23 Ocak 2021 Cumartesi

Ahırlı Evlerimiz

 

Konu o kadar derin ve o kadar geniş ki, bir yorum niteliğini aşmamak için birçok alanda kısıtlamalara gitmek gerekti. Çok eski zamanlara gitmeden ve Pelitbükü coğrafyasının dışına çıkmadan söylenebilecekleri sıralamaya çalışayım.
Konu “Kırsal Yerleşimlerde Konut Mimarisi” olunca ilk aklımıza gelen elbette “doğa ve insan” ilişkisidir.
Günümüzde, küreselleşmenin etkisiyle yaşama dair alışkanlıklar jet hızıyla değişmektedir. Geçmişten günümüze “ortaklık niteliği kazanan” ve korunarak gelecek nesillere aktarılması gereken bu kültürümüz de tarihin derinliklerine gömülmektedir. Gün gelecek insanımız bu eski köy yaşamını mumla arayacak ama unutur ve unutturursak biz bile bulamayacağız. ( Ali Ak hocamızın çabası da zaten budur; geçmişi hatırlatmak ve unutturmamak.)
Konut tasarımları, deneyimlerle elde edilir. Doğa ve çevre koşullarına göre oluşan köy konutlarının çevresindeki alanın kullanımı bölgenin üretim faaliyetlerine göre değişmektedir. Bir başka ifade ile köy evleri şehir evlerinden farklı olarak yan birimleri ile bütün olarak ele alınmalıdır. Buralar yaşayanlarının ihtiyaçlarına yanıt veren, doğal çevre ile uyumlu, kültürel değerleri önemseyen yerleşmelerdir. Mesela, ekonomik faaliyetlere göre yerleşmeler tarım köyleri, balıkçı köyleri, maden köyleri, orman köyleri, vb. gibi isimler almaktadır. Pelitbükü köylerinin ortak özelliği ise geçimini “çobanlık” ile sağlıyor olmasıdır. Zirai faaliyetlerden çok, hayvancılıkla geçinen yöre insanı, elbette bu faaliyetlerini kolaylaştıracak bir yerleşim tasarımı uygulamıştır.
Genel olarak köylerimizdeki konutlar bir yaşam alanı olmanın dışında bir de üretim merkezi konumundadırlar. Konut çevresindeki kullanım alanı ekonomik faaliyete göre PİN (kümes hayvanları için), AHIR (büyükbaş hayvanlar için), SAYA (küçükbaş hayvanlar için), SALAÇ (tütün kurutma için), SAMANLIK (hayvan yiyeceği saklama için), SERENDER (insan yiyeceği saklama için), ÇEŞME ya da SU KUYULARI vb. gibi yapıların yanında çevre estetiği (görsel çekicilik) için ağaçlandırma ve bahçe duvarı (çit)de bulunmaktadır.
Ahırlar niçin evin altına yapılırdı sorusuna yorum yapan arkadaşların değindikleri konular “Isınma, fakirlik, bakım, güvenlik, ekonomik ve alan darlığı” üzerine oldu. Hemen hemen hepsi de doğru. Bu cevaplar hemen hemen bölge kültürü içinde yetişmiş kişilerce verildiğine göre bu çabalar inşallah, bölge folkloru ile ilgilenen araştırmacılarımız için kaynak bilgiler olur.
.
BANA GÖRE…
Ahır, hayvanların barındığı yapılardır. Bazı bölgelerde konutun yaşama katının alt katında yer alırken; bazı bölgelerde konuttan ayrı olarak yapılır. Pelitbükü köyünün “kıyısındaki bir köylü” olarak söyleyecek olursam bizim evimizin altı da ahır idi. Hatta öyle ki, evin dışına çıkmadan ahıra inerçıkardık. Tıpkı bugünümüzün “dublex” yapıları gibi. Giriş çıkış kapılarımız ayrı olsa da her ikisi de bir boşluğa açılır, bir bassak (merdiven) ile eve çıkarken, ikinci bir kapı ile de hayvanların bağlandığı iç odaya girilirdi.
Hayvanlarla aramızda görülmez bir bağ vardı. Onları kendimizden ayrı düşünemiyorduk. Kedi evin içinde bizimle iç içe yaşarken, köpeğimiz de kapının dışında ama mandıra(bahçe) içinde gözü kulağı bizde yaşardı. Ahırdaki hayvanlarımızla tarlada, tabakta gündüz hep beraber olduğumuz gibi akşam olunca da yine aynı yapı içinde hep beraberdik. Onlar alt katta biz üst katta oturan iki komşu aile gibiydik. Onlar bizim sesimizi duyduğunda bazen möö’leyerek bize cevap verirler, biz de onların “kütürtü ve patırtısını” duyduğumuzda “hööst, geh geh geh!” diye onlara seslenirdik. Yuları çözülen, ipini koparan kendinden küçük olanı boynuzlamaya kalkar, saldırıya uğrayan “böğürerek” bizden yardım ister, biz de bir çırpıdan ahıra iner, “aralarını bulurduk.” Bu kollama korumanın yanında bir diğer önemli vakamız da doğurmak üzere olan hayvanın “gözetlenmesi” idi. Bunun için kaldığımız odanın döşeme tahtalarının bir köşesinden “gözetleme kapağı” vardı, büyüklerimiz buradan zaman zaman kapağı açıp ineği gözetlerlerdi. Bazen erken doğum vakaları olur, bağlı inek yavrusuna uzanamaz, öyle bir tatlı ses çıkarırdı ki, gecenin bir vakti uçarak ahıra iner, bayram ederdik adeta. Duyduğum en güzel hayvan sesi bu hayvanın buzağısı için çıkardığı sevgi sesleriydi.
Takvimler yıl 1975’i gösterdiğinde eski evimizi söküp yeni ev yaptık kendimize ve ayrıca da hayvanlarımıza. Artık hayvanlarımızla aynı bina içinde değil, ayrı ayrı binalarda idik. Uzaklaşmıştık onlardan, ya da onları uzaklaştırmıştık kendimizden. Bu ayrılış öyle hızlı sürdü ki, bir köylüyü “köylü” yapan “öküz”lerle bağımızı ebediyen kopardık. Şimdilik bir inek, üç-beş tavuk var. Kedi ve köpekleri bile “edinmez” olduk.
Oysa, geleceğimiz “doğada ve doğal yaşamakta.”
Bu güzel hatırlatması için
Ali Ak hocama sevgi ve saygılarımı sunarım.

18 Ocak 2021 Pazartesi

Yüklük Gitti

 [ Pelitbükü'nden Ali Ak Hocam Sormuş, ben de söyledim!... Çünkü bizim köyümüzü de ırgalıyor.]

SORU 2
"Eskiden düğünden önce urba görülürken, düğürler arasında geline alınacak eşyalar için liste yapılırdı. Bizzat ben de birçok kere bu liste hazırlanırken bulundum.
Hele birinde biz damat tarafı gelin evine alınacakların listesi için akşamdan gittik. Yemek çay derken kız tarafı bana defteri kalemi eline al dediler, bir de söykeye yaslanarak yan kezine yattılar ve birinci sıraya 7 adet yün döşeği ve 10 adet yün yorganı yaz dediler. Biz itiraz ettik, 4 tane yeter dedik, bu durum uzadı gitti. Uzun pazarlıkların sonucunda 5 döşeğe anlaştık.
Diğer alınacakların Listesi devam etti birkaç sayfaydı.
Sorumuz şu, o zamanki gelinler liste başına neden bu kadar fazla döşek yorgan yazdırırlardı?
Şimdiki gelinlerin listesinde hiç yün döşeği yazdıran var mı? Hemen hemen hepimizde vardı beşer altışar kat döşek şimdi onlardan bir tane yok.
Bizim Döşeklere ne oldu, bilen var mı?
*****************************************
.
.

(Cevap-2)
YÜKLÜK GİTTİ GARDROP GELDİ
Hemen ters tepki vereyim hocam, "yeni evlerimizde "yüklük" var mı da yüklüğe konulacak yatak yorgan istesin "kız tarafı."
Biz misafirperver bir millet idik. Sebebi mucibi de dinimiz İslam'dır. Misafir ağırlamak ve onu memnun etmek; bir incelik, hatta bir sanattır. Gönül insanı olmayanlar, bu sanatın inceliğini kavrayamaz. Bunun için eskiden ev eşyalarının bir kısmı fazladan olurdu ki bu "misafir hakkı" olarak telakki edilirdi. Dünya hayatı bir yolculuk idi. Haliyle bu yolculukta, sırtmızda taşıdığımız yükler vardı. İşte bu yüklerimizden bir kısmı da misafiri olduğumuz bu dünyadaki bizim misafirlerimizin ihtiyacı olan döşek-yorganlardı.
Yüklük, Anadolu ev kültüründe evdeki yedek malzemenin (misafirler için yatak, yorgan vs.) konulduğu, yığıldığı, yüklendiği yer. Burası ayrı bir oda olduğu gibi, odanın bir köşesi, gömme dolap (aynı zamanda içi boşaltıldığında ebeveyn banyosu olur) ya da "sandık" üstü de olabilir. En değerli şeylerimizi bu yüklüklerdeki yatak yorganların arasına kıstırır/saklardık. Paralar, silahlar...
Şimdi hiçbiri yok. Hepsini aldılar elimizden. Ya da biz, sahip çıkamadık, kaptırdık.
Millet olarak uçtuk biz. Yeni yapılan modern binalara bakıyorum da, önce "ocaklık" bölümleri iptal edildi, şimdi de "bacasız" evlere şahitlik ediyoruz. Yüzyılların deneyimi ve birikimi olan geleneksel kültürümüzü terk edip her gün modası geçen, çabucak eskiyen modernitenin peşinde koşarken "helak" olup gittiğimizin farkında değiliz.
Misafirlik kavramını bile unutuyor yeni nesil... Çekirdek aile kültürü, torunların gözünde ana-babayı bile yabancı saymaya başladı.
-"Anne!... Dedemin ne işi var bizim evimizde."
-"Öyle deme yavrum. Dedeniz bizim misafirimiz."
Aile büyüğü "misafir" olunca yedi kat el hiç "tanrı misafiri" olup, gelip kapımızı çalar mı? Çalmaz.
Modernite her şeyimizi çaldı. Yapayalnız kaldık. Cümbür cemaat yaşadığımız, hayatın zorluklarına karşı güçbirliği taptığımız o "geniş aile" yapımızı bozdular, bizi böldüler, parçaladılar, kolay yutulur "lokma" haline getirdiler.
Ehl-i keyif olduk. Misafirlik de neymiş. Yorgun argın işten dönmüşüm, uzanıp dizi film izleyeceğim, kimsenin kahrını(!) çekemem, "rızkıyla gelen misafir" istemem, alsın rızkını başka kapıya gitsin. Hatta Halil İbrahim bereketi için duaya da ihtiyacım(!) yok benim, (haşa) Hızır Aleyhisselam'da uğramasın(!) ocağıma... Benim düzenli olarak gelen bir maaşım var. Yağsa da esse de ay sonu maaşım hesabımda... Köylülerimiz bile çeşitli bahanelerle(!) maaşa bağlandığına göre çalışmaya bile gerek kalmadı artık.
Çok kötü "benzetmeler" yaptığımın farkındayım. Bunun için iyice benzetilmedik mi Yüce Mevlamız tarafından. Allah(cc)'ın sopası yok derler ama Coronası var. Artık istesek bile evimize "misafir" alamıyoruz.

İspanya mı Bursı?

(Akıllı olan kazanır.)

Bir anımı anlatayım. 1970'li yılların başı. Goğuz'dan Goca Mustafa Dayı (Mustafa Çetin) koyunlarını kışlak olarak o günkü adı Kışlakonak olan bizim köye indirirdi.
Toklu'sunun biri çok aksi idi. Toklu değil sanki sürünün köpeği idi. İnsan ya da hayvan fark etmez, sürünün yakınında bir yabancı görse otlamayı bırakır hemen saldırıya geçerdi.
Yazı/mera’da bizler de sığırlarımızı otlatırdık. Ne zaman sürüyle burun buruna gelsek, çoban köpeğinden çok bu toklu’dan korkardık. Her ne kadar cüssesinden dolayı koyunların arasında onu ayırt etmemiz kolay olsa da olacak ya, bazen "tos" yemekten kurtulamazdık. Tabi bu arada sürünün başındaki çoban Akça Delen gardaşım da “niye goyunnarııza saabolmıyasuz” diye bizden zılgıtı yerdi.
Toklu'nun tos'undan kurtulmak için çareler de üretmiştik. Yakında ağaç varsa arkasına saklanır ya da doruğuna çıkardık. Olmadı, karık/hendek gibi çukursu yerler varsa oralara yatar kurtulurduk. (Bu yöntem sığırlarda geçerli değildir, toklu/koç yatana boynuz geçiremezken, danalar hem boynuz takar ve hem de ayaklarıyla çiğnerdi.)
Biz böyle ilkel korunma yöntemleri geliştirirken köyümüzden ilaz Osmanın torunu Necmi Şen, İspanyolların Boğa Güreşi taktiğini bu tokluya uygulamaya başladı. Toklu, karşıdan kafayı eğmiş, toslamak için Necmi agaya doğru jet hızıyla gelirken Necmi aga hiç istifini bozmadan bekler, toklu tam yanına gelince kendini bir adım kenara çeker ve koçu yakalayıp havaya kaldırır, sonra da bırakırdı. Neye uğradığını şaşıran toklu, önce afallar sonra tekrar geri geri giderek yeniden toslamak için kendine ivmelik alan belirler, yine baş önde eğik bir vaziyette hedefe kilitlenip saldırırdı. Tabi, sonuç yine hezimet olur, bunu bir kaç kez dener sonunda tırsar, dönüp sürüye karışırdı. Tabi bu anı bir kaç gün sonra unutur tekrar saldırırsa da sonunda pes eder, şaşkın şaşkın, “çattık yav!..” der gibi çeker giderdi.
Eskiden doğal yaşardık. Çok güzeldi.

16 Ocak 2021 Cumartesi

Akbulut Köyü'nde Eski Günler (Şeyler-1)



AYDINLATMA ALETLERİ
 
Cenab-ı Rabb-ül  lemîn, kâinâtı belirli bir nizam ve intizam içinde yaratmıştır. Aydınlık ve karanlık zamanlar da bu disiplinlerden biridir. (“Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme hali kılan, gündüz vaktini ise bir diriliş ortamı yapan O’dur.” Sure-i Furkân, 47.)
 
Gece örtünüp uyumak, gündüz kalkıp çalışmak için yaratılmışken insanoğlu bu küllî iradeyi sevmemiş olmalı ki, cüz-i iradesini kullanarak geceyi gündüze, gündüzü de geceye gark eylemiştir. Artık insanlar aydınlatma vasıtalarının yaygınlaşmasıyla gece yatmayıp, sabahlara kadar oturmakta/çalışmakta, yerine göre de gündüzün yarısını ya da tamamını uykuda geçirmektedir.
 
Şimdi bunlar olurken, eski günlerde insanlar nasıl yaşarlardı? Fazla eskilere ve farklı yerlere gitmeden, bu konuda köyümüzde şâhit olduğum günlerle ilgili notları paylaşmak istiyorum.
 
 
AKŞAM OLDU YAT
SABAH OLDU KALK

 
Köyümüzde eskiden (1960’lı yıllar), bu düzen vardı. İnsanlar gün ağarırken kalkarlar, gün boyu çalışır didinir, gün dulunurken de evlerine çekilir, yemek, sohbet, ibadet derken kısa süre sonra da yatıp uyurlardı. Her şey doğayla uyumlu idi. En basitinden kuşların yaşantıları bu konuda izlenmeye değerdir. Sabah ezanı, güneşin doğmasına bir saat kala okunmaktadır. Ancak bu erken bir uyarıdır. Kalkılsın, temizlik yapılsın, herkes namaza hazır hale gelsin diyedir. Bu erken uyarı sistemini kullanan canlılardan birisi de “horoz”lardır. Hatta bu hayvanlar gündüzü oruçlu geçirmek isteyenler için imsak vaktini de bildirirler. Bu vakitlerden biri de yalancı şafaklardır. “Havas”ı ilgilendiren konulardan ziyade biz Avam yani halkı ilgilendiren konular üzerinden gidecek olursak, insanların yaşam döngüsüne uyabilmeleri için kalkma saati seher vaktidir. İşte tam bu saatte kuşlar ötüşmeye, cıvıldaşmaya başlarlar. Güneş henüz doğmamıştır ama ortalık aydınlanmış, göz gözü görür olmuştur. Önce kendileri kalkan insanlar daha sonra korunaklarında muhafaza ettikleri ehlileştirilmiş, evcil hayvanlarını serbest bırakırlar ve böylece gün boyu sürecek hayata başlarlardı. Yine akşam olduğunda da “evli evine, tavuklar pinine” sözünde olduğu gibi insanlar konutlarına, hayvanları da barınaklarına toplayarak, herkes istirahat için köşesine çekilirdi.
 
Tabi bu hayvanların iki istisnası vardır; Kedi ve köpekler. Bu hayvanları insanlar, konutlarının güvenliği için ehlileştirmişler; kedi ev içi haşerâta, köpek ise ev dışı tehdit unsurlarına karşı bir güvence unsuruydu.. “Unsuruydu” diyorum çünkü günümüzde bu hayvanların kullanılması da amacı dışına çıkmış, şimdilerde her ikisi de birer “süs ve gösteriş” amacıyla beslenmektedir. Öyle ya, ne gerek var. Akşamdan sabaha kadar ev ev, sokak sokak geceyi aydınlatır, gündüz gibi yaparsan kimseden korkmazsın; gece korkan birinin evin tüm ışıklarını açık tutarak uyuması gibi şehir yaşamında da insanlar “ışıklar içinde uyuyorlar” maazallah!.. Gece korkan kişinin evin ışıklarını sabaha kadar yakması gibi tüm şehrin sokakları, park ve bahçeleri de bu ve buna benzer konular nedeniyle sabahlara hatta arıza durumlarında sabahtan da akşamlara kadar aydınlatılmakta, karanlık sokaklar ve parklar gelip geçenler için bir tehdit oluşturmaktadır.
****
 
Akşam vakitleri hüzünlüdür. Ölümü, ayrılığı çağrıştırır. Uyku da zaten “küçük ölüm” değil midir? Burada sorun “garip”lerdir. Bir halk türküsünde olduğu gibi;
 
“Oy akşamlar akşamlar, Yine geldi akşamlar, Evli evine gider de, Garip nerde akşamlar.”
 
Bu dünyada  yaşayanlar olarak hepimiz garibiz aslında, berzah âleminden kalkıp geldiğimiz günden beri... İçimizde bir yalnızlık, bir acı… Dünya nimetleriyle gidermeye çalışırız içimizdeki acıların burukluğunu. Amacımız bir an evvel menzile varmak iken, bir gölgelikten ibaret olan dünya hayatı bizi oyalar, eyler, kandırır, yolcu olduğumuzu unutturur, bizi mukim yapar. İşte, akşamın hüznü buradan gelir. Uyku vaktidir, bırakırız her şeyi ama her şeyi; para-pul, mal-mülk, çoluk-çocuk, ana-baba… Uykusuzluk çökünce üzerimize, buğdayı öğüten değirmen taşları gibi ağırlaşır göz kapaklarımız. O an hiç bir şey görünmez gözümüze, onların hiç bir değeri yoktur artık. Uyku; yani güzel ölüm başlar.
 
İnsan, “tûl-î emel” sahibidir. Hiç ölmek istemez. Zaten hiç kimse öleceğini bile düşünmez. Bu özelliği insana geceyi deldirmiştir. İnsan karşı koymaktadır geceye, gecenin önüne engeller çıkarmakta, geceyi yırtmak, geceyi parçalamak, yok etmek için var gücüyle çalışmaktadır. Bu konuda tek silahı, şimdilik aydınlatma araçlarıdır. Şimdilik diyorum, geçenlerde haberini duydum, Çinliler “yapay güneş” denemelerine başlamış. Öyle ya gün gelecek, güneş battığında yapay güneşler çalıştırılacak böylece “dün-bugün-yarın” dan ibaret olan ömür “bir güne” sığdırılacak!...



İNSAN NİÇİN GECE YATMAZ
 
Tekrar baştan alıyoruz. “Akşam olunca yatması gereken insanlar neden yatmayıp yaşamlarına uyanık olarak devam etmek isterler?” sorusunun cevabı hiç şüphesiz onun “tamahkâr”lığındadır. Karnı tok iken çalışmaya devam eden tek canlı varlık insandır. O açgözlüdür. Yedikçe yemek ister, yiyemediğini de alıp yanında götürür, kimseye bırakmaz, kimseyle paylaşmak istemez. Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi, “Bir vadi dolusu altın ve mücevheri olsa bile o ikincisini ister. Oysa onun gözünü bir avuç toprak doyuracaktır.” Bunu bildiği halde o istifçidir. Üst üste yığmayı sever. İhtiyacı olsun olmasın, hayatını yıpratma, saçını ağartma, belini bükme pahasına da olsa, habire biriktirir. Oysa, “bir lokma bir hırka” neyine yetmez ki çıplak yaratılan ve bir buçuk metrelik kefenle gidecek olan insanoğlunun.
 
Birincisi ölümü kabullenmemek olan bu gece çalışma gayretinin ikinci sebebi de “yığmacılık”tır. Bu yığmacılığı “böbürlenme” olarak da vasıflandırabiliriz. Aynı gündüz gibi bir nimet olarak yaratılan gece, insanın bu hâris tutumu nedeniyle, “kötü”lenmiş, aydınlatılması gereken bir “musibet” olarak algılatılmıştır. Oysa, karanlık ışığın müjdecisi, aydınlığın anasıdır. Karanlık olmasa yakılan bir ışığın hiç bir kıymeti olmaz.
 
 
AYDINLATMANIN TARİHÇESİ
 
“İnsanlar ateş üzerinde hayvan yağının tutuştuğunu fark edince, haznesini taştan ve balçıktan yaptıkları, içinde hayvan yağları yakılan, yine hayvan kılından veya kara yosunundan yapılmış fitillerin eklendiği, kandil şeklindeki ilk yağ lambalarını icat etti.
 
Arkeolojik çalışmalar ülkemiz coğrafyasında zeytin, susam ve balık yağlarının da yakıt olarak kullanıldığını göstermiştir.
 
Romalılar don yağını sıvı hale getirerek keten ipliğini ya da pamuk ipliğini fitil olarak kullanarak mumlar döküyorlardı.
 
18. yüzyıla kadar cam veya metal hazneli, son dönemde petrol türevi yakıtlı ancak temelde hep aynı prensiple çalışan lambalar ve kandiller yaygın olarak kullanılmıştır. Bunların genel sorunu, çok yoğun koku yaymalarının ötesinde, iyi kalitede renkli görmeyi zorlaştıran turuncu renkte bir ışık vermeleri ve çıkan karbondioksitin ve nemli isin zamanla bacada birikerek ışık çıktısını azaltması idi.
 
Uluslararası Aydınlatma Komisyonu’nun (CIE) kurulması da 1900 Paris Uluslararası Gaz Kongresi’nde olmuştur. Ülkemizde ilk kez 1856 yılında Dolmabahçe Sarayı’nın içinde bir gazhane kurularak saray aydınlatılmasında buradan yararlanılmış, elde edilen gaz fazlası ile Sultan Abdülmecid döneminde Beyoğlu bölgesi de aydınlatılmıştır.”(Alper COPLUGİL- elektrikport.com)
***
 
Gelelim köyümüzdeki eski aydınlatma araç gereçlerimizin neler olduğu konusuna.
 
 
ÇIRA
 
Tasavvufta “yanmak,” kül olup yitmek değil ham iken pişip “kul” olmaktır. Yanmayı hep, “yandı-bitti-kül oldu” üçlemesinde olduğu gibi yok olma olarak algılamak hatalıdır. Halk dilinde de “çıra gibi yanmak” ve “çırasını yakmak” gibi kullanımlar vardır. Çünkü çok kolay tutuşup yanabilen bir yapısı vardır çıranın.
 
Sakızlı yapıdaki sivri yapraklı çam, köknar gibi ağaçların bir özelliği de kolay yanmalarıdır. En ufak bir alevle tutuşan bu ağaçlar eski çağlardan beri kullanılagelen ilk aydınlatma aracıdırlar.  İhtiyaca göre büyük yada küçük, irili ufaklı kesimlerle günümüzde bile kullanılmaya devam eden bu ağaç daha ziyade ocak ve sobalardaki odun ve kömürü yakmak için “tutuşturucu” olarak kullanılmaktadır. Eskiden “zifirî karanlık” gecelerde uzun yolculuklarda “meşale” olarak kullanılan çıralar kısa mesafeli yolculukta kullanılmak için de daha küçük boyutlarda hazırlanırdı. Bu çam ağaçları konut ve diğer yapılarda da kullanılırken zamanla neslinin tükenme riskine karşı koruma altına alınmışlardır. Mustafa AÇIKGÖZ öğretmenimizin okul bahçesine kavak ağacı dikme projesinden önce bir de “çam ağacı” projesiyle gündeme gelen, daha doğrusu hatırlanan bugünkü Yukarı Köyün bir zamanlar yüksek çam ağaçlarıyla kaplı olduğunu düşünürsek, insanın tahrip gücünü çok açık şekilde görürüz. Züvergillerin orada, çamlık mevkiinde 3-5 tane var en az 300 yıllık olan bu çam ağaçlarından.
 
Zamanla insanlar hayvansal yağları da aydınlatmada kullanmaya başlamışlar. Özellikle, yabani hayvanlar bu işin ana hammaddesidir. Özellikle “kandil” yağları bu babdan sayılabilir.
 
 
GAZ YAĞI
 
Termik ve Hidro santrallerden sonra geliştirilen güneş ve rüzgar santralleri mesabesinde olan gazyağı o gün için büyük bir buluş idi.
 
Köyde biz kümes hayvanlarından olan kaza “gaz” dediğimiz için olsa gerek, küçükken ben bu gaz yağının gerçekten kazlardan elde edildiğini düşünürdüm. Çünkü bu hayvanlar oldukça yağlı olurlar. Mutfakta kullandığımız “yağ fırçaları” bile kaz kanadından yapıldığına göre bu “gazyağı”nın yemeklerde kullanılmamasına şaşardım. Demek ki içine benzin katıyorlarmış!...
 
Gazyağı hakkında ansiklopedik bir bilgi verecek olursak; “Gaz yağı ya da taş yağı (İngilizce: lamp oil, kerosene, veya paraffin), rafinerilerde benzinden sonra elde edilen teknik ve endüstriyel adıyla “kerosen” denilen bir sıvı yakıttır. Önceleri sadece gaz lambalarında aydınlatma amacıyla kullanılırken, sonradan bazı maddeler eklenerek ısıtma, soğutma, traktör yakıtı hatta jet yakıtı olarak kullanılmaya da başlanmıştır.”
 
Gazyağı, eski günlerin önemli buluşlarından idi. Bizler onu idare lambalarında aydınlatma için kullanırken Ruslar onu roket yakıtı olarak kullanıp uzaya, Ay’a gidiyorlardı. 1970’li yıllara gelindiğinde, anarşi ve terör günlerinde ömürler karaborsaya düşen “gazyağı” kuyruklarında geçerdi. Eski günlerde köylümüzün çarşıdan aldığı dört temel ihtiyaç maddesi tuz, şeker, yemeklik yağ ve “gazyağı” idi.
 
Onun temini de oldukça zordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Samsun'da bulunan yedi adet iskeleden birisi de Gaz İskelesi idi. O günlerde Batum’dan tenekelerle getirilen gaz yağları liman da depolanır, ihtiyaca göre sevkiyatı yapılırdı. Yakın zamana kadar benzin istasyonlarında pompalardan satışı yapılan gaz yağı, kullanım alanlarının daralması ile üretimi de kısılmıştır.
 
Yeri gelmişken ayrıca belirtelim, gazyağı sadece aydınlatmada kullanılmayıp hayatın birçok alanında kullanılmaktadır.
 
 
Gaz Yağının Kullanım Alanları.
 
AYDINLATMA: En yaygın ve temel kullanım alanıdır. İdare, Camlı lamba, löküs temel aydınlatma araçlarımızdı. Bazen ihtiyaca binaen molotof kokteyli gibi şişelere doldurur, fitil niyetine çul takar kullanırdık. Ancak, bazen ısıya dayanamayan şişe çatlar, işimiz yarım kalırdı.
 
TEMİZLİK: Ana geçim kaynağı tütün olan köylümüzün ellerine bulaşan tütün zifirlerini kolayca çıkarmanın tek yolu gazyağlı bezlerdi. Üst başımıza bulaşan zift ve boyaların çıkarılması oldukça zordur. Bu amaçla gaz yağı temizlikte tiner görevi üstlenerek oldukça etkili olabilmektedir. Ayrıca, çarşı pazara giderken giydindiğimiz “yabanlık” elbiselerimizin üzerindeki lekelerin “kuru temizleme” yöntemiyle çıkarılmasında da kullanırdık.
 
ECZA MALZEMESİ: Yoksulluk yıllarında saçlarımızdaki bitlerin temizlenmesi için başımıza gaz yağı sürülürdü. Saça sürülen gaz yağı deriyi inanılmaz rahatsız eder kafa derisindeki tüm kılcal damarları hisseder, bize bunun saçları gürleştirdiği söylerlerdi. Hayatın tüm tadlarını bastıran o kokusunu tarif edemiyorum. Ayrıca, öküz yapılacak danaların klasik yöntemle yapılan "eneme" işinde, hayvanın billurları alınan bölgesine bolca gazyağı dökülür öyle sarılırdı.
 
YAKACAK: Köyümüzde kullanılmadı ama ısınmak için gaz sobalarında yakıt olarak kullanırdı. Biz bazen ocaktaki ateş söndüğünde çok az dökerek tutuşturucu olarak da kullanırdık.
 
TARIM İLACI: Yanlış bir kullanımdı ancak uzun yıllar köylü bu gazyağını DDT ile karıştırarak böcek ilacı olarak kullanmıştı. (Biz o kadar ilaçlı sebze ve meyveyi yedikten sonra DDT kullanımı yasaklanmıştı.)
 
AKARYAKIT: Türk’ün zekası, benzinle 5/1 oranında karıştırarak ucuz yakıt üretmişti. Litrede 40 kuruş kadar daha ucuz olduğu için akaryakıt olarak kullanıldığını farkeden EPDK (Enerji Piyasası Denetleme Kurulu) yetkilileri istasyonda satışını yasaklamıştır.


Gazyağı ile Çalışan Aydınlatma Araçlarımız
 
 
İDARE LAMBASI
 

Eskiden insanlarımız “idareci” idi. Yok yok, yönetici manasında değil, tamah manasında idareci idiler. Bir şeyin daha fazlasını istemezler, bulduklarıyla yetinirler, yetmese de onunla idare ederlerdi.

 

İdare lambası da bunun gibi bir şeydi. Şinanay da denen camlı gaz lambaları ve hatta “löküs” denen bunun bir üstü aydınlatma cihazları varken bile gayet ucuz ve masrafsız olan “idare lambaları” tercih edilirdi. Koni şeklinde olan bu aydınlatma cihazımız ev içinde ve tama taşa giderken risksiz taşıma kolaylığı nedeniyle de gayet kullanışlı idi.

 

Tenekeden mamül bu idare lambaları masrafsızdı derken kastımız lüks ve camlı lambalarda olduğu gibi cam kırılması, fitilinin bitmesi, tülünün dökülmesi vb. durumunda ek giderlerinin olmamasıdır. Bir kere alınan bu idare lambalarına bildiğimiz pamuklu elbise parçası çuldan bir fitil takar, bir de gaz doldurduysak, değmeyin keyfimize, tepe tepe kullanırdık. Çünkü, kırılacak dökülecek bir yanı yoktu. Bir tek fitili yanıp eksildiğinde ninem de onu yaka iğnesiyle çeker çıkarırdı. Eğer fitili sıkı yani yeterince kalın yaparak takmazsak, gevşek kalan fitilin düşme, gazın içine kaçma işi olurdu. Onda da fitili bulup çıkarıp takana kadar akla karayı seçerdik. Öyle ya, idarenin fitili kaçınca karanlıkta onca iş nasıl yapılacak; elbette akla karayı seçerek.

 

Biri “arkaya” (helaya) mı gidecek, eline idareyi alır gider. Karanlıkta kalan odadakiler kıpırdamadan idarenin gelmesini beklerler. Zaten idare, akşam yemeği yenene kadar sofrada lazım olmaktadır. Yemeğini yiyen doğruca küüüt yatağa yatar uyurdu. Kimin ne işi olacak gece vakti idareylen lambaylan!... Gerçi büyükler akşam namazını akşamın o alaca karanlığında idaresiz(ışıksız) kılarlardı da yatsı namazı için bir iki saat uyuduktan sonra gece saat on bir on iki gibi kalkar ocağın ateşinden yayılan ışıkta kılarlardı yatsı namazlarını.

 

Gece idarenin lazım olduğu anlardan birisi de özellikle uzun kış gecelerinde tama (ahıra) gitme işiydi. Ahırın bir duvarında bulunan “idarelik”e konulan idare ışığında hayvanların altı temizlenir, ahırdaki yemedikleri saman artıkları (gezler) altlarına serpilir, “afur”ları (yemlikleri) yeni samanla doldurulur, tarakla (kaşağıyla) özellikle öküzlerin sırtı kaşınır (kaşağılanırdı.) Eski, ahşap ev yangınlarının esas nedenlerinden birisi de bu tam işlerinde kullanılan idarenin yanlış kullanımıdır.

 

Gece idare kullanımının gerekli olduğu bir diğer zaman ise “çöcüg”lerin dersiydi; Gündüz okuldan gelir gelmez işe (mal gütme, eve su çekme, saman taşıma, odun kesme vs..) koşturulan çocukların dersleri... O günlerde evlerimizde masa sandalye ne gezer. Yerlere yatarak ders çalışırdık.  Bir “sekmen”(tabure) bulduysak ne mutlu bize. Rahle niyetine kullandığımız bu ev içi oturakların üzerine koyduğumuz idare lambalarının traktör egzozu gibi çıkardıkları isler burnumuzu içlerine, baca gibi simsiyah kurum bağlatırdı. Gözümüze vuran ışığından defter ve kitabı zor görürken, sekmenin üzerinden kazara kaydırıp düşürür de gazını yerlere dökersek yiyeceğimiz şamar ve işittiğimiz azar işin cabası olurdu.

 

Maaile (ailecek, aile ile birlikte) odada oturuyoruz, dışarıda köpek havlamaya başladı ve birisi de evdekilere sesleniyorsa idareyi kapıp kapıya koşmak yapılması gereken ilk işlerden birisiydi. Peki çağrıya kim cevap verecek; erkekler mi kadınlar mı? Onun da formülünü bulmuştu köy bilgeliği; Allah vergisi doğal ses farkının yanında erkeğin ve kadının ünlemeleri arasında fark vardı. Bu seslenme nidası kitaplarda “huu” diye geçer ama bizde ilk seslenen kadına çağırıyorsa ismin önüne “aaa” koyar, evdeki kadın da ona “yuu” diye cevap verir. Eğer bu çağıran kişi erkekse ve erkeğe sesleniyorsa ismin önüne “loo” koyarak seslenir ve evdeki erkek de ona “ne var laa” diye cevap verir. (Detaylı bilgi için bakınız: Akbulut Köyünde Seslenme Nidaları.)

 

Elinde idare lambası ile kapıya çıkan kişi önce köpeğe, “ben geldim, buradayım, sana gerek kalmadı, sen sus” manasına gelen “oşt ya da hoşt” diyerek onu susturur. Zaten terbiyeli bir köpek, sahibinin yanında başkalarına asla havlamaz. dışarıda rüzgâr varsa idarenin sönmemesi için, yelimiz yansa da avucumuzu aleve siper ederdik.

 

Bu idare lambaları genellikle iki kulplu olurdu; gerek el değiştirmek için ve gerekse karşımızdaki birinin eline verirken kolaylık olsun diye. Bu da ayrı bir incelik idi.
***
 
 
GAZ LAMBASI
 
İdare Lambalarının bir üst basamağı “gaz lambası” dediğimiz cam hazneli, cam fanuslu aydınlatma cihazlarıdır.
 
Gaz lambası, adından da anlaşılacağı gibi gaz yağı ile aydınlanmayı sağlar. Alt kısmında bulunan hazne kısım camdan yapılmıştır, içine gaz yağı konulur. Üstünde içinden fitil geçen koza denen bir metal mekanizma bulunur. Fitil ve lamba camı bu mekanizmaya geçirilir. Lamba ışığı bu aparat sayesinde yükseltilir veya azaltılırdı.  Ayrıca, lambayı duvara asmak için hazne kısmına dolanarak takılmış ve yangın tehlikesine karşı tedbir olarak, alev ile duvarın irtibatını kesen metal bir levha aparatı da olan -ki bu genellikle aynalı olur- bir askılık olurdu. Yine bir ayrıntı daha, bu lambaların “fitilleri” özel imalat olup, nükleer yapıya sahip olduğu söylenirdi. Normal çuldan çıkan alevden farklı olarak bu fitillerin ürettiği alevler daha bir parlak ve beyaz renkli olurdu. Tıpkı kırmızı ışık veren ampullerin yanında beyaz ışık veren floresan ampuller gibi...
 
Gaz lambaları da idare lambaları gibi gaz yakmalarına rağmen isleri daha az olurdu. Bunda etken olan unsur ise cam şişe sayesinde fitil etrafında sağlanan hava sirkülasyonuyla yanmanın daha bir etkin olması ve cam şişenin oluşturduğu baca etkisiyle açığa çıkan is’in yükselmesidir.
 
Gaz lambası yakılacağı zaman, eğer camı kirli/isli ise önce sabunlu suyla bir güzel yıkanıp temizlenerek “gıcır gıcır” yapılır, kurutulur. Yakılırken de önce bir müddet kısık ışıkta yakılır ki cam ısıya alışsın. Yoksa, lamba camının çata da çatlayıp kırılması işten bile değildir. Lambayı yakmak için camı çıkarılıp, fitil, kibrit veya çakmakla yakıldıktan sonra lamba camı yeniden takılırdı.
 
Gaz lambası kapatılacağı yani söndürüleceği zaman bir elimizin avuç kısmını camın tepesine tutarak “lambaya püf” demek yeterliydi.
***
 
Bizim evimizde hem idare ve hem de gaz lambası vardı ama biz hep idareyi kullanırdık. İsmi üstünde “idareli” olurduk. Ne zaman ki hiç tanımadığımız bir tanrı misafiri, bir akraba ziyareti ya da akşam oturmasına gelen konu komşu olursa o zaman evde bir bayram havası yaşanırdı. Lambanın ışığıyla, hele de o lamba bir de “aynalı” ise oturulan odanın isli duvarları ışıl ışıl parlar, içerisi gün ışığından bile daha çok fazla aydınlanırdı. (Eski evlerin pencereleri küçük olduğu için odalar fazla ışık almazdı.)
 
Gaz lambalarının bir güzelliği de onun ışığıyla duvarlarda yaptığımız gölge oyunlarıydı. Titrek ışığı altında ellerimizle ya da tüm vücudumuzla yaptığımız hareketlerle kendi kendimize temaşa sanatları icra eder, eğlenirdik.
 
Misafirlerin kalkması ya da yatıya kalacakların yatmasıyla heyecanımız fazla sürmez, lamba şişelerinin kırılganlığı gibi sevincimiz hüzne dönüşürdü.
 
 
“LÖKÜS” LAMBALARI
 
Gaz lambalarının bir üst versiyonu da bizim köyde “löküs” adını verdiğimiz “lüks lambaları” idi. Her ailede yoktu. Variyet sahibi kişilere aitti. Tıpkı denizci fenerine benzerdi ki tabi denizci fenerine göre daha bir gösterişli ve şatafatlı idi. Gaz doldurulduktan sonra deposunun ağzı sıkıca kapatılır, bu defa depo içine monte dilmiş pompalama mekanizmasıyla, gaz deposu içine hava pompalanarak gaz sıkıştırılır, tül takılı tertibata gaz püskürtülerek yanma sağlanırdı. Alttan ve üstten havalandırma gözeneklerinin yanında taşımak için de büyükçe bir askılık  kulpu olurdu. Köyün ileri gelen ailelerinde bulunan bu lüksler, gece tütün kırma ve dizme imecelerinde, düğün ve derneklerde ve n önemlisi de Ramazan gecelerinde Teravih namazları için camilerde ve camilere gidiş gelişlerde kullanılırdı. Özellikle, köyümüz camii inşa edilmeden önce (1967 öncesi) Gelemet Camiine giden köylülerimizin camiden dağılma anlarını uzaktan seyretmeye  doyum olmazdı. Camiden çıkan cemaat, geceyi aydınlatan ateş böcekleri gibi köy içine dağılırken ortaya çıkan manzara çok güzeldi.
 
 
TÜPGAZLI LAMBALAR
 
Bu cihazımız da köyde likit gaz kullanımının yaygınlaşmasıyla, iki kg’lık piknik tüplerine monte edilen ve lükslerin camlı kısmına benzer bir aparatla çalışırdı. Lükse göre daha ucuz olan bu tüp gazlı aydınlatma cihazlarımızın da pabucu dama atılmıştır.
 
1975 yılından itibaren köyümüze elektrik gelse de sık sık yaşanan elektrik kesintilerinin sürmesi nedeniyle yine de onlarca yıldır kullanmaya devam edilen bu gazlı aydınlatma cihazlarımız artık unutulmaya yüz tutmuştur.
 
/Çetin KOŞAR
 17 Ocak 2021

4 Ocak 2021 Pazartesi

Ormanda Tek Başıma

Akbulut Köyü Ormanları

Akbulut Köyü Hikayeleri

Sebahattin YILMAZ Yazdı!...
Köyde başımdan geçen bir olayı anlatayım. Sene 1975, Lise öğrencisiydim. Samsun ili Alaçam ilçesinde, Alaçam Lisesinde okuyordum. O zamanlar okullarda “Sabahçı-Öğlenci” diye “ikili eğitim öğretim” yapılıyordu. Birinci sene sabahçı olanlar ikinci sene öğlenci oluyordu. O sene ben de öğlenci, bizim söyleyiş tarzımıza göre “öylenci” olarak okuyordum. Ders olduğu zamanlarda hafta içi her gün sabahtan öğlen vaktine kadar yarım gün köydeki işlere yardım ediyor, öğleden sonra da okul için Alaçam’a gidiyordum.
Köyün kışa hazırlık işlerinden olan “odun etme ve çekme” zamanıydı. O zamanlar köyde ormandan ağaç kesme yasağı yoktu. Geniş bir ormanlık alana sahip olan köyümüzde kış yaklaşırken herkes kışlık odun ihtiyacını temin için Ayle Koruluğu hariç ormanın istediği yerinden, yaş kuru farketmez, gün be gün gider odun eder (hazırlar), o gün ya da ertesi gün evine taşırdı.
Köyde yemeklerimiz ocakta ya da kuzinede odun ateşiyle pişirildiği için aslında odun işi kışlık değil dört mevsim yani yıllık bir ihtiyaçtı. Kışlık odunlar bittiği zamanlarda yazın da dağa oduna gidilir ancak bu zamanlarda “yaş” kesilmesine izin verilmez, gidip yaş kesen olursa ve onu da korucu yakalarsa bi ton “azar” işitirdi. Bazı uyanıklar ise haftalar önce gider yaş keser, orman içine saklar, biraz kuruyunca gider alır gelirdi.
Selahattin abimle akşamdan kavilleşir, anlaşır, ben sabah erkenden, gün doğmadan kalkar, baltayı omuzlar, yola düşer, gider odun eder, o da öküzleri koşar peşimden gelirdi. Gün doğmadan diyorum, bilirsiniz kışın günler kısacıktır, göz açıp kapayıncaya kadar hava kararıyor, akşam tez oluyor. İşte bunun için, yani zaman kazanmak için erkenden yola çıkıyorum ki en az, “git-gel” iki saatim yolda geçmekteydi.
Yine böyle günlerin birinde ormana odun etmeye gittim. Olacak ya, odun keserken baltayla ayağımı kestim. Koca dağda yapayalnızım. Yardım isteyecek kimse yok. Bacağım sürekli kanıyor, sarmak gelmiyor aklıma, sarsam neyle saracağım, hiçbir şey yok yanımda. Acısı bir yana sürekli kan kaybediyorum. Odun işini bıraktım. Köye dönmeye karar verdim. Baltayı değnek yaparak zar zor yürüyerek düştüm yola.
Biraz yürüdükten sonra ormanda Sansar dayıya (Sefer Yeşil) rastladım, kızı Fadime ile onlar da odun ediyorlardı. Sefer dayı beni görünce:
- “La yiğenim n’oldu saa böyle” diye sordu, bende:
- “Hiç sorma Sefer dayı, odun ediyedüm baltiinen ayaamı kestim.” deyince o da bana:
- “Kesüg yerüne çişüün yap! mikrop gabmasın.” dedi.
Başkalarına hayrı dokunmayan, menfaatçı kişiler için söylenen “O kesik parmağa bile işemez!” sözünde olduğu gibi bu halk tebabetini (koca-karı ilacını) daha önce de duymuştum ve Sefer dayı da bunu bana önerince, kuytu bir köşe bulup, orada ayağımın kesik yerine “antiseptik” niyetine küçük abdestimi yaptım.
Söyleneni yaptım, yapmasına ama bu defa kapanmaya yüz tutan yara, idrarın tesiriyle tekrar açıldı, yaram yeniden kanamaya başladı. Aslında bu işi sıcağı sıcağına yapmak gerekirmiş, hem yarayı temizler ve hem de acıyı dindirirmiş idrardaki üre yani amonyak…
Açılan yaramdan kan akmaya devam ediyordu. Kanamaya rağmen, bir an önce köye ulaşmak için durmuyor, yürümeye devam ediyordum ancak bayağı kan kaybetmiştim. Biraz daha yürüdüm fakat artık yürümeye dermanım kalmamıştı. Bacaklarımı yüksekçe bir yere koyarak yola boylu boyunca uzanıp yattım.
***
Ortalık sessiz ve sakindi. Kuş sesleri dışında uzaklardan bazı insan sesleri duyuyordum ama kimlerdi, seslensem sesimi duyan olur mu diye düşünürken, karşıki dağda keçi güden Hellen Kazımın oğlu Ramazan Bozdemir beni fark ederek, aşağıda odun kestiğinden haberim olmayan Kazım emmim ve oğlu Ahmet abiye seslendi:
- “Loo Ahmet abii, Ahmet abiiii.” Kendisine seslenildiğini duyan Ahmet abi:
- “Öööy. Ne var la Ramazan n’oldu?” diye sordu. Ramazan:
- “Abi sizin ez yukarıızda bi adam var, yaralu gelibee, gidemiye. Una bi baksanaaz.” dedi.
Kısa sürede Ahmet abi beni buldu, yanıma geldi ve beni sırtına bindirerek kendi arabalarının yanına götürdü. Yiyeceklerini koydukları, azık bohçasını boşalttı ve kesilen ayağımı onunla bir güzel sardı. Hazırladıkları odunları hemen arabaya yüklediler, beni de odunların üzerine bindirerek köye gitmek üzere yola koyulduk.
Kazım emmimin kömüş (çamış) öküzleri vardı. Bu hayvanlar güçlü ve kuvvetli idiler ancak biraz hantal yani ağır gidiyorlardı. Her şeye rağmen, yani ağır ağır ilerlesek de neredeyse yolu yarılamıştık ki baktım karşıdan Selahattin abim hazırladığım odunları almak için bizim öküzleri arabaya koşmuş geliyor; benim durumumu görünce geri döndü ve beni bizim arabaya bindirerek köye doğru yola devam ettik. Bir müddet sonra köye intikal ettik, eve ulaştık.
Benim bu halimi gören evdekilerin panik ve telaşını anlatmama gerek yok zannederim. Hele de bunlar anne, abla ve kız kardeşlerim ise… Onların endişe, telaş ve huzursuzluğunu görünce insan kendi acısını unutup onları teselli edesi geliyor.
Bu telaşa arasında Hava ablam kesilen ayağımdaki yarayı kolonya ile temizlemeye kalktı ve kolonyayı dökmesi ile yara açılıp tekrar kanamaya başladı. Ne yapıp ne ettikse de ikinci defa deşilen yaranın kanamasını bir türlü durduramadık. Sonunda beni Alaçam'a doktora götürmeye karar verdiler.
O zamanlar köyde araç yoktu. N’apalım diye düşünürken, bir traktör sesi duyuldu. Yukarı köyde birine tiftik (pirinç sapı-samanı) getiriyordu. Traktör sahibine durum anlatıldı ve sağolsun giderken bizi de sapağa, Şehminin kavesine kadar götürdü ve biz orada indik.
Yanım sıra Selahattin abim ve Ahmet abi de gelmişti. Sapakta, Bafra'dan gelen Anadol marka bir taksiyi durdurup bindik. O bizi Alaçam Devlet Hastanesine ulaştırdı.
Öğle vakti hastaneye girdiğimizde bana müdahale edecek bir doktor yoktu. Hastanedeki hemşire bize, doktorun öğle tatili için çıktığını, belki hastaneye tekrar gelmeyeceğini bunun için bizim evine gitmemizin daha uygun olacağını söyledi. O günlerde bilirsiniz, önce doktorun özel muayenehanesine gidilir, muayene olunur, sonra hastaneye gidilir, gerekirse röntgen çekilir ve tahlil yaptırılır, reçete öyle yazılırdı.
Tarif üzerinden giderek doktorun evine vardık. Ahmet abi doktorun kapısının ziline bastı. Doktor, üstünde pijamayla kapıyı açtı. Durumum kendisine anlatıldığında:
- “Bekleyin!..” diyerek içeri girip kapıyı kapattı.
Neredeyse yarım saat kadar bekledikten sonra baktık doktordan tık yok. Ahmet abi tekrar kapının ziline bastı. Doktor tekrar kapıya çıktı. Bu defa elindeki havlu ile saçlarını kuruluyordu. Ahmet abi:
- “Doktor bey, biz bekliyok eme bu çöcüg bacaanı kesmiş, boyna ganiye…” deyince doktor:
- “Tamam, geliyorum!..” dedi ve tekrar içeriye girip kapıyı kapattı.
Biz bu halde, yaralı yaralı sokak ortasında doktoru beklerken, şakacılığı ile ünlü Ahmet abi ortalığı yumuşatmak için, emmioğlu Abbas abimin kız kaçırdığının haberini vermesin mi!... Ahmet abi ikide bir “Vay Abbas vay!..” diyerek arkasından Abbas abiyi çekiştirip duruyordu.
Bir müddet sonra doktor kapıda göründü. Biz yol kenarında yaralı yaralı bekleşip dururken, yanımıza geldi. Arabası vardı. Bizi aracına alarak çarşının içinde bulunan özel muayenehanesine götürdü. Araba kirlenmesin diye de ayağımın altına karton koymuştu. Muayenehanesine çıktık, beni sedyeye yatırdı, yarama baktı ve yanında çalışan sağlıkçı(!)ya yapması gerekenleri söyledi. O çalışan kişi, gerekli temizlik ve pansumanı yaptı, ayağımdaki yarayı dört dikiş atarak kapatıp bir güzel sardı ve böylece hastane serüvenimiz sona erdi.
Bu olaydan dolayı bir hafta okula gidememiştim.
O zamanlar yoksulluk vardı, kimsede araç yoktu, ulaşım için önceleri at kullanılırken şimdi öküz arabalarından (kağnı) faydalanıyorduk. Ancak, bu ve benzer konularda her zaman olduğu gibi köyde o zaman daha bir yardımlaşma, daha bir dayanışma ve tutkunluk vardı.
Bu olaydan dolayı bana yardımcı olan başta Kazım emmim ve oğlu Ahmet abime, Selahattin abime, beni yolda yatarken görüp haber veren Halilağanın Kâzımoğlu Ramazan Bozdemir kardeşime, yarama derman bulmaya çalışan Sefer Yeşil dayıma, Hava ablama ve köyümün tüm güzel insanlarına teşekkür ederim.
Bu anımı sizlerle paylaşmaya çalışırken sürç-i lisan ettiysem affola.
/Sebahattin YILMAZ
18 Ocak 2018