27 Nisan 2015 Pazartesi

Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü


Nevzat Evrim Önal ile "Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü" üzerine konuştuk...

Merhaba. Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü başlıklı kitabınızda, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden günümüze Anadolu’nun tarımsal dönüşümünü ele alıyorsunuz. Tarım, akademik alanda rağbet gören bir konu başlığı değil. Neden bu başlıkta çalışmayı seçtiniz?

Merhaba. Gerçekten de, ortada finans sektörünün muhtelif yönlerine dair bu denli popüler çalışma alanları varken, tarım ekonomisi üzerine çalıştığınızda meslektaşlarınız tarafından aklınızdan zorunuz olduğu düşünülüyor. Açıkça ifade edelim, kendi burjuva çerçevelerinden haklılar. Finans uzmanı iktisatçı akademisyenler bankalara, şirketlere raporlar hazırlıyor, danışmanlık yapıyor ve ciddi miktarda para kazanıyorlar. Tarım çalıştığınızda böyle bir olanağınız yok.

Bu aslında emperyalist ekonomi politiğin doğal bir sonucu. Emperyalizmin özü ihraç edilebilir, yani finansal formda bulunan mali sermaye olduğu için, bu formdaki sermaye yapıları emperyalist hiyerarşi içerisinde ticarete ve üretime yönelik yapıları hem kontrol eder durumda hem de onların üzerinde bulunduğu için ana akım iktisat daha çok bu alanla ilgileniyor ve bu alanda yapılan akademik çalışmalar da hem daha “pazarlanabilir” hem de daha “yayınlanabilir” oluyor. Tarım ise üretken sektörler içerisinde dahi hem daha düşük kâr oranlarına sahip, hem de mevsimsel riskler barındırıyor. Dolayısıyla bu alan, toplumsal açıdan ne denli önemli olursa olsun, sermayenin doğrudan yatırım yapmak istediği bir alan olmuyor.

Ben tarım üzerine çalışmayı birkaç sebepten dolayı seçtim. Birincisi; sektörün toplumun büyük çoğunluğu açısından önemi. Tüm insanlık tarım sektöründen sağlanan ürünler ile ya da o ürünlerin işlenmiş haliyle besleniyor. İkincisi; bu sektör kırsal nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan köylülüğün başlıca geçim kaynağını oluşturuyor. Sektör daraldıkça ve kapitalistleştikçe, köylülük de giderek topraktan kopuyor ve göç, kitlesel işsizlik gibi pek çok toplumsal sorun bu kopuştan ürüyor. Son olarak; kırsal alandaki sınıfsal ilişkilerin kıra özgün yapısı ve köylülüğün emeğiyle geçinen bir sınıf olarak devrimci potansiyeli, soldaki en temel tartışma başlıklarından biri olageldi. Bu konunun yeniden gündeme gelmesi, köylülüğün çözülmekte olduğu günümüz Türkiyesi’nde özel bir önem taşıyor.

Yani kitabın amacı bu mu? Tarım sektörünün önemini, köylülüğün güncel sorunlarını ve devrimci potansiyelini tekrar tartışmaya açmak?

Tam olarak değil. Benim Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü’nü yazarken iki temel amacım vardı. Bunlardan birincisi Marksist-Leninist teori ve ideolojinin tarıma yönelik tezlerinin Türkiye özelinde bir kez daha ve güncel olarak yeniden üretilmesi, ikincisi ise, tarım kesiminin sorunlarını ve bunlara yönelik ekonomik ve siyasi tartışmaları ülkenin olmasa da sol siyasetin gündemine bir kez daha sokmaktı.


Kitabın şu ana kadar aldığı tepkilere daha sonra geleceğiz. Öncelikle bize çalışmanızın bulgu ve sonuçlarını özetleyebilir misiniz?

Herhangi bir olguyu, bu çalışma özelinde Anadolu tarımını, uzun bir tarihsel dönem boyunca incelemek, söz konusu olgunun bu dönem boyunca değişmeyen bir özelliği olduğu varsayımına dayanmalıdır. Aksi takdirde neden birden fazla bağımsız dönemsel çalışma yerine tek bir dönemsel çalışma yapıldığı açıklanamaz hale gelir.

Ben, kitapta ele aldığım 150 yıllık dönemin (1858-2008), Anadolu tarımının kapitalistleşmesi açısından güçlü bir süreklilik barındırdığını düşünüyorum. Dahası, Türkiye’nin burjuva sınıfının kökenlerinin, büyük ölçüde bu süreçte zenginleşen ağa/eşraf sıfatlı toprak sahiplerine dayandığını, bu sınıfın üzerinde yükseldiği ilkel birikimin de 19. Yüzyıl itibariyle biriktirilmeye başladığını düşünüyorum. Dolayısıyla 150 yıllık öykü, bir kapitalistleşme öyküsü.

Bu yüzden çalışmayı toprakta özel mülkiyetin Osmanlı’da artık yasal hale geldiği 1858 Tarihli Arazi Kanunnamesi ile çalışmayı başlattım. Bahsettiğim ilkel birikim, bu tarihten itibaren, kavuştuğu yasal dayanakların da desteğiyle iyice ete kemiğe bürünmeye; büyük toprak sahipleri de, giderek kendi müstakil sınıf çıkarlarını savunan bir sınıfsal yapıya dönüşmeye başladı. Bu kesim, Kemalist burjuva devriminin maddi arka planını oluşturdu ve cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ülke yönetiminde ciddi bir söz sahibi oldu. Bu dönemeçten itibaren Anadolu’da kapitalist üretim biçimi geliştikçe, büyük toprak sahibi de burjuvalaşmaya ve üzerinden zenginleştiği üretim aracı olan toprağa yabancılaşmaya başladı.

Bu burjuvalaşma süreci, 1960’da toprak ağalarının partisi olan Demokrat Parti’nin iktidardan indirilmesiyle özel bir dönemeç aldı ve 20. Yüzyılın son çeyreğinde tamamlanmış diyebileceğimiz bir noktaya ulaştı. 12 Eylül darbesinin ardından uygulamaya konulan neoliberal ekonomi politik, önce ticareti, ardından bankacılığı teşvik ederken büyük sermaye tarımdan çekildi. Bugün sektörde yaşanmakta olan yıkımın öncüsü olan 1998 IMF programı ve onun ardılları (Kemal Derviş’in Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ve AKP’nin varlığı dahi şüpheli olan tarım politikası), bu yapı üzerinde yükseldiler.

Öte yandan Anadolu tarımının kapitalistleşmesi kesinlikle “bitmiş” bir süreç değil.

Tam burada araya girip bir soru sormak istiyorum. Sürecin bitmediğini söylüyorsunuz. Diğer yandan çalışmanız bir iktisat tarihi çalışmasını andırıyor. Burada bir tezat yok mu?

Hayır, zira dediğim gibi, süreklilik ve kopuşlarla birlikte yürüyen, ancak henüz bitmemiş, kapitalist üretim biçimi Anadolu’da hâkim olduğu müddetçe de bitmeyecek bir süreç söz konusu. Ben tarihe idealist değil, materyalist bakıyorum. Bence en büyük kopuşların içinde dahi bir süreklilik; bu süreklilik ile yaşanan kopuşlar arasında da diyalektik ilişki vardır.
Dolayısıyla tarihsel süreçler asla devamı olmayan bir takım sonal zirvelere, ideallere ulaşmaz, ancak bazı önemli eşikler atlar, dönemeçlerden geçerler. Bu dönemeçler kitabın ele aldığı tarihsel dönemin alt dönemlerinin milat noktalarını oluşturuyorlar. Böylelikle ortaya hem önemli kırılma noktalarını vurgulayan, hem de bu noktaların arasındaki alt dönemlerin iç sürekliliklerindeki başat belirleyenleri öne çıkartarak inceleyen bir bütün çıkıyor.

Bu aynı zamanda, daha önce başka bir söyleşide ve kimi şifahi eleştirilerde dile getirilen “150 yıl 200 sayfaya nasıl sığıyor?” sorusuna da yanıt teşkil ediyor. Tarihe baktığınızda, eğer net bir çerçeveyle ve bir amaç dâhilinde bakmıyor, “tarım tarihi” gibi genel bir konuda olgular bütününe bakmaya çalışıyorsanız, bulacağınız olgu sayısı sonsuza yakındır. İstediğiniz kadar kendinizi dönemsel veya coğrafi olarak sınırlayın, tarihçi Edward Halett Carr’ın “olgular denizi” diye ifade ettiği bu sorundan kurtulamazsınız veya elinizde bilimsel açıdan güncel geçerliği ve ülkeye faydası çok kuşkulu bir çerçeve kalır. Dolayısıyla bana göre bir ekonomi politik çalışması kendisini, herhangi bir tarihsel veya coğrafi sınırlamadan önce, olgulara dair “tayin edicilik” testiyle sınırlamalıdır; zira herhangi bir dönem ve coğrafyada, ele alınan meseleyi etkileyen sayısız faktör, olay ve süreç olabilir. Ne var ki, bunların içinde başat ve belirleyici olanların sayısı sınırsız değil, aksine çoğunlukla gayet sınırlıdır.

Dolayısıyla, söz konusu mesele Anadolu tarımının kapitalistleşmesi ise, dönemlendirme bu meseleyi etkileyen ana kırılmalar, dönemler ise yine bu olguyu etkileyen başat faktörler doğrultusunda ele alınmalıdır. Bu şekilde çalışıldığında, kanımca 200 sayfa yeterli oldu. Aksi takdirde, bir önem hiyerarşisi gözetmeden bulabildiğim tüm olguları bir bağlama sığdırmaya çalışsaydım, ortada bağlam falan kalmaz, 200 değil 20 bin sayfa dahi yetmezdi. Olgular arasında hiyerarşi değil eşitlik olduğu ve her şeyin “karşılıklı bağımlı” olduğuna dair postmodern tezin, bilimi belirleyici tahlil ve müdahaleler yapmaktan alıkoyan, gerici bir tez olduğunu; bu gericilikle şiddetle mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

O halde kitabınızın güncele dair sonuçları da bulunuyor. Biraz da bunlardan bahseder misiniz?

Böyle sonuçları olmasaydı, en azından bence hayli faydasız bir çalışma olurdu.

Şöyle özetlemek mümkün: Anadolu tarımı uzun süredir “kapitalist” bir nitelikte yapılıyor; ancak bu üretim biçiminin tarım sektöründeki doğal sonuçları olan köylülüğün topraktan kopması, toprak mülkiyetinin merkezileşmesi ve yalnızca tarımsal ürünlerin değil, başat tarımsal üretim aracı olan toprağın da metalaşması gibi dönüşümler bilhassa 1998’den bu yana hız kazandı. Tarımsal destek sistemi tasfiye edildi, tarım sektörüne yönelik kamu kuruluşları özelleştirildi ya da kapitalist şirketler gibi davranan, “kârlı” işletmelere dönüştürüldü. Kooperatiflerden devlet desteği çekildi, Ziraat Bankası kredi verirken iyice seçici, büyük mülk sahiplerine yönelik bir politika uygulamaya başladı vs.

Bunun ilk ve çarpıcı sonucu tarım sektörünün yarattığı istihdamın çözülmesi oldu. 1998 yılında yaklaşık 9 milyon civarında olan tarım sektörü istihdamı, 4,5 milyona dek geriledi. Ayrıca uygulanan politikalar, küçük üreticiyi üretemez hale getirdi ve önemli miktarda küçük mülk kullanılmamaya; köyler yaşlı insanların emekli maaşları ve kentteki çocuklarının yardımlarıyla yaşadıkları yerlere dönüşmeye başladı.

Bu süreç, AKP’nin tarım politikaları tarafından daha da derinleştirildi. Bu politikalar, başka pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da devleti vatandaşa hizmet eden değil, kuluna sadaka veren bir konuma getirdi. Bugün köylerde kalan insanlar, yüksek kalite fındık, ihracata yönelik yaş sebze ve meyve gibi kimi ayrıcalıklı ürünleri üretecek olanaklara sahip değillerse, eskisine göre çok daha düşük, ama üretimi teşvik etmeyen destekler alıyor ve bu destekler sayesinde kitlesel olarak topraktan kopmuyor. Ne var ki bu sürecin de geçici olması beklenmeli. Kullanılmayan topraklar nihayetinde değerlendirilmeyen bir üretim aracıdır ve uzun süre boyunca değerlendirilmeyen bir üretim aracı kendisi değersizleşerek el değiştirir. Ben bu çerçevede en geç bir kuşak sonra, Türkiye’nin köy nüfusunun bugünkünden daha da ciddi biçimde azalmış olacağını düşünüyorum.

Diğer yandan, son on yılda tarımsal ürünlerin, bilhassa da tahılların petrol fiyatlarına paralel olarak gösterdikleri istikrarsızlık, bu alanda ciddi spekülasyon fırsatları doğurdu. Bu çerçevede emperyalist sermaye gruplarının azgelişmiş ülkelerde büyük miktarda tarım arazisi satın alıyor ya da uzun süreliğine kiralayarak tasarruf hakkını ele geçiriyor olduğunu görüyoruz. AKP’nin politikaları bu sermaye gruplarına hizmet ediyor. Şu anda Türkiye’de Polatlı, Konya ve Harran ovaları gibi önemli tarım havzalarında ne kadar toprağın yabancıların kontrolüne geçtiğini bilmiyoruz; zira topraklar genelde doğrudan satılmıyor, 49 yıllığına kiralanıyor ve bir özel mülk sahibinin mülkünü bir başkasına kiralaması “ticari” bir bilgi, kamuoyunun da bu bilgiye serbestçe ulaşma hakkı yok.

Bu iki dinamiğin bileşkesi, tarımın giderek daha fazla işçi emeğiyle ve giderek daha fazla yabancı şirketler eliyle yapılması manasına gelecektir. Ben bu tablodan Türkiye sosyalist hareketi için tarım sorununa müdahale etme açısından önemli fırsatlar, dolayısıyla yurtseverlere ve sosyalistlere önemli görevler çıkacağını düşünüyorum.

Yani mevcut durum sosyalistleri çağırıyor…

Kesinlikle, ve 1970’lerden bu yana hiç olmadığı kadar. Ne var ki artık Türkiye sosyalist hareketinin tarıma bakışının bilimsel ve gerçekçi hale getirilmesi gerekiyor. Tarım sektörünün büyük sermaye tarafından ele geçirilmesi ve köylülüğün topraksızlaşarak işçileşmesi kapitalist üretim biçiminin gelişmesinin doğal bir sonucudur. Sosyalist devrimcilik, kapitalist üretim biçiminin gelişme eğilimlerini tersine döndürmeye değil, o eğilimlere içkin çelişkilerin emekçi sınıflarda yarattığı gerilimini, devrimci bir kopuşa doğru örgütleme ve yönlendirme faaliyetidir. Bugün köylünün işçileşmesi de, yabancılara toprak satışı da, tarım işçilerinin insanlık dışı çalışma koşulları da bu çerçevede ele alınmalıdır; zira tüm bu başlıklar, bütünlüklü bir devrimci programın parçası haline getirildiğinde anlam kazanır. Bu sebeple kitabın son kısmında “nasıl bir tarım programı?” sorusunu ele almaya çalıştım.

Kitabınız yayınlanalı 5 aydan fazla bir süre oldu. Bu süre zarfında ne gibi tepkiler/eleştiriler aldınız?

Kitaba dair şu ana dek yapılan sözlü ve yazılı tepkiler genelde olumlu. Bunlar dışında yazılı olarak şu ana dek Hasan Cengiz Yazar bir eleştiri kaleme aldı; ayrıca katıldığım panellerde yöneltilen eleştiriler oldu. Genelde eleştiriler, bekleneceği üzere köylülüğe yönelik çalışmaların devrimci potansiyeliyle ilgiliydi. Köylülüğe yönelik çalışmaların ancak sosyalist devrimci merkezi bir faaliyetin bir parçası olarak anlam taşıyacağını söylediğinizde, yanlış bir özne tayin ediyor ve köylülüğü küçümsüyor olduğunuza dair, çeşitli sertlikteki eleştirilere yanıt vermek durumunda kalıyorsunuz.

Ben bunun, köylülüğe dair çalışmaların çoğunlukla salt köylülüğün ekonomik çıkarlarına yönelik ve çoğunlukla bizzat bu toplumsal yapıya mensup kişiler tarafından yapılıyor olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Eğer devrimci mücadele içerisinde köylülüğe yönelik çalışmaların “kaypak bir zeminde” yürütülmek zorunda olduğuna yönelik tespitinize “bana kaypak dedi” şeklinde yanıt verilebiliyorsa, burada akıl değil duygular konuşuyor demektir ve bu olsa olsa, yanıtı veren kişinin kendisini, üzerinde çalıştığı zeminle özdeşleştirmiş olmasından kaynaklanır.

Ne var ki, mülkiyete dayalı toplumsal ilişkiler, beğenilse de beğenilmese de kendilerini dayatırlar. Herhangi bir iktisadi alanda (bizim örneğimizde tarım ve kırsal kesimde) mücadele yürütecekseniz, sosyalist devrimci bir çerçevenin önceliği bu alandaki mülksüz işçilerdir. Küçük mülk sahibi muhtelif yapılar bundan sonra gelir, zira sınıfsal kimliği mülkiyet sahipliği oluşturur. Zeminin kaypaklık sebebi mülkiyettir, çünkü sosyalizm hedefi açısından özel mülkiyet bir zehirdir. Bir panelde dehşetle gördüm ki, benim bu vurgumu eleştirmek ve asli öznenin küçük mülk sahibi köylülük olduğunu ispatlayabilmek için Türkiye’de mevsimlik işçiliğin önemsiz bir küçük kesim olduğu dahi iddia edilebiliyor.

Türkiye’de Leninizm-Maoizm ayrımı gölgesinde ve Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışmasının önemli bir bileşeni olarak yürüyen tarım sorunu tartışması bence bitmiş bir tartışma değildi. Tepkilerin bilhassa bu başlıktan gelmesi de tartışmanın bitmemiş olduğunu gösteriyor. Ne var ki, tarafların teorik pozisyonları bugün değişmiş durumda. Görünen o ki Türkiye’nin sosyalist devrimcileri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını zor da olsa göğüsledi ve bu acı yıkımın altından kalktı. Ancak aynı metaneti Çin Halk Cumhuriyeti’nin yaşadığı burjuvalaşma süreci karşısında milli demokratik devrimcilerin gösterebildiğini söylemek zor, zira ciddi bir teorik-ideolojik deformasyon göze çarpıyor. Başka türlü kitaba getirilen tek yazılı eleştiride, “günümüzde solda, sosyal hareketler siyasi partiler[den] bağımsız olmalı” gibi bir küçük burjuva tezin alıntılanmasını açıklayamayız. Devrimci siyaset devrimci parti ile yapılır ve tarih partisiz “hareket”lerin er ya da geç bir çeşit küçük burjuva sapmaya yöneldiklerini göstermiştir.

Susuz Kışlar, Köylülük Ve Kentlilik Üzerine...

Susuz Yaz’ın yerini Susuz Kış almış. Ve aylardır yağmayan yağmura göllerimizin kötü kullanımı (en son bakınız: Sapanca gölü), su kaynaklarımızın hovardaca harcanması, Batı’da dokunulmaz sayılan ‘milli park’larımızın hem azlığı, hem de var olanların bile yapılaşmadan uzak kalamaması, en güzel yaylaların gecekondulaşmaya açılması ve gitgide çoğalan HES’ler gibi alaturka nedenler eklenince, görünen manzara hiç de iç açıcı değil. Susuz Yaz’lar Susuz Yıllar’a dönüşmeye ve Türkiye’nin kaderi olmaya doğru gidiyor.

Çevre sorunlarının, önümüzdeki yerel seçimlerde başat bir rol oynaması beklenir. Çünkü Türk halkı her ne kadar geleneksel olarak bu sorunlara ilgisiz gözükse de, bu artık değişiyor. Gezi olaylarını yaratanlar yalnızca bir avuç aydın veya elit kesim insanı değildi. Öğrencilerden emekçilere, ev kadınlarından emekli memurlara, sanatçılardan serbest meslek sahiplerine çok farklı kesimler orada buluştular. Olayın tüm ülkeye yayılması da, yine öyle geniş ve toplumsal çeşitlilik içeren kitleler sayesinde mümkün oldu. Ve bugün artık her yerde ayağa kalkmış bir Türkiye manzarası doğdu.

Bu genel tablo içinde, adına ‘köylü’ denerek küçümsenen (Atatürk’ün ‘milletin efendisi’ tanımına rağmen küçümsenen) kesimin de büyük katkısı oldu. Bergama köylülerinin doğayı haincesine tahrip eden altın arayıcılarına karşı direnip protesto eylemlerine geçmesi kaçıncı yıldönümünü kutluyor?

Ve ardından sayısız örnek geldi. Köylü vatandaşımız, biz kentlilerin hiç ummadığı biçimde ve ölçüde çevresine ve memleketine sahip çıktı. Gün geçmedi ki bir yerlerde çevrenin sakinleri, gerçekten de sakin insanlar olarak bilinen köylülerimiz, içinde yaşadıkları cennet vatanı göz  göre göre yok edecek girişimlere karşı çıkmasınlar... O HES’lere, o santrallara, o barajlara, o betonlaşmaya ve yeşil düşmanlığına karşı el ele kol kola direnmesinler... Onlar köylüyü ve köylülüğü yücelttiler, kimi zaman biz kentlilere yol gösterdiler. Ve bu kelimeye büyük Ata’yı çağrıştıran anlamlar yüklediler. Helal olsun!..

Ve hep sözüm ona yasalardan, yasak koyucu ve uygulayıcılardan gelen sert dirençle karşılandılar. Gerçek vatanseverliğin anlamını unutmuş gözüken şekilci, şakşakçı bir yönetim ve onun uzantıları tarafından...

İşte son birkaç örnek. Çanakkale’nin Bayramiç ilçesine bağlı Karaköy’de bir altın madeninin sondaj alanına girip çalışmaları 80 saat engelleyen üç köylüye, mahkeme tarafından yedi bin dolarlık tazminat cezası verildi. (Milliyet, 2 Şubat). Burası hala T. C. olduğuna göre cezanın niye dolarla saptandığı bilinmiyor. Olasılıkla maden sahiplerinin yaşamları o birim üzerine kurulu, şikayetlerinde de ‘bilmem kaç bin dolar zarar ettik” demişlerdir. Eh, bu evrensel kapitalizm çağında küçük döviz hesaplarıyla uğraşmaktansa, o keratalar da bir döviz bürosuna gidip dolar satın alarak ödesinler cezalarını...Onlara müstahaktır!...

Yanı başındaki bir haberde ise Şırnak’taki sivil toplum kuruluşlarının Toptepe yakınına kurulması planlanan termik santrali protesto için yürüdükleri belirtiliyor. “Zehirli bir hayata hayır”, “Doğaya saygı”, “Sonunda yine biz kazanacağız”, “Maskesiz bir Şırnak için termik santrala hayır!” sloganları eşliğinde... Onların kaç bin dolar ödeyeceği henüz saptanmamış. Ama merak etmeyin, saygın adalet düzenimiz layık oldukları cezayı elbette verir!...

Kentte ise uğraş farklı. Henüz kentlerin ortasına santral veya baraj yapmıyorlar (Ama yakındır!). O yüzden büyük kenttekiler başka şeylerle uğraşıyor. Örneğin bir apartımanla. Evet, haberin başlığı “Şişli’de bir apartıman direniyor!” (Radikal, 2 Şubat). Bu, ünlü Lüküs Hayat operetinin “Şişli’de bir apartıman/ Yoksa eğer halin yaman” şarkısı değil. Tanınmış Türk mimarı Emin Necip Uzman’ın o ünlü şarkıya konu olmuş görkemli apartımanlarından biri sadece...1945-45 yıllarına ait. Ve sapasağlam ayakta.

Ama apartımanı bir inşaat şirketi almış. Ve binanın suyunu ve gazını keserek tüm kiracıları kovmuş. Bir tek Teğet Mimarlık bürosu dışında... Onlar çıkmıyor, çünkü binanın küçük bir çabayla güçlendirilebileceğini düşünüyorlar. 2012’de başvurup binayı ‘korunması gerekli kültür varlığı’ olarak tescil ettirmişler. Şimdiyse şirketin Afet Kanunu’nu kullanarak ve binayı olmadığı biçimde ‘tehlikeli’ göstererek yıkmak istemesi hangi akla sığıyor? Mimar Ertuğ Uçar şöyle demiş: “Ofiste bulunduğumuz 8 yıl içinde, civarda az bakımla ayağa kaldırılabilecek birçok apartıman yıkıldı. Şişli’nin özgün dokusunu oluşturan yapılar, bir bir çirkin otellere dönüşüyor”.

Görüyorsunuz: bu gidişle yakında Rey kardeşlerin ünlü operetini hatırlatacak  hiçbir bina kalmayacak. Vallahi bu adamlar öylesine doymaz ki, bunlara Paris’i versen, o kenti Paris yapan onca binayı da yıkıp yerine yenilerini yaparlar!... Afet Kanunu’na sığınan ve deprem korkusunu alabildiğine sömüren bu kentsel dönüşüm fırtınası üzerine gereken her şeyi, Quo Vadis İstanbul kitabımda söylemiştim. Ama kim okur, kim dinler?

Ancak görüldüğü gibi, artık Türkiye uyanıyor. Eğitimli mimarından dağdaki köylüsüne dek... Bunun seçim sandıklarına yansımayacağını sananlar ise sadece kendilerini aldatıyorlar. Ama takke düşecek, kel gözükecek. Çok az kaldı!...   

/ Atilla Dorsay

Şehirli Olabilmek Mi Yoksa Köylü Kalmak Mı?

İçinde yaşadığımız dünya sürekli değişim ve dönüşüm içerisinde. Bu değişim ve dönüşüm nedeniyledir ki bir dakika önce yaşadığımız dünya ile bir dakika sonra yaşadığımız dünya aynı değil. Ünlü Filozof Herakleitos “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” sözü ile her şeyin değiştiğini, sabit kalmadığını çok güzel özetlemiştir.

Etrafımıza baktığımızda her şeyin ne kadar hızlı değiştiğini görmemiz mümkün. O halde, her şey değişirken insanın değişmemesi, etrafında meydana gelen değişimlere karşı gözlerini kapatması hayret edilecek bir durum değil midir?

Geçmişten günümüze genel bir bakış, toplumsal hayatımızda da birçok değişim meydana geldiğini gösterecektir. İlk olarak tarım toplumu dediğimiz bir dönem yaşandı, ardından fabrikaların gelişimi ile sanayi toplumuna geçildi, daha sonra ise bilginin önem kazanması ile birlikte şu anda içinde bulunduğumuz bilgi toplumuna geçildi. Bu geçişler sırasında köy olarak nitelendirdiğimiz yerleşim yerlerinde hayatını sürdüren insanlar, sanayi toplumu ve bilgi toplumu sürecinde şehirlere göç etmeye başladı. Bunun sonucunda toplumlar genel olarak şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar şeklinde ayrılırken, şehirde yaşayan insanlara şehirli, köyde yaşayan insanlara ise köylü denildi.

Peki, şehirli ya da köylü ayrımı yapmak bu kadar kolay mı? Yaşamını devam ettirmek için şehir dediğimiz yerlere gittiği zaman şehirli, köye gittiği zaman da köylü mü olur her insan? Şehirli ve köylü arasındaki fark mekansal mıdır yoksa zihinsel midir? Belki farkında olarak ya da olmayarak kurduğumuz cümlelerde şehirli veya köylü derken ne demek istediğimizi, neyi kastettiğimizi düşündük mü hiç?

Çok eğitim almakla da şehirli olunmuyor

Köy ve şehirler genel olarak gelişmişlik düzeyine göre birbirinden ayrılan yerleşim yerleridir. Köylerde doğa ile daha iç içe bir yaşam hakimken şehirlerde daha çok sanayi ve teknoloji ile iç içe bir yaşam vardır. Bu açıdan ele alındığında köy kavramı çoğu zaman geri kalmış, modernleşmemiş yerler olarak, şehirler bunun tam tersi olarak algılanıyor.

Şehir, üretken, yenilikçi, bilim, sanat, kültür, özgün düşünce gibi değerlerin filizlenip yeşerdiği, modern ve medeni yer, şehirli ise sorun üretmek yerine çözüm üreten, sürekli değişen ve kendini yenileyen ama öz değerlerini de asla inkar etmeyen, fikri hür insan demektir. Peki gerçekler öyle mi? Şehir yaşantımız tanımlara uyuyor mu? Beton yığınları arasına sıkışmış hayatlar ve boğucu trafik şehirleşme midir? Sürekli şikayet eden, yeniliğe kapalı, alışkanlıkları kendine düstur edinen, kendi gibi olmayanı kabul etmeyen, şehirli midir?
“Elbette Hayır”...

Birçok şehir ve bu şehirli, medeniyet krizi içerisindedir. Ne şehirler şehir gibidir ne de şehirliler şehirli gibi... İçi bomboş kavramlar oldu artık şehir ve şehirlilik. Oysa ruhun ve zihniyetin, öz değerlerini inkar etmeden sürekli ve yeniden imar edilmesidir şehirlilik... Şehirde yaşamakla şehirli olunmuyor işte. Çok eğitim almakla da şehirli olunmuyor. Siz hiç şehirde yaşayan ama hala köylü kafası taşıyan akademisyen, eğitimci, doktor görmediniz mi?

Şehirlilik olgusu bir zihniyet meselesidir. Hz. İsa “Köyden peygamber çıkmaz” derken bir zihniyete vurgu yapar, biyolojik bir varlığa değil... O halde kimdir bu köylü kafalar? Onlar köylülük zihniyetinin müdavimleridir. Başarıyı çekemez, kültürel iletişime kapalıdır, hasettir, bencildir, ben merkezlidir, övünmeyi sever, egosu Ağrı Dağı gibidir. Dış görünüşü şehirli ve medenidir, iç dünyası ortaçağ karanlığında seyr-ü süluk eder...

Şehirlilik ve köylülük zihinsel bir aktivitedir

Kolektif şuuru sevmez, davranışları yapmacık, ruhu estetiklidir, doğal değildir ve gösteriş düşkünüdür. Yeniliğe ve yeni fikirlere kapalıdır, alışkanlıklarına sorgusuz sualsiz bağlıdır ve tutucudur. Kendisinden aşağıda olanı ezerken kendisinden güçlüye boyun eğer, bedeni medeni bir ortamda yaşasa bile ruhunu köylülüğe köle etmiştir. Bu da yetmezmiş gibi kendisini çağdaş ve süslü sözcüklerin arkasına saklar. Herkes onları şehirle evli bilir, ama onlar şehirle flört bile etmiyordur. Şehir onlar için yaşamsal bir alandır, bir yaşam biçimi ve hayat tarzı değildir.

Şehirli olmak ya da köylü olmak mekansal bir tabir olmayıp zihinsel bir aktivitedir. Asla öteki oluşturmak değil. Bir insan şehirde köylü gibi, bir başka insan da köyde şehirli gibi yaşayabilir. Şehirlilik ve köylülük bir kast sistemi olmamakla birlikte iki kavram arasındaki geçiş imkansız değil ve köyden şehre göç etmekten daha kolaydır.

Gerekli olan tek şey zihniyet değişikliğini istemek ve hayata geçirmektir. Daha sonra da kendisini o şehre ait hissetmeli ve şehirle bütünleşmelidir. Şehirle bütünleşme duygusu şehre hakim olan kültürel değerleri, gelenekleri, genel yaşam biçimlerini ve bunların etrafından gelişen alışkanlıkları paylaşmayı beraberinde getirir.

Eğer bir insan yaşadığı şehirle bütünleşmemiş ise diğerlerine karşı yabancıdır. Sorsanız aslında hayatından da gayet memnundur ancak farkında değil bedeni hür iken fikrini, düşüncelerini prangalara vurduğundan...

Köyde yaşamak ne kabahattir ne de bir suç. Köylerin de kendine göre bir yaşam tarzı var. Mesele köyde hayatını sürdürmek değil, mesele hayatı boyunca köyü ve köylülüğü içinden söküp atamamaktır.

Zihniyet değişimi

Ülkemiz açısından bu konuyu düşündüğümüzde belki de birçok sorunun kaynağının burada yattığını söyleyebiliriz. Şehirde de yaşasak köyde de yaşasak kendimize has orijinal şehir kültürü oluşturamıyoruz. Bunu toplumsal bir hamleye dönüştüremiyoruz. Oysaki Ülke olarak, dünya ülkeleri arasında varlığımızı sürdürmek ve güçlü olmak için vakit kaybetmeden bu kültürel evrimi tamamlamalıyız. En önemlisi de eğitimde şehirli olabilmeyi, şehirli gençler, şehirli zihniyetler yetiştirebilmeyi başarmalıyız. Belki de en temel problemimiz budur...

Eğitim, davranışları yönlendirme ve biçimlendirme ise bunun öncelikle zihniyet değişimi ile mümkün olacağını bilmeliyiz. Değişmeden, zihinlerimizi yeniden imar etmeden kendimize has bir kimlik oluşturmadan birey olamayacağımız gibi şehirli hiç olamayız. Çünkü üretici olmak, yeni fikirler ortaya koymak, çözümler aramak, yeni fırsatlar oluşturmak ve başarıya ulaşmak bireyin şehirli olmasıyla mümkündür. Bu durumda birey ile şehir etle tırnak gibidir. Birey şehre ait olmalı şehir de bireye ait olmalıdır. Bunun en güzel örneği, bir şehir insanı olan Socrates’in hayatında gizlidir. Socrates idama mahkum edilir, üstelik kendini ait hissettiği şehir olan Atina’da... Öğrencileri Socrates’i kaçırmak ister ama o, Atina’daki ölümü, Atina dışındaki hiçliğe tercih eder. Çünkü Socratesler ancak şehirlerde yaşar ve ölürler...

“Gel ne olursan ol yine gel” diyerek herkese kucak açan Mevlana “Köyü mesken tutmak aklı mezara koymaktır” derken ne güzel bir söz söylemiş. Aklını mezara koyan bir insanın yaşamasının ne anlamı vardır? Şehirlilik, bir yaşam tarzıdır, bir kültürel devrimdir, bir kolektif şuurdur. Bir bilinç ve zihniyet değişimidir. Gelecek nesilleri yetiştirecek kilometre taşlarıdır. Bu taşların köylücülük zihniyeti ile döşenmesinin sancılarını çekiyoruz bugün; belki de farkında değiliz...

İlk başta söylediğimiz gibi sürekli değişim içinde olan dünyaya ayak uydurmak değişimi ve gelişimi kabul etmek gerekir. Ama değişimler içselleştirilmedikçe, zihniyetler algılanmadıkça insan üzerinde de hayatımız üzerinde de eğreti duracaktır. Hayatın her alanında ve özellikle eğitimde başarı ve davranış modlarının sistematik ahengi “şehirli bir eğitimle ve kültürle” mümkündür desem; çok mu büyük laf etmiş olurum...

/
Hamza Aydoğdu
MEB İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü Eğitim Grup Başkanı

ABD, Köylülük ve Kötülük

Filmografisinde "6. His", "Ölümsüz", "İşaretler" gibi sağlam gişe filmlerine yer vermiş olan Hint asıllı Amerikalı yönetmen M. Night Shyamalan'ın yeni filmi "Village/Köy" gösterimde. Yönetmen bu filminde bizi, 19. yüzyılın Amerikası'nda, kadim bir dehşetin sessiz hakimiyeti altında yaşayan bir köye götürüyor. Bir süre sonra bu sevimli köyün sakinleri, etraflarını çepeçevre saran bir ormanda yaşayan ve o güne değin "sözünü etmedikleri" gizemli yaratıkların unutmak istedikleri varlıkları ile yüzleşmek zorunda kalıyor ve "hikâye başlıyor". Yazımızın bu noktasında biz de kendi hikâyemize başlayalım ve küçük bir soru soralım: ABD'nin cehennem tadındaki Ortadoğu politikaları ile Shyamalan'ın bu son filmi arasında bir bağ var mıdır? Kısa cevap: Kesinlikle evet. Uzun cevapsa zaten bu yazının geri kalan kısmını oluşturuyor. ABD'nin, yapısallaştırmaya çalıştığı kaos ve şiddet politikalarının ardında, 11 Eylül saldırılarının gölgesinde iyiden iyiye serpilip büyüyen "köylü" bir bakış açısı var. Buradaki "köylü" bakış açısı, sözcüğün etimolojisine de uygun bir şekilde, dünyaya ancak kendi bulunduğu "köşe"den bakan ve çevresinde olup bitenleri sadece kaba bir "biz ve onlar" ayrımı üzerinden düşünebilen, korkuya dayalı bir ruh haline işaret ediyor. Bir ruh hali olarak "köylülük" aynadaki yansıması dışında, baktığı her yerde derin bir kötülük görüyor. Gördüğü kötülüğün, kendi yaşam alanını tahrip edeceğine iman ediyor ve "uğursuz renklerden korunmak için zihnini köyün içinde tutarken, bedenini ormanların ötesine sürüklemek"ten çekinmiyor. Sanırım Slavoj Zizek haklı. Yeni ABD politikasının kılavuzu, ekolojistlerin o çok bilinen sloganının tuhaf bir şekilde tersine çevrilmiş hali gibi: "Global davran, yerel düşün". Ve sonuç: Gazze'de, Necef'te, Felluce'de fütursuzca öldürülen binlerce insan.

Düşünün bir, 2 Kasım'da ABD'de yapılan başkanlık seçimlerinin sonucunu bile büyük ölçüde bu ruh hali belirlemedi mi? Amerikalı seçmenler, tüm olumsuzluklarına rağmen, tanımlayamadıkları bir dünyada gerçekten aşina oldukları ve tecrübe ettikleri yegane lider olan George W. Bush'u ve onun "daha fazla güvenlik" temelli vaadlerini, John F. Kerry'e ve onun muğlak politik vaadlerine tercih etmediler mi? Hikâye yeni değil aslında. ABD'de, ll. Dünya Savaşı sonrasında Başkan McCarthy yönetiminde gerçekleşen ve her türden farklılığın "komünist" damgası basılarak lanetlendiği politik renkkörlüğünün bir benzeri yaşanıyor şimdilerde. Tüm yurttaşları ve tüm kurumlarıyla kendi köşesine, kendi köyüne kapanmayı vaaz eden bir dünya görüşü, Amerikan toplumunda bir salgın gibi yayılıyor ve ABD, kendi sınırları içinde yaşadığı bu salgını, uyguladığı terör politikalarıyla, tüm dünyaya da sirayet ettirmek istiyor. Sonuç mu? Artık hepimiz ABD menşeili bir küresel McCarthy 'cilik hareketinin potansiyel hedefiyiz.

Ne yapmalı?
Woody Allen'ın müthiş filmi "Annie Hall"da anlattığı fıkrayı anımsar mısınız? Adamın biri bir psikiyatra gider ve "Kardeşim kendisini tavuk sanıyor" diye bir şikayette bulunur. Doktor, adama kardeşini neden muayeneye getirmediğini sorduğunda adam "İmkânsız" der, "O zaman yumurtalarından faydalanamam". Köylülüğün sahip olduğu zihinsel işleyiş mekanizması da az çok böyle değil mi? Asıl sorunun önemli bir parçası ya da asıl sorunun bizatihi kendisi olduğu halde konuşan öznenin, Öteki'ni fail olarak göstermesi ve kötülüğü kendi dışında arayarak, tüm dünyayı da bu arayışın meşruluğuna inanmaya zorlaması bize kendi "köşe"sine sıkışmış, "tutulmuş bir aklın" mükemmel bir örneğini sunmaz mı? Peki ne yapacağız o halde? ABD, bizden kendi inandığı şeylere inanmamızı isterken ne yapacağız? Her gün yüzlerce Iraklı öldürülürken sadece ölüm görüntülerini net bir şekilde "izlediğimiz" Iraklılar için mi üzüleceğiz? Yalnız o zaman mı ABD'nin kötücül köylülüğü acıtacak içimizi? Bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var. Dünya, özgürlüklerin tuzla buz olduğu, kötülüğün ve şiddetin tek gerçek olarak hüküm sürdüğü bir zaman dilimine doğru hızla yol alırken, Shyamalan'ın bu son filmi yaşadığımız günleri anlamlandırabilmek için gerçekten de eşsiz bir fırsat sunuyor bizlere.
A. BAHADIR TÜRK (Arşivi)

İşçilerin Partisi Ve Köylülük


Angarya hizmetinden “kurtarılmış” olan köylü, reformcuların elinden öylesine yorgun ve bitkin, soyulup soğana çevrilmiş, ­alçaltılmış; ve kaderine razı olarak çıktı ki “gönüllü” olarak angarya hizmetini kabul etmekten başka çaresi yoktu. Ve böylece, kendi payından koparılmış olan o toprağı ondan “kiralayarak”, kendi ailesini beslemek için toprak ağasından borçlanmak zorunda kaldığı mısır karşılığında, yaz işi için, kışın kendini kiralayarak eski efendisinin toprağını işlemeye başlamıştır. Bir İsa yanlısı papaz tarafından kaleme alınan manifestonun, köylülüğü “Tanrı adına” ant içmeye çağırdığı “özgür emek”in emek-hizmeti ve kölelikten başka hiçbir şey olmadığı meydana çıkmıştır.

Reform’u öneren ve uygulayan memurların cömertliği sayesinde korunan toprak ağalarının baskısına sermayenin baskısı da eklenmişti. Feodal toprak ağalarının gücünden, sefil, isteksiz bir reformla değil, ama güçlü bir halk devrimiyle kurtulan Fransız köylüsünü bile ezmiş olan paranın gücü -bu paranın gücü bizim yarı-serf-mujik üzerine tüm ağırlığıyla yüklenmiştir. Onun -yararlı reform sonucu artan vergileri ödemek, toprak kiralamak, köylünün ev manüfaktürünü (ürünlerini) zorlamaya başlayan çöküntü fabrika yapımı ürünü satın almak, mısır satın almak, vs. için­ her ne pahasına olursa olsun para elde etmesi gerekiyordu. Paranın gücü, köylüyü sadece ezmekle kalmamış aynı zamanda bölmüştür. Büyük sayıda köylüler durmaksızın mahvolmuş ve proleterlere dönüşmüştür; azınlıktan, köylülerin topraklarına ve köy çiftliklerine el atan ve kır burjuvazisinin esasını oluşturan girişken bir mujikler ve açgözlü bir kulaklar grubu ortaya çıktı. Reform’dan bu yana geçen kırk yıla, bu “köylülükten çözülme”nin sabit süreciyle, yavaş ve sancılı bir yokolmanın süreci damgasını vurmuştur. Köylü, tam bir dilenci durumuna düşürülmüştür. Sığırlarıyla birlikte yaşamakta, paçavra giyinmekte ve yabani ot yemektedir; başka gidecek bir yeri olduğunda kendi toprak payını bırakıp gitmiştir, hatta, borçları gelirinden aşkın bu toprak parçasından kendisini kurtarmayı kabul edene para ödeyerek toprağını satmaktadır. Köylüler kronik bir açlık içindeydiler ve on binlercesi, kıtlıktan ve kötü hasat yıllarında giderek artan salgın hastalıktan ölmüştür.

Hatta bugün dahi, kırlarımızın durumu, budur. Birisi sorabilir: Çıkış yolu nedir, hangi araçlarla köylülüğün durumu düzeltilebilir? Küçük köylülük, kendini sadece işçi-sınıfı hareketi ile birleştirmekle; sosyalist sistem için, toprağı, aynı zamanda diğer üretim araçlarını (fabrikalar, işletmeler, makineler, vs.) toplumsal mülkiyete dönüştürme mücadelelerinde işçilere yardım etmekle kendini sermayenin boyunduruğundan kurtarabilir. Köylülüğü, küçük holdingleri ve küçük-çapta çiftçiliği korumakla kapitalizmin saldırısından kurtarmaya çalışmak, toplumsal gelişmenin yararsız bir yavaşlatılması; kapitalizm altında dahi refahın olasılığının hayalleriyle köylülüğü kandırmak; emekçi sınıfları bölmek ve çoğunluk zararına azınlık için ayrıcalıklı bir durum yaratmak demek olacaktır. İşte bundan dolayıdır ki Sosyal-Demokratlar, köylünün toprağını elden çıkarmasını yasaklayan anlamsız ve kötü kurumlara karşı, kollektif yükümlülüğe karşı ya da köylülerin özgürce köy komününü terketmesini, ya da herhangi toplumsal-zümreye ait olan kimselerin komüne özgürce kabul edilmesini yasaklayan sisteme karşı her zaman mücadele edeceklerdir. Ama gördüğümüz gibi, köylülerimiz sermayenin baskısından çok toprak ağalarının ve serflik düzeninin kalıntılarının baskısından acı çekmektedirler. Köylülüğün elini­ ayağını bağlayan ve durumunu ölçülemeyecek kadar kötüleştiren bu engellere karşı acımasızca mücadele, sadece mümkün değil, ama hatta genelde ülkenin toplumsal gelişmesi yararına gereklidir; çünkü köylülerin umutsuz yoksulluğu, cehaleti, haklardan yoksunluk ve aşağılanması acı çeken ülkemizin bütün toplumsal sisteminin üzerinde Asyatik gericiliğin damgasını vurmaktadır. Sosyal-Demokrasi, bu mücadeleye her desteği sağlamazsa görevini yapmamış olacaktır. Bu destek, kısaca koyulursa, sınıf mücadelesinin kırlara taşınması biçimini almalıdır.

Çağdaş Rusya köyünde iki türlü sınıf antagonizmasının yanyana varolduğunu gördük: birincisi, tarım işçileriyle mülk sahipleri arasında ve ikincisi, bir bütün olarak köylülük ve bir bütün olarak toprak ağası sınıfı arasındaki antagonizma. Birinci antagonizma gelişmekte ve daha keskin olmaktadır; ikincisi yavaş yavaş kaybolmaktadır. Birincisi, hala bütünüyle geleceğe; ikincisi, hali hazırda belli bir dereceye kadar, geçmişe aittir. Ve hala, buna rağmen, bugünkü zamanda Rusya Sosyal-Demokratları için en önemli ve en pratik anlamı olan birinci antagonizmadır. Tarımdaki ücretli-işçilerin sınıf-bilincini geliştirmek elimizdeki tüm olanakları kullanmamız, kırlara göç eden şehir işçilerine (örneğin, buharlı harman-makinelerinde çalışan makinistler, vs.) ve tarım işçilerinin kiralandığı pazarlara dikkat göstermemiz gerektiğinin, her Sosyal­-Demokrat için bir aksiyom olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.

Ama kırsal işçilerimiz, hala, kırsal işçi hareketinin şimdi ya da yakın gelecekte ulusal önem kazanmasını engelleyecek kadar köylülükle sıkı-fıkıdır; ve köylülüğün dertleri ile bunaltılmıştır. Diğer yandan, serflik düzeninin kalıntılarını süpürüp yoketme sorunu,toplumsal-sınıf eşitsizliğinin ruhunun kovulması sorunu ve onmilyonlarca “sıradan İnsan”ın Rusya devlet sistemi tarafından aşağılanması, hali hazırda, ulusal önemi olan bir sorundur ve özgürlük için mücadelede öncü olma iddiasında olan bir Parti bunu gözardı edemez.
Ama, Sosyal-Demokratik Partinin programının yukarıda değinilen türden talepleri kapsayıp kapsamayacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. Program, köylülük arasında ajitasyon yürütmeyi üstlenebilir mi? Bu, şimdiki haliyle çok sayıda olmayan devrimci güçlerimizin, hareketin başlıca ve tek güvenilir yolundan sapmasına ve dağılmasına yol açmayacak mıdır?

NOTLAR
(Notlardaki numaralama İngilizce baskısındaki gibi aynen korunmuştur. -Ç.N.)

[152] “İşçilerin Partisi ve Köylülük” makalesi RSDİP’nin tarım programının hazırlanması ile bağıntılı olarak yazılmıştı. Iskra ve Zarya Yazı Kurulu adına, 1902 yazında basıldı ve 1903’te, RSDİP İkinci Kongresi tarafından kabul edildi.
[153] Bir çeyrek veya dilenci payı -1861 Reformu sırasında verilen bir bölgede yasa tarafından belirlenen sözde “maksimum” veya “emirname” payı. Bazı köylüler bu küçücük toprak parçalarını toprak ağalarından kurtarma parasını ödemeden aldılar. Onun için, böyle paylar ayrıca “hediye payları” olarak ve bunları alan köylüler de “hediye köylüler” olarak adlandırılmıştı.
[154] Geçici olarak bağlı köylüler –Reform’dan sonra dahi kendi topraklarını kullanmak (terketme-kirası veya angarya hizmeti sunma) ve kendi payları için toprak ağasına kurtarma parası ödemeye başlamalarına kadar bazı görevleri yapmak zorunda olan köylüler. Kurtarma sözleşmesi sonuçlandığı andan itibaren, köylüler “geçici olarak bağlı” olmaktan çıktılar ve “mülk-sahibi köylü” kategorisine katıldılar.
[155] Bu tapu-senetleri, 1861 içinde serfliğin kaldırılmasıyla geçici olarak bağlı köylülerin ve toprak ağalarının toprak edinme ilişkilerini anlatan belgelerdi. Bu tapu senedi, Reform’dan önce, köylü tarafından kullanılan toprağın miktarını ve “kurtuluş”tan sonra elinde kalan toprak ve diğer mülklerin miktarını gösteriyordu; ayrıca tapu senedi, köylünün toprak ağası için sunacağı görevleri de sıralıyordu. Köylü tarafından ödenecek kurtarma parasının miktarı bu tapu-senedi temelinde belirleniyordu.
V.I. LENİN, TOPLU ESERLER, CİLT 4 (1898-Nisan 1901), s. 420-428,
Lawrence & Wishart London, İngilizce Baskı

Sosyalizmde Köylülük Üzerine


SSCB tipi reel sosyalist ülkelerde sosyalistlerin kırsal nüfusa yönelik uyguladığı politikalar yıllar boyunca pek çok kişi tarafından eleştirilmiştir. Toprak reformu adı altında yapılan değişiklikler geniş köylü kitlelerinin üzerinde baskılayıcı politikalar uygulanmasına neden olmuş; bu baskılar da köylü sınıfın sosyalist iktidara olan desteğini engellemiştir. Reel sosyalizmin tarihinde işçi sınıfı adına davranan, davrandığını iddia eden parti bürokrasisiyle, bu bürokrasi tarafından pek çok zaman rejim düşmanı olarak nitelendirilmiş köylülük arasında pek çok sorun yaşanmış; bu yaşanan sorunlar sosyalist bürokrasi tarafından köylülüğün sosyalizme direnç problemi olarak sunulmuştur.

Gerçekten de sosyalist pratikte köylü sorunu, bir yandan da toprağın özel mülkiyeti sorunudur. Köylünün toprak üzerindeki mülkiyet haklarından vazgeçmemesi sonucunda zorla kolektifleştirme gibi uygulamalar yürürlüğe koyulmuş, pek çok insan çalışma çiftliklerinde tarımsal üretimde çalıştırılmıştır. Oysa köylünün toprakla özel mülkiyet ilişkisinin kapitalizmden de önceye dayanan kadim bir geçmişi vardır. Bu çerçevede bu soruna olumsal, parçalayıcı değil bütünleştirici bir çerçeveden bakmak gerekmektedir. Bunun için de köylülüğün (ağanın değil) üretim aracı olan toprağa sıkı sıkı bağlanma eğilimini bir olgu olarak ele almak ve tarım politikasını bu noktadan değerlendirmek zorunludur.

Reel sosyalist devletlerdeki sosyalist kadroların özel mülkiyet konusuna hassas yaklaşımları sonucunda köylülerle ilişkiler neredeyse hiçbir zaman tam olarak düzelmemiş, bu büyük halk kesimi rejimin sessiz muhalifi olarak kalmıştır. Reel bir politik hat ortaya koymayı hedefleyen ve devrim denilen olgunun ilk başta tek ülkede ya da en azından bölgesel gerçekleşmek durumunda kaldığını kabullenen sosyalistlerin herşeyden önce besin politikası konusunda kendilerinden emin olmaları gerekmektedir. Kısacası köylülük sorunu sadece bir sınıfsal ittifak sorunundan öte, sosyalist bir toplumun dışsal, emperyal saldırılar karşısında yaşayabileceği bir savunma sorunudur da.

Sosyalist bir öznenin kendi ideolojik hattını bahane ederek besin gibi herkesin hayatını ilgilendiren bir konuda “deneysel” davranma lüksü kesinlikle bulunmamaktadır. Hatta tarihin de gösterdiği üzre bu tip deneysel kararlar sebebiyle oluşan kötü durumlar halkların hafızalarına sıkı şekilde kazınmaktadır. Böyle geri dönüşü zor hatalar yapmak yerine reel politikanın kendisine dair düşünmek ve işlevsel değişikliklerde bulunmak bizler için yeğdir. Dolayısıyla sosyalistlerin tarım politikasına bakışlarında çeşitli değişiklikler önermekteyiz. Bu noktada da çeşitli yapısal faktörlerden fiilen yararlanmak gerektiğini düşünüyoruz.

Herşeyden önce sosyalistlerin iktidara geldikleri her türlü bölgede toprak reformunu kesinlikle gerçekleştirmeleri gerektiğine katılıyoruz. Topraktan rant elde eden büyük toprak sahiplerinin arazilerini kamulaştırmak bu alanların toplum yararına ve daha adil şekilde kullanılması için önem taşımaktadır. Bu alanlardaki tarımsal üretimin büyük devlet çiftliklerine dönüştürülmesi ve özgür emekle (ki buradaki özgür emek kısmı olmazsa olmazdır) işletilmesi oldukça önemlidir. Bu alanların toprak beyi tarafından halihazırda küçük üreticilere kiralanması gibi bir durum varsa eğer, buradaki mülkiyeti üretim yapan ailelere devretmek dışında zora dayalı herhangi bir hamle yapılmamalıdır. Benzer şekilde diğer küçük üreticilerin de topraklarına el koyulmamalı, büyük toprak sahipleri ve rantiyeciler haricinde kimsenin toprağı kamulaştırılmamalıdır.

Pek çok sosyalist bu söylenenin sosyalist bir projeden uzak olduğunu söyleyecektir. Evet gerçekten de savunduğumuz nokta sosyalistlerin ancak en zor durumlarda yapmak zorunda kaldıkları türden bir politikayı daha en başından uygulamalarıdır. Bunu savunma gerekçemiz toprağından başka üretim aracı olmayan küçük köylünün istediği şekilde üretimini yapabilmesinin tarımsal çıktı açısından ne kadar efektif olduğunu tarihsel örneklerden de gözlemlemiş olmamız ve de demokratik bir sosyalist devlette işçi sınıfıyla köylü sınıfı arasında gerçek bir uzlaşma olması gerektiğini bilmemizdir. Toprak reformunun büyük köylü aleyhinde, küçük köylü lehinde yapıldığı noktada özellikle Türkiye gibi ülkelerde bu sınıfların merkez sağ eğilimlerini kırma ihtimali de bulunmaktadır. Öteki türlü durumlarda bu köylülerin tarımsal üretimi aksatmaya başladıkları ve sosyalist idareleri kıtlık belasıyla uğraşmak zorunda bıraktıkları defalarca gözlemlenmiştir. Sosyalist ve komünist partiler de bu tip durumlarda kıtlık tehlikesini bertaraf etmek amacıyla baskı politikaları uygulamak zorunda kalmışlardır. Oysa küçük köylü aleyhine olabilecek herhangi bir harekette bulunulmadığı taktirde bu sınıflarla gerçek anlamda bir ittifak kurabilmek de mümkün hale gelecektir.

Geç kapitalistleşmiş burjuva devletlerin neoliberal dönemde uyguladıkları temel politikalardan birisi de tarımsal üretimi büyük ölçüde engellemek, tarımsal sübvansiyonları azaltmak ve gerek tohum ticaretini, gerekse de tarımsal ürünleri dışarıdan ithal etmek olmaktadır. Bu durum günden güne kırsal alanların demografik yapısının değişmesine, köylülüğün deklase olmasına neden olmaktadır. Deklase olma durumunda köylünün şehre göç etmesi ve proleterleşmesi zorunlu hale gelmektedir. İşsizlik oranlarının yüksekliği gözönünde bulundurulunca bu sınıfların işsizlik ordusuna katılmaktan ve çok ucuza çalışmaktan dolayı emek pazarındaki taban ücretleri daha da aşağıya çekmekten başka bir çareleri kalmamaktadır. Oysa gerçekçi bir sosyalist politika temel sorunu özel mülkiyet sorunu olmaktan çıkarıp, hem küçük toprak köylülüğünü desteklemek, hem de çeşitli sübvansiyonlarla ve ticaret duvarlarıyla bu üretimi teşvik etmek yoluna giderek hem besin üretimi, hem de çoğu zaman sadece retorikte kalan işçi köylü ittifakı konusuna gerçekçi bir çözüm bulabilme imkanına kavuşabilir.

Bu noktada tarımsal üretimin yapısından kaynaklanan bazı olguları akıllıca kullanmak gerekmektedir. Bilindiği üzre belirli bir toprak üzerinde küçük çaplı üretim yapan ailelerin toprakları nesilden nesile bölünmekte ve bir süre sonra aşırı derecede bölünen bu topraklar bütün bir aileyi beslemeye yetmez hale gelmektedirler. Bu durumda insanların en çok başvurduğu çözüm şehre göç ve proleterleşme olmaktadır. Toprağın zamanla bölünmek durumunda kalmasıyla gerçekleştirilen bu göç aslında sağlıklı, barışçıl bir toprak reformunun taşıyıcı kirişi olarak yapılandırılabilir. Şöyle ki kırsal bölgelerdeki bu artık nüfus kamulaştırılan topraklarda oluşturulan devlet çiftliklerinde istihdam sağlamanın yolu olarak düşünülmelidir. Özel mülkiyetteki toprağın bölünmesinin yarattığı göç ve işsizlik sorununu kamulaştırılan geniş alanlardaki çiftliklere istihdam sağlayıcı şekilde kanalize etmek hem çarpık kentleşme ve göç, hem de bugüne kadar zora dayalı uygulamalarını gördüğümüz devlet çiftlikleri uygulamalarına çözüm olarak denenmelidir.

Tabi belirtmeye bile gerek yok ki, bu devlet çiftliklerindeki istihdamı çeşitli özendiricilerle sağlamak ve bu durumda olan köylülere öncelik vermek gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki her ne kadar topraksız duruma düşmüş olsalar da bu kişiler büyük ölçüde tarımdan anlayan, belirli bir tecrübe düzeyine sahip çiftçiler, yani kalifiye toprak işçileridirler.

Toprağın bölünmesi olgusunun sosyalist bir iktidar tarafından kullanılmasının devlet çiftliklerine istihdam sağlamak dışındaki bir diğer yolu da bölünen toprakların tarım kooperatifleri içerisinde toplanmasının teşvik edilmesi olacaktır. Makine, tohum, gübre yardımı gibi politikalarla köylülerin tarım kooperatifleri içerisinde topraklarını ve emeklerini birleştirmeleri özendirilmelidir. Bu durum hem ekstansif yöntemlerin daha da yaygınlaşmasına vesile olacak, hem de sınıfın kendi arasındaki dayanışma ağlarının geliştirilmesine vesile olacaktır.

Kısacası sosyalistlerin devlet çiftlikleri, küçük toprak köylülüğü ve tarım kooperatifleri üçlüsünden oluşan bir tarım politikası olması gerekmektedir. Yapılması gereken zaten hali hazırda derdi başından aşkın olan köylülerin sorunlarını sosyalistlerin mülkiyetle ilgili ideolojik sorunları yüzünden daha da içinden çıkılmaz hale getirmek değil, bizzat toprak üretiminin ve kapitalizmin yapısal sorunları nedeniyle ortaya çıkan sorunları ve olguları sosyalist politikanın lehine kullanmaktır. Bu tarz çözümlerin peşinden giderek köylülerin desteğini almanın yanı sıra kentlerdeki yığılmayı ve işsizlikten kaynaklanan ücretler ve çalışma koşulları üzerindeki baskıları da hafifletmek mümkün hale gelecektir. Sadece kolları sıvamamız ve geçmişte yaptığımız türden hataları tekrar etmememiz gerekiyor.

Özet:

Toprak reformu büyük toprak sahipliğinin ve rantiyenin aleyhinde, küçük toprak köylülüğünün lehinde yapılmalıdır.
Toprak üzerindeki özel mülkiyeti tamamen yasaklamak tarım üretimini en efektif hale getirmenin yolu değildir.
Rant amaçlı kullanılan büyük topraklar kamulaştırılmalı ve devlet çiftlikleri kurulmalıdır.
Devlet çiftliklerinde çalışacak olan kişilerin toprağın bölünmesinden dolayı proleterleşmek dışında çareleri kalmayan deklase olan köylüler olması için gerekli özendiriciler oluşturulmalıdır.
Küçük üreticilerin birleşip kooperatifler kurmaları ve teknolojik olarak desteklenmeleri gerekmektedir.
Sosyalist tarım politikası özel mülkiyete dayalı ama süreç içerisinde parçalanan küçük köylülük, büyük devlet çiftlikleri ve de tarım kooperatifleri üzerinden yürümelidir.

Köy ve Sosyal Hareketlilik

Türkiye'nin uzun yıllardan beri devam edegelen kalkınma çabalarına rağmen, hala belirleyici özelliğinin, bir yarı-gelişmiş ülke olmak olduğu bilinmektedir. Buradaki "yarı-gelişmiş" ibaresi ile kast edilen şeyin, "ziraat toplumu" olmaktan çıkıp "sanayi toplumu" olma yolunda limit bir çizgiye, ya da bir eşik değere ulaşılmamış olması anlamını mündemiç bulunduğunu söyleyebiliriz.

Nitekim 1927 yılında genel nüfus içerisinde yüzde 76 olan köylü nüfus oranı, 70 yıl sonra ancak yüzde 45 civarına indirilebilmiştir. Geriye kalan yüzde 55'in de birçok bakımlardan 'köylü' karakteri taşıdığı göz önüne alınacak olursa, ülkemizin hala bir ziraat toplumu olmaktan, ya da "köylülük"ten tam manasıyla halas olamadığı ileri sürülebilir. Zira bu oran gelişmişlik limiti için aşırı derecede yüksektir. Yukarıda sözü edilen sanayileşme yolundaki "belirli bir limit çizgi", ya da diğer bir ifade ile "sanayileşmenin eşik değerleri"nden birisi de köy nüfusunun genel nüfusa oranının yüzde 10 civarına indirilmiş olmasıdır. Filhakika, bu oran gelişmiş -yani sanayileşmiş- ülkelerin oranı olup, Avrupalı sanayi ülkelerinde bunun da altındadır.


KÖY, KÖYLÜ, KÖYLÜLÜK

Köy kavramını karakterize eden belli başlı unsurlar "iskan", "nüfus", "ekonomi" ve "kültür" olarak özetlenebilir. Kısaca ifade edildikte köy, iskan ve nüfus olarak, büyük yerleşim merkezlerinin dışında meskun, az nüfuslu; ekonomik olarak, küçük ve şahsi aile arazilerinde kapalı tarımsal üretim yapılan, artı-değer üretilemeyen veya çok az üretilebilen; yani kendi ürettiği ancak kendi geçimini karşılayabilen; kültürel olarak ise, genellikle kapalı toplum kültürünü haiz bir kırsal sosyal birim olarak tanımlanabilir. Köy ve köylülük, bir başka kırsal (rural) yaşam biçimi olan çiftçilikten farklıdır. Çiftçilik, geniş anlamında köylülüğü de tazammun etmekle beraber, dar ve spesifik anlamında, geniş arazilerde büyük ölçekte tarımsal üretim yapan, artı-değer üreten yani kendi ürettiğinin ancak küçük bir kesrini kendi geçimine hasredip, geriye kalanı piyasaya sürebilen bir ekonomik üretim tarzı anlamındadır. Gelişmiş ülkelerdeki kırsal nüfusun büyükçe bir kısmının da köylülükten ziyade çiftçilik kategorisine dahil edilmesi gerektiği göz önüne alınmalıdır.


KÖY VE DEĞİŞME

Hem sosyoloji ve hem de tarih felsefesi, köy ve köylülük ile ilgilenmiştir. Modern tarım sosyolojisinin kurulmasından önceki dönemlerde, köylülük hakkındaki kanaatler, genellikle "ebedi köylülük" olarak adlandırılır. Ebedi köylülük, köylülüğün bütün sosyal değişmeler karşısında statükocu olarak görülmesinin bir ifadesidir. Özellikle W.H. Biehl'e göre, burjuvazi ve işçi sınıfları toplumun gelişmesini temin eden "hareket kuvveti" olmasına karşılık; aristokrasi ve köylüler, toplumun "değişmez kuvveti" hükmündedirler.

Vakıa bu fikir yeni olmayıp, eskiden beri savunulmaktadır. Birçok düşünür tarafından köyün ve köylülüğün "durağan" yapısına dikkat çekilmiştir. Bütün antikçağ filozofları, köyü görmezlikten gelerek tüm dikkatlerini şehre çevirmişlerdir. Platon, köylüleri işçiler ile birlikte -buradaki "işçi" ibaresi kavramsal olarak sanayi dönemindekinden çok farklı bir anlam içermektedir- toplumun en alt tabakasında bulunan insanlardan addetmekte ve tasarlamış olduğu ideal devlet düzeninde onlara, bir bedendeki ayaklar gibi en aşağı seviyede bir rol yüklemektedir. Türk filozofu Farabi, köyü "eksik topluluk" olarak nitelendirmekte ve "hayrın efdali ve kemalin alası şehirden ufak olan topluluk merkezlerinde değil şehirlerde elde edilebilir." demektedir. Oswald Spengler, bütün tarihi hareketlerin şehirlerde vuku bulduğunu, köylülüğün "tarihi olmayan" bir sosyalogu olduğunu ileri sürmekte, köyü bir nevi anakronik addetmekte, tarih kavramını sadece şehire hasretmektedir. Bütün ihtilal stratejisini toplumun dinamik gücü, devrimin motoru olarak kabul ettiği Proletarya üzerine kurgulayan Lenin, köylüleri "ihtilalin ayak bağı" olmakla itham etmektedir.

"Durağan köylülük" olarak da isimlendirilmesi mümkün olan ebedi köylülük tezinin, köyü bütün sosyal hareketler karşısında katıksız bir duyarsızlık sahibi, gelişmeler ve değişmeler karşısında adeta bir katı "frenleyici kuvvet" rolü üstlenmekle, hatta bir nevi "medeniyet-karşıtı" olmakla itham etmesi kuşkusuz çok aşırı bir iddiadır. Nitekim, modern tarım sosyolojisi, köyün, ebedi köylülük tezi taraftarlarınca ileri sürüldüğü gibi sosyal hareketlilik karşısında kesin ve frenleyici kuvvet rolü üstlendiği iddiasını, ampirik vakıalara istinad ederek reddetmekte ve köyün, sosyal hareketliliklerden muhtelif şekillerde etkilendiğini ileri sürmektedir. Köyün sosyal hareketlilik (mobilite) ile olan bu ilişkisi, Türkiye bakımından da ciddi bir önem taşımaktadır.

Ancak, buradan hareketle, ebedi köylülük tezinin, köy hakkındaki bu iddiaları temelli yanlış olduğu gibi bir sonuca varmak da başka bir yanlışlık olacaktır. Köy, toplumsal hareketlerin tümüyle dışında olmayıp onlardan etkilenmektedir; ama tarihteki hemen bütün önemli sosyal hareketlerin birer "şehir hareketi" olduğunu söyleyen Spengler pek de haksız sayılmaz.

Yani, sosyal hareketlilik açısından menşein, merkezin ve asıl muharrik (motor) merciin "şehir" olduğunu söylemek doğru kabul edilmelidir. Köyün sosyal hareketlilik ile olan hemen bütün ilgi ve bağlantıları, şehir ile olan ilgi ve bağlantılarının bir fonksiyonudur. Gerçekten de, yeni ve farklı bir sosyal oluşumun, yani "sosyal değişme"nin başlangıcı daima şehir, bitişi ise köydür. Bir sosyal değişim köy menşeli görünse dahi, bu değişme, mutlaka şehir ile irtibatlıdır. Organizmacı bir metafora teşebbüs edecek olursak, köyler, adeta bir gövdedeki parmak uçları gibidir; kanın, en geç parmak uçlarına ulaşması gibi, sosyal değişmeler de en geç köye ulaşır. Burada köyün, ebedi köylülük tezi taraftarlarınca oldukça ileri bir hadde götürülmekle beraber büyük bir doğruluk payı taşıyan bir özelliği dikkat çekmektedir: Köy, hemen daima, sosyal hareketliliklerin, "yeni"nin karşısında bir direnme kaynağı ve "eski"nin sığınağı olmuştur.

Köyün bütün değişmeleri karşısında ilgisiz, tamamiyle içine kapanık, her türlü değişmeyi reddedici olduğu iddiası bütünüyle kabul edilir nitelikte olmamakla beraber sosyal değişmelerde cer rolünü üstlenenin köy değil şehir, sosyal değişme katarında şehirin lokomotif, köyün de son vagon olduğu ampirik ve tarihi bir vakıadır. Hiçbir ideoloji, hiçbir felsefe, hiçbir sanat akımı "kapalı toplum" (secret society) olan köyden çıkmaz. Bütün ideolojiler, felsefeler, fikirler ve "devrimler" için merkez, "açık toplum" (manifest society) olan şehirdir. Keza, hiçbir "devrim" köyden çıkmış değildir; köyden, olsa olsa zavallı ve çaresiz "köylü isyanları" çıkar ve bunlar da daima trajik bir şekilde bastırılırlar.

"Merkez" olan şehirden başlayan her sosyal hareketlenme gibi çığır açıcı bütün toplumsal oluşumlar, yani "devrimler" de zamanla dalga dalga çevreye yayılarak en sonunda, "muhit" olan köye ulaşır. Ne var ki, köye ulaşan bu devrim dalgasının şehirdeki ile arasında önemlice bir 'faz farkı' oluşmuş, 'genliği' çok düşmüş, 'virtüöz' yanı tahrip olmuş, deforme bir hal almıştır.

Fakat köye gelerek yerleşen, sanki hep ezelden beri mevcutmuşcasına bir sabitlik hissi uyandıracak kadar durağan bir karaktere, statükoya kavuşan ve "köylü" olan bu dalganın bir de geri çekilmesi vardır. Bir sosyal hareketlilik dalgasının geri çekilmesi, esas itibariyle bir sosyal değişmeden başka bir şey değildir; eskiyi yerinden oynatan, yerine bir şekilde başka ve farklı bir şey ikame etmeye çalışan her toplumsal kımıldama, bir toplumsal değişmedir. Köye kadar gelip yerleşen ve statükoya kavuşan belirli bir sosyal oluşum, bir başka yeni sosyal hareketlenme tarafından yeniden oynatılır; "geri çekilme" budur.

Bu geri çekilme işleminde bu prosedür ters (invers; makus) çalışmaya başlar. Zira, yukarıda da sözü edildiği üzere, köy, sosyal hareketlilik katsayısı düşük olduğu için statükoya çok meyyaldir, bu yüzden de oraya bir kere yerleşenin yerinden edilmesi zorlaşmaktadır. Ancak, bu hususta şu şekilde bir trajik durumla karşılaşıldığını da belirtmek icap eder: Köy, "eski" için bir "sığınak"tır; ama "son sığınak"tır. Köye sığınan bir sosyal olgu, artık "bitme" noktasına gelmiş kabul edilebilir. Bunun içindir ki, geri çekilme işlemi esnasında, bir inanç, bir ideoloji için en sonra geldiği, en geç girdiği köy, en son sığınma melcei olurlar. Bu itibarla köy, toplumu yerinden oynatan hareketler karşısında başka yerlerdeki bütün direnme gücünü kaybeden ideolojiler ve inançlar için son savunma hattını, son savunma ve direnme noktasını oluştururlar.


KÖY VE DİN VEYA "KÖYLÜ DİNİ"

Aynı keyfiyet dinler için de geçerlidir; hiçbir din köyden doğmamıştır, hiçbir peygamber köylü değildir. Her din şehirden doğar, en sonra köye ulaşır. Eğer bir dinde bir şekilde bir çekilme olursa, onun da son sığınma melcei yine köy olmaktadır. Yani köy, aynı zamanda dinlerin de son savunma hattını, son savunma ve direnme noktasını oluştururlar.

Eğer bir din, şehirde iddialarını kaybedip de köye iltica etmişse, bu o din için son derece kritik ve trajik bir durum hasıl olması demektir. Bu trajedinin iki veçhesi vardır: Birincisi, o dinin niteliksel olarak büyük bir irtifa kaybetmesi demek olan bir hale tebdil olmasıdır ki bunun adı kısaca "köylü dini"dir. İkincisi ise şudur: Köye sığınan bir dinin sırtı duvara dayanmıştır; gidecek başka bir yeri kalmamıştır, ya bir "uruc" yapacak, ya bir "reaya kültürü"ne dönüşecek, ya da ömrünü ikmal ederek tarih sahnesinden çekilecektir.

/ Durmus Hocaoglu
* Marmara Ün. Atatürk Eğitim Fak. Öğr. Üyesi

25 Nisan 2015 Cumartesi

Bizim Köy Hala Başyapıt


Mahmut Makal, köylük yerde yokluk içinde bir eğitim neferi. 18 yaşındaki o genç öğretmenin 1950 yılında yazdıklarına bugün yürekten bakınca, dünü değil bugünü göreceksiniz.

Yakın zamanlarda herkesin bir köyü vardı. Şimdiki zamanlarda bir köyü olanların sayısı azaldı. Şehirlileşme ile birlikte köyler ya küçüldü ya da çoğu gelişemeden kayboldu gitti. Köyler mekân olarak mezralardan siliniyor ama bugünün şehirlerinde boy verdikleri de bir başka gerçek.

Dünün köylerinde bir “garib” köylülük vardı. Bugünün şehirlerinde de bir “garib” köylülük sürüyor. Tarlalar, kerpiçten evler bitiyor; karşısında arsalar, binalar çoğalıyor ama garibanlık baki kalıyor işte.

Literatür Yayınları, ilk basımının ardından 64 yıl geçen Bizim Köy’ü yeniden okurla buluşturuyor. Kitabın yazarı Mahmut Makal, “Bizim Köy”ü kaleme aldığında sadece 18 yaşında bir öğretmendi. Köy Enstitüsü çıkışlı Makal, kendi köyünde gözünün önünde yaşananlara öyle bir ayna tuttu ki aynadan taşan gerçeklik, yarım asır sonra bile kaybolmadı.

Tahsin Yücel, Makal’ın yazıları için 1995 yılında şöyle diyor: “Bizim Köy, 1950’de bir başyapıttı. 1995’te de bir başyapıt” Yücel’in sözlerinin ardından 20 yıl geçti ve Bizim Köy, hala bir başyapıt.

Makal’ın Bizim Köy’ü, bugünü anlamak için düne bakabileceğimiz bir durak sanki. Onun yarım asırı da geride bırakan köy tasvirlerine bakıp, bugünün insanlarını anlamak mümkün. Hatta bugünle yüzleşmek için fırsat da sunuyor Makal. Bizim Köy, yönetenler ve yönetilenler arasındaki çelişkileri güncelliği ile bugüne taşıyor. Tüketme alışkanlıklarımıza utanma hissini verebilecek nadir bir çalışma…

“Köyde görülecek ne var yahu, altı toprak, üstü toprak dört köşe evler”* diyen Kemal Tahir’lerden, günümüze kadar çok kişi köylerimize, köylerinize “sırtını dönmüş/ dönüyor” olabilir. Ama insanlık o köylerde yaşanan garibanlıklarla yüzleşmediği sürece, bugün yaşanan garibanlıkların da bitmeyeceği gün gibi ortada duruyor.

Mesela Makal, köylünün dilinden şöyle sesleniyor bizlere: “Hökümet işi hep böyle olur yavu, bilmez misiniz? Hökümetin ettiği hayır, ürküttüğü kurbağaya değmez”

Ve bir başka yerde de yüreğinin orta yerinde duyduğu sızıyı şöyle anlatıyor: “Şimdi büyük kentlerde radyolar çalıyordu. Lokantalar, kahveler doluydu. Karınlar toktu, keyifler yerindeydi. Şimdi “Vatan… Millet… Sakarya…” diye söylevler çekiliyordu. Kim bilir nerelerde, köy davasının hızlı adımlarla ilerlediğini anlatıyordu belki bir konuşmacı… Ve kara kuvvet koşar adımlarla yolunda yürüyordu. Kimsenin haberi yoktu bundan, kimsenin umurunda değildi bu…”

"Bilmek yanmakmış büsbütün"

İç konuşmalarını okurla paylaşmaktan çekinmiyor Mahmut Makal: “Şimdi köyde, böyle üzüntülerden habersiz, rahat rahat oturan kardeşlerimi düşünüyorum da, acaba şu okumak dedikleri şey, dertsiz başa dert midir diyorum kendi kendime. Tevekkeli, Tarancı dememiş mi: “Bilmek yanmakmış büsbütün!”

Mahmut Makal, köylük yerde yokluk içinde bir eğitim neferi. Sonraları yazdıkları nedeniyle tutuklandığı da oluyor… Köhne okullarının duvarının yıkılışını anlatırken kıssadan hisseler veriyor, bugünün korkularını da anlatıyor; “Hoca’nın cüppesini havalansın diye ipe sermişler. Derken şiddetli bir yel, estiği gibi cüppeyi alıp götürmüş. Hoca “Şükür ya Rabbi!” diye dua etmeye başlayınca karısı, “Ayol, niye dua edersin?” diye sormuş. “A hatun, ben de içinde olsaydım, halim nice olurdu?” demiş. Bizimkisi de o hesap. Ya duvar göçerken biz altında olsaydık? Ucuz kurtulduğumuza şükredelim.”

18 yaşındaki o genç öğretmenin 1950 yılında yazdıklarına bugün yürekten bakınca, dünü değil bugünü göreceksiniz.

İyi okumalar…(NŞ/NV)

* ‘Beş Romancı Tartışıyor’dan aktaran, Adnan Binyazar.

** Mahmut Makal, Bizim Köy, Literatür Yayınları, Eylül 2014 (19. Baskı), 166 sayfa.

Nazife Şimşek
İstanbul - BİA Haber Merkezi