gereçler lazım olduğunda ilk bakılacak yer bu kendilerine mahsus yerlerdir.

Benim hayat planlamalarım arasında mühim bir yere sahip olan bu “Ocaklık Gözü” ile ilgili bir anımı da burada anlatmak isterim. 1950-51 yılları olmalı. 9-10 yaşlarındaki babam Gökçeboğaz İlkokulu 3. Sınıf öğrencisiyken defteri biter ve yeni bir defter alması icab eder. Bunun için dedemden defter parası ister. Akşam, ocağın başında toplanıp günün muhasebesinin yapıldığı bir anda cereyan eden bu para isteme olayında dedem, cebinden çıkardığı 50 kuruşu bu ocaklığın gözüne bırakırken; "Oğlum, bütün param bu. Aha buraya koyuyorum. Bununla okuyabileceksen al oku! Yok, yetmez dersen seni bekliyor sabanın oku!" der. Bunun üzerine babam okulu terk ederek o günden bu güne kadar sabanın sapına tutunur gider. Daha sonraki yıllarda Almanya ve Avustralya'ya işçi olarak gitmek için yaptığı başvurularda kendisine engel olan bu belgesizlik (diploma) onu 1970'li yılların başında komşumuz ilaz Selahattin Şen ile birlikte aynı okulda "bitirme kurs ve sınavına" katılarak "dışardan ilkokul diploması" almaya iter ve alır. Bu arada, müzik dersinden geçerli not almak için okuduğu “Karakolda ayna var, kız kolunda damga var (Cevriyem).” türküsüyle de milletin diline düşerek meşhur olur.

***

Ocaklığın bir diğer önemli bölümü ise tavana yakın kısımdaki "terek"lik idi. Bu bölümde, yağ, tuz, şeker, baharat nana(nane) ve kırmızı biber ki o da köylünün kendi üretim ve imalatı olan acı kırmızı biber) olurdu. Bıçağın yeri de yine bu tereklerdi. Çünkü, kesici aletler tehlike oluşturacağından ortalık yerde bırakmayıp onları, çocukların erişemeyeceği yüksek bir yere kaldırılması elzemdi. Ocağın bulunduğu yer aynı zamanda mutfak idi ve mutfak tezgahı olarak da ocaktaşı kullanılırdı. Yemekler ocağın önünde hazırlanır, ocakta pişirilir, yenildikten sonra bulaşıklar da yine ocağın başında yıkanırdı. Tabi şimdiki gibi deterjanlar kullanılmadığı için zaten tabakta yemek bırakılmadığı gibi ekmek ile iyice sıyrılarak yenen yemek kaplarında hiç yiyecek artığı kalmadığından önce sıcak su dolu bir kab içinde kumaş parçasından mamül bulaşık beziyle ovulan kap kacaklar ardından durulama suyuna daldırılıp çıkarılır ve son olarak bu kaplar kap tereğine ağızları aşağı gelecek şekilde dizilirdi. Küçük bir ayrıntı daha ekleyecek olursak, yemeklerde kullanılan yağ oranı neredeyse "eser miktarda" olduğu için bulaşık yıkanırken yağ çözücülere gerek duyulmazdı. Bir de hep aynı kabdan yenilip içildiği için herkese ayrı tabak; sofrada en fazla 2-3 çeşit yemek olduğu için birkaç kab dışında yıkanacak bulaşık da olmazdı. Tabak, çanak ve tencerelerde kuruyup katılaşmış yemek kalıntıları varsa bunların üzerine ocaktan bir miktar kül serpilir ve ovularak yıkanır, bu sayede kaplar temizlendiği gibi pırıl pırıl da parlatılmış olurdu. Kazan, tencere, tava ve çaydanlık gibi sürekli ateşin is ve dumanına maruz kalan ısıtma ve pişirme kaplarının dış yüzeyleri, oluşan isin pasın yoğunluğuna göre ara sıra dışarıda kum ile ovularak temizlenir, parlatılırdı.

OCAKTA NE YANAR

Burada kastımız tüplü ve gazlı set üstü ocaklar olmadığına göre elbette ocakta odun yanmakta idi. Köylünün yıllık işlerinden birisi de "odun çekmeleri"dir. Özellikle Sonbahar ile birlikte sona eren yıllık işlerin sonuncusu kışlık yakacak için ormandan odun edip eve çekmek, getirmektir. Yaz mevsimi neyse de özellikle kış mevsiminde ocakta yanan ateş ile hem yiyecekler pişirilir hem de ısınma hatta geceleri de aydınlanma ihtiyacı giderilirdi.

Ormanda baltalarla kabaca kesilip taşınarak ev yanındaki odunluğa yığılan odunlar daha sonra ihtiyaç hasıl oldukça ocağa sığacak şekilde balta ya da nacak(küçük balta) ve girebi ile ufak parçalara ayrılarak ev içindeki ocaklığın yanına "küpürlük" de denen odunluğa günlük ihtiyaç kadar taşınırdı. Ocaklığın demirbaşı ise "omca" denilen devasa kütüklerdi. Bir kişinin zor taşıyabildiği bu omcalar ateşin devamlılığını sağladığı gibi ileri geri sürülüp çekilerek ocaktaki ateşin harını (ısı derecesi) ayarlamaya da yaramaktaydı. (Bkz. Omca adlı yazımız: https://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/omca.html )

Ateşin devamlılığı, bu omcaların yanan uç kısımlarındaki közlerin uyuyan sobalar gibi sabaha kadar sönmeden içten içe yanmasıyla sağlanmaktaydı. Bu sayede yaz kış, gece gündüz, ocakta ateş hiç eksik olmazdı. Lazım değilse, kullanılmıyorsa ateş küle gömülür. O da sönmüşse bir koşu gidilip komşudan köz istenirdi. “Ateş almaya mı geldin?” sözü acelesi olanlara denir. Komşudan alınan ateş ucu közlü bir "ösü/öğsü" ya da bir avuç kül içine konulmuş bir kaç köz parçasıdır. Aceleci bir tavırla alınıp gelinen bu ateşin "söyünmeden" (sönmeden) ocakta ateşe dönüşmesi sağlanırdı.

Eskiden evlerin etrafı meyve ağaçlarıyla çevrili olurdu. Kendiliğinden kuruyup kırılan ve dökülen dallar, çırpılar ocakta ateş yakmak için çok iyi bir tutuşturucu idi. Bu ağaçlarımız hiç budanmaz, doğal gelişimlerine müdahale edilmez, güz fırtınalarının doğaya sağladığı yararlardan birisi de kuruyan bu filiz ve dalların ağaçtan temizlenmesidir. Mayıs ayı içindeki şiddetli fırtınalardan birinin adı da bu dal kırılmalarına ithafen “filizkıran fırtınası” olarak adlandırılmaktadır.

Oda soğuduğunda omca ileri sürülür, ucundaki közler "öğsü demiri" ya da "maşa" ile çentiklenerek kırıntılanır, biriken köz üzerine tutuşturucu olarak bu çalı çırpılar konulup üflenerek alevlendirilir ve onların üzerine de odunlar konarak tam yanma sağlanırdı. Çok yandığında da tersi bir işlemle önce omca geri çekilir ve ardındanda yanmasına gerek kalmayan odunlar alevli bölgeden uzaklaştırılarak ya da birikmiş ocak külüne gömülerek daha sonra tekrar kullanılmak üzere sönmesi sağlanırdı

Ocaklarımız elbette hiç "sönmeden tüten ocak"lar değildi. Bazen tamamen sönen ocağı yeniden tüttürmek için ilkçağ insanı gibi "sürttürerek" ateş yakmazdık. Zor zamanlar için bulundurulan ev ihtiyaç malzemelerinden biri de kutu (tek) değil de paket (bir düzine) olarak alınan kirpit (kibrit) idi. Gerek aydınlatma (çıra, lamba ve idare) cihazlarını yakmak, gerek ocağın ateşini yakmak ve gerekse sigara içen büyüklerimizin sigaralarını tüttürmek için evde mutlaka kibrit bulundurulurdu. Gerçi sigara tiryakilerinin pamuklu gaz depoları olan muhtar çakmakları da vardı ve ateş yakmak için aynı zamanda bu çakmaklardan da yararlanılırdı. Dedem evde olduğu zamanlarda sigarasını yakmak için kibrit ya da çakmağını kullanmak yerine ocaktaki ateşten yararlanır, maşaya kıstırıp aldığı bir köz parçasıyla ya da bir öğsü ile bu da yoksa direk omcanın közüne temas ettirerek sigarasını yakardı.

KAV

Çakmak kullanımı o yıllarda (1960) lüks sayılırdı. Sigara tiryakilerinin bir naylon torba içinde (tütün tabakası lüks idi) yanlarında taşıdıkları kendileri tarafından kıyılmış tütünden başka, sigara sarmak için kağıt yerine kullanılan yumuşatılmış yaprak tütün, bir de sigara yakmak için tutuşturma araçları olurdu. "Kav" dediğimiz bir tür mantar ile bunu yakacak olan kıvılcımları meydana getiren iki adet çakmak taşı temel şart idi. Her ne kadar tiryakiler sigara yakmak için diğer kişilerin yanmakta olan sigaralarından ve ocak ateşinden yararlansalar da evlerden uzak yalnız zamanlarında (yolculuk ve tarla işleri esnasında) kav kullanmak tek çare idi. 

ÇIRA

Ev içi ve dışında çıra kullanımı da bir zamanlar oldukça yaygındı. Küçük küçük çentiklerle elde edilen sakızlı çam odunu, tutuşturuculuk yanında aydınlatmada da kullanılırdı. İdarelerde kullanılan gaz, parayla temin edildiği için o kıtlık yıllarında doğadan bedava temin edilen çıralar revaçta idi. Aydınlatmada, ev içi ve tam (ahır) işleri gibi kısa mesafeli ve kısa süreli kullanımlarda parmak büyüklüğündeki çıralar gayet ekonomik idi. Bir ihtiyaç için ya da gece oturmaları gibi konu komşu ziyaretlerinde ise bu çıraların daha büyük parçaları meşale niyetine kullanılırdı. Şimdiki gibi her tarafta geceleri aydınlatan sokak, cadde ve park ışıkları olmadığı için eğer ay ya da yıldızlar yoksa eski günlerin geceleri zifiri karanlık olur, göz gözü görmezdi.

ÇORBA

Ocakta yanan ateş üzerine çengelli zincirle asılan ya da sacayak üstüne oturtulan çorba kazanında yağsız ve tuzsuz olarak pişirilen çorbanın tuzu ve yağı en sonunda katılırdı. Yağ tavasında tercihe göre baharatlı olarak kızdırılan (yakılan) yağ çorbaya "coss" diye dökülüp karıştırılır, öyle servis edilirdi. Çorbanın piştiği ve yemeğe hazır hale gelip gelmediği ise yağın çıkardığı bu ses ve etrafa yaydığı tarifi imkansız kokusundan anlaşılırdı.

EKMEK

Ocak, ısınma, aydınlatma ve yemek pişirme yanında her gün olmasa da bir kaç gün arayla düzenli olarak ekmek de pişirilen yerdi. En yaygın ekmek sac üstünde pişirilen türler idi; mısır ekmeği, buğdaydan patıl, somun ve yoka (yufka) ekmekleri idi. Üç ayaklı demir (sacayak) üzerine konulan yuvarlak çelik levha (sac) önce yağlanarak altında yakılan ateşle bir güzel kızdırılır (ısıtılır), ardından el büyüklüğünde yuvarlak ekmekler pişirilirdi. Sacın pişirme ısısını ayarlamak için de altında yanan odunlar geri çekilerek ya da ileri dürülerek ayarlanırdı. Yaz günlerinde ise bu ayar işinde zorlanma olursa bu defa sacın altı suyla karılıp harç haline getirilen odun külüyle sıvanır ya da sacayağın üstüne sacdan önce birkaç tane teneke parçası konurak sacın ısısı kontrol altına alınmış olurdu. 

Ailenin temel gıdasını ekmek oluştururdu. Yerine göre yemek olmasa da karnı aç biri için "soğan - ekmek" yemek büyük bir ziyafet idi. Şimdilerde "fast food" denen ve ayaküstü yenen bu tip yemek türünün bizdeki adı "yavan - yaşuk" idi. Tarladan evine yorgun argın dönen birinin durup yemek hazırlayacak hali ve zamanı olmadığı için bazen yemek hazırlanmaz, Allah ne verdiyse yavan yaşuk yenilir, yatılırdı. Bu yemek türünde ekmeğin yanında katık olarak bazen bir çanak ayran, pekmez ya da “nardek” dediğimiz tatlı elma pekmezi, közde ısıtılmış olan ekmeğe sürülmüş bir miktar tereyağı olurdu. Bunlar da yoksa suya şeker katılarak elde edilen şerbet, (şekerli su) çala-kaşık yenilirdi.

Elbette ekmek türlerimiz sadece saç ekmeği değildi. Ocak üstünde tava ekmeği de yapılırdı. Yine sacayak üstüne konan ekmek tavasının ağzını kapatmak için ekmek sacı ters çevrilerek konur, alttan köz ile pişen tava ekmeğinin üstüne de ayrı bir ateş daha yakılır ve kontrollü bir biçimde altlı üstlü pişirilirdi. "Somun ekmeği" de dediğimiz bu tür ekmeklerimiz hem buğday ve hem de mısır unuyla yapılırdı.

KÜL ÇÖREĞİ

Gelelim kül çöreğine. Aslında bu tip ekmek pişirme için eve ve ocaklığa ihtiyaç yoktur. Yerine göre arazide de yapılırdı. Çörek ekmeği özellikle un değirmenlerinde sıra bekleyenler için mütemadiyen yapılan bir ekmek çeşididir. Bunun için iyice yanarak tabanı ısıtılmış ocağın orta yerindeki ateş ve küller kenara sıyırılır, tabana kara lahana yaprakları serilir, üzerine hamur konur, yanlarıyla birlikte üstü de lahana yapraklarıyla itina ile sarılan hamurun üstüne de yine bir güzel kül ve köz parçaları örtülüp, eğer köz durumu yetersizse üstünde küçük bir ateş yakılarak pişirme işlemi başlatılırdı. Ekmeğin pişip pişmediğini anlamanın tek yolu ise etrafa yayılan hamur ve lahana karışımının oluşturduğu özel rayiha/kokudur.

ÖZEL GÜN EKMEKLERİ

Ekmek türlerimiz arasında sac üzerindeki yağlı ekmek (yâlu, katmer), balkabağıyla yapılan “yanıç”, tavadaki üzümlü “nokul”, ıspanaklı, pırasalı, kabaklı vs. börekler daha ziyade düğün ve bayram zamanlarında yapılan misafir ya da ziyafet ekmeklerimizdir. Ramazan günlerinin temel ekmekleri ise yine sac üstünde pişirilen, cızlak (krep), küçük tavada yağda pişirilen "bişi" ekmeğidir.

DAĞLAMA, TÜTSÜLEME, KURUTMA

Eski köy evlerindeki ocaklarımız yiyecek pişirme dışında yiyecek hazırlamada da önemli fonksiyonları olan birim idi. Bunların başında kesilip tüyleri yolunan kümes hayvanlarının (tavuk, hindi, ördek, kaz…) kopmayıp üzerinde kalan ince beyaz kılların ateş alevine tutularak yakılması yani tütsülenmesidir. Öte yandan özellikle Kurban Bayramlarında kesilen kurbanın baş ve ayaklarının bazı kısımları ocakta ısıtılan kızgın demirle dağlanarak (yakılarak) temizleniyordu. Özellikle kellenin ağız içi ve dil kısmı önce dağlanır, yakılan bu kısımlar elle soyulup alındıktan sonra pişirilirdi. Ayrıca, bir keresinde Ninem temizlediği bağırsakları baca içerisine asıp günlerce kuruması için bekletip sonra doğrayıp yedirdiğini hatırlıyorum. Siyah isleri her ne kadar yıkayarak temizlese de tütsünün sağlıklı olduğunu ifade etmişti. Tüm bunlara ilaveten kazma kürek sapı gibi tarımsal aletlerimiz kırıldığında da yenisini yapmak için yaş malzeme yine bu ocak bacası içine asılır günlerce kurutulur öyle kullanılırdı.

MANGAL

Köyümüzde Mangal Kültürü birkaç aile dışında yaygın değildi. Kış günlerinde gelen misafirler için yatmadan evvel teneke ya da eski su kovası ocaktan alınan köz ile doldurulup misafirin yatacağı odaya yatmadan bir süre evvel konur, odanın soğuğu kırılana kadar bekletilir, mangal niyetine hazırlanan bu közler zehirlenmelere karşı tedbir olarak yatarken odadan alınır, tekrar ocağa boşaltılırdı.

ÇENGEL

Ocaklığın demirbaşlarından olan ocak çengeli ya da ocak zinciri bu iş için dizayn edilmiş bir araç idi. Baca içine iki duvar arasına yerleştirilen demir parçası ya da kalın dal parçasına takılan yuvarlak halka ile başlayan bir buçuk metre uzunluğundaki bu zincirin, yemek ya da yal kazanını (tenekesini) asmak (takmak) için ucunda bulunan bir çengele (kanca) ilaveten, orta yerinde de zincirin boyunu uzatmaya ya da kısaltmaya (ayarlamaya) yarayan parça zincirli ikinci bir kanca daha olurdu. Bu çengel sayesinde asılarak pişirme işlemi yapılan kabın ateşe yakınlığı veya uzaklığı ayarlanabilmekteydi. Bu alete kanca demek yerine çengel dememizin nedeni ise kancanın tek değil çift hatta üçlü oluşuydu. Ayrıca bu çengelli zincirle, dolap zincirinin kopması ya da bağının çözülmesi neycesinde kuyuya düşen su kovaları kuyudan çıkarılırdı. Bir keresinde bu ocak çengelini de kuyuya düşüren ninem, 12 adam boyu derinliğe sahip kuyuya tek başına inmeye çalışmış, orta yere kadar indiğinde dibe doğru genişleyen örgülü taşlara tutunmakta zorlandığı için vazgeçip kuyudan çıkmıştı.

MAŞA, ÖĞSÜ DEMİRİ, KÜL KÜREĞİ

Ateşi karıştırmak için maşa, omcadan köz koparmak için öğsü demiri ve en son olarak da ocakta biriken külleri toplayıp kül tenekesine doldurmak için kullanılan kül küreğini de anmadan geçmeyelim. Ocaktan toplanan bu küller çöpe atılmayıp kül tenekesinde bekletilip, soğuduktan sonra çuvallarda biriktirilir ve bahar aylarında elenerek, don olayına tedbir olarak fidelik işlerinde, hasat sonrası mahsulün böceklenmeye karşı korunması ve temizlik işleri gibi alanlarda kullanılırdı.

KÜBÜRLÜK (Küpürlük - Çöplük)

Evlerin ana ocaklığının iki yan alanlarından biri küpürlük diğeri dolap idi. Dolap iki katlı (raflı) olup alt rafa içinde pekmez ve ekşi türü yiyeceklerin olduğu küçük küp ve göveçler konur, üst rafında ise yağ, tuz, şeker, baharat vb. gıda maddeleri olurdu. Küpürlük dediğimiz kısım ise daha ziyade odunluk diyebileceğimiz türden bir yer olup, bir tarım toplumunda kişinin dışarıda ahırda çalışırken üstünde başında eve getirdiği çerçöpleri silkeleyip döktüğü, oda kapısıyla ocaklık arasında bir köşe olup, burada biriken çer-çöpler zaman zaman süpürülüp ateşe atılarak temizlenirdi. 

YÜKLÜK DOLABI - DUŞ ODALARI

Evlerin ana ocaklığının dışında diğer odalarında bulunan ocaklıkların fonksiyonu biraz daha farklıydı. Geniş aile türünün hakim olduğu bu tip konutlarda diğer odalardaki ocaklar geniş aile içindeki çekirdek aileyi ifade ederdi. Bir çatı altında, yerine göre iki üç evli çocuğu ile birlikte oturulan bu tip konutlarda bu ocaklar nadiren banyo (gusül) ihtiyacı için kullanılırdı. Kullanılmadığı zamanlarda ocağın önü boydan boya bir perde ile kapatılırdı. Bu ocaklıklarda küpürlük olmaz ama ocaklık dolabının rafı ahşap değil beton zeminli olurdu. Bu dolabın temel işlevi "duş" almaktı. Ocakta ısıtılan suyla duşakabin şeklindeki bu dolaba girilip banyo yapılırdı. Aynı zamanda yüklük dolabı da denen bu ocaklık dolabının zemininde ağaç bir palet olur ve banyo işi bittiğinde bu palet yerine yerleştirilip üzerine yatak yorgan ve yastıklar yığılır ve dolabın kapağı kapatılırdı. (Bu hususlar konut mimarisi kısmında detaylandırılacaktır.)

YALLIK VE YAL TENEKESİ

Eski evlerimizdeki ocaklar sadece insanlar için değil, aynı zamanda dört ayaklı hayvanların da yararlandığı birimlerdi. Ahırdaki büyükbaş hayvanlar olsun, günümüzün ifadesiyle evin dışarıdaki “güvenlik görevlisi” konumundaki köpeklerimiz için özellikle sabah vakitlerinde hazırlanan sulu ve sıcak yiyeceği “yal” da bu ocakta pişirilirdi. Kalitesiz tahıllar ile arpa ve yulafın değirmende öğütülerek elde edilen yallığa ilaveten ekmek pişirileceği zaman buğday ununun elenmesiyle elde edilen kepek tuz katılarak suyla karıştırılıp yal kazanı ya da yal tenekesinde koyu bir şekilde pişirilir, varsa bu karışıma lahana yaprağı ve dövülerek ezilip parçalanmış mısır somağı (taneleri alınmış koçan) parçacıkları da katılırdı. Ahıra indirilen bu kaynar vaziyetteki konsantre yemek ahırda herkese eşit şekilde paylaştırılıp, suyla “ılıştırılarak” içirilir, hayvanların içleri ısıtılırdı.

ÇAYDANLIK VE IBRIK

Ocağın demirbaşlarından bir diğeri de hiç şüphesiz koyu yeşil dış rengiyle özellikle kış günleri içi kaynatılmış ıhlamur çayı ile dolu demlik yani çaydanlıklardı. Ateşin yakınında her daim içilmeye hazır sıcacık ıhlamur ya da ada çayı bulunan bu çaydanlıklarımız da ocaklarla birlikte kullanımdan kalktılar. Şimdilerde boş ya da dolu olarak soba ya da tüp gazlı ocak üzerinden hiç eksik olmayan su ve demlik kablarından oluşan ikili mevcuttur. O günlerde ocaktaki bir diğer kabımız da “ıbrık(ibrik)” ya da daha büyüğü “güğüm” dediğimiz genellikle yaşlılarımızın abdest alırken kullandıkları sıcak su kablarımızdı. Bir misafir geldiğinde bu ıbrığa “ileğen(leğen)” dediğimiz orta yeri kapaklı kirli su kabı da eşlik eder, gerek yemek öncesi ve sonrası ellerini yıkamak için ve gerekse abdest almaları için haneden bir kişinin “su dökerek” yardımcı olduğu bu “hizmet kültürü” de terk edildi.

-Devam Ediyor-

/Çetin KOŞAR

15 Şubat 2024


[ DİĞER BÖLÜMLER ]

1. Bölüm: Giriş

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2019/12/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab.html

2. Bölüm: Çay

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2020/01/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab.html

3. Bölüm: Sağın

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2020/01/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab_19.html

4. Bölüm: Su

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2020/02/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab.html


2 Şubat 2024 Cuma

"Mıgdar Ali" Belgeseli -2

Fotoğraf:  Sunay BAKİOĞLU Arşivi


Bir topluluğu toplum yapan mühim simalar vardır. Köyümüz Akbulut’un önemli simalarından birisi de Muhtar Ali Rıza Bakioğlu idi. Ne ki, bu önemi o gün Kışlakonak adıyla tek köy olan Gelemet, Sordanköy, Karanlıkdere, Çetirlik ve Sarımsak köylerine muhtar seçildiği 1 Aralık 1963 tarihinden itibaren başlayan hizmet aşkından başkası değildi.

Rüşvet ve iltimasın kol gezdiği günün siyasi koşullarında gemisini yüzdürmesini bilen bir kaptan idi. Gerçekten günümüzde bile bir yerlerden hizmet talep etmek, bu talebi takip etmek, karşılaşılan tüm engellerle başa çıkıp, torpil ve kayırmacılık yapılmadan işini gördürmek oldukça zordur.

O yıllarda köyümüzün en büyük sorunu yol ve köprü idi. Şimdiye göre eskinin hava şartları da bir başka idi. Kar, çarık bağı değil adam boyunu aşar, şiddetli sağanaklar anında sele dönüşür; yollar çağıldayan ırmaklara, tarlalar şelalelere dönüşür hatta sel sularıyla dolan cilim mevkii denize dönüşürdü. Toprak ya da çakıl taşlı olan yollar ilk yağmurda sele teslim olur, yolların ortasından akan sular yolu eşip dereye çevirir, yol yarılıp adeta ikiye ayrılır, düz yolda bile çukur ve tümsekler yüzünden bırak öküz arabalarının yükünün kayıp, akıp gitmesini zaman zaman bu arabaların mazuları bile ortasından ya da tekerin olduğu yerinden kırılırdı. Bereket, köyde Hasbi Şahin ustamız vardı da tamiri kısa sürede yapılırdı. Bu ve buna benzer nedenlerden dolayı o günkü adı “Köy Hizmetleri” olan kurumun merdivenlerini aşındıran bir muhtarmız vardı. Tabi merdiven inip çıkmakla iş bitmiyor bu gidiş gelişlerde birilerinden birine “selam” getirip götürmek de vardı. Hükümet kademelerinde bir tanıdığın yoksa boşuna inip çıkacaktınız o merdivenleri.

Gerçi o günün Hükümet Daireleri, bugünküler gibi çok katlı değildi. Mesela, o gün iki katlı olan ancak adli makamların olduğu bodrum kattan itibaren saymaya başlarsak kat sayısı ikiye katlanır, evrak gezdirmek için “in aşağı çık yukarı;” olmadı bir daha dolaşmak icap ettiğinde iki katlı “dayre!” 8-10 katlı olur; mısır ekmeğiyle mısır çorbasına talim eden köylünün bu iniş çıkışlarıyla hükümetten çözmesini beklediği sorunlarından önce dizlerinin bağı çözülürdü. Bu ve buna benzer nedenlerden dolayı vatandaş devletle karşılaşmamak için bu gibi yerlerden uzak durmaya çalışır, mecbur kalırsa da öne sürebileceği, bu işlerden anlayan tecrübeli bir “tanış” birini bulmaya çalışırdı. Dairelerin birinde çalışan böyle bir tanıdık, bütün dairelerin kapılarını açan bir çilingir gibiydi.

Bu hususta imdadımıza koşan bizim de kalelerimiz vardı elbet Hükümet Konağında. Köyümüzden yetişmiş İlçe Mal Müdürlüğü personeli Kenan ŞEN, Adil YAPRAK, Ziraat Müdürlüğü personeli Ziraat Mühendisi İzzet USTAOĞLU o günün ünlüleri olup adeta  muhtarımızın devlet içindeki ön karakollarıydılar. Bu imkanı çok iyi değerlendiren muhtarımızın her işi öyle tıkır tıkır işlemezdi tabi. Ne kadar adamını bulursan bul iş gelir bir yerde kilitlenir, tıkanır kalır. Ne geri, ne ileri gidebilirsin… Yeni bir çıkış kapısı bulmak zorunda kalırsınız. İşte bu kapı “siyaset kapısı”dır. Çünkü, siyasi partiler ekmek gibi, su gibi Anayasanın vazgeçilmez unsurlarıdır.

Şu da bir gerçektir ki, Siyasi Partiler devlet huzurunda aldıkları oy nisbetinde kabul görürler düşüncesi de yanlıştır. Aslında siyasi partilerin devlet içindeki güçleri çeşitli mevkilere yerleştirdikleri “adam”lar ile ölçülmeli. Hükümetler gelir geçer, Partiler açılır kapanır, bölünür, çoğalır ama su başlarını tutan adamlar hep oradadır. Bir parti iktidarda değildir ama kazanan parti muhalefet partili bürokratların ağırlıkta olduğu bir bakanlığı aslında formalite icabı idare etmektedir. O kurumda bütün ipler muhalefet partisinin elindedir. Onun için, falanca parti iktidar deyip ondan medet umarsanız yanılırsınız. Bunun için partiler tek başına iktidar olsalar bile, bürokratik yapı nedeniyle asla muktedir değildirler.

Tüm bu siyasi mülahazaları niye yapıyorum? Çünkü, sonunda varmak istediğim noktaya, anlatmak istediğim konuya zemin hazırlıyorum. Evet, yukarıda anlattığım tüm mevzular yerel yönetimlerin temel sorunlarının başıdır. Yöneticileri “Adama göre iş mi? Yoksa Adamına göre iş mi?” ikileminde bırakan bu çıkmazı ancak devlet aklı olan zeki insanlar aşabilmekte idi. Bunun sırrı da doğru “adamı” bulmak hamleyi doğru yapmaktı. İşte “Mıgdar Ali” bu hususta mahir biriydi.

Biliyordu ki, 1950 yılında başlayan “Yeter Söz Milletindir!” hareketi’nin önü her ne kadar 1961 İhtilali ile kesilmeye çalışılsa da arkadan gelen nesil, milli hassasiyetleri olan bir nesildi. Necip Fazıl’ın dediği gibi “Öz yurdunda garip, öz yurdunda parya.” olan millet evlatları Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı Ulusal Kurtuluş Mücadelesini tamamlamak azminde idi. Ne var ki, kilit mevkilerdeki kişiler kendi geleceklerinin güvencesini milleti yerine dışarılarda, başkalarında arıyorlardı. Bu nedenle ülkedeki ihtilaller, darbeler, muhtıralar hiç bitmiyor; milletin seçtiği başbakan ve bakanlar uyduruk, sudan bahanelerle idam edilebiliyordu.

HEP BAŞBAKAN SÜLEYMAN

Demokrat Parti’nin kapatılmasıyla onun süreği (filizleri) olan Adalet, Köylü, Millet, Milli Selamet ve Milliyetçi Hareket gibi vb. partiler içinden Adalet Partisi bir adım öne çıkmıştı. Genel Başkanlığına da Süleyman Demirel (1924-2015) getirilip ilk Başbakan olduğu 1965 ‘den  itibaren ülke iktidarda hep şapkasını “gabdırmayan Sülo”yu gördü. Biz ona “Barajlar Kralı, Çoban Sülü, Baba” desek de o sanki bu ülkede gizlice krallığını ilan etmiş gibiydi. İstemeyenleri, O’nu siyaset dışı yollarla alaşağı etseler de O, önce “şapkasını” alıp gitmiş fakat her defasında biraz daha güçlenerek gelip krallık tahtına pardon iktidar koltuğuna oturmuştu. İrade sahibi, tuttuğunu koparıp alan azimli biriydi.

Bu sırada Nisan 1987 yılı referandumuyla siyasi yasaklı liderlere af çıkmış, 12 Eylül 1980 darbesiyle tüm partiler gibi kapatılan Adalet Partisi’nin yasaklı genel başkanı Süleyman Demirel de tekrar siyasete dönmüş, Hüsamettin Cindoruk’un başında olduğu Doğruyol Partisi’nin genel başkanı olmuştu.

Dokuz ay sonra 29 Kasım 1987 tarihinde ülkede genel seçimler vardı. 1984 yılında kurulan Islahatçı Demokrasi Partisi de o günün gençleri olarak bizde büyük bir coşku ve heyecan meydana getirmişti. Hele bir de gerekli teşkilatlanmasını tamamlayıp 29 Kasım 1987 genel seçimlerine katılma hakkı kazanınca, dedik, işte iktidar koltuğu bizi bekliyor. O coşkuyla, Ankara’ya parti kongresine koşarak gitmiş, çevre illerdeki mitinglere uçarak gitmiş, Ordu’nun köylerini gece gündüz demeden tek tek gezip dolaşmak yetmemiş sıra Samsun’a da gelmişti. Köyde olduğum bir gece vakti hem siyaset hem ziyaret maksadıyla Kışlakonak köyünü basan partili arkadaşlar gece vakti araçtaki propaganda cihazının sesini açıp köyü ayağa kaldırdığında konu komşu toplanıp başta ilaz Selahattin Şen, Recep Koşar Hoca; “N’oluyor yahu, gündüzler çuvala mı girdi de gece vakti bizi bu gürültüyle ayaklandırıp telaşlandırıyorsunuz? diye ikazda bulunmuşlardı. Partili arkadaşları akşam vakti evimizde misafir etmiş, annemin hazıladığı “yavan yaşuk” ile karınlarını doyurmuş, çaylar içildikten sonra Alaçam’daki parti karargahına dönmüşler fakat sabahleyin tekrar köye gelip, yanlarına benimle birlikte Metin Şen’i de alıp, Sancar, Gelemet ve Doğanyuvası köylerinde propaganda faaliyeti yaptıktan sonra Metin ile ikimiz yayan olarak köye geri dönerken onları Taşkelik istikametine doğru yollandırmıştık. Diğer gençlerin köyde yaptıkları siyasi faaliyetleri bir CİA, KGB ve MOSSAD ajanı gibi yakından takip eden Muhtarımız elbette bizim bu yaptıklarımızdan da haberdar idi.

Köydeki ilk ve son siyasi çıkışım, Züverin Mehmet Koşar’ın evindeki bir akşam oturmasında olmuştu. İlaz Hamitin Yaşar Bak ateşli ateşli Doğruyol Partisi-DYP’yi anlatıyordu. Aklımda kaldığı kadarıyla, bu partiyi Demirel’in kurdurduğunu, yasağı kalkınca bu partinin başına geçip Başbakanlık koltuğuna tekrar oturacağını, bunun için oylarımızı DYP’ye vermemizi istiyordu.

Karşı muhalefet değil de siyasi rakip gibi siyasi tarafgirliğim kabarmış olarak; “Ya! Yaşar Dayı, 12 Eylül’den önce bir Ecevit’i seçiyor beğenmiyor bir sonraki seçimde Demirel’i seçiyor, O’nu da beğenmiyor tekrar Ecevit’i seçiyorduk. Şimdi üst üste hep Özal var. Siz şimdi, tekrar Demirel diyorsunuz. Artık, bir onu bir bunu diyerek eskileri seçmek yerine, Türk siyasetine yeni yüzler kazandırsak daha iyi olmaz mı?” diye saygı çerçevesi içinde evdekilerin huzurunda böyle bir soru sorarak tartışmaya katılmıştım. Buna benzer bir kaç sorum daha olmuştu fakat aklımda kaldığı kadarıyla Yaşar dayı benim görüşlerime pek itiraz etmemiş sadece eskilerin tecrübelerinden bahsetmiş, mevzu fazla dallanıp budaklanmadan kapanmış ve gecenin ilerleyen vakitlerinde de evlerimize dağılmıştık.

Ertesi günü Ali Dayı, mutat olduğu üzere yayan olarak çıktığı köy içi gezmelerinden birinde aşşa köyden beri tek başına bizim oraya doğru geldiğini gördüm. E, köyün koskoca Muhtarı geliyor, ilgilenmemek olmaz deyip yola çıkıp karşıladım, kısa bir hoşbeşin ardından:

“Çetin, yeğenim bak, direkt konuya gireceğim. Bugün buraya sırf seninle konuşmak için geldim. Siyasi parti propagandası yapıyormuşsun. Kötü bir şey değil, inandığı bir şeyi yapması kişinin en doğal hakkı olup bunu yaptığı için de onu tebrik etmek gerekir. Köyde herkes seni sever, senin sözüne dinler. Köyün bütün oylarını alacağına inanıyorum. Okumuş adamsın, ben bile oyumu sana veririm. Ancak, burada köyümüzü düşünmek zorundayız. Biliyorsun, Süleyman Demirel biz muhtarlara çok ehemmiyet veriyor. Mesela her bayram bizlere kart gönderek bizim ve köylümüzün bayramını kutlamayı ihmal etmez. Muhtar olarak, köyümüzle ilgili yaptığım bütün işlerde bu yakınlığımızın köy yararına büyük payı vardır. Devlet dairesine işimiz düştüğünde uğraşmadan işlerimizi kolayca hallettik. Bundan sonrası için de yeni işlerimiz için yüzümüzün kara çıkmaması için oyumuzu Demlrel’e vermemiz köyümüz için hayırlı olacaktır, ne dersin?” deyince hiç düşünmeden “Tamam, Ali Dayı, seni çok iyi anladım, çok haklısın, artık bu köyde siyaset yapmayacağım” deyip konuşmayı bitirmiştik.  Üç günlük dünya’da ömrünü köyüne adamış koskoca Mıgdar Ali Dayımızın hatrını mı? kıracaktım.

Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir konu da şu idi. Hani “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” derler ya! İşte, Ali Dayı burada iki yoldan kolay olanı seçerek gönül almayı da bilmişti. Muhtarlarımıza örnek olması dileğiyle.

Cenab-ı Hakk O’ndan razı olsun!

02.02.2024

Çetin KOŞAR
 


1.Bölüm: 

https://www.akbulutkoyu.blogspot.com/2007/06/mktar-ali-belgeseli-i.html