1 Ocak 2007 Pazartesi

Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Köylü

Osmanlı İmparatorluğu’nda 
Devlet ve Köylü

Huricihan İslamoğlu’nun “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü” kitabı 20 yıl sonra genişletilmiş ve elden geçmiş olarak İletişim Yayınları’ndan tekrar basıldı.

Kitabın ilk baskısını okumamıştım.
Şimdi bir alıntı, ama 40 yıl önce yazılmış başka bir kitaptan:
“Bu hareketlerin bütününe belli bir etiket yapıştırmak, ne mümkün ne de arzulanan bir şeydir. Katılanların yüzde doksan dokuzu sömürülen reaya sınıfından bile gelmiş olsa, güdülen hedefler bu sınıfın egemenliğine yönelmişe benzemediğine göre, bir halk hareketinden söz etmek, gerçeği fazla şemalaştırmak ve özünü bozmak olurdu. Ama olayların sonucu olan bazı unsurları ortaya koyabiliriz.

Birincisi, Anadolu’daki patlama iç (nüfus hareketlerinde artma, yönetici sınıfın üç kategorisi arasındaki mücadele) ve dış (Uluslar arası ticaretin alt üst oluşu, Batı’nın mali gücü ve imalathanelerle birlikte egemen bir ekonominin kurulmasının başlaması), çelişkilerin sonucu olarak belirir. Katı, sağlam ve çok iyi yapılaşmış sistem, uzun bir süre tepkileri baskı altında tutmayı başarır. Öyle ki sonunda, güdümlü, belli bir hedefe yönelik ve bir taşmayla değil de, fark gözetmeden her şeyi silip süpüren bir patlamayla karşı karşıya kalınıyor. Bazı baskılara gelen tepkiyle ağır ağır olgunlaşan bir harekete değil, sabrın taştığı ve bireyin de, türün de yaşamasını sürdürmesi doğrudan doğruya tehlikeye girdiği an, bireysel olduğu kadar sosyal düzeyde doğan bir kopukluğa, bir bozuşmaya tanık oluruz. Dolayısıyla tepkiler kendini çok kere günlük ihtiyaçlar içinde, geçim derdi düzeyinde açığa vurur ve bu şartlar altında biraz daha geleceğe dönük uzun vadeli her yöneliş kavranamayan bir şey olarak gözükür.

İkincisi, bütün bu olaylar boyunca iki akım kendini açığa vurur. Artık ihtiyaçlara cevap veremeyen bir sistemin kadrosundan kurtulmuş yığınların baskısı, kendini zenginlikleri elinde tutan imtiyazlı sınıflara ait kurumlar üzerinde duyurur. Medreseler, taşra askeri sınıfı ve kapıkulları bunların istilasına uğrar. Aynı şekilde, bu kurumların üyeleri tarafından da, bu harekete ters yönde bir yeniden kendine çekme hareketi yürütülür; insanları ve servetleri yeniden kendine çekme…

Bunlar bizi sistemin temel yapılarıyla ilgili üçüncü bir gözleme götürür. Yönetici sınıf ilke olarak bütün ülke zenginliklerinin, malın mülkün tek sahibi olan hükümdarın emrindeki memurlar topluluğundan başka bir şey değildir. Fakat aynı zamanda sistemin, üretim araçlarının özel tasarrufu doğrultusunda evrimleşmesinde nesnel çıkarları olan tek unsur odur. Sistemin doruğuyla tabanının, yeni hükümdarlarla reayanın çıkarıysa tam tersine düzenin korumasındandır. Olaylar da işte bu tarzda gelişir. Kaba çizgileriyle şöyle bir özet yapabiliriz. Devlet memurları sınıfının, reayanın yaptığı üretimden kaldırdığı payların artmasıyla maddileşen merkezden kopmacı gücü, tabandaki bu sınıfın yıkıntıya uğramasına, altüst olmasına yol açar. Her ayaklanma hareketinin, padişahın değil de aracılarının otoritesine karşı çıktığını görmek ilgi çekicidir. Hükümdarla halk arasındaki ortak çıkar, adalet fermanlarına ve kapıkulu ocaklarında kabul şartlarında açıkça görülür. Ama temel birimlerin yani timarların yıkılışı somut hale gelip de kendisiyle birlikte felakete sürüklenince, askeri ve sivil büyük memurlar sınıfı gibi tüccarlar da toprak alanına sızarlar ve özel mülkleşme başlar.

Bütün bunların belli başlı iki sonucu olur. Osmanlı düzenini meydana getiren bütün kurumlar, on dokuzuncu yüzyıla kadar biçim olarak varlıklarını sürdürseler bile, onyedinci yüzyıl başlarında yok olur giderler.”

Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, Stefanos Yerasimos, Cilt 1, Sy 375-376

Stefanos Yerasimos’un kaba çizgileriyle resmettiği Köylülük ve elbette siyasi-toplumsal yapı İslamoğlu tarafından tekrar ele alınıyor. Yöntem olarak daha işlevli araçlara başvurularak elbette:

“Modernite bu anlamda, 16. yüzyıldan bu yana önce monarşi/imparatorluk yönetimlerinin, daha sonraları bürokratik ve bugüne gelindiğinde de ulus-ötesi ağların parçası olan uzman kurulların oluşturduğu yönetimlerin temsil ettikleri devlet ve egemenlik yapılarının hayata geçmelerini sağlayan kurum ve kuralların toplumsal gerçekliği biçimleme süreçlerini tanımlamaktadır. Toplumsal gerçekliğin kurumlar aracılığıyla sürekli biçimlenme süreçleri, toplumda yer alan farklı çıkarların karşı karşıya geldikleri, eski ile yeninin çatıştığı ve yeninin eskinin izlerini taşıdığı siyasi mücadele ortamlarıdır….Burada devletten kastedilen bir siyasi güç dengeleri ortamı, yani Gramsci’nin önerdiği doğrultuda bir egemenlik ortamıdır.” Devlet ve Köylü, Sy 22

“Herhangi bir toplumda özel mülkiyetin ne türlü biçimleneceğini belirleyen, o toplumda özel mülkiyetin oluşum sürecindeki farklı aktörlerin alacakları tavırlar ve bu tavırlarla başka aktörlerin tutumları arasında ortaya çıkan çelişkiler ve bu çelişkilerin çeşitli şekillerde uzlaştırma süreçlerini içeren siyasetlerdir. Kurumların oluşum süreçlerini değerlendirirken bu siyasi boyutun vurgulanması ise kültürel belirleyicilik unsurlarını vurgulama eğilimi gösteren ‘patika bağımlılığı’ yaklaşımlarının bir eleştirisi mahiyetindedir.” Devlet ve Köylü, Sy 23

“Kurumların bu şekilde ele alınsının 16. yüzyılda olduğu kadar bugün için de önemli olduğuna inanıyorum. Şöyle ki, yaşamakta olduğumuz ulus-ötesi piyasalarla bütünleşme süreçlerinde tarımsal ürünlerin ticaretinde engel olarak görülen devlet fiyat politikalarının ortadan kaldırılması, bazı ticari ürünlerde tarımsal faaliyetin bağımsız çiftçiler yerine sözleşmeli üreticiler tarafından gerçekleştirilmesine yol açmaktadır. Örneğin tütünde sözleşmeli üretim kurumunun ortaya çıkma ve biçimlenme süreçlerini, ulus ötesi şirketler, tekeller ve üreticileri içeren siyasi süreçlerden bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir.” Devlet ve Köylü, Sy 25

“Burada üzerinde durulması gereken husus, egemen gücün hangi amaçlara yönelik olarak toplumsal faaliyeti biçimlediği, yani hangi amaçlar doğrultusunda meşruiyet sağlamaya çalıştığıdır. Siyasetin sınırlarını da belirleyen de büyük ölçüde bu meşruiyet söylemidir.” Devlet ve Köylü, Sy 25

“Aksine, Osmanlı ortamında 18. ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkan güç ilişkileri çerçevesinde bir merkezi-bürokratik yönetim ortaya çıkmış, bunun karşısında dış ticarete bağımlı büyük toprak sahipleri sınıfının gelişmesi güdük kalmış ve tarımda ( Wallerstein’in önerdiği şekilde serflik ilişkileri yerine) bağımsız köylü üreticiler egemen olmuştur.” Devlet ve Köylü, Sy29

“Toplumların kaderlerinin belirlenmesinde siyasetin, yani farklı kesimlerin kendi yaşam koşullarını değiştirmek için verdikleri mücadeleleri göz önünde bulundurmak gerekir. “ Devlet ve Köylü, Sy62

“Öncelikle nüfusun görece düşük ve de ekilecek toprakların oldukça bol olduğu Osmanlı coğrafyasında köylüler genelde tahmin edilenin ötesinde bir pazarlık gücüne sahiptir.” Devlet ve Köylü, Sy 64

“Osmanlı İmparatorluğu bağlamında geliştirilen bu yaklaşım, aynı zamanda günümüzde yaşanmakta olan toplumsal dönüşümün nasıl gerçekleştiğini de açıklamaktadır. Zira kürselleşme olarak tanımlanan ve farklı bölge toplum ve ekonomilerinin kürsel sermayenin talepleri doğrultusunda biçimlenmesini gerekçelendiren sürecin niteliği, büyük ölçüde farklı bölge ve ülkelerdeki siyasi süreçler, onların öngördükleri kurumsal yapılar tarafından biçimlendirilmektedir.” Devlet ve Köylü, Sy 67

Kitabın yazımının hangi ihtiyaçtan kaynaklandığını ise şöyle açıklıyor İslamoğlu:
“1970′lerde, özellikle de bir köylü toplumu olan Vietnam ve onu destekleyen bir köylü toplumu olan Çin karşısında ABD’nin yenilgiye uğraması, köylü toplumlarının dinamiklerine ilişkin yoğun bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Ayrıca aynı yıllarda, Üçüncü Dünya ülkelerinde uygukanmaya çalışılan sanayileşme modellerinin de başarısızlığa uğraması, Asya ve Afrika’da kırsal gelişme modellerinin benimsenmesine neden oldu. DEVLET VE KÖYLÜ, 1970′li ve 1980′li yıllarda iktisat tarihçileri ve gelişme iktisatçıları arasında cereyan eden bu tartışmalar çerçevesinde biçimlenmiştir.” Devlet ve Köylü, Sy.68

Osmanlı’daki iktidar ilişkilerine ilişkin ise şöyle bir değerlendirmede bulunur:
“Bu açıdan bakıldığında devlet, egemen sınıfların ötesinde onların toplumun diğer kesimlerini de içeren iktisat ilişkilerinin tümünü içerir. Böyle değerlendirildiğinde ise Osmanlı’da köylü üreticileri ve onların iktisadi faaliyetleri, iktidar ilişkilerinin hedefi değil bir parçası olarak karşımıza çıkar.” Devlet ve Köylü, Sy 79

Ve tabii kendi fikri eksenini de açıklar:
“Özetle Devlet ve Köylü, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki iktsiadi ve toplumsal yapıyı Şark despotizmi anlayışlarından farklı olarak padişahın veya despotun vergi istekleri doğrultusunda biçimlenen bir yapı olarak tanımlamamaktadır. “ Devlet ve Köylü, Sy. 331

“Bu açıdan değerlendirildiğinde ise hiçbir bölge veya ülke için mutlak ve süregelen durağanlık yapılarından ve durağanlığı tetikleyen siyaset yönetimlerinden söz etmek mümkün değildir.” Devlet ve Köylü, Sy 336

Devlet ve Köylü yalnızca ülkemiz toplumsal yapısını anlamak isteyenlerin değil, dünyadaki bir çok gelişmeyi de hazır kalıplarla ele almanın yanlışlığını bir kez daha anlatıyor.

Geniş bir istatistik/analiz bölümü de içeriyor kitap. Şimdiye kadar bu konularda yazılmış olanların ötesinde tezler bu veriler ışığında tekrar ele alınıyor.

Osmanlı  İmparatorluğunda Devlet ve Köylü, Huricihan İslamoğlu, İletişim Yayınları, 375 sayfa


Akbulut Köyü Tarihi


Akbulut Köyünün bulunduğu mevki ve civarında Türk Köyü olarak şimdiki Kışlakonak ismini taşıyan Gelemet köyü vardı. Kuşak hesabıyla 1700'lü yıllarda Vezirköprü ilçesinden "göçebe" olarak buralara gelen iki kardeş Akbulut köyünün "köyaltı" mevkine yerleşirler. Ancak buranın çamur ve bataklık olması nedeniyle büyük çam ağaçlarıyla kaplı Tepeye, bugün "Yukarköy" olarak isimlendirilen yere kesin yerleşimde bulunurlar.

Bu iki kardeşin ikisinin de adı Ömer'dir. Büyüğüne lakap olarak "Koca Ömer", Küçük kardeşe de "Kuru Ömer" denilmektedir. Köyün kurucuları sayılan bu iki kardeş bugün Gelemet Mezarlığının kuzey ucunda dere kenarına yakın bir yerde meftundurlar.(Kaynak Kişi: Cafer Oğlu Memduh AY)

Koca Ömer bugün "Kocomoro Sülalesi" Kuru Ömer İse "Kurumoro Sülalesi" olarak devam etmektedir. Soyadı kanunuyla birlikte Koca Ömer (kocomoro) sülalesi "Koşar ve Ay", Kuru Ömer (Kurumoro) Sülalesi de "Yılmaz" soyadlarını almışlardır.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Köy Türk ve Rum Muhtarlığı şeklinde iki muhtarla yönetilmekteydi. Türklerin Muhtarı Rüstem Yılmaz'ın Annesi bir Türk kadını idi. Rumlar Tokmak Hırmanı ve Devret Civarlarında mukim idiler. 1970'li yıllara kadar ayakta duran ahşap kiliseleri kendiliğinden yıkılmıştır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Taşkelik, Karlı gibi civar köylerde vuku bulan çetecilik faaliyetlerine köyümüzde rastlanmamış Türkler ve Rumlar gayet medeni ilişkiler içersinde birlikte yaşamışlardır. Yardımsever bir topluluktular. Kimsesizleri gözetip kolluyorlardı.(Kaynak Kişi: Hanife Koşar) Savaş yıllarında çevre köylerle birlikte köyümüzdeki Rum Ahalide buralardan ayrılmışlar fakat karşılığında her hangi bir mübadil yerleştirilmemiştir.

Köyümüz Ahalisine, Rusların Rize ve Trabzon'u işgal etmesiyle evini barkını ter kedip göç yollarına düşen, küçük kayıklarla gece yol alıp gündüz sahil kesimlerine saklanarak buralara kadar sağ salim ulaşabilen Trabzon Of ve Rize Pazar'dan katılanlar olmuştur. Bakioğlu, Bak, Şen, Yaprak ve Meral gibi soyadlarını alan bu grup (Lazlar) köyümüzün ilerlemesi ve kalkınması yönünde motor güç olmuşlardır. Köyde çalışma hayatının düzenlenmesi, arazilerin ıslahı ve tarımda modernizasyon, bir takım zenaatların ve zenaatkarların oluşması konularında büyük katkıları olmuştur.

Özellikle Rahmetli Of'lu Hacı Habib Meral Köy Camisinin inşa ve ihyasında aynı zamanda köyde dini hayatın canlanmasında önemli roller üstlenmiştir.

Not: Köyün tarihi hakkında kayıtlı bilgi yoktur. Sözlü tarih bilgileriyle oluşturulan bu metin ilk yazılı belgedir ve düzenlemeye açıktır.
/Çetin Koşar

ÖKüzler Kitabı

Nejat Turhan'ın 'Öküzler Kitabı',





/Sadık Yalsızuçanlar 
Nejat Turhan'ın, 'Yararlı Bir İnsanlık Hali Olarak Hadımlığın Anatomisi' diye balıklandırdığı Öküzler Kitabı, 'uyduru' türünden. Belli ki yazar, bu insanlık durumuna ironik yaklaşacak. Kitabın türünü 'uyduru' diye nitelemesi, bize 'ne gülüyorsun anlattığım senin hikâyen' diyerek bir sorunu anlatacağını yeterince gösteriyor.

Nejat Turhan'ın daha önce Hüve Şanghay adlı öykü kitabını okumuştum. Sıkı bir hukukçu olduğunu belgeleyen çok sayıda makale ve yazınsal denemesinin yanı sıra Turhan'ın Martin Heidegger'den çeviriler yaptığını da biliyoruz. Yazar, Hüve Şanghay'da gösterdiği öykü anlatma performansını, Öküzler Kitabı'nda doruğa çıkarmış görünüyor. Kitap, yazarın dostu olan ve büyükşehir sınırları içerisinde noterlik yapan Vahdet Bey'in, memleketinden ziyaretine gelen 'hayvan profesörü' Bahri Berr'in, yazarın zihninin kuytularına birikmiş olan eleştirel malzemeyi ateşlemesiyle başlar. Berr hoca, 'öküz diye boğanın burulmuşuna derler' deyince, Öküzler Kitabı'nın ilk alevi kıvılcımlanır.

Bu evrensel metafor, Turhan'a, evrensel ve trajik bir insanlık durumu olarak (zihinsel) hadımlaş(tırıl)ma süreçlerinin ve yol açtığı sonuçlarının kapılarını aralar.

Ve yazar kalemini keskin bir kılıç gibi sallamaya başlar.

Kitabın içindekiler bölümüne göz attığımızda karşımıza son derece ilginç başlıklar çıkıyor: Madem öküz boğanın asli işlevlerini ve kimliğini yitirmiş durumudur o hâlde işe bu süreci tetikleyen işlemle, bu işlemin teknik ve tarihsel süreciyle koyulmak gerekecektir: 'Burmaya ve Burulanlara Dair.'

Ardından diğer ara başlıklar sökün eder: 'Buruk bir burma öyküsü, burma makinası, burmanın hikmeti, frengistanda ve bizde burmacılık' vs. Bu bölümde yazar, hem kitabın yazılışına kaynak olan olayı ve kişileri anlatır hem de soruna genel bir giriş yapar. Bu 'genel' giriş, bir bakıma Öküzler Kitabı'nın mottosudur. Çünkü sonraki bölümler, bu girişin açımlanması ve ayrıntılandırılmasıdır, dense yanlış olmaz.

Sosyolojiden edebiyata...
Girişten yazarın dilinin ne denli ironik ve 'incelmiş' olduğu sıradan bir okur tarafından bile rahatlıkla ayrımsanabilecektir. Tam da burada vurgulanması gereken bir başka niteliği, hukuktan sosyolojiye tarihten dine felsefeden edebiyata inanılmaz bir çeşitlilikte ilgi ve bilgi alanlarına vakıf olduğudur. Önümüze getirdiği malzeme ve bu malzemeyi kurgulayış biçimi bizi bir araştırma/deneme kitabı mı yoksa bir postmodern roman mı okuduğumuz konusunda şaşırtmaktadır. Sorunu en netameli yanlarıyla sansürsüz biçimde ele alan Turhan (gerçi metinde alttan alta ahlâki bir kaygının yedekte taşındığı görülmektedir) neşteri yaranın en çok cerahatlandığı yerlerine şiddetle vurmaktan çekinmez.

2004'ün 'ılık bir mayıs günü'dür. Havalar henüz ısınmaya başlamıştır. Ne ki akşamları soğuyan havaya dayanabilmek için gündüz güneş altında da kabanla dolaşmaktadır. Beyoğlu'nda sırtında kitap dolu bir çantayla yürürken olay başlar. Dostu Vahdet Bey arar. Taksim meydanında buluşurlar. Vahdet Bey, yanında 'hayvan profesörü' Bahri Berr olduğu hâlde gelir. Öküzler Kitabı'nın mottosu, bu buluşmada çarpar Turhan'a: 'Öküz diye boğanın burulmuşuna derler.' Yazarı dinleyelim: 'Bu, basit gibi görünen ama Öküzler Kitabı boyunca türlü açılımları ortaya çıktıkça bütün bir insanlık hayatını içine sarıp sarmalayan cümlenin benim hayatım için de bir dönüm noktası oluşturacağını o zaman bilemezdim. Yine de belli belirsiz bir sezgiyle Bahri Bey'i bu konu üzerinde konuşturmaya devam ettim.'

Yazar, zihninin tavanına asılı bu cümleyle ve dostlarıyla Cafe Majestic'e doğru ilerlerken aslında Öküzler Kitabı'nın çatısı çatılmaya başlamıştır: 'Aklımdan, halayıklar, Amicis'in yaklaşık bir buçuk asır önce Galata köprüsünden telaşlı adımlarla geçerken büyük bir hüzünle izleyip rapor ettiği zenci hadımlar, Nin'in öykülerinden bu yana içimizden biri gibi aramızda dolaşan hünsalar, Becket'in Godot'yu beklemesi gibi ömrünü Mehdi'yi beklemeye adamış genç Müslümanlar, en büyük arzusu kitabının kapağına yerleştirdiği yüksek ökçeli terlikleri ayaklarına geçirerek İstiklâl Caddesi'nde dolaşmak olan şair ve yazarlar, gençlik ve zekalarını matematik olimpiyatlarına hazırlanmakla tüketen müstakbel kurtarıcılarımız, gazetecilik ve yayıncılık yapıyorum zannıyla kitlelerin büyük enerjilerini buran abilerimiz, genel ahlâk ve fazilet yanılsamaları içinde çevresinde çiçek gibi tomurcuklanan güzelliklere öldürücü bir iç geçirmeyle sırtını dönerek gerçek bir burulma yaşayan yaşıtlarımız geçiyordu. Bir yandan da Öküz adlı nefis mizah dergisini yayımlayanların nasıl bir konudan ilham aldıklarını idrak ediyordum.'

Öküzler Kitabı, hadımlığın kavramsal çerçevesiyle sürer. Sözlükler arasında bizi ilginç bir geziye çıkaran yazar, köktenci, erken ve geç hadımlaştırma türleriyle tanıştırır. 'Etimolojik Laf Kalabalıkları' başlıklı bölümde son derece aydınlatıcı ayrıntılar verir. Yatak odasına niçin 'uyku odası' dendiğinden, 'haya'ları burulmuş olanın 'hayasız' olacağı yönündeki düşünceye kadar birçok gönderme, sorunu sürekli en kritik yönleriyle göz önüne serer.

Dı (the) hadım
Hadımlığın tarihine ilişkin genel başlığın altında şu sorunlara değinilir: Ceza ve tedavi amaçlı burma, rızasıyla burulanlar, İslam ve hadımlaştırma (bu bölümü özellikle okumanızı öneririm), Anadolumuz ve hadımlık (bunu da), Hindistan'ın hijraları, Hıristiyanlıkta hadımlık, Rasputin, dı (the) hadım (bu bölüm tadından okunmuyor), hadımlar ve kuyrukluyıldızlar, Kastraitler (en ilginç bölümlerden biri daha), burulmanın dayanılmaz boşluğu! (bu bölümde Turhan, zihnini alabildiğine yorduğu ve iyi ki karıştırdığı okura hem bir 'rahatlama' sağlamak hem de anlattıklarını bir telkin üslubundan çok bir öneri ve yeniden düşünme diline tümüyle dönüştürmek üzere ironik dozu yükseltir. Özellikle bu bölüm bize 'ne gülüyorsun anlattığım senin hikâyen' demektedir.

Öküzler Kitabı'nda daha neler yer alıyor? Neler almıyor ki! Bakar üzerine çeşitlemeler, Bakara sûresi, tilki meselesi (ki bu bölümde kitabı yalnız okurken kahkahalarınızı tutabilmeniz olanaksız. Hani dışarıdan biri izlese size kesin olarak deli diyebilir. Boğaların öküzleşince ineklere ne dediğine ilişkin sorunun yanıtı ise gerçekten insanı yere sermeye yetiyor. Derken öküz edebiyatından çeşitlemeler bizi karşılıyor. Bir Azeri masalı var ki ömre değer. Tabii sorun öküz(leşme) olur da burçlardan söz edilmez mi? Öküz burcu, 'gökteki öküzler ve yerdeki eşekler' başlığıyla açılır. Kitabın en çok sevdiğim, 'Milli Eğitim ve öküzler burcu' başlıklı bölümünden alıntılayacağım bir cümle, sanırım soruna ve yazarın yaklaşım biçimine ilişkin yeterli ipucu verecektir: 'Bence eğitim meselesinin içinde bulunan devlet büyüklerimiz ve üniversiteler üzerinde mutlak, vazgeçilmez boyunduruk hakikatını haiz olan YÖK'ümüz burçlar, hususan öküz burcu konusunda bir dizi bilimsel araştırma ve inceleme yaptıraraktan öğrencinin kendi temel karakteristikleri konusunda daha fazla enformasyon sahibi olmasını tez elden temin etmelidir.'

Öküzler Kitabı, öküzleş(tiril)meye ilişkin bir 'dekonstrakşın' (yazarın dilsel tasarrufları, ironik yaklaşımını desteklemenin yanı sıra, Türkçenin özgül sorunlarına da genel ve sıkı bir gönderme amacı taşıyor. Bu amaçla bir yandan okuru 'lezzetli' ve zengin bir Türkçeyle buluştururken diğer yandan özellikle yabancı kavramları Türkçe telaffuzlarıyla vererek, özellikle sosyal bilimler alanında yaşanan bir özentiye de neşter vurmuş oluyor. Bunun yanı sıra çok sayıda argo sözcük ve gündelik sıradan kullanımlar karşımıza çıkıyor. Tüm bunlar, Öküzler Kitabı'nın gerektirdiği özgün bir anlatımın gereği olarak yapılıyor. Kitap, Oturan Boğa ile bitiyor. Yazar, tarihin kaydettiği en büyük (gözükara, cesur ve ilkeli) boğaların küçük bir listesini veriyor. Kimler yok ki listede! Öküzler Yatağı Kulübü Manifestosu ise düşünmekten, üzülmekten, kışkırtılmaktan ve gülmekten bitap düşmüş olan okura son darbeyi indiriyor. Nejat Turhan'ın Öküzler Kitabı, bir alt metin olarak 'Boğalar Kitabı' biçiminde de okunabilir.

Yazar, zihinsel hadımlaş(tırıl)manın trajik öyküsünü bize anlatırken, bir boğa olarak kalmanın değerini ve güçlüğünü de aktarmış oluyor.

Öküzler Kitabı
Nejat Turhan, Akis Kitap, 2005, 189 sayfa.

AB Sürecinde Köyler Üzerine Düşünceler




 I. GİRİŞ
Bugüne kadar yazılarımızda ağırlıklı olarak belediyelere yer verdik. Dikkatli okuyucularımızın hatırlayacağı üzere YEREL SİYASET de, uygulama ve hayatın gerçeklerine yönelik bazı yazarlarımızın yazıları da başta benim severek okuduğum kısımlardır. Dolayısıyla bu sayının konusu, AB politikaları ve yerelleşme olunca ben de farklı bir yazı yazmayı uygun gördüm.

Hepimizin birey olarak mutlaka bir ya da birden fazla amacı vardır. Memur olup kamu hizmeti vermek, esnaf veya tacir olup ekonomiyi canlandırmak, işçi olup işverenine ücret karşılığı çalışmak, siyasete girerek yerel ya da merkezi yönetim bağlamında ülke geleceğini şekillendirmek gibi. Bu saydığım alanların dışında kalan yok mu derseniz tabi ki var. Bu, saydığımız sahalara birey yetiştiren ve ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan köylülerdir. Milletin efendisi sayılan bu kesim cumhuriyetin kurulduğu günden beri ulusal politikaların merkezinde yer almıştır. İlk ve ortaokulunda beş kilometre yürüyerek okula giden ve gaz lambasında ders çalışarak köyde yetişmiş biri olarak ben de kendi kendime sordum. Köyler nasıl kentlilik bilincine kavuşur ve hayat standartları yükselir.  Köylerin  AB politikası var mı ? Bu soruları artırmak mümkün ancak düşünmemiz yetecektir. Yüzde yetmişlere varan oranda gerek merkezi idarede gerekse yerel yönetimlerde hizmet verenlerin gerekse de özel sektörde çalışanların mutlaka bir köy bağlantısı vardır ve yaşantısı olmuştur. Dolayısıyla herkes sosyal sorumluluk anlamında ben köyüm için ne yapabilirim sorusunun cevabını aramış mıdır?

Bilindiği üzere, sosyal sorumluluk, toplu yaşamanın getirdiği sonuçtur.  Bireyin hem kendine karşı hem de en yakın çevresinden bütün dünyaya kadar uzanan alandaki tüm davranışlarını yansıtır. Bireyin davranış biçimlerini toplumsal düzen kuralları tayin etmektedir. Dolayısıyla sosyal sorumluluk sadece mevzuata uygun hareket etmek değil, mevzuata uygun olsa bile daha ilerisi anlamında ahlaki değerlere de uygunluğu ifade eder ki,  zorunluluktan çok gönüllülük ilkesine dayanır. O nedenle de büyük ölçüde bir eğitim ve kültür meselesidir.



II. KÖY POLİTİKALARI
Şehirlerde karşılaşılan sorunların bir kısmının çözümü köylerle ilgilidir. Nüfus artışı kentleşme değildir. Genellikle köylerden kentlere doğru sürekli göç olmaktadır. Köy dâhilinde daha iyi bir yaşam tarzı aramak yerine şehre göç ederek çözüm aranmaktadır. Bazı köyler için orada yaşayanların yaş ortalaması ellinin üzerindedir. Sadece anne ve baba veya bunlardan biri kalmış evlatlar şehirlerdedir. Köyün genç nüfusu azaldığı için geleceğe yönelik hiçbir strateji üretilmez ve böyle köyler kurulduğu gibi kalmıştır. Bazı köyler vardır ki, yerinde kentleşmiş insanları da kentlileşmiştir. Böyle köyler incelendiğinde görülecektir ki, köyüm için yapacaklarım bitmedi diyenleri fazladır o köy halkı da sosyal sorumluluğun bilincindedir. En azından böyle köylerde de başta eğitim seviyesi olmak üzere hayat standartları artmıştır.

Cumhuriyet tarihine bakılırsa, köyler hep ulusal politikaların odağını oluşturmuştur. Köy Kanununun çıkarılması bunların başında gelir.   442 sayılı Köy Kanuna bakıldığında Köy, nüfusu iki binden aşağı olan, cami, mektep, otlak, yaylak, baltalık gibi orta malları bulunan ve toplu veya dağınık evlerde oturan, kanunla kendisine verilen işleri yapan bir tüzel kişilik olarak tanımlanır. Gerçi Belediye Kanunu uyarınca belediye kurulabilmesi için nüfus sınırı 5.000 olması gerektiğinden bu sınırın altında kalan yerlerde köy hükmündedir. Ülkemizde bulunan köylerin sayısı 35 binin üzerindedir. Köy tüzel kişiliğinin organları, Muhtar, Köy Derneği ve İhtiyar Heyeti'dir. Köy tüzel kişiliğinin yürütme organı olarak muhtar, hem bir yerel yönetim birimi olan köy idaresinin başı ve yürütme organıdır, hem de merkezi idarenin köydeki görevlisidir. Köy derneği, danışma ve karar organıdır. Köy tüzel kişiliğinin üçüncü organı olan ihtiyar meclisi köye ait işlerin görülmesini görüşüp düzenleyen, bu amaçla yürütmeye ilişkin kararlar alan ve bunları denetleyen bir organdır. Köy Kanunu bir bütün olarak incelendiğinde çıkarıldığı yıla göre gerçekten mükemmel denilebilir. Çünkü gerek köyün zorunlu işleri gerekse isteğe bağlı işleri ile başta köy muhtarının ve köy ihtiyar heyetinin görevleri nasıl bir köyde yaşanması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Köylü çiftçi demek değildir. Gerçi köy politikalarında üstelik AB müzakere sürecinde tarım ve kırsal kalkınma başlı başına bir bölümdür. Ancak Türkiye topraklarının büyük çoğunluğu tarıma dayalı olduğu için köylüden ziyade çiftçi devletin öncelikli muhataplarındandır. Köye yol getirmek, elektrik getirmek, su getirmek en temel görevler iken bu gün bunlar hemen hemen bütün köylerde bulunmaktadır. Bununla birlikte eğitim, sağlık, bayındırlık, girişimcilik her köyde yoktur. Bunlar devletin vazifeleri arasında yer almakla birlikte köyde oturanlar ile köye manen bağlı olan (köyüm için yapacak şeylerim var diyen) kimseler için de bir sorumluluktur.  Kendi köyüm için örnek verecek olursam, şirin bir tarım ve orman köyüdür. Orman ürünleri bağlamında bir hukukçu olarak yıllar önce düşündüğümde köy mevzuatı içinde tarım ve orman kalkındırma kooperatifçiliği çok cazipti. Köylüye gelir artırması bağlamında önemini anlattığımızda tüm köylü üye olmuştu. Bugün için kooperatifleşme anlamında bayağı bir mesafe almıştır. Bugün için kooperatifleşme önemini daha da artırmıştır. Çünkü AB ülkelerinde birlik anlamında tüzel kişilikler muhatap alınmaktadır. Destek kredileri ve yardımlar bunlar üzerinden verilmektedir. Atalarımız zaten boşuna dememiş birlikten kuvvet doğar diye. Dolayısıyla her sorumlu vatandaş mesleğine göre köyü için elinden geleni köyüne aktarabilmelidir. Ormancı, ziraatçi, mühendis, mimar gibi her bir meslek grubunun yaşadığı çevreye bir hizmeti olmalıdır. Herhangi bir hizmeti başlatmakta yetmez, eğitim hizmetleri ile bilgi seviyelerini artırmaya devam etmekte bir vazife olmalıdır.

Köylerde kamu hizmeti anlamında okullarda öğretmenleri, camilerde imamları ve köyün muhtarını görüyoruz. Köy Kanununun 23. maddesi de bu iki kamu görevlisini köy ihtiyar heyetinin azası saymıştır. Dolayısıyla köylerde eğitim ve devlet desteğinin önemi ortaya çıkmaktadır. Köy ihtiyar heyeti yine Kanun gereği haftada en az bir kez toplanmak zorundadır. Uygulamaya gelince bunun hiç de böyle olmadığı aşikârdır. Nedenine gelince muhtar her ne kadar devlet memuru ve köyün başı ise de neticede o da köylüdür ve ağırlıklı olarak da çiftçidir. Diğerleri gibi işi çoktur, bu işler arasında köyün yönetimi külfet gibi gelebilir. Tabi ki, bunu tüm muhtarlar için söylemiyoruz. Köy Kanunun hükümlerini bilen öyle muhtarlar da vardır ki, bu gün köylerini kentleştirmişler ve AB’nin gördüğü cazibe merkezlerine dönüştürmüşlerdir. Köy muhtarlarının maaşı da belli bir seviyeye çıkarılarak, sadece vazife yapmak anlamında cazibeli hale getirilmelidir. Köy bir yerel yönetim birimidir ve ağırlıklı olarak il özel idaresi ile ilişki içindedir. Köy hizmetleri genel müdürlüğünün kaldırılmasıyla köylere yapılan devlet hizmetlerinde muhatap il özel idareleri olmuştur. Bir köy muhtarı plan ve projeleri ile köyü için aralıksız hizmet yapmalıdır. Bu gün Anadolu da çoğu köylerin girişleri kilit parke taşı ile döşenmeye başlamıştır. Bu köy muhtarlarının aktif rollerinin bir sonucudur.

Şehirlerde halk, belediye başkanlarını seçerken önceki mesleki deneyimlerine ve dürüstlüklerine bakmaktadırlar. Köylerde ise, en azından kişiliği ile birlikte ev düzenine de bakılsa iyi olacaktır. Çünkü yaşantısı ile örnek olmayan, başkalarına aynı şeyleri yaptırması güç olur. Bir yabancı ile bir köy ziyareti yapıyorduk. Köyün içinden geçerken gördüğümüz bir evin ancak muhtarın evi olabileceği düşüncesi ile sorduğumuzda gerçekten muhtarın evi idi.  Köy Kanununa göre, evler badanalı, ahırları evlerden ayrılmış, pis suları kapalı alanlara akacak şekilde dizayn edilmesi gerekmekte idi. Dolayısıyla köy muhtarı bunları bildiği için kendi evinde uygulamıştı. Bunu önce muhtar uygulamalı ki, köylüye de zorunlu olarak uygulatsın.

Köy politikalarını bu güne kadar çoğunlukla siyasiler yapmışlar ve bakış açılarına göre siyasi tarihte iz bırakmışlardır. Toprak reformu, köy enstitüleri, ziraat bankası, merkez köy,  köykent, tarım kredileri, tarım sigortası, yeşil kart, okuma yazma seferberlikleri, doğrudan gelir destekleri uygulamaları akıllarda iz bırakmıştır. Köylülerin kendilerince geliştirdikleri politikalar ise çok sınırlı kalmıştır. İşte AB sürecinde köylerde mevzuatın çizdiği ölçüde kendi politikalarını çizmeleri gerekmektedir. Köy Kanununda daha önce yabancıların mülk almaları yasaktı. Bu madde kaldırıldığı için mülk satışı yasal hale gelmiştir. Bunu peşin fikirle reddetmek yerine köylülerin arazilerini değerlendirme konusunda bilinçlendirilmesi daha uygun bir politika olacaktır.

Hayat standardını artırmada gelir seviyesi önemli bir etkendir. Köylü çiftçi demek değildir ama çiftçi köylüdür. Bu bağlamda gelir seviyesi, iyi üretim ve iyi pazarlama ile olur. Devlet, elbette üretilen ürüne desteğini uluslar arası rekabeti sağlayarak verecektir. Ancak genel bir anlayışımız olan, bu yıl nar iyi para etti biz de nar dikelim. Bu yıl kiraz iyi para etti arazilerimizi kirazla dolduralım. Bu yıl karpuz çok ucuza gitti bir daha ekmeyelim gibi uygulamalardan vazgeçmeliyiz. Burada devreye köy politikaların oluşmasında köyüne manevi bağı olduğunu düşünen insanların girmesi gerekir. Üniversiteler, belediyeler, il özel idareleri, kooperatifler, borsa, oda ve birlikler kanalıyla eğitim, seminer, gezi, uygulama, tanıtım gibi faaliyetleri devreye sokmak gerekir. Böylece üretimde teknoloji kullanılabilecek duruma gelebilir, maliyet azalabilir, kalite artabilir ve neticede de iyi bir pazarlama ile dünya ile rekabet edecek seviyeye gelmiş oluruz.

III. SONUÇ
Kamu sektörü, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarıyla bir arada yaşadığımız çevrenin en küçüğü köylerdir. Toplu yaşamanın olduğu yerlerde sosyal sorumluluk vardır. Sosyal sorumluluk aynı yerde yaşamasak bile bir zamanlar yaşadığımız veya ara sıra gidip yaşadığımız çevreye de sorumlu olmamızı gerektirir. Doğduğun yer mi doyduğun yer mi diye soranlara ben her ikisi diyorum. Çünkü geldiğimiz yeri unutmamak, gideceğimiz yeri de unutmamamızı sağlar. Bu yüzden köy kalkınması için görev sadece devletin değildir. Belki otuz yıl sonra köyler en cazibeli yerler olacağına inanıyorum. Bununda sağlanması şimdiden yapılacak bir stratejik planlamaya bağlıdır. Bu planda ilk görev, çerçeve çizmede devletin olacaktır. Köy Kanununa göre, muhtarlarda bir takım özellikler aranmalı, vazifesinin sadece köyünü, köy ihtiyar heyeti ile birlikte yönetmek olduğunu iyi bir ücret politikası ile belirlenmesidir. Köylerde kamu hizmeti veren öğretmen, imam dışında köyün özelliğine göre (orman, tarım, turizm gibi) eğitim uzmanları görevlendirilmedir. Ancak bu uzmanların köy şartlarını ve yaşantısını bilmeleri gerekir. Aksi halde kaynaşma sağlanması zor olur.  Köylü ve çiftçi ayırımını yaparak,  özellikle çiftçiler için doğrudan gelir desteği yerine ürün desteği sistemine dönülmelidir. Köy muhtarlıklarınca köylerinden çıkmış belli yerlerde görev yapanlar varsa yıllın belli günlerinde bir araya gelinmeli ve köyün geleceği tartışılmalı, kardeş köy ilişkileri kurulmalıdır.  Köyün gelir ve giderleri yerine köy bütçesi sistemi muhasebeleştirilerek kurulmalıdır. Toplam kalite anlamında örnek köyler medya aracılığı ile gösterilmelidir. Yıllar geçtikçe tekrar köye dönüşler başlayacaktır. Köyüne dönen insanlara köylünün bakış açısının değişmesi için eğitim bağlamında zihniyet değişikliğine yardımcı olunmalıdır.
[*] Yerel siyaset Dergisi, Aralık 2006

Yrd. Doç. Dr.  M. Fahrettin ÖNDER*
* SDÜ. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Ticaret Hukuku Anabilim Dalı Başkanı, Isparta Belediyesi Hukuk Danışmanı