21 Şubat 2021 Pazar

Akbulut Köyü’nde Kar Yağdığında Biz

 


Çocukluğumuzun “Kış Günleri” elbette şimdikinden çok daha hareketli, çok daha heyecanlı ve çok daha güzel geçerdi. Onca koşuşturmanın arasında yağan kar adeta bizim bayramımız olurdu. “Çocuklar gibi sevinirdik.” Çocuktuk elbette sevinecektik ve sevinirdik..
 
Meteorolojik olaylardan olan “yağış”lar köylü için çok önemlidir. Zirai faaliyetlerde “rahmeti / yağmuru” beklemek kadar “güneşi” beklemek de bir ihtiyaçtır. Dikkat ettiniz mi bilmem yağışın da kendi içinde bir düzeni var. Bazen gece yağar, bazen gündüz. Bazen sabah yağar bazen de öğleden sonra. Bu düzen münavebeli olarak sürer.
 
Zamanlama konusunda karın gündüz yağsa da tuttuğu pek nadir olur. Aniden bastıran “tipi”ler hariç. Gündüz başlayan “lapa lapa” kar yağışı tutmaz, erir gider, biz de buna çok üzülürdük. Kar yağışının en güzel yanı ise sabah uyandığımızda karın yağmış ve tutmuş halde kendisini bize sunmasıdır. Gece havalar iyice soğumuş, havada uçuşan ve sığınacakları sıcacık bir yer bulamayan kar taneleri yere konup mecburen birbirlerine sokulup, sarılıp yeryüzünü kapladığında sıcacık yataklarında uyuyan bizleri çoğu zaman ailemiz “kalkın çocuklar, kar yağmış” müjdesiyle uyandırırlar ve tabi bizim de ilk işimiz sevinç çığlıklarıyla pencerelere camlara koşmak olurdu. Zaten kar yağdığında ortalık “ışıl ışıl” olduğundan sizi bir başkasının uyandırmasına bile gerek yoktur. Köy hayatında duyduğumuz doğa seslerinden birisi de lapa lapa yağan kar sesiydi. Yağmurun sesi olur da karın sesi olmaz mı? Duyan olduktan sonra her ses duyulur!.. Tarifi imkânsız bir uğultudur kar sesi. Binlercesi, milyonlarcası art arda süzülürken yeryüzüne ve kavuştuklarında önce gelenlerle adeta çığlık atarlar. Uyu uyuyabilirsen.
 
Bu sırada ocakta gürgen ve meşe odunları gürül gürül yanmakta, ocaklık çengeline asılı kazanda pişmiş çorbanın yağı yağ tavasında kızdırılmış “cozzz” diye üzerine dökülmek üzeredir. Bir yandan tahta yer sofrasının üzerine ekmekler ve tahta kaşıklar tıkır tıkır konurken bir ses daha duyulur; “haydi çocuklar sofraya, yimeezi yiyin de undan soona oynarsıız.”
 
 
A- Avcılık
 
KALBUR KAPAN
 
Üzerinde dumanı buram buram tüten ortadaki sahandan çalakaşık girişip içtiğimiz sabah çorbasının ardında ilk işimiz evin camından dışarıya uzattığımız tütün ipinin ucuna kurduğumuz “kalbur kapanı” gözcülüğüdür. Salaç ya da samanlık önlerindeki kuruluklara ya da bunlar müsait değilse karı eşeleyip açtığımız alana kurduğumuz kalbur kapana gelip tutacağımız “cırtlık” kadar kuşlardan nemalanırdık. Buğday ekmeğinin bile nadir pişip sofraya konulduğu o 1960’lı yılların yoksulluk günlerinde un çorbası, mısır çorbası, mısır ekmeği ve bulgur pilavıyla beslenen bizler için küçücük serçe kuşu şimdilerin “piliç”i gibi gelirdi. Aile büyüklerimiz her ne kadar bizi “uyarsalar” da biz en az bir tane kuş yakalayıp, boynunu koparıp, tüylerini yonup, içini temizleyip bir miktar yağ ile hemen tavada kızartıp, yağına ekmek banıp yutmadan ağzımızda adeta emercesin yağını “sorarak” yer, etini ise kemiğiyle birlikte “kıtı kıtır” yerdik.
 
DAL KAPAN
 
Kar yağdığında küçükler kalbur kapanla kuş avındayken biraz yetişkinlerimiz çoturluk yerlere, çalı diplerine ve samanlık arkalarına “dal kapan” kurarak “bakal” avı peşine düşerlerdi. Karatavuk da denen akbakal, karabakal, paslıbakal ve çıraburun gibi türleri olan bu iri kuşları yakalamak epey zordu. Evden uzak, sulak alanlardaki kapanlara kısılan “çulluk”lar ise bize süpriz olurdu.
 
 
KIL TUZAKLAR
 
Kıl tuzağının orijinali , at kuyruğundan koparılan kıllardan yapılır. O günlerde köyümüzde at olmadığı için, oltalarda kullanılan misina (sentetik iplik) ipinden yapardık. 30-40 cm2’lik bir tahta üzerine belli aralıklarla çivi yardımıyla saplanan misinaların ucu ilmiklenir, üzerine konan yemi yemeye gelen kuşların ayakları bu ilmiğe takılır, tuzağı uçururlar ama ayaklarını kurtaramazlardı. Bunu da yine sarmaşıklı ağaçlara ya da bir kazık üzerine monte ederek açık alanlara dikerdik.
 
 
KUŞ RASTİĞİ
 
Sapan da denen iki uçlu çatal bir dala bağladığımız “şamyel” lastiklerden kesilerek elde edilen iki lastik ve bunları birleştirildiği meşin kısmına yerleştirilen taşın fırlatılmasıyla kuş vururduk.
 
Kar ve soğuk nedeniyle dışarı salınmayıp ahırlarda tutulan hayvanların alt temizlikleri ve sabah yalı ve yemlenmeleri ardından örüğü genişletir, elimizde kuş rastiği, cebimizde can erik büyüklüğünde çakıl taşları ev dışına çıkar uzaklara giderdik. Tek başımızaysak bir sarmaşıklı ağaç altına kamp kurar, saatlerce sarmaşığın meyvesini yemeye gelecek olan bakal ve sığırcıkları beklerdik. Geldiklerinde de “furmak” bir dert, sarmaşıklara takılı kaldıysa ağacın tepesine çıkıp vurulanı almak ayrı bir dertti. Bir keresinde Züver emmingilin dağında küçük bir kuş vurmuş, almaya çıkarken tutunduğum dal kırılınca sırt üstü yere düşmüş, kafamı toprağa öyle bir çarpmıştım ki o an duyduğum çınlama ve beyin zıngırtıları hâlâ beynimde ötüp durur. Buna benzer bir olayı da yine Züverin Mehmet emmim anlatırdı. Çocukluğunda “Temer” (Kundaklı Ok Yay) ile vurduğu küçücük bir kuş dala takılı kalır. Mehmet emmim binbir zahmetle ağaca çıkar, tehlikeli bir şekilde dalın ucuna kadar ulaşır ve tam tutacakken kuş “pırrr” diye uçup gider.
Yanımızda bir arkadaş varsa örüğü daha da uzatır, “küstürme” yöntemiyle bakal avlamak için birimiz çalının beri tarafında diğerimiz öbür tarafında gözümüz çalı içlerinde koşa koşa soluk soluğa, o çalı senin bu çalı benim deyip taa köyün dışlarına çıkarız da çook sonradan fark ederdik nerelere gittiğimizi. Eğer biir av kıstırdıysak atışlar başlar, her atan “aha furdum” diye bağırır ama kuşun vurulduğu falan yoktur. Hatta kuytu bir köşe bulduysa oraya saklanır, görebilene aşkolsun. Bazen çakıl taşımız biter, yerlerde bulduğumuz ne varsa takar rastiğe basardık hedefe.
 
 
TEMER
 
Temer, bildiğimiz yay’ın ok takılan kısmına tüfek kabzasına benzeyen “kundak” takılmış halidir. Atılacak oku oturtmak için yatağı, yayı gerip kirişini takmak için eşiği ve oku fırlatmak için tetiği olan bir ok atma aletimizdir. Diğerlerinden farklı olarak bu temerimizin oklarının ucu sivri değil toparlak olurdu. Ucundaki bu ağırlık sayesinde kolay kolay savrulmaz, hedefini isabetle vurur, avı delmez, parçalamaz idi. En son Nihat Ustaoğlu, Necmi Şen ve Abbas Yılmaz’ın elinde görmüştüm.
 
 
…VE TÜFEK
 
Çocukluk çağını aşmış adam sınıfına girmişseniz öyle çocuklar gibi elinizde kuş rastiğiyle köyde gezemezsiniz. Ya elinizde TEMER’iniz ya da omzunuzda TÜFENK’iniz olmalı.
 
Bizim zamanımızda plastik fişekler yoktu. Eski fişeklerin ateşleme kısımları metal, barut ve saçma konacak yerleri mukavvadan idi. Hem kullandıktan sonra bu fişekler atılmaz, yıpranana kadar ellerimizle defalarca  doldururduk. Tekrar tekrar doldurmaktan yıpranan fişeklerin boyu yarıya kadar inerdi.
 
Kışın başında fişek doldurmak için gerekli olan malzemeler EVZE, BARUT VE BOY BOY SAÇMA alırdık. Önce ateşleyici kısım olan evzenin eskisi çıkarılıp yerine yenisi takılır, barut konulur ve bir parça çul ile sıkıştırılır. Son olarak da kuş saçması, ördek saçması ya da domuz saçması dediğimiz farklı boylardaki saçmalardan biriyle doldurup ağzını kapatır ve üzerine de kaç numaralı saçma kullandığımızı yazardık.
 
 
B- Kültür
 
KARDAN ADAM YAPMAK
 
Sahi neden kar yağdığında hemen kardan adam yapmaya kalkarız ki!.. Nereden geliyor bu sanat aşkımız ki iki gün içinde eriyip gideceğini bile bile o soğukta çabalar didinir, tam süpürgesi ve şapka gibi şeylerimizi de bu işe alet ederiz. Hem neden sadece tek vücut ayakta duran ayaksız kardan adam yaparız. Bu adamlar hiç oturmazlar mı? Ağzını burnunu, gözlerini ellerini düşünürüz de nerede bu adamın bacakları diye kimse sormaz. Hem bu dünyada sadece adamlar mı var? Neden “kardan kadın” yapmayız. Ha tabi, bizler kadına “el kaldıramayız” değil mi? Nasıl olsa kardan adamı yapıp bitirip yanında biraz oynadıktan sonra ya kendimiz ya da bir başkaları tarafından “tekme-yumruk” atarak yıkacağız ya bunun kadın olmasını gururumuza yediremeyeceğimiz için sadece kardan adam yapmasını biliriz.
 
 
KAR ÜSTÜNDE YÜRÜMEK
 
“Kar üstünde yürüyüp izini belli etmemek.” diye bir deyimimiz vardır. Kimsenin sezemeyeceği biçimde gizli iş yapanları ifade etmek için söylenen bu deyimde geçen “kar üstünde yürüyüp izini belli etmeyeni” ben küçüklüğümde “mutkak” olarak gördüm. Bu Nermin Halam idi ve bilfiil bir metrelik karın üzerinde batmadan kara saplanmadan yürüyordu. O gün bizde misafir olan Saliye teyzem görmüş hayretle “Aaa kıza bakın karın üzerinde batmadan yürüyor!..” demişti. Bir gün öncesinde yağan kar belimize kadar çıkmıştı. Sonrasında da ayaz yapınca karın üzeri hafiften buzlanmış bunu fırsat bilen bir deri bir kemik Nermin halam yüzyılın bu yürüyüşünü gerçekleştirmişti. Böylesine kalınlıkta yağan karda yürümek mümkün değildi, insan kara saplanı saplanıveriyordu. Büyüklerimiz bunun için, gidilecek yere yol, çığır açmak için ahırdaki öküzleri kullanırlardı. Özellikle okula gidecek çocuklar için, “bugün kar yağdı paydos!” diye bir şey yoktu. Köylü elbirliğiyle köyün okula uzanan sokaklarını önde öküzleriyle karı yararlar, bir insan geçecek kadar genişlikte çığır açarlardı.
 
 
 
OMCA ve BALTA SESLERİ
 
Yaz ve Sonbahar aylarında hazırlanan kışlık odunların kıymeti kar yağdığında, insanların soğuğu iliklerinde hissettiklerinde anlaşılmaktadır. Kış aylarının köy içinde duyulan mutat seslerinden birisi de “balta” sesleridir. Özellikle akşamüstleri köylerden yükselen odun kesme sesleri kulağa hoş gelen ilginç bir musiki oluşturmaktadır. Kütük üstünde kesilen odunlardan baltayı her vuruşumuzda çıkan ses, kütüğün desteğiyle daha bir tok ve daha bir tınılı olmaktadır ki tüm köy bu işi akşamüstü aynı anda yaptığı için solo sesler koroya dönmekte adeta bir orkestra oluşmaktadır.
 
Ocakta yakılan odunların ateşi sönmemesi için kesilen odunlarla birlikte ocağa bir de omca konur ki bu sürekli bir köz sağlayıcıdır. Gece yatarken omcanın ateşli ucu külle kapatılır ve her daim közlü olurdu.
 
(Omca ile ilgili yazımız için bkz: https://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/omca.html
 
 
KIŞ PEKMEZLEMESİ
 
Yeni yağan kar yenmez. En az bir gece ayaz gören karları yerdik. Özellikle diz boyu karın üstünde bin bir zahmetle yaptığımız av sporları esnasında susuzluğumuzu gidermek için ağzımıza sık sık kar atar yerdik. Ancak bunun dışında bir kar yeme şeklimiz daha vardır ki biz “kar pekmezlemesi” desek de bu bir nevi “tatlı” niyetine yediğimiz bir yiyeceğimiz idi.
 
Bunun için gerekli olan “eski kar” idi. Hayvanatın uğramadığı ormanlık ya da çalılık alanlardan temin edilen kristalize olmuş bir kase kara bir çorba kaşığı dut pekmezi katıp, karıştırır yavaş yavaş yerdik. Hızlı yediğimizde gözlerimize ağrı saplanır, sanki gözlerimiz şişip patlayacak gibi olurdu.
 
Şimdi, o soğuk şeyi yiyince hasta olmuyor muydunuz gibi bir soruya verilecek cevap; “hasta etmek şöyle dursun aksine bu kar helvası da denen yiyeceğin bağışıklık/imnün sistemini güçlendirdiği virüstük enfeksiyonlara karşı vücudu koruduğu tespit edilmiştir. Tabi bu tespit günümüzün kirli şehir doğası için geçersiz olup eski günlerdeki temiz havalı kirlenmemiş ortamlar için geçerlidir. Deterjan reklâmlarında duyduğumuz “beyazın da beyazı var” sözünde geçen kar beyazlığının farkını kar yağdığı bir dönemde Samsun’dan Ayvacık ilçesine gidince görmüştüm.
 
En güzeli yüksek dağlara yağan karlardan yapılanıdır ki insanın içine derin bir ferahlık verirdi. 20 Mayıs’ta Gökçeboğaz köyündeki “Yol Evliyası” nın başında kutladığımız Hıdırellez ya da Mayıs 7’si panayırlarında kamyonlarla Dütmen Dağından getirilip satılan karların lezzeti de bir başka olurdu.
 
 
POTLAK KAVURMAK
 
Uzun kış günlerinin en güzel anlarından birisi de “potlak” dediğimiz mısır patlağı yapıp yemek idi. O günlerde patlatmalık mısırımız olmadığı için su tenekelerinde normal mısırlarımızı patlatır hepsi patlamadığı için kimini “kıyır kıyır” kimini de “kıtır kıtır” yerdik. Ocağın başına toplaşıp ısınırken ilk anlarda içimizdeki soğuğa atamaz, önümüzdeki ateşin sıcaklığıyla yüzümüz gözümüz kızarır pişer ama arkamızda yani sırtımızda adeta yeller eser üşürdük. Bu durumu ifade etmek için de “Önümüz potlak kavuruyor, arkamız som savuruyor.” derdik.
 
 
OCAKBAŞI SOHBETLERİ
 
Kış günlerinin hafızalarımızda kalan belki de en tatlı anları ailecek ya da bir misafirle birlikte gürül gürül yanan ocağın başına dizilip yapılan ocakbaşı sohbetleri idi. Ateşin alevleriyle aydınlanan odanın içinde lambaya da gerek olmadan yapılan sohbetlerin tadına doyum olmazdı. Biz çocuk olsak bile bu sohbetin bitmesini istemezdik. Çünkü, ömrü iş güç peşinde bin bir zahmetle geçen ailemizin dinlendiği, eğlendiği en güzel anlardı. Çocuklar olarak onların kendi aralarında geçen konuşmalara kulak misafiri olur bizler de kültürlenirdik.
 
 
KAR KIRIK VE YIKIKLARI
 
Kış mevsimi boyunca yağan karların eriyip aylarca karın altında gömülü kalıp ezilmiş doğanın tamiri için köylünün önemli işlerinden birisi de bu kar kırıklarını temizlemek idi. Karın yükünü taşıyamayan ağaç ve çalılar neyse de ev ve samanlık gibi yapılarımızın çatılarının nadiren de olsa çökmesi başlı başına bir sorun idi.
 
Devrilen ağaçlar, kırılan dallar toplanır odunluğa yığılır, özellikle yatan dikenli çalılar ayağa kaldırılır, olmadı yerine “dizeme çalı /fraktala” yapılır, çürüyen kazıklar yenisiyle değiştirilir, çöken ve akıtan çatılar onarılır, kırılan kiremitler yenisiyle değiştirilir idi.
 
 
C- Spor
 
KAYAK
 
Taze yağan ya da erimeye yüz tutmuş olsun, 2-3 metrelik ince tahta üzerinde kaymak en lüks kar oyunumuz idi. Lüks diyorum, bu işimizi görecek tahtanın kalınlığı çok önemliydi ve kayarken esneyecek bir incelikte olması şarttı. Bunun için bazen salaç ve samanlık gibi yapıların “sundurma”lıklarından söker, kayma esnasında kırar yerine takamaz, bi’ton azarı da yerdik büyüklerimizden. Eğer Çarşamba günü ise, tütün istifinde kullanılan istif  tahtasını yürütür, kaydırır, ıslatırdık. Yine laf işitmekten kurtulamazdık. İster tek, ister 2-3 kişi birden, ayakta bindiğimiz tahta “kayak”larımızda yön değiştirici tertibat olmadığı için son durağımız genellikle dikenli bir çalının içi olurdu. Tabi yüzümüz gözümüz yara bere içinde günlerce bu anın “zevkini” yaşardık. Hafif buzlu zamanlarda kısa tahtalara oturarak kaydığımız olurdu.
 
BUZ PATENİ
 
Köyde patenimiz yoktu tabi. Lastik ayakkabıyı zor buluyorduk. Hem buz pateni yapacağımız üstü donan göl ve nehirimiz de yoktu. Bu yoklar ülkesinde yol kenarlarında ya da tarla içlerindeki küçük su birikintilerinin üzerinde oluşan buzların üzerinde ayakkabılarla kaymak için ise buzun kırılıp suya düşüp batıp ıslanma riskini göze almak gerekiyordu.
 
KARTOPU OYUNU
 
Kar yağdığında ilk aklımıza gelen elbette kartopu oynamaktı. Genlerimizde olan saldırganlık ruhumuzu rahatlatmak için başvurduğumuz yöntemlerden birisidir aslında kartopu oynamak. “Yakantop” oynar gibi yumuşak yumuşak oynasak neyse de o ne öyle kartopunu elimizde iyice sıkıştırıp sıkıştırıp, hatta arasına bazen çakıltaşı da koyarak kim olursa olsun karşımızdakinin kafasına gözüne fırlatıp atmak. Bir de kardan adamı tekmeleme işimiz var. Bu durumumuzun psikologlar tarafından incelenmesi gerekir. Tövbeler olsun!..
 
/Çetin KOŞAR
22 Şubat 2021
 
Benzer Makale:
http://akbulutkoyu.blogspot.com/2014/01/akbulut-koyunde-avclk-atclk-ve-tutuculuk.html