30 Ocak 2010 Cumartesi

Akbulut köyü Folklorunda Mendil



Recep Hoca Bir Düğünde "Şirinlik Tepsisiyle" ve Davuldaki Mendil...

Mendilimde gül oya
Gülmedim doya doya
Dertlere karıyorum
Günleri saya saya
Al beni kıyamam sana
/Anonim


Öyle bir eşya düşünün ki hem neşede hem de tasada ortak kullanılsın. Ağladığımızda, güldüğümüzde, neşelendiğimizde, hüzünlendiğimizde o hep elimizde. Mendilden bahsediyorum. Gözyaşlarımızı sildiğimiz, sevgilimize yolladığımız, coşup eğlenirken salladığımız mendil. Daha düne kadar yanımızdan ayırmadığımız, yerine göre bir ilkyardım aleti, yerine göre temizlenme ve yerine göre güneşten korunma aleti olarak kullandığımız mendillerimiz de hayatımızdan yavaş yavaş çıkıp gitmektedir. Bugün kaç kişinin cebinde ya da çantasında bu mendillerimizden bulunuyor. Ya da “kâğıt mendil çıktı mertlik bozuldu” mu deseydik.

Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğünde Mendil; “Burun ve ter silmekte, el ve yüz kurulamakta kullanılan küçük, kare biçiminde dokuma veya yumuşak, ince kâğıt” ve “İçine bazı şeyler konulan dokuma, yağlık” olarak tanımlanmaktadır.

İşlevsel olarak bir silecek olan mendilin aslı Arapça “Mindil” dir. Genellikle burun, el, yüz, göz vb. uzuvlarımızın temizliği ve kurulanması için kullanılan mendil bu işlevi için genellikle pamuklu ve keten kumaşlardan yapılmış olsa da başka işlevler için ise ipekli ve daha değerli kumaşlardan yapılmaktadır.

Geleceği karanlık olan bez mendilimizin geçmişini aydınlatmak gerekirse tarihte mendili ilk defa İ.Ö. 6. yy.larda Roma Oyunlarında, oyunların başlamasını ve sona ermesini işaret etmek için “mapa” adıyla flama yerine kullanıldığını görüyoruz.

Mendilin Avrupa’daki tarihi hakkında Tamer KORUGAN’ın, Lüzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi, 3. cildinde şu bilgilere rastlıyoruz. “On beşinci yüzyılda Fransız denizciler, doğu denizlerine yaptıkları keşiflerden, hafif ve ketenden yapılmış büyük bez parçalan ile döndüler. Bu bez parçalarını, tarlada çalışan Çinli işçiler başlarını güneşten korumak için kullanırken görmüşlerdi. Moda meraklısı Fransız kadınlar bu bez parçalarından hemen etkilendiler ve onlara başı koruyan veya kaplayan anlamında “couvrechef” adını verdiler. Bezler Manş denizini aşıp İngiltere'ye geçtiklerinde, İngilizce “başörtüsü” anlamına gelen “kerchief” adını aldılar. Ancak uygulamada bu bez parçaları güneş çıkana kadar (ki İngiltere'de epey beklemek gerekiyordu) elde taşındıkları için “el baş Örtüsü” anlamında “handkerchief” diye anılmaya başladılar. Yani bugün asıl amacı burnumuzu silmek olan mendilin başlangıçtaki görevi başı güneşten korumaktı.”

Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat-it Türk de mendil, Orta Asya Türkleri tarafından “ulatu” olarak adlandırılmış ve burun silmek için göğüste taşınan ipekli kumaş parçası olarak tanımlanmıştır. Mendil, Selçuklu ve Osmanlılarda hem süs hem de gereksinim olarak kullanılmıştır.

Türklerde mendil kavramı; çevre, elbezi, elçiti, dest-mal (Farsça) anlamındadır. Eski kaynaklar incelendiğinde, mendil, yağlık, çevre, makrama, destimal, destmal, yemeni, çember sözcükleri ile ifade edilmiş olduğu görülür.

Görülen odur ki Osmanlı Saray kültürünün de etkisiyle bizde mendil, Batı’daki önemini aşmış, başlı başına bir “Türk Mendil kültürü” oluşmasına yol açmış ve çeşitli amaçlar için ortak anlamlar ifade eden bir “sembol” olmuştur.



Kalem, Defter, Silgi ve Mendil

İlkokula giderken çantamızda olması istenen araç gereçlerin başına Mendil gelmekteydi. Hatta günlük ya da haftalık olarak yapılan tırnak ve saç muayenelerinde bizden istenen bir diğer eşyamız da cebimizde bulunması gereken temiz bir mendil idi. Gerçi bugün bile ilköğretimin birinci kademelerinde aranan bu mendiller o gün siyah olan “karaönlük” lerimizin etek ya da göğüs kısmında olan ceplerinde bulunmak zorundaydı. Okuldaki mendil kullanma zorunluluğu temizlik alışkanlığı edindirme amacı içindi. Elimiz ya da yüzümüzdeki kiri pası silmek ya da yıkanmış olan ellerimizi yüzümüzü kurulamak için kullandığımız bu mendillerimizi o gün aslında kirlenmesin diye kullanmamaya özen gösteriyor isek de aslında hep kirli olduğu için de yine kimseye göstermemeye dikkat ederdik.


Mendili yudum arıttım, Gülün dalında kuruttum

Mendil, kullanım alanı olarak ve esasen çirkin, hatta kirli ve pis sayılabilecek bir somut nesnedir. Mendilin gerçekte ne kadar estetikten uzak bir nesne olduğunu anlatmak için özellikle kış günlerinde yakalandığımız grip ve nezle hastalıklarıyla cedelleşirken hapşırık sonrası halimizi düşünmek kâfi gelecektir. Bu yönüyle mendil, hemen uzaklaştırılması çöpe atılması gerekli bir malzeme olarak görülmektedir. Tek kullanımlık kâğıt mendillerin icadı zannederim bu nedenledir. Oysa her çirkinliği güzelliğe, her kirliliği temizliğe, her sıradanlığı sanata dönüştürmekte mahir olan milletimiz mendili de öyle bir dönüşümle güzelleştirmiş, temizlemiş ve sıradan bir bez parçası olmaktan kurtararak el sanatlarının seçkin bir örneği haline getirmiştir.
   
Kültürümüz içinde mendil, çiçekle, gülle özdeşleştirilerek, sevgiliden sevgiliye sunulan bir hediye olarak ona aşk ve sevgi taşıyan bir anlam yüklenmiştir. Mendil bu yüzden edebiyatımıza, müziğimize ve oyunlarımıza konu olmuştur. “Mendilimde gül oya”, “İpek Mendil dane dane” “Sallasana sallasana mendilini…” gibi örnekler, Anadolu’da mendille anlatılmak istenen duygusal durumları göstermektedir. En duygulusu da Ferdi Tayfur’un “Emmoğlu” türküsündeki “Yüce dağ başında yayılır atlar, Yar mendil işlemiş ikiye katlar, Mezarın üstünde beş karış otlar, Bitmeyince gönül yardan ayrılmaz, Ayrılmaz emmoğlu ayrılmaz” dediği mendil değil midir?

Öte yandan Halk Edebiyatımızın zirvelerinden biri olan Keloğlan Masallarındaki Kahramanımız Keloğlan’ın yolculuğa çıkarken yanına aldığı iki şeyden biri uzun sopası ve diğeri de bu sopanın ucuna taktığı azık torbası değil midir? Büyükçe bir mendile sardığı azığı ise bir parça ekmek ve kuru soğandan başkası değildir.


Dini Motiflerde Mendil

Ömr-ü Hayatımızda önemli bir yeri olan dini inanışlarımız içinde de mühim işlevlerine tanık olduğumuz mendiller vardır. Bunlardan ilk aklıma gelen biri dağda çobanlık diğeri de şehirde ayakkabıcılık yapan iki kardeşin “erme” hikâyeleridir. İki kardeş de tasavvufta o kadar ilerlemişlerdir ki kimin daha çok Allah dostu olduğu konusunda bir birleriyle yarışa girmişlerdir. Dağda çobanlık yapan kardeş şehirde oturan kardeşine misafirliğe gelirken takvasını ispat için mendile sağdığı koyun sütünü getirip dükkâna asar. Ayakkabıcı olan kardeşi de nazire olarak kendi mendiline su doldurup kardeşinin süt dolu mendilinin yanına asar. O sırada dükkâna iki bayan müşteri gelir ve birlikte müşteriyle ilgilenirlerken çobanın sütü mendilden sızıp akmaya başlar. Çünkü çobanın gönlü kadına meyleder ve böylece sırrı çözülür.

Mendille ilgili aklıma gelen bir diğer dini hikâyemiz ise kötü yola düştüğü için oturduğu muhitten kovulan bir kadının ıssız çölde ilerlerken bir su kuyusunun başında dili bir karış dışarıda susuzluktan çatlamak üzere olan bir köpeğe su verme hikâyesidir. Kötü yola düşmüş olan bu kadın köpeğe acır ve su çekmek için bir kabı olmayan bu kuyunun dibine inerek mendilini ıslatıp, çıkarak köpeğin ağzına sıkar. Bu işi köpek suya kanana kadar tekrarlayan kadına Mevla’dan bir haber gelir ki yaptığı bu iyilikten dolayı geçmiş bütün günahları bağışlanmış ve üstüne üstlük Allah’ın Veli kulları derecesine yükseltilmiştir. 


Annemin Gül Oyalı Mendili

Mendil, yavuklular arasında hatıra, armağan olarak kullanıldığı gibi bir haberleşme aracı olarak da kullanılmaktadır. Mendil, şairin dediği gibi “suskun dillerin dili, sevdalı gönüllerin mektubu, utangaç yüreklerin ilan-ı aşkı olmuştur.” Her ne kadar günümüzde mendilin duygusal yanı azalmış olsa da hatıralarda hâlâ canlı duran mendillerimiz vardır. İşte bunlardan birisi de rahmetli Annemin nişanlılık döneminde babam için kendi elleriyle nakış nakış işlediği mendilidir. Bu yazıyı yazma nedenim olan bu mendile annem aslında kendi kaderini nakşetmişti. Yeri gelmişken bunu paylaşmak istedim.

Hayatımda ilk hatırladığım mendil annemin babam için “oyaladığı” bu mendil idi. El büyüklüğünde beyaz ve kalın bir bezin kenarlarını mavi renkli bir iplikle çarpı şeklinde sade bir şekilde işlemiş, dört köşeli olan bu mendilin üç köşesine gül niyetine papatyayı andıran çiçekler işlemiş ve dördüncü köşeye da babamın adını yazmıştı. İlkokula giderken mendil niyetine cebimize bir şeyler koymak için çıkınlarını karıştırırken elinde görmüştüm o mendili. Şimdi bir yerlerde hâlâ duruyor mu bilemiyorum ama evleneceği adamı ve onunla birlikte geçireceği bir ömrü hayal ederken, beyaz bir bez parçası üzerine işlediği “bir isim” ve o gün adı henüz konulmamış “üç çiçek” bugün aynıyla kaimdir. O mendile adını nakşettiği bir eşi ve “çiçek” diye işlediği üç evladı, kendisi terk-i diyar eylerken ardında bıraktıklarıydı. Ardında bıraktığı o mendil ve o mendilin üzerine nakşedilmiş ifadelerin bir benzerinin de şimdi kendisiyle birlikte olduğu bir tesadüf müydü ki? Yani üç çocuğuyla kendisi öte dünyada üç çocuğuyla eşi bu dünyada.  O’nunki bir hayaldi ve mendile işlediği hayalleri gerçek olurken bu defa kendisi hayal olmuştu. (Cümlesi Nur içinde yatsın.)



MENDİLLERİN İŞLEVİ

İşlevleri ve türleri bakımından çok çeşitlilik gösteren mendiller geçmişten günümüze kadar şu üç temel işlevi sürdürerek gelmişlerdir. Silecek, Ambalaj ve Sembol.


Temizlikte Silecek Olarak Kullanılan Mendiller

Mendil denince akla ilk gelen gözyaşı ise siz duygulu bir insansınız demektir. Acı, keder ve üzüntülü anlarımız gözyaşlarımızın sel olup aktığı duygusal anlardır. Bu durumda gözyaşlarımızı her ne kadar elerimizle silmeye çalışsak ta elimiz mutlaka bir mendil arayacaktır. Bu anlarda mendille birlikte uzanan bir “dost eli” aslında bizim üzüntüyü bırakıp yaşamaya dönmemizin habercisidir. Ayrılık anlarında sallanan mendiller kadar kavuşurken de sallanan mendiller neşede ve sevinçte akan gözyaşlarımızı silip kurulamak için kullandığımız çok değerli bir eşyamızdır. 

Devletimiz tarafından eğitim yoluyla İlkokuldan itibaren yerleştirilmek istenen mendil kullanma kültüründe mendile yüklenen temel işlev temizlik aracı oluşudur. Eskiden her gencin cebinde ayna, tarak, mendil ve kerata (ayakkabı çekeceği) bulunurdu. Özellikle günlük yaşamını evin dışında geçirenlerimizin vazgeçilmez aksesuarlarından olan bez mendillerin yerini şimdi tek kullanımlık kâğıt mendiller almıştır.

İşyerleri ve umuma açık bilumum yerlerin ana gider kalemleri arasında yer alan kâğıt mendil ve havluların temizlik için silecek olarak kullanılmasının sağlık açısından ne kadar yararlı olduğu tartışma konusudur. Birçok araştırmada bu tek kullanımlık mendillerin anlatıldığının aksine çok da yararlı olmadığı ileri sürülmektedir. Gerçek bir temizlikte su ve sabun ile yıkanmanın ötesinde kurulanmanın da birinci derecede önemli olduğu vurgulanmaktadır. Dokuma havlu ve bu iş için özel olarak üretilmiş mendillerle yapılan silme yoluyla kurulama işlemi esnasında temizlenen yüzeye uygulanan basıncı kâğıt peçete ve mendillerle ne yazık ki yapamıyoruz. Kurulayacağımız bölgeyi silerken oradaki kalıntıları temizlemek şöyle dursun eriyip dağılan kâğıt mendil parçaları da o bölgeye yapışarak kirliliği artırmaktadır. Öte yandan bu kâğıt mendillerin hammaddesinin çöplerden toplanan kâğıtlar olduğu ve amacı sadece para kazanmak olanlarca yapılan üretim koşullarını da göz önüne alırsak “nerede o eski mendiller” demeden duramayacağımız kesindir.


Nerede O Eski Mendiller

Evet, nerede o eski mendillerimiz. Sıcak yaz günlerinde tarlada bayırda çalışırken başımıza bağlardık “güneşlik” niyetine. Gölge yapardı bize Temmuz güneşi altında orak biçerken. Efil efil esen yeller, ensemize kadar uzanan uçlarını sallandırırken serinlememize katkı sağlardı bir yelpaze gibi. Alnımızdan gözlerimize burnumuzun ucuna ve ağzımızın içine dolan, saçlarımızın arasından ensemize doğru çağlayanlar gibi akıp gelirken aynı zamanda temas ettiği tozla birlikte harman sürerken derimizi değil yüreğimizi yakan terlerimizi bu mendillerle silerdik. İş güç dışında yolculuklarımız esnasında terimizi silmek için yanımızdan ayırmadığımız mendillerimiz yağmura tutulduğumuzda da yüzümüzü gözümüzü kurulamak için kendisine uzandığımız bir yoldaşımızdı. Yazın kurulanmak için kullandığımız bu mendiller kışın yine hayatımızın bir parçası olup burun akıntısı ve hapşırık gibi nezle ve grip hastalıklarının sorunlarıyla mücadele etmekte temizlenme aracı olarak kullandığımız temel eşyamızdı. Bu gibi durumlarda eskiden Avrupalılar burunlarını açığa doğru sümkürür ve kalıntılarını da ellerine kollarına silerlerken atalarımız cebinde bu işler için işlemeli mendiller bulunduruyordu. Elimizden, ayağımızdan yaralandığımızda kanayan yerimizi hemen onunla bağladığımız mendillerimiz burada bir ilk yardım malzemesidir. Gözümüze toz kaçtığında ya da gözbebeğimize yapışan çöpü almak için kullandığımız eşyamız temizliğine en çok güvendiğimiz bu bez mendiller değil midir?

Tek kullanımlık mendil önerenlerin yaptıkları temel yanlış da yine ortaçağ Avrupa’sının yaşadığı ilkelliğe dayanmaktadır. Mendiller içine sümkürülmek için değildir. Bu işin medeni davranışı mecbur kalmadıkça mendile sümkürmek değil, burun akıntılarımızı gidip bir lavaboda ya da çeşmede temizleyip mendille kurulanmaktır. Suya sabuna dokunmadan yapılan temizliğin ne kadar temizlik olduğunu varın siz söyleyin. El ve yüz temizliğinde kullanılmak üzere özel olarak nemlendirilmiş ve hoş koku verilmiş ambalajlı mendiller hakkında da pek fazla bir şey söylemeye gerek yoktur. Aktibakteriyelmiş, hijyenikmiş laf-ı güzaf…!

Hayatta tek temizleyici “akarsu” dur. Gerek dere, çay ve ırmaklardan çağlayarak akan su, gerek musluğumuzdan ve gerekse tas ile dökülen sular hep “akarsu”dur. Bu sular akarken hem temas ettikleri yerleri hem de kendilerini temizlemektedirler.


Sarmak, Saklamak ve Taşımak İçin kullanılan Mendiller

Sırf bu amaç için üretilmeseler de ihtiyaç hâsıl olduğunda içine yiyecek ya da herhangi bir ihtiyaç malzemesi konularak bir bakıma çanta ve torba niyetine kullanılan mendillere bohça, köyümüzdeki söylenişiyle “boğça” denilmektedir. Özelikle eve uzak tarlalarda çalışılırken yemek için eve gelinmez, bir su kabı ile içine ekşi ya da pekmez konulmuş derin bir çanak, ekmek ve kaşık konulmuş bu azık torbaları hep bir mendildi. Dağa odun etmeye giderken ya da yazıya mal gütmeye giderken “çıkın” olarak yanımıza aldığımız yiyeceğimizi hep bu mendile sarar öyle taşırdık. Öte yandan dedem rahmetli, sık sık konu komşunun kurutulmuş tütünlerinden içmelik olarak seçip doğradığı tütünü özelliği diğer tütünlere karışıp kaybolmasın diye kendi tütün torbasına koymaz mendiline sarıp sarmalar eve öyle getirirdi. Ninem parasını bir mendil içinde saklar ve taşırdı. İçine paralarını koyduğu mendilini rulo yaparak katlar ve iki ucundan bağlayıp düğüm yapardı. Dağda bayırda rastlanılan küçük yabani meyveler ya da tarlalarda, ağaçlarda hasat sonrası kalan “başak”lık ürünler yine bu mendile toplanıp eve taşınırdı.


İletişim Aracı Olarak Mendil

Temizlik aracı ve taşıma ve saklama işlevleri dışında mendilin kültürümüz içinde ağırlıklı olarak yer aldığı alan hiç şüphesiz ki sembolik anlamlarda kullanıldığı alanlar olup günümüzde bile yaygın olarak kullanılmaktadır. Burada amacına göre üretilmiş olan mendiller boy boy ve rengârenktir.

Köy düğünlerinin ana simgesi bu rengârenk mendillerdir. Evlenecek gençlerin tanışma safhasından başlayıp nişan ve düğün gibi bütün safhalarda bu mendiller hep el üstündedir.

Mendil, evlenecek gençler arasında “hatıra, armağan” olarak kullanıldığı gibi bir “haberleşme aracı” olarak da kullanılmaktadır. Tanışmak isteyen bir erkeğin gönderdiği genellikle ucu yanık mendil kız tarafından kabul edildiğinde “evet”, geri gönderildiğinde ise “hayır” anlamı taşımaktadır.

Mendil nişan, düğün vb. Nedenlerle karşılıklı gönderilen bohçaların da vazgeçilmez eşyalarındandır. Kız tarafına gönderilen mendil geri gönderildiğinde “size verilecek kızımız yok” demektir. Eğer mendil iade edilmezse “kızımızı istemenize memnun olduk. Buyurun görüşelim” Anlamına gelmekteydi. Her genç kızın çeyizinde kendi eliyle işlediği birkaç mendil mutlaka bulunur. Âşıklar uzaktan duygu, düşünce ve isteklerini mendil aracılığı ile birbirlerine bildirirlerdi. Gidip gelen hediye tepsileri, hediye bohçalarının da ana malzemesi hep o renkli mendillerdir.

Düğün dernek kurulduğunda mendil ilk önce “okuyucu”nun yanında gezen davulcunun davulunu, zurnacının zurnasını süsler. Ardından keşkek döven gençlerin omuzlarında, ortalık yerde döne döne oynayanların ellerinde ve nihayet gelin alma konvoyuna katılan bütün araçların anten ve dikiz aynalarında ortamı bayram havasına çeviren bu mendillerimizdir. En heyecanlı mendil ise gelinin baba evinden çıkıp yola koyulduğunu haber etmek için düğün alayından önce yola çıkarak gelin evinden düğün evine getirilen “haberci mendili”dir. Bu mendili getiren kişinin alacağı hediye yüklü bir bahşiş değilse en azından besili bir horozdur.

Mendilin her bir rengine ayrı bir anlam yüklenmiştir. Eskiden birbirini seven kişiler arasında adeta bir mendil dili oluşturulmuştur. Renklerine göre mendillerin ifade ettikleri anlamlar; Beyaz Mendil: Seni delice seviyorum; Eflâtun Mendil: Yarın penceremin önünden geçiniz, mektup vereceğim; Fıstıkî Mendil: Dikkat et komşular görecek; Kenarları mor Mendil: Çapkın! Pek hoşuma gidiyorsun; Kenarları Pembe Mendil: Sensiz yaşayamam; Kenarları Sarı Mendil: Birkaç gündür rahatsızım, çıkamadığımın sebebi budur; Kenarları Yeşil Mendil: Sana daima sadık kalacağıma söz veririm, gibi... Kırmızı Mendil: Seni bütün varlığımla seviyorum; Mavi Mendil: Kederlerdeyim, çok vefasızsın, sensiz mesut olamam; Mor Mendil: Hayatım senindir; Pembe Mendil: Bütün ümidim sende; Yeşil Mendil: Gönderdiğin mektubun cevabını bekliyorum, ne zaman göndereceksin?


Çocuk Oyunlarında Mendil

Mendil hep büyüklerin kullandığı bir eşya değil ki. Özellikle çocuk oyunlarında da çok sık kullanılan bir oyun aracıdır. Mendil, günlük yaşantımızda ve folklorumuzda, gelenekselleşmiştir. Bu bağlamda kapanın elinde kalan mendille “mendil kapmaca”, ebenin gözlerini bağladığımız mendille “körebe” ve ardına bıraktığımız halde aymayanı, ucunu top yaptığımız mendille patakladığımız “yağ satarım bal satarım” gibi çocuk oyunları mendille oynanan oyunlarımızdan bazılarıdır. Bu ve diğer çocuk oyunlarını “Köy Günlüğü”müzün “Oyunlarımız” bölümünde bulabilirsiniz.



MENDİL ÇEŞİTLERİ

Çıkın Mendilleri;  Büyük ebatta olan bu tür mendiller çıkın yapmak, öteberi vs. Koymak için kullanılır. Genelde koyu renkte olur. Yolculuk esnasında küçük çapta sofra altı olarak kullanılmaktadır.

Giysi Mendili; Giysiyi tamamlamak için erkek ceketlerinin üst cebine konulan küçük fantezi kumaş parçası. Genellikle bu tür mendiller kravatlarla uyum içinde olur.

Silme Mendilleri; Orta boyda olan bu mendiller burun ve yüz silmede kullanılır. Genelde sade olan bu mendiller el yüz temizliğinde kullanılır.

Süs Mendilleri; Ebatları küçük olanlardır. Bu tür mendillerin kenarları işlemeli, oyalı, dantelli olduğu gibi altın simli cinsleri de bulunmaktadır.

Ter Mendili; Bir peçete büyüklüğünde ve mutlaka renkli olan bu mendillerin çoğu da damalıdır. Ağır işte çalışanların yorulup terleyince, kuşaklarının arasına sıkıştırdıkları bu mendillerle silinip kurulanırlar.

Yas Mendili; Cenaze defin işlerinde tabutun üzerine örtülmek üzere hazırlanmış, büyükçe ve genellikle koyu renk ya da siyah mendil.

Yazma Mendil; Üzerine baskı tekniği ile desen basılmış mendil. Kenarları oyalı olur.


Bu Mevzu Bitmez

Mendilin kültürümüzdeki yeri o kadar çoktur ki hangi birini anlatsak bilemiyorum.

Eski Türk filmlerinde ağlayan bir bayana filmin jönü tarafından kibarca uzatılan mendillerden mi bahsetsek yoksa âşıkların bir birlerine pas vermek için özellikle Üsküdar’a gider iken hatununun yere attığı ve yağız delikanlının yerden alarak ''hanımefendi mendilinizi düşürdünüz'' diyerek verdiği mendilden mi bahsetsek?

Ya kentlerimizdeki Cami avlusunda veya sokağın köşe başına oturup “Allah rızası için bi ekmek parası” diye dilenenlerin önlerine serdikleri  mendillere ne demeli…!

Hele bir de telefonda şaka ya da sapıklık yapanların, ses boğuk çıksın diye de kullandıkları mendillerden de bahsedersek iş çığırından çıkacak demektir. En iyisi konuyu burada kapatmak…

Ancak şunu da aklımızdan çıkarmayalım ki tek kullanımlık kâğıt peçete ve havlular ulusal ekonomiler için başlı başına bir “israf”tır. İsraf ise dinimizde haram kılınmıştır. Düşünebiliyor musunuz bu mendiller için bir yılda kesilen ağaç miktarı ne kadardır? Vara yoğa sürüp, silip çöpe attığımız bu kâğıt mendil ve peçetelere her yıl ödediğimiz para miktarı kaç liradır? Oysa tertemiz yıkayıp, ütüleyip katlayarak cebimize ya da çantamızda taşıdığımız bez mendiller öyle mi?

Kalın Sağlıcakla.

/Çetin KOŞAR
30 Ocak 2010

29 Ocak 2010 Cuma

Köy, Köylü ve Köy Öğretmeni



21.10.1939 tarihinde Eğitmen Kursu'nu bitirip
görev yerlerine gitmek üzere kurstan ayrılan eğitmenler
kendi yaptıkları tahta bavullarıyla.

Köyde, yüzyıllardan beri düşüncelere hâkim olan, hayat ve kâinata bakış tarzını telkin eden başlıca şahıs, köy imamıdır. Gerçi, bizzat köylünün de tecrübeden gelen bir takım fikirleri vardır ve köy imamı ile köylünün görüşleri arasında bazı tezatlar ve çatışmalar bulunması pek mümkündür. Fakat yine de köylünün hayat felsefesinin köy imamının tesiri altında kaldığı şüphesizdir.

Köy imamı köylüye telkin etiği fikirleri nereden öğrenmiştir? Bunlar ne kadar İslamiyet’e uygundur? İşte tetkik edilmesi lazım gelen bir mesele... Bu konuda bir araştırma yapılmasını çok isterdim. Bunların içersinde İslamiyet’ten çok öncesine ait Kuran’la hiçbir ilgisi olmayan, medeniyet tarihi bakımından dikkate şayan bir sürü inancın bulunduğu muhakkak. Türk halkı bu topraklara gelirken Asya’dan, bir takım örf, âdet ve inanç da getirmiştir. Anadolu Türk tarikatlarında Şamanizm’in tesiri olduğu ilmi surette ispat edilmiştir. Bizzat Anadolu’da bizden önce yaşamış olan kavimlere ait inançların da araya karıştığı ve bugüne kadar devam ettiği folklor tetkiklerinden anlaşılmaktadır. Eski ve karışık olmakla beraber bunların beşeri ve içtimai değer sıfatıyla, kötü olduğu ileri sürülemez. Eksiklik ve karışıklık, mutlaka fenalık manasına gelmez.

Türk Köylüsünün davranışında bir asalet olduğu, yabancıların bile fark ettikleri bir vakıadır. Yunus Emre’nin ve daha pek çok halk şairinin köylü olduğu ve bunların köyde yaşayan duygu ve düşünceleri ifade ettiği göz önüne alınırsa, sözde ileri fikirli bazı kimselerin yaptığı gibi, kolay kolay bunların aleyhinde bulunulamaz.

Şehirde olduğu gibi köyde de, münevver tabakada olduğu gibi halk tabakasında da bugün bizim ideal telakki ettiğimiz kıymetlere uymayan menfi taraflar elbette vardır. Mühim olan bunları tespit etmek, hakiki sebeplerini bularak düzeltmeye çalışmaktır. Hiçbir ilmi düşünceye ve araştırmaya dayanmayan ithamlardan bir şey çıkmaz. Benim kanaatim odur ki, üzerine yüklenilen köy imamı tamamıyla meçhul bir şahıstır. An’ane ve muhitin tercümanı ve mümessili olan köy imamının kendisi de, belki ne olduğunun, köy hayatında nasıl bir rol oynadığının tamamıyla farkında değildir. Köy, daima yarı karanlığın içinde yaşar.

Medresenin yerine mektep kurulduktan sonra, köye şehirden yeni bir tip gönderilmiştir ki, bunun adı köy öğretmenidir. Köy öğretmeninin ilk vasfı, bizzat şehirli olmasa bile, şehre, yani daha ileri bir medeniyet merhalesine ait kıymetleri temsil etmesidir. O, hem görünüşü, hem de zihniyeti bakımından köy imamından tamamen farklıdır. O, ileri şehir medeniyetinin köye gitmiş bir mümessilidir. Köyü, bütün an’anesi ve zihniyeti ile şahsında temsil eden köy imamı ile köy öğretmeni arasında bir tezat, gizli veya açık bir çatışma olması gayet tabiidir. Bu tezat ve çatışmanın arkasında iki ayrı medeniyet, iki ayrı yaşama ve düşünme tarzı vardır. Bunlar adeta iki ayrı çağ, iki ayrı millet gibi birbirine yabancıdır.

Ne kadar bilgili, iyi yetişmiş olursa olsun, köy öğretmeninin köydeki maddi ve manevi hayatı değiştirebileceğini zannetmek, meseleyi kavramamak demektir. Köyün manevi hayatı ile maddi şartları arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Köyde “batıl inançlar” ın yerleşmesi ve devamı, tesadüfî bir hadise değildir. Sadece sıhhatle ilgili batıl inançları düşünelim. Tesirini derhal gösteren bir doktor ve ilaç bulunmayan bir yerde, insanların hastalıktan kurtulmak için akla gelmedik çarelere başvurmasından daha tabii ne olabilir ki? Şehirlerin bile bazen aciz kaldıkları zaman “batıl inançlar” a sarıldığını görmüyor muyuz? Köye doktor ve ilaç yollamadan halk tababeti ile ilgili “batıl inançlar” ı ortadan kaldırmak bence imkânsızdır. Meşhur tezek meselesi de öyle… Yerine başka bir yakacak koymadan şehirlinin hakir gördüğü bu yakacaktan köylü asla vazgeçemez. Aranılırsa diğer batıl İnançların da köyün hayatında değiştirilmesi son derece güç medeni şartlara bağlı olduğu görülür.

Köy öğretmeninin elinde basit fikirlerden ve birkaç kitaptan başka bir şey yoktur. Köyün gerçekten değişmesi, planlı muazzam bir devlet işidir. Köy öğretmeni, karşısında oturan köy çocuklarına bile hükmünü geçiremez. Çünkü bu çocukların hayatına hükmeden aileleridir ve köy çocuğu, köy ailesinin mühim bir uzvudur. Köy çocuğu, şehir çocuğundan farklı hayat şartları içinde yaşar. Bundan dolayı onu mektebe bağlamak zordur. Köy, çocuğu daima kendisine çeker ve kendisine benzetir.

Köy öğretmeninin köylüye nasıl baktığını aşağı yukarı biliyoruz. Köy Enstitülerinde hususi surette yetiştirilmiş yazar öğretmenler, köyü ve köylüyü nasıl gördüklerini tasvir etmişlerdir. Bunlar da umumiyetle sebepler üzerine eğilme, anlama teşebbüsü yoktur. Yaptıkları şey sadece hissi tasvirlerden ibarettir. Hâlbuki mühim olan ilmi surette anlamaktır. Bize yol gösterecek olan “köy edebiyatı”ndan çok “köy ilmi”dir. Bu gençlerin idealist oldukları şüphe götürmez. Fakat “ideal”e ancak “realite”yi anlamakla ulaşılır. Köylüyü hakir görme, onları daha derine gitmekten alıkoyuyor.

Acaba köylü onlar hakkında ne düşünüyor. Bunun onlar için çok ehemmiyeti vardır. Avrupalı müstemlekelerin yaptıkları en mühim iş, yerli halkın dilini, örf ve âdetini, zihniyetini anlamak olmuştur. Köylü, bizim milli bünyemizin en büyük ve en mühim kısmını teşkil eder. Onu tanımak, bizim için belli bir vazifedir.

Yeni bir köy öğretmenine karşı köylünün ne düşündüğünü bilmiyorum. “Safahat”da eski köy öğretmenine karşı köylünün davranışını gösteren çok dikkate şayan bir parça var. Bunu köy öğretmenlerinin okumasını isterdim.

Asım” 1928’de neşrolunduğuna göre, hadise bu tarihten önce geçmiş olmalıdır. Konyalı köylerinden birinde, halk köy öğretmenini köyden kovuyor. Yolu oradan geçen Köse İmam, bunu duyunca küplere biniyor. Köylülere azarlayıcı ve itham edici bir vaaz veriyor:

Hiç düşünmek de mi yoktur, be adamlar, bu ne iş?
En büyük tâli’i Mevla size ihsan etmiş.
Hem de tâ olduğunuz mevkie göndermişken,
Teptiler kendi gelen nimeti sersemlikten
Çok zaman geçmeyecektir ki bu nankörlüğünüz,
Bu felâketlere meydan verecektir görünüz,
Köylerin yüzde bugün sekseni, hatta hocasız
Siz de onlar gibi cahil kalarak anlayınız.

Köse İmam daha buna benzer bir hayli “savurur, eser”. Köylü hiç ses çıkartmaz. Sonra, misafir kaldığı Mestanlı Dayı ona “ilim düşmanı değillerdir. Fakat bu köy mualliminin değil ilimle, insanlıkla alakası yoktur” der. Mestanlı Dayı’nın fikirleri çok dikkate şayandır. Kendisinden dinleyelim:

Köylü cahilse de hayvan mı demektir? Ne demek?
Kim teper nimeti insan meğer olsun eşşek.
Koca bir nahiye titreştik, odunsuz yattık
O büyük mektebi gördün ya kışın biz çattık.
Kimse evladını câhil komak ister mi ayol?
Bize lazım iki şey var; biri mektep, biri yol,
Niye Türkün canı yangın, niye millet geridir?
Anladık biz bunu, az çok senelerden beridir.
Sonra baktık ki hükümetten umup durdukça
Ne mühendis verecekler bize, artık ne hoca.
Para bizden, hoca sizden deyiverdik… O zaman
Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman!...
Sen oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı…
Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.
Geberir, camie girmez, ne oruç var ne namaz,
Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.
Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu
Ebenin teknesi ömründe pisin gördüğü su!
Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak,
Bunu bilmem ki yarın hangi iman paklayacak?
Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama
Bari bir parça alışsaydı ya son son, adama?
Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı,
Yanılıp hoş beş eden oldu mu, tınmaz da ayı.
Bir bakar insana yan yan ki, yüz olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar, nalbanda.
Bir selam ver be herif! Ağzı aşınmaz ya… hayır;
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker el yıkamaz,
Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz,
Kafa orman gibi, lâkin o bıyık hep budanır;
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dolar,
Kaldırımdan daha berbat olur artık odalar.
Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın çamura
Su mühendisleri gelmişti, herifler gâvur ha,
Neme lazım bizi incitmediler zerre kadar
İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar.
Tatlı yüz, bal gibi söz… Başka ne ister köylü
Adam aldatmayı âlâ biliyor kahpe dölü.
Ne içen vardı, ne seccadeye çizmeyle basan;
Ne diyeyim dinleri batılsa, herifler insan.
Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun
İçki yüzler suyu, ahlakını bir bilsen onun,
Şimdi ister beni sen haklı gör, ister haksız,
Öyle devlet gibi, nimet gibi laflar bana vız…!
İlmi yutarsa hayır yok bu musibetlerden
Bırakın oğlumu, cahilliğine razıyım ben.

Akif’in bu manzumesi, köylünün kendi kıymet hükümleri zaviyesinden bir köy mualliminin davranışını nasıl gördüğünü ortaya koyuyor. Bu tasvir ne kadar hakikate uygundur, onu bilemem. Bizim için üzerinde durulması lazım gelen çok mühim nokta, köylü ile şehirlinin ayrı içtimai tabakalara, hatta medeniyet merhalelerine mensup olmaları dolayısıyla ayrı dünya görüşlerine sahip olmaları, birbirlerinin farklı kıymet hükümlerine göre değerlendirmeleridir. Köylünün hayatını değiştirmek isteyen şahıs, müessese veya devletin, her şeyden önce köyü ve köylüyü çok iyi bilmesi icap eder. İnsanların davranışında hayat görüşü ve kıymet hükümleri çok mühim bir rol oynar. Köyün şartlarını, köylünün zihniyet ve psikolojisini bilmeyen ve tesir vasıtalarını ona göre ayarlamayan bir kimse, orada müspet hiçbir iş göremez sanıyorum.

Bu, öğretmen veya şehirlinin köylünün hoşuna gitmek için, sevmediği ve inanmadığı, kendisine göre geri bulduğu prensipleri, davranış tarzlarını sahte olarak benimsemesi demek değildir. Köylü, sahteliğin derhal farkına varır. Sahte bir tavır takınmadan, köyü ve köylüyü anlamak, sevmek ve birçok noktalarda anlaşmak, beraber hareket etmek mümkündür. En son varılacak şeyleri başa almamak, saygı göstermek, köylünün dinine, imkânına dokunmayan müspet işler görmek pekala mümkündür.

Kendine göre bir medeniyet sistemi olan köylünün maddi ve manevi hayatı bir bütün teşkil eder. Onda değiştirilmesi ve bırakılması lazım gelen ve mümkün olan işleri, ilkin yapılacak işlerle sonra hâl edilecek meseleleri ayırmak müesseriyet bakımından çok mühimdir. Mekanizma iyi bilindikten sonra bizim birinci derecede ehemmiyetli zannettiğimiz ve üzerine düştüğümüz birçok meseleler, kendiliğinden hallolunabilir. Şunu da ilave edelim ki, köyü ve köylüyü bilme ve onun zaruretlerine göre hareket etme mesuliyeti, kendisini aydın telakki eden ve mesul sayan kimselere düşer.

/Mehmet KAPLAN
Nesillerin Ruhu, Sayfa 83-89

22 Ocak 2010 Cuma

Gülbahar Aba


PICT0351
Merhume Gülbahar YILMAZ

Kara toprak bir annemizi daha bağrına bastı. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” ayeti kerimesinde ifadesini bulan “Allah’tan geldik, sonunda O’na rücu edeceğiz, döneceğiz” akidemizin ne kadar yerinde, ne kadar sağlam ve ne kadar gün gibi aşikâr olduğuna bir kere daha şahit olduk. Bu dünyaya ayak basan İlk insan ve İlk Peygamber Hz. Âdem (a.s) efendimiz topraktan yaratıldığına göre aslımız topraktı, dönüşümüz de yine toprağa olmaktaydı. Toprak, bizi bu dünyada doyuran, besleyen bir meta iken Rabbimize dönüşümüzde de bir merhale, bir “tarık” yani bir yol olmaktadır.

Gülbahar Abamız artık aramızda yok. Ben onun şifa dağıtan hünerli ellerini özleyeceğim. O’nu ben öncelikle bir halk tabibi olarak tanıdım. Çocukluk çağlarımızda gerek dişlerimizden ve gerekse bir takım üst solunum yolu enfeksiyonlarına bağlı sebeplerden dolayı boğazımızın her iki yanında sık sık duçar olduğumuz lenf bezi şişmelerinde ve bademcik iltihaplanmalarında kapısını çaldığımız “Gülbahar Abamız” idi. Hiç unutmam, bir keresinde yediğim Penisilin iğnelerine rağmen geçmeyen boğaz ağrılarım ve inmeyen bezelerim için kendisine gittiğimde beni bir sandalyeye oturtmuş, önce boynuma sıcak bir havlu sarmış ardından da havluyu alıp her iki elini de zeytinyağıyla yağlayıp boynuma ve boğaz bölgelerime özellikle bezelere öyle bir masaj yapmıştı ki o şefkatli dokunuşları ve sıcacık elleri hâlâ boğazımda gezindiğini hissederim. Köyümüzde halk hekimliği konusunda kendisine müracaat edilen sayılı büyüklerimizden birisiydi.

Bu dünyada İnsanoğlu ne çekerse dilinden çekmektedir. Ama bazıları da o tatlı dili sayesinde kendisi gibi başkalarını da mutlu etmekte, onlara huzur ve sükûneti telkin ederek saadetlerini artırmaktadır. Hayata pozitif bakışı sayesinde insanların sevgi ve saygısını kazanmasını bilen bir insan olarak Gülbahar annemiz köyümüz için büyük bir kayıp oldu. Elbette bütün anneler değerlidir, kıymetlidir. Birisinin yerini başka hiçbiri tutmaz ama içlerinden bazılarının artı değerleri olduğunu zikretmek, hatırlatmak ve örnek teşkil etsin diye geleceğe aktarmak insani bir vazifemizdir. Hepimizin fıtratında var olan bu “hayata güzel bakma” her şeyde bir “hayır umma” ne yazık ki herkesin yaşama geçiremediği bir hasletimizdir. İşte bu özelliğiyle bizlere çok güzel bir örnek olan Gülbahar annemiz, hayatta başına gelen onca bâdirelere rağmen imanından zerre kadar taviz vermeden Hakk’a tevekkül etmiş birisiydi.

Adı gibi bir “gül baharı” olan Gülbahar annemiz sonbaharında da yine “güz gülü” gibi açmasını bilmiş birisiydi. Rıza (Irıza Dayı) ve Raif iki kardeştir. Raif dayı Akgül abamızla evlidir ama çocuğu olmamaktadır. Gülbahar annemiz Raif dayıyla ikinci eş olarak evlenir. Yani rahmetli Akgül Abamıza “kuma” gelir. Bu evliliklerinden üç kız ve bir oğulları olur. Çok geçmeden kader ağlarını örmeye başlar. Önce Raif dayı bir kaza geçirerek koltuk değnekleriyle yaşamaya mahkûm olur. Koca sakatlanınca evin erkeği artık Gülbahar olur. Elbette bu dar gününde konu komşu, eş dost bu ailenin yanındadır. Oğul büyüyüp eli iş tutmaya başlayacakken eşinin vade-i ömrü dolar ve dul kalır. Tam işleri yoluna girmişken bu defa tek erkek evladı Dursun’un acı haberi köyün dağlarından bir çığlık olup gelir ve köyün üstüne çöker. Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış olan Gülbahar anne yine ayaktadır. Tevekkül eder, sabreder. Bu yönüyle bir “timsal” yani örnek olan Gülbahar anne bu özelliğini evlatlarına da aktarmasını yüce rabbi ona nasip etmişti. Köyde herkes tarafından sevilen bir aile olmak her aileye de nasip olmaz.

Şimdi hastalandığımızda boğazlarımızı sıvazlayacak bir “Gülbahar Aba”mız yok artık. Bizlere öz evladıymış gibi “çocuğum” diye hitap edemeyecek. O tatlı dilini özleyeceğiz.  Özlemek çok fena ama kaderin çaresi yok. Zamanı geri döndürmek de mümkün değil. Çünkü zaman her şeyi eskitiyor. Hayatta kıymetini bilemediklerimizin gidişine ağlayışımız çaresizliğimizden olsa gerek.

 Allah ondan razı olsun. Kabri nur, mekânı cennet olsun.

/Çetin KOŞAR
22 Ocak 2010

15 Ocak 2010 Cuma

Akbulut Köyü'nde Avcılık; Atıcılık ve Tutuculuk


İki Tavşan Avcısı; Sedat ile Çetin


Avcılık, TDK Türkçe Sözlüğünde “Karada, denizde, gölde veya akarsularda evcil olmayan hayvanları vurma veya yakalama işi, şikâr” olarak tanımlanmış olsa da aynı zamanda sportif bir faaliyet olan avcılık köyümüzde yaygın olarak yapılmamaktadır. Zaten buna sebebiyet verecek av hayvanının miktarı da mahduttur. Bu nedenle köyde yapılan avcılık endüstriyel düzeyde olmadığı gibi bu iş için özel olarak donanımlı avcılarımız da yoktur ve bu işi profesyonelce yapacak bir avcı da yoktur. Bir diğer ifade ile köyümüzde avcılığı bir meslek haline getiren yoktur.  Sözün kısası köyde avlanan insanlarımızın (ki daha ziyade bunlar çocuk ve gençlerden oluşmaktadır) hepsi vakit geçirmek, eğlenmek amacıyla avlanmaktadır. Ancak boşuna avlanılmadığı da bir gerçektir. Çünkü av hayvanının etinden yararlanılmaktadır. Yoksa zevkine hayvan öldürüp atmak değildir. Yakalanan küçücük bir serçe kuşundan bile beş kişinin karnını doyurabilecek bir kazan yemek (örn. Sıkma Dolması)  yapılması da köydeki yemek kültürünün bir zenginliğidir.


Av Hayvanlarımız

Köyümüzde temel olarak kara avcılığı yapılmakta olup bu av hayvanlarının içinde de ağırlığı uçucular oluşturmaktadır. KöseSerçe (Bürükcül) gibi küçük kuşlara ilaveten Akbakal ya da PaslıbakalKarabakal ve Çıraburun dediğimiz “Karatavuk”lar,  sürüler halinde dolaşan Sığırcık kuşları biraz daha irice hayvanlardır. Dere ve çay yataklarına ilaveten tarlaların sulak yerlerinde de rastladığımız “Çivi Çulluk” ve “Kaba Çulluk” diğer bir av hayvanlarımızdır. Özellikle sahildeki göller (Karaboğaz vb.) buzlanıp donduğu zamanlarda dere ve çay yataklarını takip ederek köyümüze ve oradan köy ormanlarına çıkmak için gelen “yaban ördekleri” bir diğer av konusu hayvanlardır. Eğer donma olayı olmazsa köyde bu işe meraklı olan üç beş kişi KargalıToplu ve Doyran Köyleri civarı ve Karaboğaz Gölüne giderek sezonluk avlanma yapmaktadırlar. Yaz aylarında buğdaylar biçilirken tarlalarda yuvalarına ve yavrularına rastladığımız “bıldırcın”lara ne yazık ki av sezonunda rastlayamıyoruz. Yine bunun gibi “Dağ Keklikleri”nin sesini yaz aylarında duyarız da kışın kaybederiz onları. İnsanlara avcılık konusunda teçhizat düzdüren “yaban tavşanları” da ne çare ki köyümüzde yeterli düzeyde yoktur.

Kara avcılığı dışında köyümüzde zikre değmeyecek miktarda da su avcılığıyla balık tutulmaktadır. Köyümüz denizle sınır bir kıyı yerleşim yeri olmadığı için su avcılığından kastımız ise çay ve dere yataklarında münferit olarak yakaladığımız ve bir parmak boyundaki tatlı su balıklarıdır.



AV ARAÇ-GEREÇLERİMİZ

Av araç gereçlerinin başında bugün “Av Tüfek”leri gelmektedir.  Ancak küçüklüğümüzde bol miktarda gördüğümüz “Kundak” ya da “Temer” dediğimiz bu ucu kalın ve yumru olan ok atan yayların yapım zorluğu ve atılan okun tekrar aranıp bulunması gerektiğinden terkedilmiştir. Sapan, herkesin ucuz ve kolay yoldan elde edebileceği bir alet olup ekseri çocuk ve gençlerin kullandığı bir alettir. Aktif olarak kullanılan bu av araçlarından başka bir de sabit olarak kurularak kullanılan “Kapan” dediğimiz “av tuzak”larımız da vardır. Özellikle kar yağdığı zaman evin penceresinden uzatılan bir ip ile kontrol edilen ve küçük kuşlar için kurulan “Kalbur Kapan”lara ilaveten çalılık diplerine bakal ve çulluk için kurulan “Dal Kapanlar” temel “tuzak”larımızdır. Seyyar olarak kullanılabilen bir diğer av aracımız da “Kıl Tuzak”lardır. Atkuyruğu kılından yapılan “ilmek”ler sayesinde her türlü uçucuları yem ile kandırıp ayaklarından yakalamaya yarayan bu tuzağımızı bir kazık yardımıyla her yere kurabildiğimiz gibi özellikle bakalların dadandığı sarmaşıklı ağaç dallarına da kurulmaktaydı. Dere ve Çaylarda yapılan balık avı için ise “olta”lara ilaveten sıyırma yapmak için yapraklı ağaç dalları ve uzun boylu “Yüğdün” ve “Eğrelti” otlarında rula yapıp göl taranırdı. Ayrıca ince kilim ve çarşaflar da  niyetine kullanılırdı.


Kıl Tuzak

Köyümüzde av hayvanlarından uçucuları yani kuşları yakalamayı amaçlayan bir aracımız “Kıl Tuzağı”dır. TDK’nın Türkçe Sözlüğünde “Tilki, sansar ve kuş tutmak için, dere üzerine atkuyruğundan kurulan tuzak” diye tanımlanan bu tuzağımızı biz sadece serçe ve bakal dediğimiz karatavukları avlamak için kullanırdık. Atkuyruğu yerine de aynı işleve sahip misina kullanırdık. Bu tuzağın esprisi tahta üzerine çakılan iplerin ucunu ilmekleyip gelip konan kuşların ayaklarından bu ilmeklere takılarak bir uçup gidememesidir. Özellikle kış günlerinde kuşların uğrak yerlerine kurulan bu tuzağa aynı zamanda kuşların ilgisini çekmek için yem de konulmaktadır.

Kıl tuzak yapmak için bir tahta parçası ve bir miktar ince misinaya ihtiyacımız vardır. Özellikle yakalamak istediğimiz kuşun kaldırıp uçuramayacağı ağırlıkta bir tahta parçası işimizi görecektir. Bunun için tahtamız normalde 20x20 cm ebadında üzerine çakacağımız misinaları tutturacağımız sertlik ve kalınlıkta olmalıdır. Görünmez ip de dediğimiz misina ne kadar ince olursa işimiz o kadar kolay olacaktır.

Tahta üzerine ince bir çivi yardımıyla 1-2 cm aralığında ve 5-10 mm derinliğinde delikler açarız. Arzu ettiğimiz sayıda, 15-20 cm uzunluğunda kestiğimiz misinaları “u” şeklinde iki ucunu bir araya getirip bu uçlarını çiviyle açtığımız deliğe sokar üzerine misinaların asla çıkarılamayacağı sağlamlıkta kibrit çöpü ya da buna benzer ağaçtan yapılmış odun çivilerini kazık gibi çakarız. Misinaları çakma işi bittikten sonra sıra bunları ilmek yapmaya gelmiştir. Her birisi teker teker değişik yönlere bakacak şekilde ilmeklendikten sonra tuzağımız hazır demektir.

Statik bir yapıda olan ve herhangi bir hareketli düzeneği olmayan kıl tuzakların ilk kullanıldığı yer, kar yağdığı zaman karınlarını doyurmak için bakalların gelip kondukları sarmaşıklı ağaçlardır. Yerlerin karla kaplandığı zamanlarda hayvanların uğrak yeri olan bu tür yerlerde sarmaşıkların tıpkı kuş üzümünü andıran siyah tohumları bahara kadar hayvanların karınlarını doyurdukları besin kaynaklarıdır. Uzaktan bakılınca görülebilecek şekilde bir dalın üstüne takılan ya da bağlanan bu tuzağımız sık sık gözetlenerek “tutulan” yani tuzağa yakalanan hayvanın eziyet çekmemesi için derhal tuzaktan kurtarılmasına dikkat edilir. Bu tuzağımızı salaç ve samanlık gibi yerlere de kurarız ama kümes hayvanlarımızın yakalanmaması için yüksekçe bir yer tercih edilir. Gerek yere ve gerekse altına uzunca bir direk çakıp yükselterek, bazen açık alana da kurduğumuz bu tuzağımızla yakaladığımız kuşlar arasında en güzelleri birkaç tanesi grup halinde gezen güzel ötüşlü ve güzel görünüşlü “saka” kuşlarıydı.


Dal Kapan

Evlerden fazla uzakta olmayan yerlerdeki orman içi ve çalı diplerine kurduğumuz bu tuzakla yine amaç Çıraburun, Akbakal ya da Karabakal avlamaktır. Kapan TDK’nın Türkçe Sözlüğünde; “Bazı hayvanları yakalamak için kullanılan, hayvanın ayağının değmesiyle işleyen tuzak” olarak tanımlanmış olsa da bizim bu kapanımız hayvanın ayağının değmesiyle değil kapana takılan bir yemi almak için gagasının değmesiyle işleyen bir tuzaktır. Zaten ismi üstünde olan bu av aracımızla amacımız hayvanı hile ile yakalamaktır. Kapanın kamışına yem olarak astığımız özellikle canlı bir solucana bu hayvanlar asla hayır diyemeyip yemek için dalarlar ve kapanan kapana kısılırlar.

Daha büyük ya da daha küçüğü de yapılabileceği gibi standart bir dal kapan yapmak için gerekli olan malzemeler şunlardır. Bir adet 1 metre uzunluğunda eğilip bükülebilecek esnekliğe sahip başparmak kalınlığında bir dal parçası. Bu dalı düzgün bir “U” şeklinde eğip bükeriz ve uçları açık kalacak şekilde iki ucu arasına iki sıra ip gereriz. Aynı ipten bir tane de uç kısmında itibaren otuz santim yukarıya bağlarız. Bu iki ip vasıtasıyla “U” şeklindeki ana parçamızın arasını hasır dokur gibi otuz santimetrelik ince ve düzgün dal parçalarıyla örerek doldururuz. Bu dallardan ortadaki birine ucundan on santimetre içeride olacak şekilde bir kamış halka takarız. Bu kamış dal kapanımızın temel işlev noktasıdır. Bu kamışın alt ucuna yem takılır ve kapanı açık tutan düzeneğin ucu da bu kamışa tutuşturulur. Yirmi santimetrelik ucu hafif çatal bir çomak ile bir ucu yem takılan kamışa üstten takılan diğer ucu da dal kapanın tutma yerine alttan takılan kırk santimetrelik asıl çubuğumuzla kapanımız hazır demektir.

Kapan kurulacak yerin hafif meyilli olması işimiz kolaylaştıracaktır. Kamışa canlı bir solucan bir iple özenle bağlanır. Bu kamışın hizasına denk gelecek şekilde, kapana kıstırılan hayvanın ezilerek ölmemesi için fazla derin olmayan hafif bir çukur kazılır. Kapanın tutma yerindeki boşluğa denk gelecek şekilde çatal çomağımız yere çakılır. Bu çatal çomağın uzun ya da kısalığı kapanımızın ağız açıklığını ayarlamamıza yaramaktadır. Kapanın altından kulpuna takılarak kamışın üstüne takılan çubuğumuz bu çatala bindirilerek kırk beş derecelik bir açıyla tuzağımız kurulmuş olur. Ancak, hayvanın yemi yandan çekip almaması için kapanın yanları dıştan, kapanın kapanmasını engellemeyecek şekilde toprakla kapatılır ki hayvan kapana önden girerek yemi öne çeksin ve kapanın düzeneğinin kurtulmasını sağlasın. Kapan kurarken yapılacak bir diğer işlem de kapana kısılan hayvanın bu hafif dal kapanı kaldırıp içinden kaçmasını engellemek üzere kapanın üzerine bir miktar toprak koymaktır. Bu sayede hem kapan hızlı bir şekilde kapanmış olur ve hem de dalların arasındaki boşluklardan istifade ederek kısıldığı yerden kurtulup kaçması engellenmiş olur. Tüm tuzaklarda olduğu gibi bu dal kapanımızın da sık sık gözetlenmesi gerekmektedir. Bazen soğuk havalarda kamışa tutturulan yer buzlandığı için hayvanlar yemi yemiş olsa bile kapan kapanmayacağı gibi yakalanan hayvanın eziyet çekerek ölmesini önlemek için de onu oradan bir an önce kurtarıp almak için bu kontroller çok önemlidir.


Kalbur Kapan

Evimizdeki “Gözer” ve “Kalbur”ları kullanarak kurduğumuz bu kapanlara “Kalbur Kapan” denmektedir. “Kıl Tuzak” ve “Dal Kapan”a karşılık bu kapanımız statik değil dinamik bir tuzaktır. Kapanmasını sağlayacak düzeneği harekete geçirmek bizim elimizdedir. Bunun için kapandan bulunduğumuz yere kadar uzatılan bir ipten yararlanılır.

Kar yağdığı zamanlarda evden dışarı çıkılamadığında özellikle çocuklar için bir eğlence olarak kurulan kalbur kapanlarımız için gerekli olan malzeme bir kalbur, kısa bir çubuk ve yeteri kadar uzunlukta bir iptir. Soba ya da ocak yanan odanın camından sarkıtılan bir ip vasıtasıyla kontrol edilen bu kapanımızın kurulumu da çok basittir. Açık kısmı aşağı gelecek şekilde yaklaşık kırk beş derecelik bir açıyla dikilen bir çubuğa tutturulan kapanımızı bu çubuğunun üst kısmına yakın bir yerinden evden uzatılan ipimize bağlarız. İçine koyduğumuz yemleri yemek için kapanın altına giren kuşlar, ipin çekilmesiyle kapanan kalburun içinde hapsolurlar. Salaç ve samanlık gibi yerlerin “kurulak”larına kurduğumuz bu kapanlarımıza bazen kümes hayvanlarımız da geldiğinde şakasına onları da yakalardık.

Bu kapandan esinlenerek yapılan daha büyük kapanlarımız da vardır. Özellikle gece vakitlerinde deniz kıyısındaki arazilere yaban ördeği avlamaya gidenlerimiz iki üç metrekare büyüklüğünde tel örgü kullanarak yaptıkları kapanlarla pusuya yatarak ördek yakaladıkları da olmaktadır. Bunun için karlı alanda genişçe bir yerin karı temizlenip mısır taneleri de yemlik olarak konularak kapan kurulur. Kapanın içi görülebilecek bir mesafeye mevzilenilerek, gecenin karanlığında kar içinde bu karaltılığı göl zannedip inen ördekler tüfekle avlanmak yerine biraz zahmetli ve meşakkatli de olsa masrafsızca bu tuzakla üçer beşer sürü halinde yakalanabilmektedir.  Buna benzer düzeneği köy içinde de kullanarak, sürüler halinde gezen “bürükçün” dediğimiz serçeler de topluca avlanabilmektedir.


Rastik ya da Sapan

Literatürdeki adı “Sapan” olsa da köyde biz bunlara “lastik” ya da “rastik” demekteyiz. Her çocuğun ve gencin mutlaka bir sapanı vardır. Hatta yetişkinler bile bazen kullanabilmekteydiler. Tuzak kurarak avlanmanın dışında kişinin gezip dolaşarak spor yapmasına da yarayan sapanların yapımı için gerekli malzemeler şunlardır. Önceden hazırlanıp kurutulmuş bir “çatal”, araçların iç lastiği şamyelden kesilerek yapılmış bir iki santim eninde, yirmi otuz santim uzunluğunda iki adet lastik, yara bandı şeklinde deri ya da meşin ile bunları bağlamaya yarayan yine şamyelden elde edilmiş olan eczacı lastiği şeklinde ince lastikler. Daha sonraki yıllarda bu iş için imal edilmiş lastiklerin kauçuktan olanları ve hatta çatalı, meşini ve lastiği bağlı hazır sapanlar çıkmıştı. Ancak, yaz mevsiminden itibaren bizim “kiren” dediğimiz kızılcık ağacından kesip şekillendirerek ocağın bacasında kışa kadar iyice kurutularak sağlamlaştırılan kaliteli bir çatal ve henüz üzülüp incelip koparak eklenmemiş kız gibi rastiğe sahip olmak da her yiğidin harcı değildi. Zaman zaman gençler toplaşıp “kim daha uzağa atacak” ya da “dikilen nişanı kim önce vuracak” diye köy içinde müsabaka yaptıkları da olurdu. Sapanlarla atmak için gerekli olan fındık büyüklüğündeki yuvarlak taşların temini de ayrı bir sorundu elbet. Eğer yollarımız yazdan çakıllanmış ise bu iş için gerekli olan çakıl taşını bulmak kolaydı. Ayrıca inşaat yapanların evlerinin önündeki inşaat malzemesi kum ve çakılları eşip içinden taş toplamak ayrı bir kaçamaktı. Kuş Lastiğiyle ava çıkacak olan kişi ceplerine yeteri kadar taş toplayıp öyle çıkardı. Eğer yerler karla kaplı değilse av esnasında kıyı bucakta rastladığı taşları da toplayabilmektedirler. Bu iş için yazdan hazırlanıp, gerekli miktarda taş stoğu yapan heveslilerimiz bile vardı.

Lastikle tek başına avlanıldığı gibi iki kişinin ortak avlandığı av şekilleri de olmaktadır. Bu av şeklinin en güzeli tarla sınırlarını belirleyen çalılıklarda ya da orman içinde yapılan beraber avlanmalardır. Çok seri ve hareketli olmayı gerektiren bu avlanma şeklinde bir kişi çalının alt tarafında diğeri üst tarafında olmak üzere saatlerce mesafe kat ederek çalı içinde bulunan avları “kıstırıp küstürerek” avlamaya çalışırlar. Kuştan başka genellikle Bakal ve zaman zaman da çullukların avlandığı bu yöntemde av, avcılardan korkusuna çalıdan dışarı çıkamamaktadır. İleri geri manevra yaptığında avcılar da onu takip ederek sapanla bizdeki deyimiyle “furma”ya çalışırlardı. Bu avlanma şeklinin en heyecan verici anı da her atışta “aha furdum” diye çığlık atmaktır. Bu bağırışmalar ve saldırılar esnasında neye uğradığını şaşıran hayvanın zamanla kaçma işini de bırakıp oracıkta hareketsiz kalarak “küstüğü” de olmaktadır. Tıpkı balık tutma işinde olduğu gibi bu avlanma şeklinde de hep “büyük av(!)lar” kaçıp kurtulmaktadır.


Temer ya da Kundak

Yapımı özel bir maharet ve beceri gerektiren bu av aletimizden köyde ancak birkaç kişide vardı. Aynı zamanda atılan okun da takip edilip tekrar kullanım için geri kazanılması gibi meşakkatli bir yönü daha vardı. TDK’nın Türkçe Sözlüğünde; ”Ok atmaya yarayan, iki ucu arasına kiriş gerilmiş, eğri ağaç veya metal çubuk” olarak tanımlanan bildiğimiz ok atma aleti “yay”a tıpkı tüfekteki gibi bir kundak ve buna bağlı namluya benzer bir ağaç düzeneğin eklenmesiyle elde edilir. Bu aletimizin çalışması şöyledir. Kiriş ipi gerdirilip gediğe takılır. Atılacak ok düzeneğe takılır ve kiriş ipi bir tetik vasıtasıyla gedikten boşandırılmasıyla ok yaydan çıkarak hedefe gider. Özellikle bu kirişin tetikleme noktasına takılması büyük bir güç sarfiyatı gerektirdiğinden her baba yiğidin de harcı değildi kundakla ok atmak. Ucu yere konulup her iki ayakla basılır ve iki elle var gücümüzle asılarak kiriş ipini tetikleme noktasındaki gediğe takar ardından okumuzu yerleştirip av gözetlemeye devam ederdik. Ağaçtan yapılan oklarımızın bilinen oklardan farkı, uçları sivri olmayıp yumurta gibi toplu oluşuydu. Bu aletimizle de tıpkı sapanda olduğu gibi “hedef vurma” ya da “uzağa atma” gibi sportif müsabakalar yapıldığı olurdu.


Tüfek

Köroğlu’nun dediği gibi “Tüfek çıktı mertlik bozuldu.” Bir güç gösterisi için hemen hemen herkesin bir silaha sarıldığı günümüzde anlaşılan o dur ki aramızda pek az “mert insan” bulunmaktadır. Bu açıdan hepimizin bildiği tüfek ve onunla yapılan avlanmayı anlatmaya gerek yok.


Olta ve Ağ

Oldukça sığ olan dere ve çaylarımızda balık tutmak için yaptığımız oltalarımız gayet sade bir yapıdaydı. İki metre uzunluğunda bir ağaç dalının ucuna bildiğimiz olta iğnesini bir ip vasıtasıyla bağlarız. Gölün derinliğine göre ayarlanabilen ve balığın yemi “ditmesiyle” titreşerek bize haber veren su yüzeyinde ipe takılı olarak duran bir kamış işimizi görmektedir. Oltanın ucuna yem olarak solucan, çekirge ve ekmek parçaları takılmaktadır. 




HANGİ HAYVAN NASIL AVLANIR

İnsanlarımız kışın, sabah kalkıp avlanmaya çıkarken ördek avı dışında genellikle her hangi bir hayvan avına niyet etmezler. “Ya nasip, Ya kısmet” deyip tüfeğini omuzlayıp “şöyle bir dolaşalım” diyerek yola koyulurlar. Artık bahtlarına ve karşılarına ne çıkarsa onu avlamanın peşine düşerler ya da bu kıtlıkta genellikle eller hep boş dönülür.


Kara Avcılığı

Köyümüzde çeşitleri ve sayıları da oldukça sınırlı olan söz konusu av ayvanlarından ilk akla geleni sürüler halinde gezen ve köydeki adıyla “bürükçün” ya da “bürükçül” dediğimiz gri-kahverengi karışımı serçe kuşlarıdır. Bunlar arazilerden ziyade köy içinde konutlara oldukça yakın alanlarda konuşlanmakta, özellikle kar yağdığı zamanlarda ahır, samanlık ve salaçlarda barınmaktadırlar. Gündüz vakitlerinde yol kenarındaki çalılıklarda yaşayan bu kuşlar geceleri de ekseri mısır sapı asılı olan ağaçlardaki bu sapların arasında gecelemektedirler. Bu kuşların avı çalı ve ağaçlarda “Çatal” ya da “Rastik” dediğimiz “Sapan”larla yapılmaktadır. Bazen sap aralarındaki yuvalarına da gece baskınları yapıldığı da olmaktadır. Kar yağdığı zamanlarda kurulan “kalbur kapan”lara ilaveten bir metre kareden büyük “inşaat Elek”inin de kapan olarak kullanıldığı görülmüştür. Bunların gri-siyah-beyaz-mavi renkli olan ve asıl serçe olarak adlandırdığımız bir başka türü daha vardır ki bunlar sürü olarak değil de tek ya da çift olarak yaşamaktadırlar.

Bu türün dışında pek nadir olarak çalılıklarda yaşayan “köse” adını verdiğimiz kırmızı kursaklı çalıkuşları da lastik ve kapan yöntemiyle avlanmaktadır.

Köyümüzdeki adıyla bakal olan karatavukların avlanması için başvurulan ilk yöntem “Dal Kapan”ı kurmaktır. Orman içi ve çalı diplerine kurulan ve düzeneğine takılan bir solucan yardımıyla aldatılan hayvanın kapana kısıldığında ölmemesi için kapanın altındaki toprağa küçük bir kuyu kazılır ve hayvan kapan kontrol edilinceye kadar burada beklemiş olur. Bu hayvanları avlamanın bir diğer yöntemi ise “rastik”lerle olmaktadır ki en makul olanı iki kişi tarafından bir çalı içinde “kıstırma” ve “küstürme” yöntemiyle avlanmasıdır. Aynı zamanda çok iyi bir spor yapma imkânı veren bu yöntemden başka tüfekle yapılan avı zikretmeye gerek yoktur zannederim.

Köyümüze buzlanma ve don olayı gibi özel durumlarda gelen yaban ördeklerinin avlanma şekli daha ziyade “pusu kurma”yla olmaktadır. İnebilecekleri muhtemel bir noktanın yakınına gizlenilerek yapılan bu av için genellikle gidiş geliş on kilometreyi bulan KargalıToplu ve Doyran Köyleri civarı ve Karaboğaz Gölüne gidilerek avlanılmaktaydı.

Dere ve çay yataklarına ilaveten sulak alanlarda da rastladığımız “Çivi Çulluk” ve “Kaba Çulluk”lar da tüfekle avlanan av hayvanlarındandır. Bulanabileceği tahmin edilen noktalara gizlice yaklaşılarak ya da gelebileceği muhtemel noktalara pusuya yatarak beklenilip öyle avlanırlar. Köyümüze sürüler halinde gelip yine sürüler halinde dolaşarak çekip giden “Sığırcık” kuşlarının da tek avlanma yöntemi tüfektir. Burada önemli olan bir atışta oldukça fazla sayıda avlayabilmektir.

Anti parantez olarak şunu belirtelim ki, şimdilerde tüfeklerin çifte kırmalısına ilaveten otomatik atan “pompalı”ları çıkmıştır ki av için bunların kullanılması mertlikten öte tabiri caiz ise ayrıca teşbihte hata olmaz ama kalleşlik olur kanısındayım. Çünkü sürünün taranması avcılıktan ziyade “katliam”a girmektedir. Tıpkı, olta ile avlanmada getirilen iğneli kanca sınırlaması gibi tüfek ile yapılan avlanmalarda da atış sayısına sınırlama getirilmesi “insanî” olacaktır.

Bundan 40-50 yıl evvelinde evlerimize kadar sokulan yaban tavşanlarını görebilmek artık bir mucizedir. Tavşan avı için zaman zaman “av köpeği” edinip besleyenlerimiz olduysa da tavşan olmayınca bu av köpeklerini “ev köpeği” ya da “koyun köpeği” gibi kullanmaya başladığımız da olmuştur.

Yoğun kar yağışı olduğu zamanlarda aç kalan çullukların gece vakitlerinde avlanıldığı da olmaktadır. Bunun için güçlü ışığı olan “lüks” ya da “el fener”lerinden yararlanılmaktadır. Akarsu ayakları, hendek ve sulak tarlalarda rastlanan çulluklar parlak ışığın etkisiyle gözleri kamaştığın için kaçmak yerine oldukları yere “sinmek”tedirler. Bu sayede ya “tor” denen fileli sopalarla ya da “öndüre” gibi ince uzun çubuklarla vurularak yakalanmaktadırlar.

Gece karanlığında ışıkla temas edince kararsız hale gelen kuşların bu özelliğini bilen insanlar bunu çok iyi değerlendirebilmektedir. Bu konuda genel bir bilgi de verecek olursak açık denizlerde gece yolculuklarında denizdeki kuş sürülerinin gemilere üşüşüp çarptıkları bir vakıadır. Tıpkı bunun gibi kent ışıklarının cazibesine kapılıp özellikle kentin kıyı ve kenarlarındaki alanlara iniş yapan ya da binaların duvarlarına çarparak ölen kuşlar herkesin malumudur. Bilmem yalan bilmem gerçek, gecenin karanlığında ışıkla avlamak için göçmen kuşların (Göğgazı, yaban kazları ya da turnalar) geçiş yollarının üzerindeki yüksek tepelere geceleyin büyük ateşler yakıp gece yolculuğundaki bu hayvanların da inişi sağlanarak avlanıldığını duymuştum.


Su Avcılığı

Özellikle güz (Sonbahar) mevsiminde köyümüzü çevreleyen Çay yataklarında yaptığımız balık avcılığı için “olta”dan ziyade ellerimizi kullanmaktaydık. Siyasi nutuklarda sık sık kullanılan “Elini taşın altına sokmak” deyimi buradan gelmektedir. Suyun derinliklerinde kocaman bir taş vardır ve altında ne var ne yok göremiyorsundur. Balık tutmak niyetine suyun içindeki bu taşın altına ellerimizi soktuğumuzda bizi orada bekleyen her zaman balık olmamaktadır. Kurbağa neyse de bazen “Yengeç” ve “Yılan” nasibiniz olabilmektedir bir balık uğruna. Elle balık tutmak zannedildiği gibi o kadar kolay bir iş de değildir. Bu işi yaparken mutlaka her tarafınızın ıslanması zaruridir. En azından popo ıslanmadan balık tutamazsınız. Derin bir balık inine rastlamışsanız suyun içine iyice yatmanız gerekecektir. Hele bir de derin gölde balık tutuyorsanız sık sık nefesinizi tutup suyun altına dalmak zorunda kalacaksınız demektir.

Bulanık gölde balık avlamak” gibi bir deyimimizde ifadesini bulan bir yöntem daha vardır ki özellikle dibi çamurlu göller gerek ayaklarımızla gerek bir dal parçasıyla iyice karıştırılarak bulandırılır. Bulanık suyun içinde ihtiyaçları olan gerekli oksijeni alamayan balıklar ya gölün sığ kıyılarına ya da suyun yüzeyine çıkarak kendilerini ele verirler ve kolayca yakalanmış olurlar.  Tıpkı buna benzer bir yöntem de taze ceviz kabuklarını ezerek elde edilen suyun balıkların barındığı gölün akarına döktüğümüzde balıkların hava almak için su yüzüne çıktıkları görülmüştür.

Saçma ya da asma şeklinde olsun köyümüzde ağ kullanılmamaktadır. Ancak bunun yerine zaman zaman kilim, çarşaf ve hatta gömleğimizi de kullandığımız olmuştur. Birer ucundan iki kişinin tuttuğu bu kilim, çarşaf ya da gömleğimizle çaylardaki gölcükler bir uçtan öteki uca taranarak balık tutulduğu da olurdu. Tıpkı buna benzer bir diğer yöntem de yapraklı ağaç dalları ya da yüğdün ya da eğrelti otlarından yapılan “katlanmış halı” şeklinde ruloya benzer bir aletle gölün içi taranarak balıkların gölün bir kıyısında bir araya getirilip sıkıştırıldıkları dar alanda yakalanmaları sağlanırdı.

Çaylarda balık tutmanın bir başka yöntemi de “kurutma” şekliydi. Özellikle yaz aylarında iyice azalan ve hatta kuruyan derelerde kalan bazı gölcüklerin suyu gerek kanallarla ve gerekse kaplarla kontrollü bir şekilde boşaltılarak susuz kalan balıklar kolaylıkla tutulurdu.

Her şeyin “cılkı”nı çıkardığımız gibi balık tutmanın da cılkını çıkarmak olarak algılayacağımız bir diğer balık tutma yöntemimiz de gece karanlığında balık tutmamızdır. Bu yöntemle, aydınlatma aparatı takılı piknik tüpüyle çaylarda balık tutulmaktadır. Geceleyin de su içinde hareketli olarak yaşayan balıklar bu lüks ışığının etkisiyle oldukları yerde hareketsiz olarak durmaktadırlar. Sığ sulardayken kaçamayıp oldukları yerde dibe çöken ve gözlerini “ışık almış” bu balıkları bir yemek çatalıyla toplamak çocuk oyuncağı gibi olmaktadır.

Göle elektrik vererek ya da dinamit patlatarak balık avlama yöntemimiz yoktur. Ancak, bir şişe içine sönmemiş inşaat kireci doldurup, ucuna ince bir delik açılmış kapağını sıkıca kapatarak göle atıp, ıslanan kirecin reaksiyona geçerek şişeyi patlatması sonucu şoka giren balıkların avlandığı da nadir olarak görülmekteydi.

Son bir balık avlama yöntemimiz de sinsice yaklaştığımız göllerin sığ yerlerine çıkmış balıkları elimizle taş atarak da avladığımız olurdu. Tıpkı kuş avlar gibi büyükçe bir taşı suya sertçe attığımızda balıklar ses ve meydana gelen basınçtan şoke olup yüzün yüzünde kalırlardı.


Av Hayvanlarından Yapılan Yiyeceklerimiz.

Av hayvanlarına mahsus yapılan tek yiyeceğimiz “Sıkma Dolması”dır. Bunun dışında bu hayvanlardan yapılan yiyeceklerimiz malum yöntemlerle yapılan yemeklerdir. Avlanan tek bir kuş ise yapılacak tek yemek onu yağda kızartıp çıtır çıtır yemektir. Yok eğer bu birkaç kuş ya da bakal veyahut da bir sığırcık ve çulluksa gelsin sıkma dolması. Eğer yakalanan hayvan yağlı bir ördek ise haşlaması ve suyuna “tirit” kaçınılmazdır. Balık malumunuz kızartma ya da ızgaradır. Tavşan ise birkaç kez haşlandıktan sonra kızartma yöntemi tercih edilmektedir.


Av Hayvanlarının Durumu

Yaşlılarımızın “Nerede o eski bayramlar” dediği gibi şimdi bizim de “Nerede o eski av hayvanları” dememiz doğrusu yerinde olacaktır. Yaban tavşanlarının kışın evlerimize kadar sokulduğunu görürdük. Yaz kış kuş sesleri köyümüzün sokaklarından ve semalarından hiç eksik olmazdı. Sonbahar’da kışın habercisi göçmen kuşlarının tepemizden gece gündüz fark etmez sürüler halinde geçişi esnasında ötüşlerinden gece uykularımız kaçar uyuyamazdık. Sığırcık sürüleri bir yanda evin çevresindeki çalılardaki bakalların sayısı üç beş taneden aşağı olmazdı. Şimdi bakıyorum da ne köyün içinde ne de tarlalarda kuş bile yok. Zannederim, pervasızca ve bilinçsizce kullandığımız kimyasallar; deterjanlar, gübreler, zirai ilaçlar vb. kuşlar gibi biz insanların da sonunu hızla hazırlıyor.


/Çetin KOŞAR
15 Ocak 2010