21 Aralık 2007 Cuma

Kurban Bayramı Anıları (Geçmiş Zaman Olur Ki…)



Geriye doğru dönüp bakıldığında seneler öncesinde çok daha farklı yaşanan KURBAN BAYRAMLARI görülmektedir. Bayramdan bir hafta önce hazırlıklar başlardı. Önce bayram temizliği diye detaylı bir şekilde ev temizliği yapılırdı. Her hanede bayrama özel yiyecekler tatlılar ve ekmekler hazırlanırdı. Bayram ziyaretine gelenlere ikram etmek için imkânlar birazda zorlanarak mümkün olduğu kadar çok çeşit olacak şekilde yemekler bir gün önceden hazır olurdu.

Eskiden şimdiki kadar kurban kesen yoktu. Bu sebepten olsa gerek, kurban etlerinin dağıtılışı bile farklıydı. Kesilen kurban etleri çocuklara dağıtılırdı. Çocuklar topladıkları kurban etlerini dizmek için birkaç gün önceden ince kiren (literetürdeki ismi kızılcık) dallarının çatal olan kısmından kevükler hazırlanırdı. Kevük çatal olan kısmından kesilen dalın bir çatal ucu 6/7 cm. boyunda diğer uc ise 50/60cm. boyunda kesilerek uzun olan uç etlerin kolay takılması için iyice sivriltilir ve iyice kabukları soyulurdu. Kurban Bayramı sabahı Bayram Namazı kılmak için camiye gidilir ve en temiz elbiseler giyilirdi.

Herkesin yeni ESVAPları (elbiseleri) olmazdı. Her Bayram yeni elbise alınamazdı. Bazı çocukların giyecekleri yamalı bile olurdu ama tertemizdi. Hatta ayakkabılar yırtık ve delik kara lastiklerdi. 

Namazdan sonra kurban kesenler evlerinin çevresinde bir yerlere hazırlık yaparlar ve kurbanın kanı ayakaltında kalmasın diye küçük çukur açılır ve tekbir eşliğinde kurban kesilirdi. Köyün çocukları kurban kesilen yerde toplanır ve kurban kesimini seyreder ve payların dağıtılmasını beklerlerdi. Dağıtılacak kurban etleri çocuk sayısına göre parçalara ayrılırdı. Bazen çocuklar o kadar çok toplanırdı ki et parçaları neredeyse 50 gm. kadar olurdu. Etler hazır olduğu zaman çocuklar sıraya sokularak paylar dağıtılırdı.

O zamanlar köy yolları yapılmadığı yada yeterli derecede stabilize edilmediği için ve genel olarak bayram günleri yağışlı olduğu için çok çamurlu olurdu. Kurban kesilen yerdeki payını alan çocuklar etleri kevüklere (bir çeşit ağaç çengel) taktıktan sonra birbirleriyle yarışır vaziyette başka bir kurban kesilen yere düşe kalka koşarak giderlerdi. Kesilen kurban etleri kurban kesmeyen evlere böyle ulaşırdı. Elindeki kevüğü etle dolduran çocuklar üstleri başları çamur içinde iyice de üşümüş fakat mutlu olarak evlerine giderdi. Bu şekilde toplanan etler kazanlara karma olarak doldurularak yahni yapılırdı. O zamanlar bu et yemeği eşsiz lezzetli olurdu. Sebebi değişik hayvanlardan elde edilen etlerin aynı kazanda harmanlaşması mıdır yoksa etin bayramdan bayrama tadılmasından mıdır bilinmez. Çocukları olmayan evlerin pay denilen kurban etleri de bizzat kurban kesen kişiler tarafından ulaştırılırdı. Bizim kuşak ve daha eski kuşakların kurban bayramı anılarında mutlaka bunlar vardır.
         
Bu vesile ile herkesin ve tüm dostların kurban bayramını tebrik eder ve nice bayramları sağlıklı ve mutlu bir şekilde yaşamalarını dilerim.
                                                                                              
Saygı ve sevgilerimle

/Hicabi AY

Hacı Habib Dayının Salaç Yeri




20 Aralık 2007 Perşembe

Kevük



Köyümüzde KEVÜK denince aklımıza üç çeşidi gelmektedir. Birincisi; kuyudan su çektiğimiz ayrıca aşırı büyüyen çalıları keserken yardımcı birisi tarafından çalıyı çektiğimiz Kevük. İkincisi; Tütün heveglerini (Hevenk) asmak için kullandığımız ayrıca incir, üzüm ve tutalık elma gibi meyveleri ağacından toplarken sepetin kulpuna bağlayıp kullandığımız kevük. Üçüncüsü de; kurban eti toplarken pay olarak verilen etleri takıp taşıdığımız Kevük.




Karlı bir kış günündeydi o çocukluk yıllarımdan hatırladığım ilk Kurban Bayramı. Hacı Habib dayı kesmişti kurbanı. Kar, biz çocuklar için diz boyu idi. Güneşli bir Şubat günüydü. Gökte güneş o kadar parlaktı ki pay almak için girdiğimiz sıranın ucunu güneşin şavkıyan ışıklarından dolayı göremiyorduk. Merhum Hacı Habib dayının salacının önünde kesilmişti kurban. Helim emmilerin kapısının hizasından içeri alınan biz paycılar, salacın yanına kadar olan alanda sıraya sokulmuştuk. Salaç ile çalı arasındaki dar alandan geçenler payını alıp öbür taraftan çıkmakta idi. O gün orada sıraya girerken düşündüğüm tek şey alacağımız bir parça et değil yapılan bu TÖREN’in nasıl bir şey olduğu, niçin insanlara bir şeylerin bedava dağıtıldığını kavramaya çalışıyordum.

Köyümüz oldukça yoksuldu o yıllar. Herkes kurban kesemiyordu. Kurban kesebilenlerin sayısı üç beş kişiyi geçmiyordu. Biz çocuklar bayram sabahı erken saatte yollara dökülür. Önce köyün altını üstüne getirerek kimin kurban kestiğini tespit eder, ardından da kurban eti dağıtımının ilk önce hangi haneden başlayabileceğini kestirmeye çalışırdık. Olur ya bir kurbanın başını beklerken öbür kurbanın dağıtımını kaçırırsak paysız kalabilirdik. Bu iş için elbette bir organizasyonumuz yoktu. Her şey doğal bir örgütlenme işiydi. Bunun için yerine göre gruplara ayrılır, kimimiz aşşaköy, kimimiz yukarköy, kimimiz caminin yanları hatta bazılarımız Karanlıkdere ve çetilliklere kadar uzanırdık. Günler öncesinden başlayan pay toplama telaşımız o gün kevüglerimizin ucuna kadar dolan payları getirip annelerimize teslim ettiğimizde son bulurdu.

Bizim çocukluğumuz için pay toplamak adeta dini bir ritüel gibiydi. Pay toplamak için Pay kevüklerimiz vardı. Çocukluğumuzun Kurban Bayramı hazırlıkları günler öncesinden başlardı. Herkes bir birine kevüklerinin hazır olup olmadığını sorar. Kim daha güzel kevük yapacak diye adeta gizliden gizliye yarışırdık. Bu işe özenenler günler hatta aylar öncesinden hazırlığını yapardı.

İyi bir pay kevüğü yapmak için bizim KİREN dediğimiz kızılcık ağacı tercih edilirdi. Kevük elde etmek için çatal olan bir dal çatal yerinin dibinden kesilir. Çatal dallardan biri de dört parmak uzunluğunda kesilir. Diğer dal ise iki ya da üç karış uzunluğunda olacak şekilde kesildikten sonra ağacın kabukları soyulup dip kısmı ve uçları da yontulduktan sonra uzun kısmın ucu sivriltilir ve kevüğümüz ocağın (şömine) bacasına asılarak kurumaya bırakılırdı. Eğer bu esnada kevüğün çubuğunda eğrilmeler olursa kalıp yapılarak doğrultulurdu. Sağlam bir kevük, bayramdan sonra tavan arasına konularak gelecek yılın bayramında tekrar kullanılmak için saklanırdı. Ne zaman ki naylon poşetler çıktı mertlik bozuldu. Bu güzel geleneğimizin pabucu da dama atıldı. Hatta her aile kurban kesecek bir zenginliğe kavuştuğu için zannederim pay toplama merasimleri de ortadan kalkmaya başladı. Varsın olsun. Yeter ki insanlarımız zengin olsun. Biz de bu geleneklerimizin senaryosunu yazar tiyatrosunu oynar geçinir gideriz.

Kurban kesen aileler kesim işleminin sonunda pay bekleyen çocukların sayısına göre dağıtılacak miktarın taksimini yaparlar. Köydeki ihtiyaç sahiplerine gönderilen paylar ve tekbir alıp kurbanı dualayan hocanın payı da ayrıldıktan sonra kesim işi sona ererdi.

Köyümüzde kurban kesilirken imam efendi ya da dini ilimler okumuş birinin kurbanın başında olması ve tekbir getirmesi istenir. Aslında kurban kesenin de yapabileceği bu işlem için mutlaka imam ya da dini konularda ehliyetli biri çağrılır; Hoca “Allahım! Bu, sendendir ve sanadır. Ben, hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içidir.” âyetlerini okur ve kurbanı kesenlerle birlikte “Bismillâhi Allahu ekber, Allahu ekber, lâ ilâhe illallahu vallahu ekber. Allahu ekber velillahilhamd” diye tekbir getirilerek kurban kesilir. Burada yapmış olduğu bu hizmeti için hocaya kurbanın iyi yerinden okkalı bir pay ayrılırdı.

Burada yeri gelmişken şu meşhur fıkrayı da anlatmadan geçmek olmaz. Dedim ya o yıllarda köylerimiz oldukça yoksuldurlar. Fıkra bu ya işte böyle fakir bir köyün birinde köylünün biri kurban kesmek ister. Kurban konusunda bilgisi yoktur. Caminin yanına getirdiği kurbanlığının nasıl kesileceği ve nasıl pay edileceği konusunda hocaya danışır. Hoca gerekli bilgileri aktardıktan sonra kurbanlık orada kesilir ve hemen bir parça kavurması yapılıp hocanın evinde hep beraber yenilir. Et çok lezzetlidir. Hoca dayanamaz. “Hele efendiler! Durun bir yanlışlık yapmayalım, kurban etinin nasıl dağıtılacağı hususunda bir de  “Gara Gablı Kitaba” bakalım der ve açar o meşhur kara kaplı Kitabı. “Ey Cemati Müslimiiiin! Bakınız şurada ne yazıyor: “İnnellezine Fil Bacaaaak. Kurbanın hepisi hocanın olacak” der ve kurbanın geri kalan kısmının hepsine el koyar.

Hoca kurbanın hepsine el koyar da ya derileri ne olur. Kurbanlık koyunların derilerinden özellikle Koç postundan çok güzel NAMAZLO (seccade) olurdu. Bunun için deri evin güneş gören cephesine gergin bir şekilde çakılarak kurutulur. Ardından kenarları seccade şeklinde kesilerek üstünde namaz kılmak için seccade olarak kullanılırdı. Yünün insan tenine verdiği o anlatılmaz sıcak dokunuşunun yanında bir kurbanlığın derisi üzerinde namaz kılmanın verdiği huşuyu burada anlatmak mümkün değil.

Kurbanlık, eğer sığır ise bunun derisi (GÖN) de yine postda olduğu gibi evin ağaçtan olan güneş gören dış duvarına çakılarak kurutulurdu. Bu gönlerden de ayağa giymek için ÇARIK, öküz arabaları (kağnı) ve SABAN lar için KAYIŞ yapılır. Kapı ve pencere gibi kapaklı yerlere menteşe niyetine çakılırdı. Köylü bunları yapabilmek için tabi önce THK görevlilerini bu deriye ihtiyacı olduğu konusunda ikna etmek zorundaydı.

Her kurban bayramı öncesinde caminin iç ve dış duvarına asılmak üzere köye afişler gönderilir. Kesim günü ise Karayollarının kamyonları köy köy gezerek bu kurban derilerini toplarlardı. Çocukluğumun o yumuşacık postlarını zorla alıp götüren THK'nın bugünkü (2006) başkanı "Bizim işimiz bu değil. Biz havacılık yapmak için kurulmuş bir kurumuz, bizim post kavgasında işimiz yok." Diyorsa da halkın istediği yere bağışlamakta hür olması gereken kurban derilerinin kuran kursları, cami dernekleri ve imam hatip liselerini yaşatma derneklerine yapılan bağışlara Polis ve Jandarma nezaretinde baskınlar yapılarak el konuldu. THK, post kavgasının yıllarca baş aktörü olarak anıldı. Kuruluşunun üzerinden 80 yıl geçmiş olmasına, dünyadaki benzerleri havacılık alanında büyük başarılıra imza atmasına rağmen, Türk Hava Kurumumuz kısır deri tartışmaları yapan küçücük bir kurum olarak kaldı. Post Kavgasının milli kuruluşlarımızdan olan Türk Hava Kurumunu iyice yıprattığı bir gerçektir. Oysa bu millet istediği bir kurumu hayırlarıyla abat etmesini çok iyi bilmektedir. Yoksa böyle işi zora sokarak berbat etme becerisini en iyi bizden başka kim becerebilir?

Çocukluğumuzun o büyülü bayram günlerini artık yeniden yaşamamız elbette mümkün değil. Şimdi bizler büyüdük ama bugünlerin de kendine has yaşanması gereken güzellikleri vardır. O günlerde sabah erkenden kalkar Bayramlıklarımızı giyer Bayram Namazının ardından büyüklerin ellerini öper hayır dualarını alırdık. Belli bir yaştan sonra gurbete gidenlerimiz için Bayram vesilesiyle Ana Baba ile birkaç gün beraber olabilmek cicili bicili elbise ve alınacak bahşişlerden çok daha önemli oldu artık.

Koca koca kentlerin taş duvarları arasına sıkışıp kalmış bizler için Bayramlar bir çıkış yoludur. Bundan âlâ bahane olamaz köyümüzün çamurlu yollarını aşıp baba ocağına, ana kucağına gitmek için. Varsın yerüstünde ya da yeraltında yaşasınlar fark etmez. Onları ziyaret etmek, bir selam verip sevindirmek gerekir.

Allah bu Milleti Bayramsız bırakmasın.

/Çetin KOŞAR

15 Aralık 2007 Cumartesi

Salaç



İlaz Selêtin'in (Selahattin ŞEN) Salacı


Köyümüzde “YAPU” adını verdiğimiz binalardan ÇEŞME, OKUL, CAMİ ile Öğretmen ve İmam LOJMANlarından başka EV (konut), TAM (ahır), PİN (kümes), SAMALLIK (samanlık), SALAÇ (Salaş) gibi binalar her ailede mutlaka vardır. Bunlara ilaveten SERENDER ve TAŞFIRIN her ailede olmayıp bazı ailelerde vardır. Bilindiği gibi fırınlar bir kişiye aittir ama köylünün ortak malı gibi herkes tarafından kullanılır. Ayrıca, kış mevsiminde koyunlarını otlatmak için dağ köylerinden kalkıp sürüleriyle birlikte buralara gelen KOYUNCULAR’ın inşa ettikleri koyun barınakları olan “SAYA” lar vardı. Şimdi yok tabi.

Eski evlerimiz (Bkz:http://akbulutkoyu.blogcu.com/4772452/) iki katlı yapılıp alt kat AHIR ve EŞENE (Erzak ve küçük tarım araç-gereçlerinin konulduğu yer) olarak kullanılırken son yıllarda ahırlar konutlardan ayrı yapılmaya başlanmıştır. Samanlıklarımız da yine eskiden beri münferit yapılarımızdan olup tozu dumanı için özellikle konutların uzağına “HIRMAN” ın yanına inşa edilirdi. Makineleşmeyle birlikte harman işleri bittiği için samanlıklar da konutların yanına sığındılar. Kümeslerimiz PiN, PİNNiK ya da  PiNLiK adıyla tavuklar sayesinde hâlâ yaşıyorlar.

Köyün ana geçim kaynağı TÜTÜN olduğu için SALAÇ’lar hâlâ köyün vazgeçilmez yapılarındandır. Bir ara SERA benzeri SERGEN’ler kullanılmaya başlanmışsa da salaçların yerini hiç birisi tutmamıştır. Asıl amacı kurutulan tütünleri rüzgâr, yağmur ve çiseden korumak olan bu yapılar bölgemize has mimari örneklerden biridir.

Köy ağzında SALAÇ olarak ifade edilen bu adın kökeni Macarca bir isim olan SALAŞ ( szállás ) tır. TDK sözlüğünde kelime anlamı olarak; 

1. Sebze, meyve vb. satmak için kurulmuş, eğreti, derme çatma dükkân: 
2.sıfat,Tahtadan yapılmış (baraka)
3.sıfat, mecaz Uyumsuz, derme çatma, kötü görünen.

Öte yandan giyim kuşam alanında “spor, bol, rahat, özenilmemiş giyim, eşofman, yırtık soluk kıyafetler için de kullanılan bir sıfattır. Salaş Sendromu için (Bkz:

Salaçlarımız ana bina ve VAGUN dediğimiz askılıklardan müteşekkil kompleks bir yapıdır. Ayrıca ilk doluluk anlarında ağırlıkları 50-60 kilogramı bulan bu vagunları yürüterek dışarı çıkarmak için tıpkı tren raylarını andırır şekilde sadece kurutma mevsiminde inşa edilip sezon bitince sökülerek bir kenara kaldırılan SALAÇYOLU adını verdiğimiz bir bölümü daha vardır.

Salaçlar KARAYEL dediğimiz kuzey-batı rüzgârları ve GÜNDOĞUSU dediğimiz doğu rüzgârlarından korunaklı olan yerlere inşa edilirler. Gün boyu güneş görebilmesi için yüksek ağaç ve binalardan uzak açık alanlar tercih edilir. Kurutulmakta olan tütünleri yağmurdan koruma amaçlı olarak inşa edildikleri için ÇATI kısmı önemlidir. Ön cephe vagonların sürülüp çıkarılabilmesi için duvarsız olup açıktır. Diğer üç duvarı ise şiddetli rüzgâr ve SEPKEN dediğimiz, rüzgârın savurduğu yağmurlardan koruyacak kadar kapalı olması kâfidir.

Salaçlar evin yakınına ve düz yerlere kurulurlar. Salaç yapılacak alanın önünde uzunca bir açık alan olması gerekir. Buraya salaç yolu denir ve ipe dizili tütünleri astığımız VAGUNLAR  buralara sıralanıp kurutulurlar. Tütünün bol olduğu yıllarda vagunlar yetersiz kaldığında yapıların duvarlarına bu vagun benzeri düzenekler yapılarak buralara da tütün asılırdı. Ayrıca SERGEN adını verdiğimiz sera tipi kurutma düzenekleri de yapılmaktadır.   

Salaçların yapımında kullanılacak malzemenin ağaçtan olması iyi bir kurutma için tercih sebebidir. Biriket (PiRKED), tuğla ya da taştan mamul salaçlarda muhafaza edilen tütünler uzun süren yağmurlar nedeniyle bunların içinde küflenip çürümeye yüz tutabilmektedirler. Ayrıca, aşırı sıcaklarda gölgede solması için bekletilen yeşil tütünlerin haşlanmasına sebep olabilmektedir. Bu nedenle salaçların ana malzemesi ağaçtır. Bu ön tarafı duvarsızdır ama hava alabilmesi için diğer üç duvarın da HAVADAR olması gerekmektedir.

Salaç yapmak için kalın ağaçlar balta ile köşeli hale gelecek şekilde yontulur. Dört köşesine kaba taşlardan ayak yapılır. Kalın ağaçlardan üç cephesine ön taraf açık olacak şekilde KİRİŞ dönülür. Köşelerden ve üç cephenin ortasından ağaç direkler dikilir. Direklerin üzerine tekrar kiriş dönülür ve orta kısımdan ve ön cepheden BOĞSA sağlam ve uzunca iki ağaç bağlanarak orta boğsanın orta noktasına bir direk dikilerek üzerine çatı kurulur. Taşıyıcı direkler payantalanarak sağlamlaştırılır. Çatı üzeri çeşitli örtü malzemeleri ile kaplanır (örtü bitkisi kiremit baraka vb.) Ana bina böyle kurulduktan sonra vagonlar yapılır.
  
Vagon yapmak için uzunca düzgün bir ağaca BONDURUK (boyunduruk)  CiNiLiK denilen ince çıtayı andıran ağaçlara ihtiyaç vardır.

Balta ya da keser ile ip takabilmek için çentikler açılır. (Bazı aileler çentik yerine küçük çivi kullanmaktadır) Çentikler yaklaşık 5cm. aralıklıdır. Bu aralık standart olarak böyle sık olarak açılırlar ama dizili tütün yapraklarının boyuna göre bir ya da iki cini atlanarak kullanılmaktadır. Bir vaguna 7 ila 10 ip arası tütün asılabilmektedir.
Ciniliklerin fazla kısmı altta kalacak şekilde boyunduruğa çakılır.  Cinilik aralıkları yaklaşık 70/80cm.'dir. Ciniliklerin alt uç kısımlarından etek denilen bir ince ağaç yatay olarak çakılır ve boyunduruktan etek ağacına ince bir ağaçla çapraz payanta çakılarak sallanma engellenir. İnce ağaçların seçilmesi fazla ağır olmasın diyedir. Ayrıca, bu vagonları içeri dışarı sürükleyerek taşırken yana kazaen kayıp düşmemesi için uç kısımlarına koruma çivisi ya da kenar cinilikle çapraz bağlantılı bir parça çakılır.
    
Salaç yolu ana binanın önündeki boş alana doğru vagon boyunda aralıkla yapılan birbirine paralel iki sıra ray sistemidir. Bu raylar için yere 150cm. yüksekliğinde sağlam kazıklar çakılır. Kazıkların üzerleri vagonların altları yer değmeyecek yükseklikte düz bir şekilde kesilir. Bu ray sistemi her yıl yeniden yapıldığı için yükseklikleri için zaten standart boyutlarda olan vagonların alt bölümlerinin boyu dikkate alınır. Kazıkların tepesine sağlam ağaçlardan CEREK dediğimiz yolluklar çakılır. Hatta eski yıl sökülen kazık ve  YOLLUK’lar muhafaza edilerek tekrar kullanılır.  Bu yollukların üzerine tütün vagonları dizilerek güneşte tütünlerin kuruması sağlanır. Şiddetli rüzgâr, yağmur ve Çiğ’den korumak için vagonlar salaç altına toplanır.

Eskiden salaçlarda tütün dizerdik. Gün boyu süren tütün dizmeleri geceleri imeceler halinde sürerdi. Zemini toprak olduğu için toprak pireleri bizi sarar doyana kanar bizi ısırıp dururlar, her yanımızı şişirirler biz de kaşım kaşım kaşınır dururduk. Bu zamanlarda önce Ağustos armutları olgunlaşırdı. Daldan düşen olgun armutlar patır patır düşerken çarptığı diğer armutları da peşinden düşürür ve biz bu armut düşme sesini duyunca düşen armutu kapmak için koşarak giderdik. Bir de karaca eriklerimizin de mevsimiydi. Kucak kucak toplar, hem tütün dizer hem yerdik. Uykumuzu kaçırsın diye radyo ya da teyplerin sesini iyice açardık. Birbirimizle konuşmak için bu defa bağıra bağıra konuşur, konuşmalarımız karşı köyden duyulurdu. Hey gidi günler.

/Hicabi AY, Çetin KOŞAR

11 Aralık 2007 Salı

Kamış Hasırlarımız



"Zamanın birinde ihtiyaçtan doğmuş bir eşyanın yapımına insan kendi bilgisini, emeğini, sevgisini içerisinde yaşadığı toplumun kültürünü ekleyerek onu daha güzel, daha kullanışlı bir biçime dönüştürür."  Tarihi çok eskilere dayanan ilk el sanatlarından biri olan bitkisel örücülük sepet yapımı ile başlamıştır. Daha düne kadar köylerimizde her alanda kullandığımız atasözlerine bile girmiş olan, Pazar çantası olarak kullanılan ve mısır somağının yapraklarında yapılan “ZEMBİL” lerimiz vardı.

Eski Türkler, çadırların içine hasır yayar ve üstüne hali sererlerdi. Bu vakitler hasırcılık Türkiye'de önemli bir sanat olmuştur. Hasırcı çarşısının varlığı buna güzel bir örnektir. Günlük hayatta çok pratik (kışın sıcak, yazın serin, sık sık yıkamak mümkün), sağlık için çok yararlı (insan bedeninden ağrı ve stresi kolayca çeker) olan hasırların üretim maliyeti çok düşüktür ve ekonomik açıdan faydalı bir üretim alanıdır.

Kendiliğinden yetişen veya kültürü yapılan bazı bitkilerin sapını, yapraklarının veya ince dallarını olduğu gibi veya yararak ince şeritler haline getirdikten sonra çeşitli şekillerde yapılan örgülere bitkisel örücülük denir. Günümüzde zahmetli fakat ucuza elde edilen bu hammaddeleri ve tarımsal ürün artıklarını işleyerek iç ve dış pazarlarda alıcı bulan değerli ürünlere dönüştürülebilen bir el sanatı konumuna gelmiştir.

Sağlıksız olmalarına rağmen her alanda bizi sarıp kuşatan ucuz sanayi ürünleri nedeniyle terk ettiğimiz geleneksel kültürümüzün bir parçası olan HASIRIN serüvenini Hicabi AY kardeşimiz oturup bir güzel yazmış. Bu güzel çalışması için kendisini kutluyoruz.





Hasırın Serüveni
Kızılırmak deltası içerisinde kalan Karaboğaz gölünün büyük bir kısmı sazlıklarla kaplıdır. İçerisinde kamış, kındıra ve örtü diye adlandırılan çeşitli sazlık bitkileri barındırmaktadır. Seksenli yılların başlarına kadar bu bitkilerden çeşitli şekillerde yaralanılırdı.

Örtü denilen bitkiden samanlık ve salaç gibi binaların çatıları kiremit yerine bunlarla kaplanarak yağmur sularının bina içerisine sızması engellenirdi. Hatta bazı köylerde fakir ahali tarafından ev çatı kaplamasında bile kullanılmıştır. Bina çatıları belirli bir eğimle yapıldıktan sonra kenarlardan başlanarak daha önce biçilerek kurutulmuş örtülerle merkeze doğru yaklaşık 15 - 20 cm. kalınlığında serilirdi. Rüzgârın bitkileri çatı üzerinden uçurarak atmaması için üzerlerinden cerek dediğimiz uzun ağaçlarla sıkıştırılır ve bunlar ana çatıya çakılır ya da tellerle bağlanırdı. Yağan yağmur örtü niyetine kullanılan bu bitkinin üzerinde aşağı doğru akar ve alta geçmezdi.
     
Yaz sonlarında sonbahar yağmurları başlamadan oldukça kurak bir zamanda önceleri kağnılarla daha sonraları köye traktörler gelince traktörle gruplar halinde sazlığa örtü, kamış ve kındıra biçmek için gidilirdi. Yağmurlar başlamadan gidilirdi ki sazlığın su seviyesi yükselmemiş olurdu. Yarı beline kadar suya girilerek sazlar biçilir ve omuzlarda kenara taşınırdı. Bu esnada üst baş sazlığın o bataklık çamurundan bir güzel nasibini alırdı. Bu arada sazlık alanların canlılarından olan sülükler tarafından ısırılmamak için de kalın giyinmek vb tedbirler alınmazsa bir kaç yerden ısırılmak ve bu sülükler tarafından kanınızın emilmesi işten bile değildir.

Karaboğaz Mevkii köyümüze oldukça uzak bir mesafede olduğu için, saza gidecek olanlar saat 3- 4 gibi geceden kalkarlar topluca yola koyulurlardı. Gün boyu sulak arazide aranıp bulunarak ve cinsine göre biçilip denk edilerek arabalara yüklenen sazların dönüş yolculuğu tıpkı çıkışta olduğu gibi gece yarılarına kadar sürerdi. Saza giden ailenin evde kalan üyelerini gün boyu tatlı bir telaş alır, gözler yollarda hep heyecanla dönüşleri beklenirdi. Bu heyecan ilk araba gıcırtısı duyulunca doruk noktasına ulaşır, kimi aileler dönüş yolundaki bu sazcıları karşılamak için yollara dökülür onlara “acıkmışlardır” diyerek yollara dökülüp, yiyecek içecek bir şeyler ikram ederlerdi.

Köye getirilen ıslak kamışlar kurumaları için evin yanlarına gölgede, fakat içlerinin küflenip rutubetlenmemesi için rüzgar görebileceği bir yere serilirlerdi. Zaman  zaman yönleri çevrilerek iyice kurutulan kamış ve kındıralar daha sonra işlenmek üzere salaç ya da samanlığın tavan kısımlarına kaldırılır ve yaz işlerinin bittiği kış mevsimi beklenirdi.
     

Hasır dokuma işine başlamadan önce kındıra dediğimiz bitkiden dokuma ipi gibi ip elde edilirdi. Bu işlem için kındıra denilen bitki hafif ıslatıldıktan sonra el içerisinde yuvarlanarak örgü yapılır ve yenileri de eklenerek bir çeşit 0.5 cm. çaplarında uzun bir ip elde edilirdi. Bu işlem yapılırken çok dikkatli olmak gerekmektedir. Ters bir hareket sonucu kındıra bitkisine elinizi kestirebilirsiniz.)

Yapılacak hasırın boyutuna göre bir tezgâh hazırlanır. Tezgâh yere çakılan dört kazık ve hasırın eni doğrultusunda yere paralel, yerden 80 cm. yükseklikte iki sağlam sırıktan ibarettir. Hasır dokumak için ağaçtan ve yaklaşık 5cm. ara ile delik açılmış olan 2 metre boylarında bir tarak kullanılır.
      
Tezgâhtaki sırığa paralel olarak iki kişi tarağı uçlarından tutarlar. Kındıra denilen ip tarağın deliklerinden geçirilerek sırıkların etrafından tur attırılarak, tarağın delikleri sayısınca geçirilip gerilirdi.  Hazırlanan düzeneğin her iki tarafına yetişilebilecek şekilde, ortasına girilir. Hafif ıslatılan kamışlardan bir tane alınarak, bir alt bir üst şeklinde sepet örgüsü misali kındıraların arasından geçirilir. Tarakla ittirilerek düz durması sağlanır. İkinci bir kamış kök kısmından tutularak düzenin diğer yönünden örülerek son kındıradan geri kıvrılarak kök kısım altan araya sıkıştırılır ve tarakla vurularak sıkıştırılıp düzeltilir. Sırayla bir sağ bir sol taraftan kamışlar takılarak aynı şekilde hasırın sonuna kadar dokunur.

Dışarıda kalan kamışların uç kısımları kesilir. Ve kındıra ipler sırıktan kesilerek iki uç birbirine bağlanır. Her iki tarafın kındıraları aynı şekilde kesilip birbirine bağlanarak hasır tamamlanır. Rulo halinde toplanılarak kuruması için güneş gören bir yere dikilir. Hasır kuruduktan sonra odaların zeminine örtü olarak serilmeye hazırdır.

Odalara serilen hasırdan başka, kamış bitkisinden bazen NAMAZLO (Seccade= Namazlık) ve yastıklar yapılarak odaların duvar diplerine oturan kimselerin yaslanması için konulurdu. Çünkü, eskiden evlerimizde şimdiki gibi, masa, koltuk, sandalye gibi eşyalar yoktu.  Çocuk belenen beşiklerin alt ranza kısımları kındıradan ağlarla örülür, lazımlık kısımları da kamış dolgulu olurdu. Ayrıca, eşekler için  yapılan semerlerin iç kısmı, semer eşşeğin sırtını acıtmasın diye kamıştan olurdu.

/Hicabi AY

9 Aralık 2007 Pazar

Mustafa Kemal Atatürk:



İki Köylü ve İki Lider! / Devlet-i Âlî'nin Köylüye Bakışı

Vallahi köylü milletin efendisi midir yoksa kölesi midir bilmem ama; bizim köyde -şimdi rahmetli oldu- bir Fevzi dayı vardı. Nam-ı diğer, kabak Fevzi. Kendisi de pek nüktedan, lafını sakınmaz birisiydi. Yazın yatsı çıkışı cami avlusunda anlatmıştı. İyi hatırlıyorum. Fıkra gibi bir şey. Tabi ben biraz kırparak ve sadeleştirerek aktaracağım size.

"Aşşaa köyün oradaki benim arazide bir sorun çıktı ya yol yapılacağı için neyse merkeze indim. Sabahtan beri dolaşırım, elimde kağıtlar, şu, bu...  Vallaahi de billahi de öyle terledim öyle bunaldım ki affedersiniz, Allah günah yazmasın, sırtımdan aşaa ter akıyor böyle. Çok bunaldım. O sahil tarafına inmeden bir cadde var ya oradan geçerken bir ekmek arası peynir domates yaptırıp yiyeyim dedim. Bir baktım ki adamın biri kendi balkonunda yatmış güneşin alnına doğru. Keyif yapıyor. Karışmak olmaz ama ulan dayanamadım dedim ki 'eey balkondakii! şişşt'. Sonra adam beni gördü. "buyur amca" dedi. "oh be" dedim. "bu dünyanın ezasını biz çekelim safasını siz sürün." herif şaşırdı ama kızmadı. Güldü. Sonra da "e, dayıcım. Sen efendi ol ben efendi olayım. Herkes efendi olsun. Kimin karnı doyar?" dedi. Hiçbir şey diyemedim. Karnım aç, hava sıcak, terlemişim. Sinirim geçsin diye adama çattım ama herifçioğlu daha dişli çıktı. İyice dellendim. "de git" dedim. Uzaklaştım.

Sonra neyse benim de Fevzi dayı ile ilgili anılarım yok değil. Yazın köye gittiğim zaman köylüler, "aha şununla bir dalga geçelim" diye beni yanlarına, ot biçmeye çağırdıkları vakit, hepsinin ellerini gördüm. Nasırlı nasırlı, taş kesilen ellerini… Sonra tırpanı elime aldım. Kafamdan matematiksel hesaplamalar yaptım. Okumuş, mürekkep yalamış birisiyim ya. Neyse tırpanı yere paralel tutarak valla çok şahane bir şekilde ot biçiyordum ama ah işte tecrübesizlik. Tırpanı otların arasında saklanmış bir taşa çarptım. Tabi hemen elimden aldılar tırpanı daha fazla köreltmeyeyim diye. Neyse dostlarım, öyle böyle değil. Çekilmez o hayat. Akşam, şehirdeki gibi gürültülü bir şekilde inmiyor oralara. Önce dağlara ağır ağır çöküyor. Sokak lambaları, sanki şehirden ve teknolojiden ayrı kalmışçasına inat ederek sadece önlerini aydınlatıyorlar. Bu lambaların altını da zaten köpekler mesken tutmuş. Bir yandan tezek kokuları yükselirken bir yandan karşı tepelerden kurt ulumaları geliyor. Böyle hayat olur mu? Oluyor işte. Mecburen oluyor. Bakmayın, oh biz ne ala yaşıyor, gidiyoruz. Bu memlekette küfür edecek, küfür etmeye hakkı olan birisi varsa o ya köylü ya da işçidir.

Köylü, iyidir güzeldir. Fakat yabanidir. Geleneğini bozamazsın dedi o domatesçi arkadaşım. Hatta ulan adama bedava tohum versen ekmez, dedi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, "YABAN"da köylüyü yerden yere vurur. Suçu, Osmanlı aydınına atar ama Cumhuriyetten sonraki aydın kesim çok mu ilgilenmiştir köylü ile? Şu genç yaşıma rağmen bildiğim bir Ecevit, "kalkınma köylüden şehirliye doğru olacaktır" demişti. Ondan sona işte son başbakanımız da "ananı al git buradan demişti." Köylü, yabandır, hınzırdır ama senin ekmeğini taştan çıkarır. Ne yapacaksın? Elden ne gelir başka?

Bu Köyde Bir Hayır Var



Çanakkale’nin Karaibrahimler köyünde hayırlı bir iş vardı. Mazisi epey eskiye dayanan ‘köy hayrı’nda, 1 ton buğday ve 36 koyunla pişirilen 62 kazan keşkek, yüzlerce misafire dağıtıldı. Maksat yazın bereketli geçmesi... 



/Ülkü Özel Akagündüz
Köy hayrı, kıştan çıkıp bahara ulaşmanın şükrü; ama yalnızca bu değil. O yaz ekip biçilecek ürün için bereket duası, komşu köylerle kaynaşma, gurbete gitmiş hemşerileri ağaç gölgelerinde toparlama girişimi aynı zamanda… Şenlik havası akla hıdırellezi getirse de aynı şey olmadığı muhakkak… Sohbet eden, gezinen kalabalık bir bekleyiş içinde çünkü, bir ‘keşkek bekleyişi’… Mazisi epey eskiye dayanan ‘köy hayrı’nın ilk ne zaman düzenlendiği bilinmiyor. Yaşı yetmişi bulmuş amcalar, kabaca tahmin yürütüyor: “Biz kendimizi bildik bileli vardı, ninemizin döneminde de varmış.” Marmara bölgesine has bir gelenek, özellikle de Çanakkale köylerine. Vakti geldiğinde; yani toprak, üzerinde oturacak kadar kuruyup, ağaçlar gölge verecek kadar yeşerdiğinde bir o köyden bir bu köyden hayır haberleri gelmeye başlıyor.

Biz, yörenin en büyük ‘hayrı’na, Karaibrahimler ya da civarda bilinen adıyla Garipçe köyüne davetliydik. Köy muhtarının, misafirler rahatça gelip gitsin diye düzelttirdiği toprak yolda, ağaçlar arasında ilerlerken, mütevazı bir kalabalık bekliyorduk doğrusu… Köy halkı, çimenler üzerinde, genişçe bir yer sofrasına oturup hep beraber yemek yiyecek ve sonrasında dua edecek olmalıydı… Önce park etmiş otobüsleri sonra da kalabalığı görünce bu naif resim çarçabuk dağıldı. Bir panayır alanına mı düşmüştük yoksa şu anlı şanlı yayla şenliklerinden birine mi?

BU KEŞKEK NE ZAMAN PİŞER OLA?
Sonradan öğrendik ki, dört beş keşkek kazanının kaynadığı büyük dedeler dönemine aitmiş bizim zihnimizdeki görüntü… Şimdilerde yalnızca civar köylerden değil, Marmaris’ten, İzmir’den, İstanbul’dan gelenleri ağırlayan etkinlikler bir festival olma yolunda, hatta bir ‘köy hayrı’ turizminden bile söz edilebilir. Kalabalık, ticaret erbaplarının da dikkatini çekmiş. Tepenin başında ince belli bardak sevdasına düşen çay tutkunları, bardaklarının sağlamlığını, meşrubat takımlarının letafetini megafonla ilan eden adamın başına toplanmış bile. Köy halkının izniyle açılan tezgâhlarda helvadan oyuncağa, elbiseden içme suyuna her şey var.

Yöre âdetlerine uygun biçimde beyaz tülbentlerle örtünen kadınlar bir kenarda, erkekler başka bir kenarda sohbete dalmış görünüyor. Kimileri de ailecek oturmayı tercih etmiş. O yılın bereketli geçmesi için, vatanın milletin zeval görmemesi için dualar edildiğine ve hep beraber âmin denildiğine göre, keşkek vakti gelmiş olmalı. Gözler, sabahtan beri kaynayan kazanlarda. Tabaklar ve kaşıklar dağıtılınca, sohbetler neredeyse kesiliyor, birazdan koca koca kazanlar traktör römorklarına yüklenecek ve herkes kendi payına düşeni alıp az evvel oturduğu ağacın gölgesine çekilecek…

Ancak gençlerin gözü ne gölgede ne keşkekte, kendilerine senede bir tanınan imtiyazdan zerre israf etmemeye kararlı görünüyorlar. Köy hayırları, yaz düğünlerinin ilk adımı aynı zamanda. Komşu köylerden kızların ve oğlanların birbirlerini görüp beğendiği bir podyum… Kimileri üniversite sınavına benzetiyor manzarayı; anne ve babalar kendi köşelerinde, hiç olmadıkları kadar müsamahalı, sonucu bekliyor. Az ileride, gençlere ayrılmış alanda, bir aşağı bir yukarı dolaşan oğulları bir kız beğenecek mi? Çiçekli şalvarlar giyinmiş genç kızlar beyaz atlı prensini bulacak mı? İhtimal ki bu alan yıllar yılı, sevip de sevilmemelere, gönül kırgınlıklarına, gurur incinmelerine sahne oluyor.

Her neyse, gençleri kendi hâline bırakıp, kaynayan kazanların başına, ev sahiplerinin telaşına dönelim. Garipçe köylüleri, bir haftadır bu gün için hazırlanıyor. Bakır kazanlar kalaylandı, eksik kazanlar komşu köyden tedarik edildi, masraflar için köyden para toplandı, dışarıda yaşayan hemşerilerden bağış kabul edildi, piknik alanına tankerlerle su taşındı. Ve nihayet, etkinlikten önceki geceyi hayır meydanında geçiren köyün erkekleri, meşe közünü hazırlayıp üzerini külle kapladı… Şu hâliyle bile epey zahmetli görünen işler, Garipçeli Hulusi Acar’ın gözüne hafif görünüyor. O eski köy hayırlarını biliyor ne de olsa… Arabaların ve yolların olmadığı dönemde erkeklerin köyden meydana sırtlarında kazanla çıktığı, iyice kaynayan etin makineyle değil de elle ezildiği günleri hatırlıyor, hatta daha geçen seneye kadar, buğdayın kepeğinden ayrılıp, taş dibeklerde dövüldüğünü… Keşkek tarifine doğru giderken, bir buğday meselesine çarpıyoruz. Köylüler, bu özel yemek için gereken bir ton sarı buğdayı Antep’ten getirtmiş. Hulusi amca durumu şöyle izah ediyor: “Sarı buğdayın boyu yüksek olur. Yağmuru, rüzgârı yiyince yere yatar ve biçerdöver onu biçemez. Elle biçilmesi gerekir, o yüzden kimse ekmek istemez.”

Köy hayrı, bazı köylerde maddi imkânsızlıklar yüzünden sekteye uğramış. Ancak, şimdiye kadar etkinliklere hiç ara vermeyen Garipçe köyü, dışarıdaki hemşerilerinin desteğiyle geleneği devam ettirmeye kararlı. Keşkek için kesilen koyunların hepsi bağış, yedi bin ekmeğin beş bini de İstanbul’da yaşayan hemşerilerden hediye. İşin ucunda köklü bir geleneği devam ettirme kaygısı var, daha da önemlisi ‘köy hayrı’ yapılmadığı takdirde senenin bereketsiz geçeceği korkusu… “Ben altmış yedi yaşındayım, hayrın aksadığını görmedim, biz sağ olduğumuz müddetçe de devam edecek.” diyor Hulusi amca. Ona göre, geleneği iyice benimseyen yeni nesil de bu yolda yürümeye devam edecek. Öyle olmasaydı, tek bir gün için uzak şehirlerden gelip canla başla çalışmazlardı. Hulusi amca, ağaca asılmış koyun postlarına da bir açıklık getiriyor. Postlar burada kuruduktan sonra satışa çıkarılacak ve geliriyle köy hayrı için yapılan masraflar karşılanacak.

KEŞKEK NASIL PİŞİRİLİR?
Her sene mayıs ayının ikinci haftasında yapılan; ancak bu yıl bir hafta geciken Garipçe hayrında 1 ton sarı buğday ve 36 koyun 62 kazanda altı saat kaynadı. Keşkek için etin ve buğdayın iyice erimesi gerekiyor. Pişme işlemi tamamlandığında, kemikler kazandan çıkarılıyor ve keşkek makine yardımıyla eziliyor. Bu özel yemek için olmazsa olmazlar dövme bakır kazan ve meşe közü… Hayır meydanında kazanların kaynayacağı yer hep hazırdır, yaz kış öylece durur. Böyle bir ortamda, “Keşkek bu kalabalığa yeter mi?” diye sormak ayıp karşılanıyor; çünkü yemeğin her gelen misafirle bereketleneceğine inanılıyor. Köy muhtarı Ramis Yılmaz, “Bizimkilerin bugün yemekle işi olmaz. Önce misafirler doyurulur, kalanı köylüler yer.” diyor. Erkeklerin başrolde olduğu etkinlikte kadınlara düşen görev, evli evine köylü köyüne dağıldıktan sonra sinileri ve kaşıkları yıkamak.

Katkıda bulunan: İsmail Gülen (İzmir Yamanlar Koleji Müdürü)

8 Aralık 2007 Cumartesi

Köylüye Yeni Üretim Modeli



Levent Kıymaz’dan bir kaç hafta önce söz etmiştik. Ukrayna’nın Türkiye’de seçtiği danışman şirket Basfood’un sahibi olarak tanıdık onu. İlginç bir yönü daha var; Türkiye’de gerçekleştirdiği üretim biçimi de örnek olacak nitelikte.


“Rekabet halinde kaliteli malın fiyatı neyse o kabul görüyor.”İhracat politikasını bu çerçeveye oturtan Kıymaz, son yıllarda dünyada “natural” veya “bio tarım” adıyla üretilen ürünlere aşırı talep olduğunu söylüyor. Buna göre zeytin, incir, fındık gibi ürünler çok beğeni kazanıyor. Bu ürünlere talep olabilmesi için de belli prosedürün yerine getirilmesi gerekiyor.

Öncelikle, tarım alanları belirleniyor, köylü veya çiftçi fişleniyor. Kontrol altında yetiştirme yapılıyor ve uzmanlar sertifika veriyor. Bütün bunları uluslararası kuruluşlara bağlı şirketler yapıyor. Böyle bir ürünün değeri suni ilaç ve gübrelerle yapılanlara göre iki üç misline çıkabiliyor.

Basfood şirketi, bunların üretimiyle ilgili de yeni bir sistem yerleştirmeye çalışıyor. Sistemin temeli üretici köyleri küçük atölyeler haline getirmek. Basfood, köye üretim bandını kuruyor, ürün burada işleniyor ve şirkete satılıyor. Üretim bandının başındaki teknisyen şirkete bağlı. Köylüler atölyede işçi gibi çalışıyor ve ücretlerini alıyor. Hangi hane ne kadar ürün vermişse o kadar karşılığını alıyor. Basfood, köylünün avans ve benzeri ihtiyaçlarını da karşılıyor. Köylü malını kime satacağını düşünmüyor. Ürünün verimliliğinin artması yanında istihdam da sağlanmış oluyor.

Bu Türkiye için yeni bir model. Şimdilik Nazilli’de iki köy tamamen Basfood’a bağlı; zeytin ve ürünleri işleniyor. Şirket önümüzdeki dönemde bu sistemi yaygınlaştırmayı düşünüyor. Hem istenilen ölçüde kalite sağlanmış oluyor hem de köylerden inanılmaz talepler var. Sisteme göre, her köy 250 ton kapasite ile çalışacak. Her yeni talebe göre yeni bir köy daha sisteme katılacak. Halen 20 köy ile çalışma yürüten şirket, böylece hem köyden göçü önlemiş, hem de istediği kalitedeki ürünü cazip fiyata almış oluyor. Öncelikle seçilen yörelerse Nazilli ve Gemlik.

Levent Kıymaz, “kapari” bitkisini de ihraç kalemleri arasına katmış. Kapari çayırda, bayırda çoğumuzun yabani bitki diyerek yüzüne bile bakmadığı bir bitki. Nohut şeklindeki meyveleri balık yemekleri ile salatalarda kullanılıyor. Avrupa’dan inanılmaz ölçüde talep olan bu bitkiyi daha çok çingeneler topluyor. Kapari’nin kilosu 4 DM’a alıcı bulabiliyor. Ambalajlı şekilde 100 gramının 1 DM’a satılması ülkemizde ne kadar bilinmeyen değerler olduğunu bir kere daha isbat ediyor.

Basfood, bu birikim ve geniş pazar ağıyla Türkiye’nin en önemli gıda ihracatçıları arasına giriyor. Halen zeytinden incire, nohuttan bibere, cam eşyadan süs eşyasına 2 bin 500 çeşit mal ihraç ediyor. Genellikle de bütün ürünlerini kendi tesislerinde ya üretiyor ya da hammaddeyi mamul madde haline getiriyor. Bu düşünceden dolayı Türkiye’nin pek çok yerinde atölyeleri, yağ rafinerileri, ambalaj tesisleri ve üretim tarlaları bulunuyor.

Bir bitki ektiler, hayatları değişti


Şehre göçün tartışıldığı bir ortamda köye dönüş de başladı. Şaka değil, köylüler artık geri dönüyor, topraklarına sahip çıkıyor, hayvancılık yeniden yeşeriyor.


Köylü şimdiden zengin olma hayalleri kurmaya başladı bile. Köy muhtarı “Kendim için birşey beklemiyorum, emekliyim zaten” derken, şunları demeden de edemiyor: “Köye zenginlik getirmesini bekliyoruz. Köyde sadece iki kişide araba var. En azından herkesin bir arabası olsun istiyoruz.”

Peki neydi, yıllar önce ayrıldıkları köylerine onları geri getirip, düzgün bir yolları olmamasına rağmen araba sahibi olma hayalleri kurduran? Olay, TEMA Vakfı’nın, hani şu başında Erozyon Dede olarak adlandırılan Hayrettin Karaca’nın bulunduğu vakfın ‘Erozyonu önlemenin ilk yolu ekonomik olarak insanların kalkınmasını sağlamaktan geçer’ sloganını uygulamaya koymasıyla başlıyor. TEMA (Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı) Türkiye’nin erozyona yenik düşmek üzere olan yörelerini tespit etmeye başlamış. Köyler tespit edildikten sonraki aşamada ‘Sizin de bir köyünüz olsun’ diyerek terk etmeye başladıkları köylerine onları geri getirecek projeler hazırlanıp anlatılmış. Köylünün projeye sahip çıkacağını anladığı anda da TEMA uygulamayı başlatmış. Bursa Orhaneli’ndeki Şükriye, İzmit’te İshakçılar, Tahtalı ve Geredeli köyleri ile Bolu’nun Seben ilçesi Kozyaka köyü ilk düşünülen yerler olmuş.

Bolu Seben’deki Kozyaka köyünde 1995 yılında başlatılan Kırsal Kalkınma Amaçlı Proje ilk meyvalarını vermeye başlamış. Tabii, köylüye bu projenin faydalarını anlatmak pek kolay olmamış. TEMA Vakfı muhtarla, muhtar köylülerle defalarca toplanmış, vakıf yetkilileri en az 20 defa gelip gitmiş köye. Muhtar İzzet Demirel, sadece bu konuda 98 köy kararı almış ve 30—32 de köy derneği toplantısı yapmış. Sonuçta Kozyaka köyünden 15 aile ortak bir şekilde TEMA’nın göstereceği projelere katılmaya karar vermiş. TEMA Vakfı, köylülere, önce kilosu 15 bin lira olan arpa ve 20 bin lira olan buğday yerine 90 bin liraya satılan korunga yem bitkisi ile fiğ tohumunu ekmelerini önermiş. Ama, köylüyü caydıracak dedikodular yine eksik olmamış köyde: “TEMA tohumu size ektiriyor, siz çalıştığınızla kalacaksınız, ürünü alıp gidecek.” Ama ekilen yeni bitkilerin köye sağladığı ekonomik fayda görülünce tepkiler de azalmaya başlamış. Köylü projeye daha fazla sahip çıkar olmuş. Ve Kozyaka köyünde ekonomik kalkınma bir bitki ile başlamış.

Fiğ tohumu ve fiğ samanı birinci yıl 1995 yılı fiyatları ile 1 milyar 800 milyon lira ek girdi sağlamış köylüye. İkinci yıl bu gelir 6 milyar 966 milyon liraya yükselmiş. Korunga bitkisinden de 1996’da 6 milyar 336 milyon liralık gelir elde etmiş Kozyaka köylüleri. Böylece 1996 yılında sadece bitki ekiminden 13 milyar liralık bir gelir elde etmiş Kozyakalılar.

Yem bitkisinin köye faydası bununla da kalmamış. Önceki yıllarda bakamadıkları için 12 kilo iken satmak zorunda kaldıkları kuzuları, artık daha uzun süreli besleme imkanı bulmuşlar. Geçen sene 17 kiloya kadar çıkan kuzular bu sene 24 kiloya yükselmiş. Dolayısıyla etten de gelir akmaya başlamış köylüye. Bunun yanında süt gelirini de ilave etmemiz gerekiyor. Et artışından geçen yılki fiyatlarla 2 milyar 400 milyon, süt artışından da 7 milyar 154 milyon lira gelir artışı yakalayan köylünün böylece 96 yılında eline 21 milyar 856 milyon liralık bir ek gelir geçmiş.

Önceki yıllarda hayvanlarına yetecek kadar yemleri olmayan Kozyakalılar, korunga ve fiğ satışından para kazandıkları gibi, ot veriminin artmasıyla bunları depolamaya da başlamışlar. Depolarında 50 ton yem bitkisi birikmiş. TEMA Genel Müdürü Ümit Gürses’in tanımıyla “Daha önce hayvana yem bulamayanlar, şimdi yem yedirecek hayvan aramaya başlamışlar.” Ve TEMA’dan kredi ile 100 inek istemişler. Bu aşamada devreye Tikveşli girmiş. Tikveşli projeye hem bilimsel destek vermiş hem de sahip çıkmış. Yani sponsor olmuş. Tikveşli köylülere, tanesi 200 milyon liradan süt inekleri verecek. Yerli ırk olduğu için devlet 50 milyon lira sübvanse sağlıyor. Kalan 150 milyon lirayı köylü 8 yılda 1 milyar 400 milyon lira olarak ödeyecek. Ama köylüye 1 milyarlık borç altına girmek çok geldiği için yine bir tereddüt geçirmişler. TEMA yetkilileri, Tikveşli ve köylüler yine toplantı, hesap üstüne hesap yapmış ve nihayetinde muhtarın da katkı ve etkisiyle köylü bu proje için yeniden ikna edilmiş.

Başta aile işletmeciliği olarak düşünen köylü Tikveşli’nin de önerisi ile hayvancılığı topluca bir ortaklık şeklinde yapmaya karar verir. Köylü bu aşamada projeye ineklerin parasını vadeli de olsa vererek katılacak. Para veremeyecek kadar fakir olanların ineklerini ise TEMA örnek olsun diye hibe edecek.

Köydeki gelişmeleri incelemeye gittiğimizde Tikveşli Yönetim Kurulu Başkanı Doğan Vardarlı da, Kozyaka’da kuracağı 60 ineklik ahır projesini köylülere detayıyla tekrar anlattı. Projeye göre, bütün köylünün inekleri, Fransa’da bir ahır projesi baz alınıp Türkiye şartlarına uyarlanarak hazırlanan ahırda barınacak. Köyden 4—5 kişi burada daimi görevli olacak. Süt bir yere çıkacak, buna karşılık herkes kendi hayvanının giderini kendisi karşılayacak. Kimin hayvanı doğum yaparsa, o hayvan sahibine teslim edilecek. Böylece buradan da bir ek gelir sağlanmış olacak. Köylülere 6 ay sonra hayvanlarını ikiye katlayacaklarını söyleyen Tikveşli Yönetim Kurulu Başkanı Doğan Vardarlı, onlara “Bankaya olan borçlarınızı ödeyemezseniz, gelin benden alın” sözünü de verince, sıra ahır için ilk kazığın çakılmasına gelmiş. Yeri de belirlenen ahır 1 ay içinde bitirilecek. Vardarlı, 40 bin köyü olan Türkiye’de 4 milyon işletmenin bulunduğuna, bunların da yüzde 95’inin aile işletmesi olduğuna değinerek, alanında ilk örnek olan bu proje hakkında “Bütün köy hayvanlarını bir yere koyacak, bir yerde sağacak, bakacak, yemleyecek ve ürünlerini bir yerde toplayıp değerlendirecek” diyor. Tikveşli, aynı projeyi TESEV’le birlikte 28—29 Mayıs’ta Dıyarbakır’da da örnekleyecek. Muhtar İzzet Demirel, ilk sene kâr beklemediklerini, alacakları bütün parayı yatırıma yönlendireceklerini belirtiyor.

Başlangıçta Bolu’daki 5 köye anlatılan ve üçünün ilgi gösterdiği mera ıslah ve ve kırsal kalkınma projelerine katılmada tek kalan Kozyaka köylülerine diğer köylüler şimdi gıpta ile bakıyorlar. Projenin başarı sağlaması sayesinde 9 aile “Hadi” demeden ‘köyüne geri dönmüş.’ Kendisi de 3 yıl önce köye dönüş yapan muhtar İzzet Demirel’in verdiği bilgilere göre şu anda 92 hane olan köye, 3 aile daha geri dönüş yapacak.

274 kişinin yaşadığı Kozyaka’ya TEMA’nın katkısı bununla sınırlı kalmamış. Korunga ve fiğ çiçekli olduğundan arılar için özlü maddeler barındırıyor. Bu durumun değerlendirilmesi için Seben Belediyesi’nin katkılarıyla köyde arıcılığa da başlanmış.

Bunların yanısıra TEMA’nın 5 ay önce tezgahlarını kurarak ve eğitimini sağlayarak köyde uygulamaya soktuğu halıcılık projesi de hem boş zamanları değerlendirmek için vesile oluyor hem de köylüye yeni kazanç sağlıyor. Halı dokuma için gerekli malzemeyi TEMA Vakfı temin ediyor. Halıları satma işini de Vakıf üstlenecek. TEMA Genel Müdürü Ümit Gürses “En azından köylüler balık tutmayı öğrenene kadar bunun böyle devam edeceğini” söylüyor. Ümit Bey, vakfın köylerde uyguladığı projeler sonucu elde edilecek doğal ürünlerin satışının yapılabileceği satış noktaları da açacaklarını anlatıyor.

Köyde diğer bir gelişme ve yeni ekim sahası da, ilaç sanayiinde kullanılan soğanlı bitki yetiştirme işi. Tamamen ihraç malı olarak yetiştirilen igla soğanı adı verilen bitkinin kilosu 1 milyon lira. Muhtar İzzet Demirel’in verdiği bilgiye göre, ekili bir tarla şimdiden satılmış, alıcı firma bir tarla daha sipariş vermiş.

TEMA, her evde farklı kazanlar yakılarak enerji israfı olmasın diye köye merkezi bir çamaşırhane kurmuş. Biraz büyükçe bir çamaşır kazanı ile ocaktan oluşan 50 metrekarelik çamaşırhanede kadınlar çamaşırlarını yıkıyor. Hem ağaç, hem enerji, hem de su israfının önüne geçilmiş oluyor böylece. Seben’e 6, Bolu’ya 70 kilometre mesafadaki Kozyaka köyünün 10 öğrencisi var. Ama okulu yok. TEMA’nın bu projeleri uygulamasıyla başlayan köye geri dönüş sürerse belki öğrencisi de artar ve öğretmeni hak eder köy.

Koç, Nergis, Gama sponsor oluyor
TEMA’nın, projelerin uygulanacağı köyleri tespit etmesiyle iş bitmiyor tabii ki. Tikveşli gibi holding veya firmaların projeye maddi destek vererek sponsor olması gerekiyor. Nergis Holding’in patronu Cavit Çağlar’ın dayısı da Bursa Orhaneli’ndeki Şükriye köyüne, hem kızının hem de hanımının adı olması vesilesi ile sponsor olmuş. Eskişehir Valisi de bir köye kaynak sağlayarak bu alanda ilk olma unvanını almış. Bursa Yenişehir Rotary Kulüp de bir köye maddi destek sağlıyor.

Koç Holding ve Gama İnşaat ise TEMA’dan Ankara’da birer köy istemiş, sponsor olmak için. Ama köy nüfusunun çok yaşlı olması yüzünden projelere katılım sağlanamamış. Şimdi Koç ve Gama grubuna Kırıkkale Keskin’de belirlenen üç köyden ikisi önerilecek. Önümüzdeki sonbaharda projeler uygulanmaya başlanacak.

TEMA, sponsor buldukça bu yıl içinde Şanlıurfa—Harran; Ankara—Kirmir Çayı Havzası köyleri; Edirne—Uzunköprü Malkoç köyü, Bursa—Kestel, Babasultan ve Afyon—Çobanlar, Akkoyunlu, Kale köylerinde projeleri uygulamaya başlayacak. Kırsal Kalkınma Amaçlı Projeler’in dışında mera ıslah projeleri de uygulayan TEMA bu amaçla Bergama—Çamavlu; Eskişehir—Seyitgazi, Arslanbeyli; Bolu— Seben, Taşlıyayla ve Edirne—Elçili Mera Islah Projeleri’ni uygulamaya başlamış. Yıl içinde de Antalya—Kumluca; Manisa—Yayla; Diyarbakır—Dicle, Çüngüş; Erzurum—Sütpınar; Isparta—Eğirdir, Serinkent; Kütahya—Tavşanlı Mera Islah Projeleri’ni sponsor buldukça uygulamaya sokacak.

/Cemal A.Kalyoncu-Fikri Türkel

Efendi mi Köle mi Tartışması / Köylü: Biraz Sessizlik



  /Ekrem Özdemir    
Beyin göçü vermeye başladığımız yıllardayız. Almanya’ya giden köylü, yıllar sonra, çalışıp biriktirdiği paralarla, altında Mercedes arabayla köyüne döner. Köylü o güne kadar hiç araba görmemiştir. Nasıl çalıştığını, ne işe yaradığını bilmeyen köylü, arabanın önüne saman koyar.

Bu hikayeden iki sonuç çıkar. Birincisi ülke olarak zamanı ne kadar geriden takip ettiğimizi görüp, köylümüzün haline acıyabiliriz. İkincisi, altına araba çekmekle adam olduğunu sanan kişiye, köylü haddini bildirmiştir. Arabanın önüne saman koymakla “Ait olduğun yeri unutma” mesajı verilmektedir. Burada da benliğini kaybetmiş adama acıyabiliriz.

Türkiye’nin, Batılı ülkelerin standartlarına erişmek gibi bir derdi olmalı mı sorusunu bir tarafa atarak söylersek, İslam dünyasıyla beraber Türkiye’nin adalet ve kalkınma yolundaki en büyük engeli köylülüktür. Çünkü adalet ve kalkınmayı isteyenler de köylüdür. Bunu hem yapısal anlamda hem de zihniyet itibariyle söylemek mümkündür. Ve bu iş köylü zihniyetiyle olmaz. Bu millet Fransa’dan avize getirtmekle burjuva olunamayacağını öğreneli çok oldu. Türkiye, bir ülke olarak köylülük probleminin sıkıntılarını Cumhuriyet kurulduğundan beri yaşadı ve halen yaşamaktadır. Ne öldüren ne onduran devletin, köylüyü köyde eğitmek isteyen köy enstitülerinin, köylülüğü aşağılık bir tip sayan Yeşilçam filmlerinin köylüye ve köylülük zihniyetine bakışını burada sorgulamaya gerek yok. Bunların hepsi, bir milletin kendi tarihine, kültürüne, diline, dinine, imanına, ahlakına sırtını dönerek üç günde başka bir medeniyet, başka bir kültür inşa edilebileceğine ve bu sayede çağdaş uygarlık düzeyine çıkılabileceğine inanacak kadar komik ve de saçma fikirlerdir. Yalnız şu var ki, özellikle Türkiye’de köylüyü savunan da onu aşağılayan da yabancı vasfıyla ön plana çıkmakta, yerli bir fikre, yerli bir dayanağa sahiplikten uzak kalmaktadır. Bu yazı, meseleye bu yönden bakmayı daha uygun görmektedir.

Devletin köylüye ettiği
21. yüzyılın dağdağasına alışmaya çalışan 80 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti henüz köylülükten kurtulamamış bir devlettir. Neye dayanarak söylüyoruz bunu? Cemil Meriç söylesin: “Bir devlet ki, bütün bir köyün sevgisini kazanan yaşlı din adamını Arapça ezan okuyor diye tartaklayacak kadar şuursuz ve eblehtir. Bütün Hristiyan dünyanın, tek kelimesini anlamadan, latince dua ettiğini bilmez. Bir devlet ki, ışıktan korktuğu için imamı tevkif eder. Bir devlet ki, topuna tüfeğine, üniversitesine, matbuatına rağmen kitaptan ve harften korkmaktadır.” Aynı zamanda bu devlet, çağdaşlıktan, uygarlıktan, medeniyetten bahsetmektedir. Artık gerisini siz düşünün. Cumhuriyet, “Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? sorusuna, “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür.” cevabını vererek düşmüştü yola. Ama 80 yıllık uygulamalara bakınca insan sormadan edemiyor: Efendi mi, köle mi? İnsan yerine bile konulmayan toprak adamı, neyin efendiliğini kime yaptı, bilmiyoruz.

Köylü her yerde köylüdür
Köylü kimdir veya köylülük nedir? Yaygın olan kanaatleri şöyle derleyip toparladığınızda, şöyle bir tip çıkar karşınıza: Her şeyden önce bakımsız, pis bir insandır köylü. Saçı sakalına karışmıştır, sadece kasabaya veya şehre inerken traş olur, kasketi daima yamuktur, elbiseleri ütüsüzdür, elinde tesbih ağzında maltepe yapıp ettiği bütün gün kahvede oturup dedikodu yapmaktan ibarettir. Yaz olunca tarlada, kış olunca kahvede ve camide geçirir vaktini. Zekası kıttır, az şey görmüş, az şeyle uğraşmış, bu yüzden beynini ve zekasını geliştirme gereği dahi hissetmemiştir. Bir çocuk için baba ne ise köylü için de devlet odur. Böyle bir adam neyi, niye düşünsün ki! Yobazdır köylü, çünkü ilmi ve de bu ilimle yoğurduğu bir ahlâkı yoktur. Sahip olduğu dogmatik bir kültürü ve din anlayışı vardır ve bundan asla vazgeçmez. Köyde yaşamakla alakalı bir şey değildir bu. Şehirde de aynı tavrı görebilirsiniz. Köylü her yerde köylüdür. İsterse üniversite mezunu olsun.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Bu soru 70’li yılların en büyük uğraşlarından biri olan “köylüyü nasıl adam ederiz?” sorusunun değişik bir versiyonudur. Kimdir bu soruyu soran? Şehrin insanı. Peki köylü böyledir de, Stryks marka dolmakalem kullanan, Marlboro sigarası içen, her sabah yürüyüşe çıkan, “falları grafiklerde bakılan”, konken partilerinde tombala çekerek yatacağı kadını belirleyen şehrin insanı mı makbuldür? Tabi ki hayır. Neden hayır? Çünkü Türkiye henüz köylülükten kurtulamadığı için şehirli olabilmiş ve kendine has, orijinal bir şehir kültürü inşa edememiştir. Yani Türkiye’de şehir kültürü de yoktur. Maalesef şehirlerimiz, İstanbul’da yaşayan herkesin kendini İstanbullu zannettiği gibi, şehirde yaşamakla şehirli olmayı aynı şey zanneden cahil ve ahmaklarla doludur. Bütün bildiği Amerika ve Avrupa şehirlerinde gördüklerini bir maymun kabiliyetiyle taklit etmekten ibaret şehrin insanı, köylümüzden daha beter bir durumdadır. Türkiye’de köylüyü savunan kimdir? Doğu Perinçek ve Ecevit zihniyetidir, onlar da sosyalisttir. Köylüyü tek okuduğu kitap olan Kur’an’dan, tek sosyal merkezi olan camiden ayırarak, Batılılaşmaya yani batmaya zorlayan bu politikaların komikliği ve de saçmalığı zaten bilinen bir olgudur. Yazının başında da belirttiğimiz gibi, Türkiye’de köylüyü savunan da köylülüğe karşı çıkan da yanlış yapmaktadır. Neden? Çünkü ikisi de bu milleti anlayacak yerlilikten uzaktır. Türkiye’de köylüyü ve köylülüğü dışlayan kimdir? Mesela, “Köylülerin çoğunlukta olduğu toplumlarda demokratik yapı gelişmez” tespitiyle bildiğimiz ve “Türkiye’nin önündeki en büyük engel köylülüktür.” diyen Mehmet Altan’ın yaklaşımını ele alalım. Bu yaklaşım doğru mudur? Söyledikleri doğrudur, ama yaklaşımı değil. Neden? Bu ülkede köylünün suçu zamanı geriden takip etmektir, buna karşın şehirlinin suçu tamamen zamanı kokutmaktır. Eğer bugün bu memleketin yarısı köylü nüfusu ve zihniyeti ise, bunun sorumlusu halen insanlık seviyesine çıkaramadığımız şehrin insandır. Neden? Dilerseniz bunu biraz açalım.

Şehrin insanı dinsizdir
“Köyü mesken tutmak aklı mezara koymaktır.” der Mevlana. Hadis olduğu da söylenen bu sözün taşıdığı bir anlam var elbet. Akıl en büyük nimettir. Onu işletmek, geliştirmek, okumak, araştırmak, incelemek gibi yollarla işlevini artırmak lazım. Peki, bunu köyde nasıl yaparsın? Toprak adamı, Cemil Meriç’in de dediği gibi, “…ancak cehennemden kurtulmak için okur. Kitap cennetin anahtarıdır.” Okuyup da ne yapacak köylü? Refahında bir değişiklik mi olacak? Hayır. Ona lazım olan, daha çok ekin, daha çok hasad. Belki bu yıl evin üstüne bir kat daha çıkabilirse ne ala. Gerisi hikayedir bu adama. Din sosyolojisi uzmanlarının köylülük zihniyeti üzerine yaptığı, “Köylünün dini yoktur. Onun din anlayışını tabiat şartları belirler,” türünden tespitleri hafife almayalım. Halkla köylü hemen hemen aynı şeydir ve az çok mürekkep yalamış herkes bilir ki halkın dini menfaatidir. O sadece menfaatlerini düşünür ve günü kurtarma peşindedir. Spengler, “Büyükşehir insanı dinsizdir” demişti, sosyologlar köylünün dinle alakası olmadığı iddiasında. O halde İslam temelinde medeniyeti inşa eden insan nerede ve nasıl yaşar?

Efendi mi köle mi?
Medeniyetin şehirde inşa edildiğini söyledik. Spengler’ın “dinsizdir” dediği insan, modern Batı dünyasının ürettiği, sadece kendini düşünen ve hiçbir kutsalı olmayan bencil şehir insanıdır. Günümüz dünyasında Batı âlemi eğer hakim güç ise ve biz ne yaparsak yapalım, kuralları onlar koyuyor ise bunu (bugün varolan düzeni) kurdukları şehirlere, bu şehirlerdeki ilim, ticaret, sanat ve edebiyat alanındaki gelişmelere, hasılı hayata dair ne varsa hepsinin yaşandığı ve geliştirildiği şehir fikriyatına borçludurlar. Malumdur ki, İslam da dahil bütün dinler şehirlerde ve şehir toplumlarıyla vücud bulmuş, yayılmış ve bir medeniyet halini almıştır. Neden böyledir? Çünkü şehirli olmak (şehirde oturmak değil) her alanda daha fazla imkanla birlikte daha çok sorumluluğu ihtiva eder. Medeniyetin sunduğu imkânlar, her ülkede, önce şehirlere ulaşır. Bu noktada köy ve köylü, en son gidilen yer veya kimsedir. Niçin? Çünkü köylü tabi olunan değil, tabi olan kişidir. Yığın, bir diğer anlamda sürü olarak görülür köylü. İkna edilmesi kolaydır, çünkü bilgisizdir.


Köylü: Biraz sessizlik
Türkiye köylülükten kurtarılması veya kurtulması gereken bir devlettir. Fakat bundan önce, şehir insanının şehirli insan hüviyetine uygun bir donanıma sahip olması gerekir. Ancak bundan sonra köylüye gidilir ve bir kültür sunulur. Türkiye’de köylülük en büyük engeldir diyen Mehmet Altan haklıdır, ama bu eleştiriyi yaparken kriterleri tamamen Avrupa ülkeleridir ki, bu yaklaşımı doğru bulmuyoruz. Evet, köylülükten kurtulmalıyız, ama Mehmet Altan’ın söylediği şekilde değil. Efendim, İngiltere 1750’de köylülüğü bitirmiş de biz neden geri kalmışız? mantığıyla bu mesele halledilemez. Hal böyle olunca Doğu Perinçek çıkar, köylüyü savunur ve bunu yaparken de Marks’tan, Lenin’den, Mao’dan bahseder. Müslüman Anadolu köylüsüne Marks gözlüğüyle yaklaşmak, nasıl Türkiye’nin kurtuluşu olacak, bunu gerçekten merak ediyoruz. Bu noktada sayın Ahmet Turan Alkan’ın yaşadığı ızdırabı paylaşıyoruz. Köylülük geriliktir, görüldüğü yerde ezilmelidir. Fikren de böyledir, zikren de böyledir.


Görüşler

MEHMET ALTAN : KÖYLÜLÜK EN BÜYÜK ENGELDİR
Kendi sorunlarını görmemek için gözlerine mil çeken Türkiye’nin gelişmesinin önündeki en büyük yapısal engel köylülük ve tarımdır. Türkiye, inatla görmezden geldiği ve çözmemekte direndiği bu konuyu hayatın zorlaması sonucunda görmek zorunda kaldı… Köylülük sadece fakirlik değil, bir zihniyettir. Köylülerin çoğunlukta olduğu toplumlarda demokratik yapı gelişmez, birey ortaya çıkmaz. Böyle bir toplum; demokratik haklar peşinde olmaz, faili meçhul peşinde koşmaz, Susurluk’a kafa kaldırmaz, derin darbelere ses çıkartmaz… Türkiye bu sorunla yaşayamaz. Yapısal bir değişikliğe gitmeden ne bu sorun, ne de bu soruna bağlı olarak ortaya çıkan diğer sorunlar çözülebilir. Yeryüzüne ulaşmak istiyorsak, köylülük yakamızdan düşmeli…

Köylülük sadece bir ekonomik fakirlik değil, bir zihniyettir de. Bu, dünyayı algılamakta zorlanma demektir. Bu zihniyeti aşmadan Türkiye sorunlarını çözemez. Türkiye’nin bugün en önemli sorunu köylülüktür.

Dünya köylülüğü bitirmek istiyor. Eğer Türkiye bu yönde irade gösterirse, dünya bize tahminimizden daha fazla yardım eder ve 20 yılda köylülük çok farklı noktaya gelir. Ama Ankara mevcut sistemi devam ettirmek, köylülüğü korumak istiyor. Türkiye’de çözümleri engelleyen çok güçlü bir ’saray yapısı’ var. Bizdeki Osmanlı artığı askeri yapılanma, köylüleri köylerde tutarak kendi iktidarını güvence altına alıyor. Siyasetçi de bu yapının türevi olduğu için buna karşı çıkmıyor. Köylülerin çoğunlukta olduğu toplumlarda tepkiler gelişmez, birey ortaya çıkmaz, demokrasi arzusu yükselmez. Öyle bir toplum demokratik haklar peşinde koşmaz, faili meçhuller peşinde gitmez, Susurluk’a kafa kaldırmaz, askeri darbelere ses çıkarmaz.

AHMET TURAN ALKAN:  GÖRÜLDÜĞÜ YERDE EZİLMELİ
İslâm dünyasında kalkınma fikriyle doğrudan ilgili olmasa bile dinin doğru algılanması meselesini yakından ilgilendiren mühim bir yaygın dert var; bu dert köylülüktür ve köylülük inanç da dahil, iktisadi, sosyal ve kültürel boyutları ile doğru teşhis edilmesi gereken bir problemdir.

“İslâm dünyasının en büyük düşmanı köylülüktür; görüldüğü yerde ezilmeli” sözüne hak verdirecek derecede önemli bir “gerilik” kategorisidir köylülük.

Ülkenin son yarım asrında olup biten herşey, köylülerin şehirlere yürümesinin muazzam tesirinden kurtulabilmiş değildir. Köylülük, şehirlilik halinin zıddı. Sadece şehirde yaşamak şehirlilik anlamına gelmez; şehir insan ilişkilerinin, ekonominin, hukukun, meslek ve uzmanlıkların, zihni hayatın en üst seviyede evrensel meydan okumaya tabi kaldığı ve buna mukabil cevap ürettiği yerdir.

Köy ufukları dardır; köyde insan zihnini problem çözmeye sevk eden pek az saik vardır. Elbette köy hayatı zamanla kendi dengelerini bulmuş, kurumlarını oluşturmuş, hayatını sürükleyecek temel mekanizmaları inşa etmeyi başarmıştır. Ne var ki “köy âhengi” diyebileceğimiz bu dengeler, şehir ölçeğinde işe yaramayacak kadar iptidai kalır. Bu yüzden köy, sosyolojik bir kategori olarak geridir ve bu mânâda bütün dinler “şehirli” yani medeni bir muhteva taşırlar.

DOĞU PERİNÇEK : DEMOKRATİK DEVRİM ÖZÜNDE KÖYLÜ DEVRİMİDİR
Demokratik devrim, özünde köylü devrimidir. Demokrasi, köylünün uyanış ve özgürleşmesidir. Köylüye tavır, aslında demokrasiye tavrı yansıtır. Köylüden yana olan, demokrasiden yanadır; köylüye karşı olan ise, demokrasiye karşıdır. Bu ölçüt, Avrupa’nın eski burjuva demokratik devrimleri için de geçerlidir; Ezilen Dünya’nın emperyalizm çağındaki milli demokratik devrimleri için de.
Atatürk, demokratik devrim önderi olarak, “Köylü milletin efendisidir” demişti. Köylü milletin efendisi olmalıydı, özgürleşmeliydi; ağasına ve şeyhine bağımlılıktan kurtulmalıydı.

Bugün Türkiye’de demokrasi, esas olarak köylünün dönüşmesinden başka bir şey değildir. Peki köylü nasıl dönüşecektir, “yakamızdan düşerek” mi? Bu soruya verilecek cevap, demokrasi güçleri ile demokrasi düşmanları arasındaki saflaşmayı belirlemede denektaşıdır.

Neoliberal tayfa, “köylüde demokratik tepki gelişmez, köylü Susurluk’a kafa kaldırmaz” diyor. Atatürk ise, köylüye efendi olmayı yakıştırıyor. Lenin ve Mao da öyleydi. Hatta Marks, Avrupa’daki 19. Yüzyıl devrimlerinin köylüyü yeterince harekete geçiremedikleri için başarısızlığa uğradıklarını saptadı.

Çağımızın milli demokratik devrimleri, yüz milyonlarca köylüyü tarih sahnesine çıkardı. Köylü ayağa kalkarak özgürleşti ve olabildiği kadar efendileşti. Köylülük, demokratik devrimlerin hem başarısını, hem de eksiklerini ve zaaflarını belirlemiştir. Ancak bu eksikler ve zaaflar, tarihsel sürecin yetersizlikleridir.

M. K. ATATÜRK : “Köylü milletin efendisidir!”
Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten çok refah, saadet ve servete layık olan köylüdür. Binaenaleyh, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin iktisadi siyaseti, bu temel hedefi gerçekleştirmektir.

Efendiler! Diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin tek nedeni bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Filhakika; yedi asırdan beri dünyanın çeşitli bölgelerine sevk ederek, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima horlayarak karşılık verdiğimiz ve bunca fedakarlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, zorbalıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu asli sahibin huzurunda bugün büyük utanç ve saygı ile gerçek duruşumuzu alalım. Efendiler! Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki mesaisini çağdaş iktisadi tedbirler ile azami ölçüye ulaştırmalıyız. Köylünün mesaisinin sonuçlarını ve faydalarını kendi menfaati lehine azami ölçüye vardırmak iktisadi siyasetimizin esas ruhudur.
TBMM Üçüncü Toplanma Yılı Açış Konuşmasından
(1 Mart 1922)