28 Aralık 2017 Perşembe

Akbulut Köyüne Gelenler

Köyler, ekonomik fonksiyonları büyük ölçüde tarım ile hayvancılığa dayanan ve nüfusları şehirlere göre az olan yerleşim merkezleridir. Konumlarına göre köyleri dağ köyü ve ova köyü olarak sınıflandırmak mümkündür. Köyümüz bir dağ köyüdür. Yolu kendine aittir. Yani köy içinden geçip başka köye gidilen bir yol yoktur. Örneğin biz ilçeden köyümüze gelirken Gökçeboğaz köyünün içinden geçiyoruz. Bunun gibi Sancar köylüleri de Gelemet köyünün içinden geçerek köylerine vasıl oluyorlar. İşte bunun gibi bizim köyün içinden hiçbir köy yolu geçmediği için, Köyün yolları köy ormanlarına kadar gider orada son bulur. Bu nedenle köyümüz adeta kapalı bir köydür. Ara sıra Sancar köylüleri köyümüz yolunu yaya olarak transit kullansalar da bu pek nadir olur, genel olarak köyümüzün içinden gelip geçen pek olmazdı.

Sorumluluk icabı olsa gerek, köyümüzde her aile evinin önündeki yoldan gelip geçenleri merak eder ve mutlaka onları gözetlerdi. Bu gelip geçenler ister köyden olsun ister köy dışından gelen olsun ya da tanıdık biri olsun veya olmasın selamlaşılır, hoş beş edilir, hal hatır sorulur, yabancıysa nereden gelip nereye gittiği öğrenilir ve gerekirse yardımcı olunmaya çalışılırdı. Hele bu geçenler aile ise içeri davet edilir, açlık, susuzluk vb. bir ihtiyaçlarının olup olmadığı sorularak ilgilenilirdi. Yani şimdilerdeki gibi her isteyenin, köyün içinden, elini kolunu sallaya sallaya geçmesi mümkün olmazdı. Köyden birisi de olsanız karşınıza çıkan birine nereye gittiğinizin “tekmil”ini vermek zorundaydınız. Bu hususta özellikle yaşlılar oldukça meraklı olup, ev yanlarında yalnız başlarına canları sıkıldığından iki laf edecek birini bulurum umuduyla yoldan geçenleri gözetlerler, geleni kısa bir süre “tutmadan” bırakmazlar, bir de gözleri iyi görmediği, kulakları az işittiğinden olacak o kimseyi tanımak için yüksek sesle “kimsin” sorusuyla başlayan ahret sorularına muhatap eder, zavallı yolcu, bir an evvel kurtulmak için ak ile karayı seçerdi.

Bu yazımızın konusu eskiden köyümüze kimler, ne için ve ne zaman geliyorlardı sorularına yanıt aramaktır. Tabi, gelenlerden kastımız köyünden kalkıp göç ederek gelip köyümüze yerleşenler ve görev icabı gelip kalanlar ve görevi bitince ayrılıp giden öğretmen ve imamlarımız dışında kalan insanlardır.

Köyümüze kimler gelmezdi ki? Dilencisinden tutun da sünnetçisine kadar say say bitmez. Mesela, Baytarlar, Biçerdöverciler, Bohçacılar, Davulcu / zurnacılar, Dilenciler, Dünürcüler, Elektrikçiler, Hızarcılar, Hurdacılar, Jandarmalar, Kalaycılar, Karayolcular, Kaymakamlar, Mevlüthanlar, Nakliyeciler, Orakçılar, Ormancılar, Patosçular, Puvarcılar, Sepetçiler, Sıhhıyeciler, Sucular, Sünnetçiler, Şoförler, Tanrı misafirleri, Tecirler, Tütün eksperleri, Ziraatçılar…

Bunları geliş aralıkları, geliş nedenleri ve tipleri gibi belirli bir kategoride vermek yerine rastgele modunda sıralamaya çalışacağız.


TÜTÜN EKSPERLERİ

Köyümüzün ana geçim kaynağı tütüncülük idi. Bu nedenle yetiştirilen tütünlerin niteliğini yerinde tespit için her yıl tütünler TONGA yapılarak satışa hazır hale getirildikten sonra köye gelecek olan tütün eksperlerinin yolu gözlenirdi. Ne zaman geleceği önceden haber verilen tütün eksperlerinin köye geldiği gün bütün köy adeta ayakta hazır beklerdi. “Ekisperi” kızdırmamak için hane halkı pür dikkat onun ağzından çıkacak sözü dinlerler bir dediklerini iki etmezlerdi. O’na kolaylık olsun diye köyün gençlerinden bir grup adeta onun emrinde çalışır; tongalar ayağına getirilir, bırak deyince bırakılır, kaldır deyince kaldırılır, izzet ikramda yarış yapılırdı. Elindeki formlara gerekli notlarını alan eksper bey kimseye “iyi” ya da “kötü” gibi tek laf etmeden köyden ayrılır. Ancak tütünler TEKEL’e teslim edildiğinde “kaçtan gittiği” belli olurdu.


ORMANCILAR

Köyümüzün ormanları boldur. Haliyle ormanı bol olan köyün Ormancısı da olurdu. Köyümüze ormancı gelirdi ama diğer köylerden duyduğumuz gibi bizim ormancılarla pek bir “itişip-kakışma”larımız olmazdı. Köyümüzde kaçakçılığa tevessül eden olmazdı. Köylü belirtilen alandan, belirtilen şekildi kışlık odun ihtiyacını yasal olarak temin eder, Ormancıyla mahkemeyle uğraşmazdı. Muhtarımız bu işe ağırlığını koyunca köylü ister istemez doğru olanı yapmakta idi. Orman konusunda hem bizim bir de “Orman Bekçi” lerimiz olurdu. Bu işi en uzun süre yapan kişi hiç şüphesiz Rahmetli Hasbi ŞAHİN idi. Diğer bekçilerimiz bildiğim kadarıyla Ramis KOŞAR ve Nejat KOŞAR idi. Ormancıların köyümüze gelişleri ya mutad ziyaret ve kontroller için olur ya da ev veya müştemilat için ağaca ihtiyacı olanların izin alarak koruluktan yapacakları kesimi kontrol amacıyla gelirlerdi.


SÜNNETÇİLER

Neredeyse her yıl düzenli olarak köyümüze gelenlerden birisi de sünnetçiler idi. Elinde meşin çantası başında fötür şapkasıyla aniden köy içinde zuhur eden bu sünnetçiler şüphesiz erkek çocukların korkulu rüyası idi. “Köye sünnetçi gelmiş” haberini alan çocuğu köy içinde bulmak ne mümkün idi. Neredeyse askerlik çağına geldiği halde her yıl gelen sünnetçiden kurtulma başarısını gösterenlerimiz bile vardı. Ama bu hususta son durağın askeriye olduğuna akıl erdirdikten sonra başka kaçacak yeri kalmayan bu kaçkınların teslim olmaktan başka çareleri olmazdı. Tabi sünnetçi köye tek başına gelmezdi. Onu alıp gelen birileri olurdu. Köy içinde dolaşırken de yanında köyün yetişkin gençleri de hazır bulunur, kaçmaya yeltenenleri bir çırpıda yakalar, yaka paça sünnetçinin karşısına dikerlerdi. Bizde kirvelik geleneği yoktu ama bu arkadaşlara “zoraki kirveler” diyebiliriz. Yeri gelmişken kendi sünnet anımı da aktarayım. Daha çok küçüğüz. Tam aklım başımda değil. Abimle birlikte evin önünde oynuyoruz. O günlerde evlerin dış kapılarının arkasında devlete ait asılı bir kağıt olur. Her yıl bir devlet memuru gelir o kağıda bir şeyler yazar giderdi. Biz yazıcı memur geldi zannettik. Çünkü, gelenler bahçe kapısından (mandıra) girip, hiç bizimle ilgilenmeden hızlı bir şekilde doğruca eve girdiler. Biz de merak ettik. Gidip bakalım dedik. Ancak, içeri girer girmez arkamızdan kapı üstümüze kapatılınca kapana kısıldığımızı anladık. Teslim olmaktan başka çaremiz de yoktu zaten.


DİLENCİLER

Her yıl hasat döneminde köyümüz “TOPLAYICI” dediğimiz bu grubun istilasına uğrardı. Genellikle harman sonrası günlerde arpa, buğday ve mısır ne bulunursa isterler, köylü de “başımızın gözümüzün sadakası olsun” diyerek bir şeyler verir onları boş çevirmezdi. Genellikle kadınların başı çektiği bu gelenlere biz “kürt garısı” derdik. Nereden geldiklerini bilmediğimiz halde yine de sormadığımız bu toplayıcılara adeta kutsallık yükleyenlerimiz bile olurdu ki; onlar gelerek mallarımızın, canlarımızın zekâtını alarak bizlere iyilik yapıyorlar denirdi. Bu zevat akşama kaldıklarında evlerde gece misafir edilir, yedirilir, içirilir yatırılırdı. Topladıkları çok ise yüklerinin bir kısmını emanete bırakırlar, daha sonra gelip alırlardı. Hatta bu kişilerle öyle içli dışlı olunuyordu ki, şimdiler de çocukları evlere “leylekler getirdi” hikâyeleri gibi başta ben olmak üzere köydeki kimi çocuklar içinde “seni bir kürt karısı bıraktı, gitti” derlerdi.


TANRI MİSAFİRLERİ

Kim oldukları, nereden geldikleri belli olmayan, ancak akşamın alaca karanlığında herkes evine çekildiği vakitlerde dışarda köpeğin parçalayacakmışçasına havladığı bir sırada “hane halkııı” diye seslenen birilerine “kim o” dediğimizde “tanrı misafiri” diye cevap verdikten sonra içeri alınan, ocağın başköşesine oturtulup kendisiyle sohbet edilen, karnı bir güzel doyurulup altına da bir döşek serilerek yatırılan misafirlerimiz de olurdu. Son olarak tanıklık ettiğim bu misafirimizin uzun ve bembeyaz sakalları vardı ve konuşurken çenesiyle birlikte sakalları da aşağı yukarı hareket ediyordu ve bir de dilinden düşmeyen duaları… Kim bilir; hani derler ya “Allah Hızır Uğratsın.”


BAYTARLAR

İlk zamanlar köyümüzdeki hayvan türü karasığır denen tek cins idi. Sıska yapıları nedeniyle et verimi düşük olan bu cinslerden sütü için yetiştirilen ineklerimizin bir avuç büyüklüğünde memesi olur ve haliyle süt verimi de çok düşük olurdu. Ama “Jersey” türü inekler öyle miydi. Bizim üç inekten aldığımız sütü bir inek tek başına sağlıyordu. Memeleri o kadar büyük ve dolu olurdu ki süt kendi kendine akardı. Nazar değmesin diye ineğin memesini bez torba ile örtenlerimiz bile olurdu. Hayvancılığımızın geliştirilmesi, et ve süt verimliliğinin artırılması için hükümetin aldığı tedbirlerden birisi de “iyi ırk döllemesi” için bahar ve yaz ayları boyunca köylere gönderilen gezici “dölleme” ekibi idi. Her köyün belli bir noktasına kurulan bir tertibat ile “göğe gelmiş”, “boğasak” inekler köydeki yerli ırk danalara gösterilmeden baytarın geliş saatine buralara getirilir ve modern yöntemle dölleme yapılırdı. Tabi sadece dölleme değil, hayvanı hasta olanlar da yine bu istasyona getirilir, gerekli muayene yaptırılarak ilaç yazdırılırdı. Irkların iyileştirilmesi için yapılan bu çalışmalara köylünün itiraz edenleri de yok değildi. İtirazların başta gelen nedeni bu yöntemle elde edilecek buzağılardan iyi öküz çıkmayacağı idi. Malum iyi bir çift öküzün varsa köyde senden âlâsı yoktu. Bundan başka köyde enenmemiş boğası olanlar bu dölleme konusunda paşalar gibi havalı olurlardı. Çünkü boğasak ineğini o boğaya döllettirmek için bir boğa sahibinin elini öpmediğimiz kalırdı. Boğa sahipleri, hayvanın gücü gidiyor, zayıflıyor diye kendini naza çeker, hadi bir ölçek arpa-buğday verelim de bu işi tatlıya bağlayalım denirdi. Köyümüzden yetişen bir baytarımız da Şabanoğlu Uğur KOŞAR’dır. (NOT: İstiklal Şairimiz M.Akif ERSOY’un mesleği de baytarlıktı.)


JANDARMALAR

Şehirlerin güvenliğinden polisler, kır ve köylerin güvenliğinden de jandarmanın sorumlu olması nedeniyle köyümüze gelenlerin bir diğeri de jandarmalar idi. Jandarmalar hep çift olurdu. “Çift jandarma geliyor, Kaymakam konağından” diye başlayan türküyü biz değil Artvinliler yakmıştı ama biz de yaşardık. Gerek adli vakalarda ve gerekse yakalama ve tebligat hususlarında köyümüze gelen jandarmaya karşı köylümüzün sıcak ve samimi bir karşılaması olurdu. Genellikle “asker ağa” diye hitap edilen jandarmaya karşı saygının yanında her türlü izzet ikramda bulunulurdu. Buna rağmen jandarma disiplinini bozmaz su dışında hiçbir ikramı kabul etmezdi. Benim bildiğim, Köyümüze jandarma bir keresinde asker kaçağı Ürfetin Mehmet KOŞAR’ı yakalamak için ve bir de benim için gelmişti. Her yıl yapılması gereken askerlik tecil işlemini üniversite geç yaptığı için ben asker kaçağı durumuna düşüyordum. Okul zamanı köyde, tatil zamanı da okulda beni arayan jandarma bir keresinde tatildeyken beni köyde buldu. Ama bu sefer köye gelme nedenleri beni yakalamak değil Trabzon’daki ikamet adresimi öğrenmek içinmiş. Kendi adresimi kendim verdim. Devlet işi işte. Dört yıl boyunca, her yıl, geç bildirim nedeniyle ceza ödeyip durmuştuk.


BOHÇACILAR

Şu bildiğimiz bohçacılar; “Bohçacı geldi hanııım!...” diyenler. Arabalarla köy merkezine gelirler, birer ikişer köy içine dağılırlar, getirdikleri göz alıcı renklere sahip afilli kumaşları ballandıra ballandıra anlatırlar, “al” diye insanın “tepesine”, atarlardı. Başta 10 lira dediklerini ateşli geçen pazarlık sonunda neredeyse yok pahasına bırakırlardı. Bu yerli bohçacılara ilaveten hatırlıyorum da 1975’lerde yabancı ülkelerden de örneğin Suriyeli bohçacılar da geliyordu köyümüze. Tabi onların kumaşları daha bir parlak ve daha bir göz alıcı renklere sahip idi.


SEPETÇİLER

Adları sepetçi idi ama onlar köyümüze geldiklerinde bize daha çok “ÇiT” yaparlardı; Şu tütün dikmelerinde fide koyduğumuz, tütün kırmalarında tütün yapraklarını koyup taşıdığımız, kışın mallara samanlıktan saman taşıdığımız, yazın sebze ve meyve hasadında kullandığımız çitler… Çit dışında yaptırdıklarımızın başında ekmeklerimizi koyduğumuz “seleler”, çarşı pazara öteberi taşıdığımız “kolçaklar”, incir gibi hassas meyveleri toplamak ve diğer ihtiyaçlarımız için kullandığımız çeşitli boylardaki “sepetler” bu konuda sayabileceğimiz araç gereçlerdir. Genellikle kış aylarında köye gelen sepetçi, herhangi bir hanenin salaç, samanlık ya da sergen gibi uygun bir mekanına tezgahını kurar ve sele, sepet ya da çit yaptıracak olanlara gerekli malzeme için bilgi verir, hangi tür ağaçtan ve ne şekilde getireceklerini söylerdi. Herkes sırasıyla ihtiyacı olan gereçleri yaptırır bununla birlikte de sepetçinin beslenme ve barınma ihtiyacını karşılardı.


KALAYCILAR

Toprak, alüminyum ve çelik kaplara rağmen mutfak gereçlerinin en iyisi her dönemde bakır kaplar olmuştur. Gerek temizliği ve gerekse kaliteli ısı iletimi ve sağlamlığı açısında bakır kapların tek dezavantajı “kalay” idi. Her ne kadar kalaylanacak kaplar tek tek çarşıya götürülüp kalaylatılsa da bazı zamanlar çağırılmadığı halde köye seyyar kalaycıların da geldiği olurdu. Şehirdekilere göre biraz daha ucuz olan bu seyyar kalaycılar da tıpkı sepetçiler gibi tezgahlarını uygun bir yere kurarlar ve sırayla köyün kaplarını kalaylamış olurlardı. (Kalaylarlardılar!...)


HIZARCILAR

1970’lere kadar köyümüz mimarisi temeli taş, bir kısmı tuğla ağırlıklı olarak ahşap idi. Özellikle salaç ve samanlıklar tamamen ağaçtan yapılır, evlerin ikinci katları da yine tamamen ağaçtan olurdu. İşte bu inşaa için ormandan kesilip koşum zinciriyle öküzlerle tek tek getirilen bu ağaçları tomruk olarak kullanıp çantı şekil dışında bir de tahta şekline sokmak için iki kişi tarafından kullanılan hızarlar kullanılırdı. Şimdiki gibi bıçkı atölyelerinin olmadığı o dönemlerde hızarcılık da başlı başına bir meslek idi. İki metre yükseklikte kurulan bir tezgâh aracılığıyla bir kişi üstte bir kışı altta olmak üzere koca koca ağaçlardan isteğe göre ince ya da kalın tahtalar elde edilir, bunlar yerine göre göre duvar, tavan, çatı ya da sundurma olarak kullanılırdı.



PUVARCILAR

Su kuyuları köy yerinin vazgeçilmezleridir. Hele hele köyünüz bizim köy gibi bir su kenarında değil de tepe bir yerde ise su ihtiyacınızı gidermek için omzunuzda boyunduruk ve su kaplarıyla aşağılara inip eve su taşıyacaksınız ya da “12 boy” derinliğinde kuyular kazıp suyu dolapla buradan çekeceksiniz. Bu kadar derin yani 12 adam boyunda bir kuyuyu siz kendiniz tek başınıza kazma tekniği ve becerisine sahip olmadığınıza göre bunu ehli kişileri bulup bu işi onlara yaptırmanız gerekecektir. Eldeki teknolojik imkânlara göre o günlerde bir su kuyusu kazmak bugün için petrol kuyusu kazmak kadar meşgale isteyen bir iş olsa gerek. Bu su kuyularında birisi de köyün en tepe yerine kazdırılan dedem rahmetli Sefer KOŞAR’ın (Sefercük) puvarıdır. Gerekli tedbirler alınarak günlerce süren kazım işleminin ardından taşlarla örülen bu su kuyusunun derinliğinin yanında bir diğer özelliği de dip kısmının üst kısmına göre daha geniş olmasıdır. Bazen zincir kopar da “pakrak” kuyuya düşünce onu oradan çıkarmak oldukça zor olurdu. Bir keresinde 80 yaşındaki ninem kuyuya düşen su pakrağını alamayınca kuyunun dibine inmeye karar verir ve yarıya kadar iner ancak kuyu genişlemeye başlayınca “ayaklarım yetişmemeye başladı” diyerek inmekten vazgeçip yukarı çıkmıştı.


TECİRLER

Ticaret ile uğraşan kişilere tacir/tüccar denir de hayvan ticaretiyle uğraşanlara neden “tecir” denir hâlâ kavrayabilmiş değilim. Her neyse. Tecir olmak için maldan anlamak gerekir, bunu biliyorum. Köyümüzde topluca hayvan alım satımı yapılmazdı. Ya genç bir dana ya da düve ihtiyaçtan veya ihtiyaç fazlası olduğu için satılır. Ya da yaşlanan öküzler kasaplık olarak satılırdı. Bunun için hayvan ilçeye götürülür, hayvan pazarında sergilenerek uygun fiyatı veren bir alıcı çıkarsa satılır veya trampa edilirdi. Eskiden köyümüzde hayvan ticaretiyle uğraşan tek kişi merhum Nadir YAPRAK idi. Daha sonra Kazımın Ahmet YILMAZ, ardından yeğenleri Seyfettinin Sürey, Ali vb. de bu kervana katılmışlardır. Aradığı hayvanı bulamayan ya da elindeki hayvanı satmak isteyenler bazen pazara gitmek yerine tecirlerden yardım isterlerdi. Tecirler de zaten nerede satılık bir hayvan var bilirler ona göre piyasa araştırması yaparlar müşteri temin eder aracı olurlardı. Köydeki tecirlerin dışında köye köy dışından da tecirlerin geldiği/çağrıldığı da olurdu. Köye gelip de mal alan tecirlere çok kızardım. Aileden biri gibi beraber büyüdüğümüz/yaşadığımız öküz, inek ya da “buzo”ları bizden ayırırlar, acımasızca alıp giderlerdi!... Bu ayrılığa dayanamaz, ağlardık ama onlar “gözümüzün yaşına” bakmazlardı. Teselli olarak elimize bir “yılar parası” tutuşturur giderlerdi. Eğer satılan hayvan köye yakın bir köye düştüyse yazıda otlarken kaçar eski yuvasına gelince bizler bayram ederdik ancak bu sevincimiz de çok sürmez “kursağımızda” kalırdı.


NAKLİYECİLER

Servisciler mi deseydim!... Önceleri köylümüz çarşı pazara Sarımsak, Gecekli, Evci üzerinden yürüyerek giderlerdi. Bazen satmak için çarşıya indireceği yükü ağır olanlar için Alaçam’dan minibüs gelirdi. Yolcu almak için köye gelen araçlar caminin önünde beklerken uzun uzun korna çalarak köylüye davetiye göndermiş olurdu. Bir ara Gelemetten Zehni Ağanın Salih GEVREK de traktörüyle gelir, Çarşamba günleri çarşıya yolcu taşırdı. Minibüse göre daha ucuz olan traktörün karisörüne yerleştirilen oturaklara, olmadı orta yere ya da kasanın kenarlarına oturarak yaptığımız bu yolculuklarda ölüp ölüp dirilirdik. Daha sonraları Almanya dönüşü rahmetli muhtarımız Ali Rıza BAKİOĞLU bir minibüs aldı da köylü paşa paşa yolculuk ederek çarşı Pazar işlerini görür oldu.


DÜNÜRCÜLER

Şehirden ya da başka köyden kalkıp köyümüze gelenlerden bir diğer kısım insanlar da kız istemeye gelen “dünürcü”lerdi. Sanki gizlice geliniyormuş gibi, genellikle günün sonuna doğru bir vakitte gelip akşam vakti evde oturulup, konuşulur, anlaşmalar yapılırdı. Dünürcü olarak gelenler elbette sadece erkek tarafının anne babası değil, aynı zamanda yanlarında o köyün ileri gelenlerinden birkaç kişi de olurdu. Tıpkı bunun gibi, dünürcü gelecek olan kız evine de yine köyün ileri gelenlerinden birkaç kişi çağrılır, bu hayırlı işin tamama ermesi için bu kişilerin deneyim ve tecrübelerinden faydalanılırdı. Ardından “söz kesme”, “nişan”, “kına”, “gelin alma”ya gelenleri burada topluca zikrederken, bunun gibi eğer köye de bir gelin gelmişse onun için “cins görme”ye ve “duvak” için gelenleri de tek maddede sayarak geçmiş olalım.


MEVLÜTHANLAR

Eskiden köyümüzde hoca bulmak oldukça zordu. Cami yokken hadi neyse de cami yapıldıktan sonra da kadrosuzluk nedeniyle atanamayan hocaların yerini köylüler eğer bulabilirlerse parasını kendileri vererek hoca tutarlar, en azından ramazan ayı boyunca caminin hocasız kalmasının önüne geçerlerdi. İşte böyle hocalarımızdan birisi de Muştalı Hocamızdı. Bu hocamız, Rahmetli Hacı Habib MERAL’ı onca yaşına rağmen eğiterek hocalık yapabilecek hale getirmişti. Ardından Recep KOŞAR, Yakup MERAL, Çetin KOŞAR ve Aziz YILMAZ gibi yeni nesil hocalarımız gelmiş olsa da o yokluk günlerinde merhum Hikmet USTAOĞLU’nun mevlüdü için Alaçam’dan köyümüze hocaların geldiğini hatırlıyorum. Hatta bizler Kur’an-ı Kerim ve Mevlid-i Nebeviye’yi yere, dizüstü oturarak okurken şehirden gelen bu mevlüthanlarımız koltuk ve kanepe üzerinde oturarak okumuşlardı da bu çok garibime gitmişti.


KARAYOLCULAR

Köy yollarımız topraktandı. Yağmur ve kar nedeniyle kış mevsiminde yollar yol olmaktan çıkar, her yıl olmasa da birkaç yılda bir köye dozer, grayder ve çakıl taşıyan sarı sarı kamyonlar gelir köy yollarını düzeltir giderlerdi. Tabi muhtarın uzun uğraşı ve çabalarıyla köye getirilen karayolcuları memnun etmekte yine köylülere düşüyordu; yedirip, içirmek…


SIHHIYECİLER

Köyümüzde sağlık ocağı hiç olmadı. Buna mukabil bazı yıllarda köye o gün sıhhiyeci dediğimiz sağlıkçılar gelir; hamile, hasta, sakat ya da yaralı olanlar caminin yanına çağrılır muayene edilirdi. En çok da okuldaki öğrencileri aşılamak için gelirlerdi bu da öğrencilik yıllarımızın bir kabusu idi; Aşı olmak… Kendimize dikkat etmez, aşı yerimiz iltihaplanır kolumuz şişer günlerce yara bere içinde yaşayıp giderdik…


ESKİCİ / HURDACI

Hurdacılar çok eski olmasalar da bir ara köylerin vazgeçilmezleri gibiydiler. Demir hurda ararlardı. Eski balta, kazma, kürek ne varsa… Ama bir yandan da evde kullanılmayan eski “kap kacak” var mı diye de yoklama yaparlardı. Bulurlarsa da yok pahasına alırlardı. Gündüz vakti genelde ev yanlarında hep çocuklar olur, onlar çalışamadıkları için evi ocağı gözetler, bekçilik yaparlardı; tavuk, cücüg, tamdaki buzolar onlara emanet edilirdi. Bu durum hurdacılar için bulunmaz bir fırsattı; çocuğu kandırıp evde tamire gidecek kırık dökük ne tür malzeme varsa bir sakıza kapatır giderlerdi. Bu hurdacı vakalarından biri de komşumuz Gelemet köyünde yaşanmıştı. Köylü caminin bakım ve onarımını yapıyor. Eski demir kapı sökülüyor, yerine güzel bir ahşap oyma kapı takılıyor. Hurdacının gözü eski demir kapıda… Muhtar şakasına 50 torba çimento lazım, getir al kapıyı diyor. Adam muhtarın olmadığı bir gün 50 yerine 5 torba çimentoyu bırakıyor ve eski demir kapıyı alıp gidiyor. Gidiş o gidiş, daha köylere ne uğruyor ne de nerede olduğunu bilen oluyor. Meğer bu “eski” dediğimiz kapı “antika” imiş. Mendü emmim aktopraklıktaki kilisenin, bazıları da Sancar’daki kilisenin kapısı olduğunu söylüyorlardı.


ZİRAATÇILAR

Tarımsal kalkınma projeleri çerçevesinde köyümüzde deneme amaçlı üretim yapılan arazilerde ürün izlemek üzerine köye ziraat mühendislerinin geldiği de olurdu. Bu arada köyümüzden yetişen Ziraat Mühendisimiz İzzet USTAOĞLU’nu bu vesileyle anmadan geçmeyelim. Samsun Ondokuzmayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesinin ilk mezunlarından olup, fındık, zeytin vb. ürünlerin köyümüzde yetiştirilmesi için özel çalışmaları olmuştur.


ŞOFÖRLER

1970 yılına kadar köyümüzde motorlu araç yoktu. İlk önce muhtar Ali Rıza BAKİOĞLU’nun Almanya dönüşü aldığı bir ford minibüs, İlaz Osmangil ve Sarımsaktan Mahmutgillerin enter marka traktörlerinden sonra Ali ustanın leyland traktöründen sonrasını sayamıyorum. ( Köyümüzün araç trafiği tarihi konusunda özel bir çalışma yapmak gerekiyor.) Önemli olan bu araçları almak değil sürmesini bilmekti. Bu konuda Emniyet Müdürlüğü sınavla ehliyet veriyordu ama bu işi öğrenmek araç sahibine düşüyordu. Köyümüzün ilk şoförü yanılmıyorsam Fikricüğün Mustafa (Cıslık) idi. O da İstanbul’da öğrenmişti. Hacı Osman ŞEN, oğlu Nedim’e şoförlük öğretsin diye Kırıklıdan bir şoför tuttuğunu hatırlıyorum.


ORAKÇILAR

Şimdiki gibi Biçer-Döverler nerede… Eskiden herkes kendi buğdayını kendi biçerdi. Ürünün bol olduğu yıllar “orak biçmeleri” bir şenlik havasında geçerdi. Herkes birbiriyle “keşikleme” yapar; yani bir gün bir ailenin bir başka gün diğer ailenin buğdayları birlikte biçilirdi. Bazı yıllar ürün o kadar bol olurdu ki, köyün buğdayını biçmeyi köylü yetiştiremez köy dışından “orakçı” çağrılırdı. Bizim ekinler Haziran sonu Temmuz başı biçilirken, yukarı dağ köyleri Ağustos ayında biçtikleri için oralardan ücretli olarak “orakçı” çağrılır, yatılı olarak günlerce çalışırlardı.


PATOSÇULAR

Önceleri harmanda öküz ve atlarla yapılan “Hırman sürme” işi, tarımda mekanizasyon geliştikçe terkedilip makinelerle yapılmaya başlandı. İlk önce “yabalar” terkedildi. Yaba ile “Som Savurma” hava durumuna bağlı idi. Yel çıkmazsa harmandaki dövülmüş buğday – arpa neyse sapı samandan ayrılması için günlerce beklenir, hatta yağmur yağar ıslanır, çürüme tehlikesi geçirirdi. “PATOS” denilen ve el ile çevrilen bu alet pek yaygınlaşmadı. Onun yerine “GEYİS” dediğimiz, sapı samana çeviren ve ekini başağından ayıran makineler çıktı. Yılda bir kere olan harman dövme işi için herkesin bu makineden almasına imkan yoktu. Bu makineye sahip olanlarla önceden yapılan anlaşma gereği bunlar köy köy gezerler sırayla köyün harmanlarını gece gündüz aralıksız sürerlerdi. Ekin biçme işini yetiştiremeyenler yani zamanında bitirip harmana hazır hale getiremeyenlere yardım edilir, olmadı köyden ayrılan geyis sahibi daha sonra bir ara uğrar o kişinin harmanını da sürerdi. Bazı senelerde ise köye gelecek geyisci bulunamaz, köyün yığınları başlayan güz yağmurlarında çürümeye yüz tutardı.


BİÇERDÖVERCİLER

Köyümüzdeki adı “Döver-Biçer” olan bu makinelerin ilk dizaynı düz araziler için yapılmıştı. Bu dizaynla köyün bayırlarına sürülen bu makineler ekini biçer, içine alır döver, samanı tarlaya atar, buğday tanelerini de deposunda tutardı. Ancak, yamaç arazilerde eleklerindeki taneler tarlaya dökülür büyük kayıplara sebep olurdu. Öyle ki, güz yağmurları başlayınca bu dökülen taneler yeşerir, sürülmüş tarla sanki yeniden ekim yapılmış gibi eskisinden de sık bir şekilde yemyeşil olurdu. Zannederim zamanla bu hatası da düzeltildi ve köydeki “Orak Biçme”, “Bağ Bağlama”, “Ekin Çekme”, “Yığın Yığma”, “Hırman Sürme”, “Patos” ve “Geyis” vb. gibi tarımsal kültür olgularının hepsinin pabucunu dama attı.


ELEKTRİKÇİLER

Köyümüze elektrik 1970’li yılların başında geldi. İlk önce ana hat direklerinin kuyuları kazıldı. Dik yamaçlara beton, düz arazilere ağaç direkler dikildi. Kuyular hep elle kazılıyordu, özel kazma ve kürekleri vardı çalışan işçilerin… Sonra dikilen direklerin tepesine tırmanıp, telleri bağlayacakları “fincanları” taktılar ve gelsin elektrik telleri… Köydeki binaların hepsi konut olduğu önce “üç tel” çekildi. Biri sokak lambaları diğeri evler için artı uçlara karşılık bir de “nötr” hat… Daha sonra Selfettin dayı bir elektrikli değirmen kurunca, ana yol üzerine “sanayi ceryanı” dediğimiz bir başka hat daha çekilerek direkteki tel sayısı beşe çıkarılmıştı. Konutlarımız yapılırken bu elektrik işi gündemde olmadığı için herhangi bir tertibat yoktu. Eve elektrik bağlatmak isteyenler duvarlara, tavanlara bu iş için imal edilmiş dışı alüminyum kaplı, içi özel yağlı kağıt olan boruları açıktan montajlayıp döşerlerdi. Bu tarihten sonra yapılan yapılar için, daha inşaat aşamasında elektrik tesisatı döşeniyordu. Emin KOŞAR, Recep KOŞAR bildiğim ilk tesisatçılardı.


SUCULAR

Köye elektrik gelir de su gelmez mi!... Gelir. O günkü “Köy Hizmetleri” köye Cilim mevkiinden su getirmek için, önce Sarı Ahmet’in ataş değirmeninin olduğu yere, uygun su tutmayınca ardından, eskiden su değirmeninin olduğu yerin karşısına bugünkü kuyuyu kazdılar. Ardından Yukarköye bir ana depo inşaa edildi. Hacı Osman ŞEN’in harman yerine yapılan bu depo için ilaz Osman’ı ikna etmek kolay olmamıştı, depo öyle yüksek olmayacak, sen yığınlarını deponun üzerine de yığabileceksin diyerek ancak razı edebilmişlerdi. Ardından, ana hatlar, peşinden “tali” hatlar döşendi. Bu işler için köylüden ücret karşılığı çalışması istenmiş, özellikle biz gençler bu işe talip olmuştuk. Hendekleri makine kazıyor biz de boruları hat boyu taşıyıp, ateş ve tutkal vasıtasıyla onları birbirlerine ekliyor ve üstünü kazma kürekle kapatıyorduk. İşlerin yapılışını denetleyecek eleman ise gölgede oturuyor, borular doğru eklendi mi, toprak atılırken borular patlatılıyor mu umurunda bile değildi. Sonunda o müteahhit gitti, başka bir müteahhit geldi. Yeniden hatlar döşendi, köye su bağlandı ama “köyde su var mı var” adı kaldı. Ardından herkes kendi başına ya da birkaç aile birleşerek köyün dağların su getirmeye çalıştıysa da bu çözüm olmadı. 2000’li yıllarda Kaymakam bey köye su borularını gönderip köylüden kendilerinin döşemesini istedi ancak bu çaba da akim kaldı. En son Samsun Büyük Şehir Belediyesi tüm Samsun’u kapsayacak şekilde “BÜTÜN ŞEHİR” olunca köyümüz de ”Mahalle” adını alınca belediye bu işe el attı… Köyün kuyularından ve derelerinden içmek ya da hayvanları sulamak ve diğer amaçlar için su kullanmak yasaklanıp, sadece belediye suyu kullanmak mecburiyeti getirildi.


DAVULCU ve ZURNACILAR

Düğünlerimizin vazgeçilmezi davul zurnaydı. Köyümüzde de bu mesleği yapan kimse yoktu. Düğün olduğunda köye dışarıdan gelen davulcu ve zurnacılar Cuma günü ikindiden başlayıp Pazar günü ikindiye kadar köy içinde gece gündüz, köydeki deyimiyle “dalit dilitte dumbala dumbal” diye çalıp öttürürlerdi. Ahdeden bazı varlıklı aileler bu davulcu ve zurnacıları “çift” tutar, yani iki davulcu ve iki zurnacı çalıp söylerdi. Çalıp söylerdi derken; bazı davulcu ve zurnacılar ara sıra türkü de söylerlerdi.


KAYMAKAMLAR

Kaymakam dediğin konağında oturur, gelen giden devlet erkanıyla, misafirleriyle ilgilenir bilirdik. Ta ki yıl 2005 olup da ilçemiz Alaçam’a Mustafa MASATLI adında bir kaymakam beyimiz gelip de elli iki adet olan Alaçam’ın bütün köylerini tek tek gezip dolaşıncaya kadar. Bu gezilerinden birisi de Köyümüze yapılmış, köyün dertleri bizzat köylüden dinlenmiş, tespitler yapılıp raporlar yazılmıştı.

/Çetin KOŞAR

29 Ocak 2017