30 Eylül 2017 Cumartesi

Ninemin Elleri -I


Ninem Hanife ile Annesi Hediye


Ninem doğduğunda ben yanında yoktum; öldüğünde de. Oysa o hep benim yanımdaydı. Bizi “arkada” bırakıp gittiği güne kadar… Yaşarken “düşün önüme” derdi. Bizi hep “arkalar”dı. Şimdi “peşinde” kaldık. Takıldık peşine. Koşsak da artık ona yetişemeyeceğiz. O, gitti.

Doğduğunda elleri yumuk yumuk muydu bilemiyorum ama başımı her okşayışında pamuk gibi yumuşacıktı o küçücük elleri. Doğduğunda “beni kucağına alsınlar” diye insanlara doğru uzanan o elleri ölüm döşeğindeyken yanıbaşındaydı. Uzanacak, yardım isteyecek hâli yoktu; zaten buna ihtiyacı da yoktu. Elleri nasırlıydı. Dünyanın yükü sırtında, meşgalesinin izi ellerinde “vuslata doğru” gidiyordu. Hep yanında olmak istedim bu kutlu yolculuğunda. Üç gün boyunca her gün 160 km yol aştım yanında olmak için son nefesini verirken. Gidemediğim günün sonunda veda etti herkese, her şeye… Acısız, sancısız, iniltisiz, sessiz... 

Nefes alıp verişi bir tesbihât gibiydi; “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahü Ekber” der gibi... Arada bir durup soluklanır gibi ritm değiştirirdi. “Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh ve eşhedü enne Muhammed’en AbduHÛ ve RasûluHÛ” diyecek miktarınca. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun” diyerek geldiği yere rücu etti. Ninem öldü. Doğduğunda olduğu gibi, öldüğünde de ben yoktum yanında. Biliyorum ki “Hüvel Bâki.” Kalıcı olan Allah(cc). Ne Ninem ne de ben… Dünyadan, yaşamdan, heva ve hevesten, hırstan, arzudan, emelden, hedeften ve diğer bilcümle her şeyden arta kalan… Hüve'l-hayyu'l-kayyum.


EVCİ KÖYÜNDEN SORDAN KÖYÜNE YOLCULUK…

Ninem bir Osmanlı kadınıydı. 1910 yılında, şimdiki adı “Madenler” olan "Evci” köyünde dünyaya geldi. O doğmadan iki yıl önce 1908’de Ulu Hâkan Abdülhamid Han tahttan indirilmiş, Mesrutiyet tekrar ilân edilmiş… Osmanlı tahtında 5. Mehmed (Reşad) vardı. Ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki hükümetleri yönetimde; Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa… Osmanlı Devleti, Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya savaşlarına girip üç savaştan da yenilgi ve toprak kayıplarıyla çıkmıştı.

Baba Halil, ninemin deyişiyle “seferbirlik” emriyle, hangisi olduğu bilinmeyen bir cepheye gitmiş ve bir daha kendisinde haber alınamayınca ninem artık bir “yetim” kız çocuğu olmuştu. Savaş kıtlık, savaş yoksulluk, savaş açlık demekti. Kocası ölen anne “Hediye” bu zor günlerin badirelerine daha fazla göğüs geremeyip bu tek evladını “Hala”sına emanet edip, bu yoksullukta bari bir boğaz eksilsin diye kendi başının çaresine bakmak için ocağı terk eder. Ninem yetimdi. Şimdi bir de “öksüz” kalmıştı. Artık ne başını okşayacak bir babası, ne de sırtını sıvazlayacak bir annesi vardı. O, yetim ve öksüzdü. Yani kimsiz, kimsesiz. Bu kimsesizlik bize göreydi tabi. Oysa o kimsesiz değildi. Onun “Kimsesizler kimsesi” olan bir Allah’ı vardı.

Savaş; Yoksul, aç ve kimsesiz çocuklar demekti. Bu günlerde ninemin elleri hep hareketliydi. Anne yok baba yok. Hastalanır eli böğründe, başında; öksürür eli ağzında, burnunda; biri seslenir eli kulağında. Bir lokma yiyecek bulsa elleriyle onu ağzına taşımanın derdinde. Kir pas içindedir. Bitlenir, kaşınmak için ellerinde tırnak arar, bulamayınca onu koruyup, gözeten, kollayan halası yetişir imdadına… Tek tek öldürür elleriyle saç diplerindeki “bit”leri, temizler “sirken”leri. Yıkayıp pak eder “killi” suyla saçını başını. Çok sürmez. Ertesi gün hücum eder yine üstüne başına bitler pireler.

Kış olur, üşür; Sokar ellerini koynuna. Yatak buz gibidir. İyice büzülür yorganın altında, titrer. Bu defa sokar ellerini karnına kadar çekilmiş dizlerinin arasına. Bir türlü ısınamaz. Sokulacağı, sıcaklığıyla ısınacağı kimsesi yoktur yanında. Kendileri bu yoksulluğun yükü altında ezilirken komşuları gayr-i Müslim teba gayet müreffehtir. Kendileri mısır ekmeği dahi bulamazken Rum komşuları “çiçek gibi bembeyaz ekmek” yapıp yerlerdi. Taze ekmeğin kokusunu aldığında evden kaçar, koşar komşularının yanına. Her seferinde de “İnce elek”ten geçirilmiş buğday unundan yapılan bu ekmeklerden tutuştururlar ellerine vefalı komşuları. Elleri kirlidir. Peçete ne gezer. İncir yaprağına yerine göre kaba yapraklı otlara sarıp öyle verirler eline. Yıllar yılları kovalar “Evcü” köyünde.

Anne Hediye” de rahat değildir; Hangi dala tutunsa o dal elinde kalmaktadır. Başını sokacak, sığınacak yuva arar hep kendine… İnsan ömrünü bitirip tüketen savaş yıllarında bir yuva kurmak ve o yuvayı bir arada tutmak ne mümkün. Sefalet ve hastalıklar bir yandan, savaşlar bir yandan dağıtır kurduğu her yuvayı.  En sonunda Sordanköy’de bir yuva daha kurar. Ordu ili Fatsa ilçesinden gelip buraya yerleşen bir “Halk Doktoru” olan İzzet ile evlenerek kurduğu bu yuvanın mutlu olabilmesi için, yetim ve öksüz Hanife’sinin de dâhil edilmesini arzular ve gereği yapılır. Gider, alır kızını getirir yanına. Ninem artık elleriyle “acı gözyaşları”nı değil, “sevinç gözyaşları”nı silmektedir. Bir “HİCRET” yaşamıştır.  Artık Evci köylü değil, Sordan köylüdür. Annesine kavuşmuştur. Ayrı babalardan olsalar da yeni kardeşleriyle tanışmıştır. Onlarla el ele tutuşmuştur. Ellerinden tutan bir babası da vardır. Yani elleri boş değil dolu doludur artık. Ellerinin bu doluluğu, gelecekteki hayatında, Rabbine bir şükran borcu olarak hep açık olacaktır. Eli açık olmak; Sadece Rabbinden isteyen ve insanlardan yardımını esirgememektir… Ninem “Açık Elli”ydi. Yani “Cömert.”


 "Yaşama Sevinci" Yüzlerinden hiç eksik olmayan 
Ninem Hanife ile Dedem Sefercük.


Cansız bedeninin kara toprağın bağrına yatırılışının üzerinden neredeyse 9 yıl geçti ama yüzünün gün yüzünden ayrılışı daha dün gibi hafızalarımızda. Ve bizler birçok şeyin değerini ve kıymetini onu kaybettikten sonra anlıyoruz. Anlıyoruz, anlamasına da iş işten geçmiş oluyor. Biliyoruz ki yarın doğacak gün bizi de taze bir toprak yığınının altında bulacak. Eliyle dokuduğu ölüme eliyle dokunmadan evvel bu dünyada yaşadıklarını bir bir anlatabilseydi bize ya da o anlatırken biz dinleseydik sözünü kesmeden ve anlasaydık anlatabilmek için keşke. Ama olmadı. Ninem bir “ümmi” idi. Yazamazdı. Biz ise “hem okuyan hemi de yazan” olarak yetiştirildik; bari dinlediklerimizi yazalım ki unutturmayalım, anılarımızda yaşatalım geçmişlerimizi ve geçmişimizi. Onları hatırladıkça dilimizin ucuna gelen “Allah Rahmet Eylesin” duasını eksik etmeyelim onlardan. Bu bir “sadaka-i cariye” yani “sürekli iyilik”tir.
***


SORDANKÖYDE BİR SORDANKÖYLÜ

O günün Sordanköyü tüm yetişkin erkeklerini cepheye göndermiştir. Öyle ki, bırak hocayı, cenazelerini kaldıracak bir Müslüman erkek bulmakta zorlanmaktadırlar. Hayatın yükü, çocuk ve kadınların omuzlarındadır. Öyle ki, 13 yaşındaki oğlunu asker yapmak için elinden almaya çalışan zaptiyelere direnen annelerin öyküleri aradan yüzyıl geçmesine rağmen hâlâ capcanlıdır.

Tıpkı ninem gibi öksüz ve yetim bir delikanlı vardır Sordanköyde. Onun babası da seferberliğe katılmıştır ama cepheden ağır yaralı ve hasta olarak döner. Fakat yaşaması çok sürmez. Rahmet-i Rahman’a kavuşur 36 yaşında daha yolun yarısındayken. Baba Şevki’nin bu ansız ölümü kıtlık ve yoksulluğun kıskacındaki anne Satu’yu da daha fazla komaz dünyada. Hastalanır. Bakacak kimi kimsesi olmadığı için Yenice Köyündeki kardeşinin yanına gider. Onlar bakarlar bir süre ve kısa sürede o da kavuşur Rahmet-i Rahman’a. Savaşın yetim ve öksüz bıraktığı çocuklar kervanına Sefer ve Zülfiye kardeşler de eklenir.

İşte Ninem ile Dedemin kaderleri burada kesişir. Tesadüfe bakın ki hem de kapı komşudurlar bir birlerine. Ninemin üvey babası “Doktor İzzet” aynı zamanda, cepheden dönüp geldiği günden beri yatak-döşek hasta yatan dedemin babası “Gazi Şevki” ile ilgilenmekte, onun hastalığını tedavi etmek için çabalamakta. On, on bir yaşlarındaki Ninem ise minik elleriyle çorba taşır müstakbel kayınpederine. Babası doktoru, ninem de hemşiresidir adeta. Babası öldükten sonra el kapılarında karın tokluğuna çalışarak hayatını sürdürmeye çalışan Sefer ile yeniden annesine kavuşan Hanife’nin kaderleri aynıdır. Yıllar yılları kovalar.

Ninem daha 16 yaşındayken Dedem ellerini uzatır ona. “Hadi gel Hanife, seninle kaçalım” der. Ninem de “hı hı” der. Tamam “kaçır” beni der. Meksut’un tarlasında mısır kırmakta olan ninemi kaçırmaya “ahd” eden Dedem, bir Sonbahar gününde Ninemin elinden tuttuğu gibi oradan kaçmaya başlarlar. Bu kaçışa ayak uyduramayan Ninem tökezleyip düşer ama Dedem aldırmaz, bırakmaz Ninemin elini. Bu defa sürüklemeye başlar biçilmiş mısır tarlasında. Mısır kökleri batmaktadır Ninemin “yan”larına. Ninem bağırır; ”Bırak elimi Sefer, ben geliyorum zaten, sürüme beni yerlerde” der ama dinleyen kim. Dedem, “Kız kaçırmak böyle olur” deyip bir elinden tuttuğu ninemi bir süre böyle sürükler tarlanın kenarına kadar. Ninem elini zor kurtarır Dedemin elinden ama olan olmuş her tarafı yara bere içinde kalmıştır. Elleriyle ovuşturur yaralarını bir süre, acıları dinsin diye. Kim bilir belki de ilk kavgasını burada etmişti dedemle.

Ninem artık hayata atılmıştır. Kendi evi olan, kendi ayakları üstünde duran bir ev kadınıdır. Evlenirken ne bir düğün ne bir eğlence ne de bir tören yapılmıştır günün anısına. Ne gelinlik giyebilir ne de çeyizi vardır. Velhasıl-ı kelam, elleriyle ne bir çeyiz düzebilmiştir kendine ne de kınaydı, düğündü deyip kollarını kaldırıp, elleri havada oynayabilmiştir. Bu mutlu gününde eller “çırpılıp”, parmaklar “pıtık” çalmamış, her gelin kızın kına gecesinde söylenen maniler söylenmemiş, gelin olan ninemin ellerine kına yakılmamış, kına gecesinde elleriyle akan gözyaşlarını silsin diye ağlatılamamıştır. Olsun. O artık bir “ev-bark“ sahibiydi. Bu onun için en büyük zenginlikti. Evi anladık da “bark” ne demektir diyenlerimiz için arzedeyim…

Günümüz Türkçesine "ev bark sahibi olmak" , "evsiz, barksız" veya "evinden barkından olmak" şeklinde geçmiş olan BARK; Eski Türk kültüründe mezarlar üzerine kurulu olan küçük evciklere denirdi. Genellikle komutanların, devlet adamlarının mezarları "Bark"ların içinde yer alırdı. Bark, aynı zamanda mabet görevi de görürdü. Bugün de demiyor muyuz “Aile Kutsaldır” diye. Bir aile için ev hem “barınak,” hem “tapınaktır.” İşte evini bir mabet gibi kutsayan ninem, yaşanan tüm yoksunluk ve yoksulluklara rağmen bu nimetin değerini, kıymetini bilmiş; ona sımsıkı sarılmış adeta dedemle birlikte “küllerinden doğmuş” lardır. “Sabi” iken ölenler hariç üç kız üç erkek olmak üzere altı çocuk sahibi olmuşlar. Fakirlik, yoksulluk onların gözünü korkutmamış aksine Allah'ın hazinesinin herkesi rızıklandıracak kadar zengin olduğuna inanacak kadar “kâmil bir iman” sahibiydiler. “Gayret bizden Tevfik Allah’tan” deyip, daha çocuk sayılabilecek yaşta Devlet-i Âliyeye birey edindirme, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” prensiplerinden haberdar idiler. Şuur altında yatan bu bilgelikle ninem önce evlatlarına “anne” sonra, sayılarını bile bilemediği torunlarına “nine” oldu. Ve bugün O bir “Rahmetli.” Aldığı ilk nefesten verdiği son nefesine kadar o elleri neler çekti neler…
(…)

Zannetmeyiniz ki, bir eş bulup evlenerek ev-bark sahibi olan ninemin gelin geldiği ev güllük gülistanlıktı. 1926’ların Türkiye’si. Koca İmparatorluğu ayakta tutabilmek için yedi düvele karşı savaş verilmiş. Son çare olarak Anadolu topraklarını savunan Türk Milleti varını yoğunu ortaya koymuş. Malı olan malıyla, malı olmayan canıyla, cepheden cepheye koşarken arkada evim var, barkım var, anam var, eşim var, çocuğum var dememiş; önce vatan demiş, yerine göre uğrunda canını vermiştir.

Topyekûn bir savaştan çıkmış bir ülkede iş yok, istihdam yok, üretim yok. Yoklar ülkesinin genel durumuna bakılırsa memleketin efendisi köylü. En azından onun işleyebileceği bir toprağı, kuyruğuna takılıp gidebileceği birkaç hayvanı vardı. Sorun; bu toprağı işleyecek insan gücü varlığında idi. Daha büluğ çağına ermeden cepheye koşan evlatların yerine karasabanın sapından tutmak kadınlara kalmıştı. Ortada devlet diye bir şey olmadığından “Sosyal Güvenlik, Kamu Hizmetleri” gibi şeyler hak getire… Şimdiki gibi evlerde elektrik yok, su yok, doğalgaz yok, elektrikli süpürge yok, çamaşır makinesi yok, bulaşık makinesi yok… Evleri bırak, birçoğu ülkede bile yok. Bu yoklar listesini bırakalım da var olanlardan, ninemin ellerindekilerden bahsedelim.


EVİM EVİM GÜZEL EVİM.

Ev dediğin altı hayvan ahırı, üstü tek odalı ağaçtan yapılmış bir ev. Ortaya serili bir hasır. Ocaklıkta üçayaklı bir sacayak, üstünde küçük bir kazan, kenarda iki tahta kaşık bir de çanak.  Kapının arkasında bir su kovası içinde bir tas. Üzerinde bir tahta kapak. Odanın bir kenarında bir döşek bir yorgan. Bir başka köşede varsa eğer bir çuval içinde bir miktar zahra. Duvara çakılı çiviye takılı urbalar… Kapıda ayakkabı aramayın. Ayakkabı henüz icat edilmemiştir bu köyde; yeni bir çarık en büyük zenginlik…

Ocakta yakılan ateşten dolayı odanın içi hep toz duman, duvarlar ve tavan is karası. Pencere olarak ancak bir insan kafası uzanacak kadar küçücük bir delik. Ocakta saç üstünde pişen genellikle mısır ekmeğidir. Buğday lüks yiyecek henüz. Yemek diye pişen hep mısır çorbasıdır. Un çorbası mı? O bir bayram yiyeceği…

Su istersen kuyular göller var. Ellerinle taşırsın eve suyu; yemek içmek için mutfağa ayrı, temizlik için abdesthaneye ayrı, tuvalete ayrı… Mevsim kış ise tamdaki hayvanları sulamak için yine ayrı…

Elektrik yoksa gaz var. O da yoksa çıra var. İşin aslını sorarsanız buna ihtiyaç bile yok. Gün battı yat, Gündoğdu kalk. Doğal yaşamanın ta kendisi…

Bunlar duyduklarım. Sıra gördüklerimde.
(Devam Edecek.)

/Çetin KOŞAR
30 Eylül 2017