25 Aralık 2019 Çarşamba

Akbulut Köyü’nde Mutfak Kültürü: KAB KACAK -1


Çakmak Dayı'nın Puvarı 

GİRİŞ 

Mutfak ve mutfakta kullanılan araç gereçler bir milletin medeniyet seviyesi ölçülerindendir. “Kab-Kacak” terimi Orta Asya Türkleri tarafından mutfakta kullanılan araç gereçlerin genel adıdır. İlk kullanış şekli “KA KAKACA” şeklinde olup buradaki “KA”, zarf ve kab anlamına gelmektedir. “KAKACA,” ise içine sulu şeyler konan kap anlamında kullanılır. Ka Kakaca zamanla birleştirilerek KAB KACAK şeklini almıştır. Bu çalışmamızda mutfakta kullandığımız, içine yiyecek ve içeceklerimizi koyduğumuz, içinde bunları hazırladığımız, pişirdiğimiz, beklettiğimiz kabları konu almış olsak da mutfağın çevresinde bulunan ve mutfakla ilgili olan diğer kab, alet ve edevatlarımızı da bir bütünlük içinde sunmaya çalışacağız.


Kap kacak deyip geçmeyin. Koskoca Marmaray projesini bile bir süreliğine de olsa durdurmayı başarmadılar mı? Arkeolojik kazılardan en çok kap kacak çıkmaz mı? Çanak çömlek parçalarına yoğun olarak rastlanan yerlerin daha önce yerleşim yeri olduğuna hükmedilir. Zamanla, mutfak kültüründe yaşanan değişmelerin etkisi kendini göstermiş, toprak ve ağaç kabların yerini metaller ve camlar almıştır.

 

Hayatta yaşanan değişim ve karşılaşılan yenilikler, kullanıma giren yeni buluşlar bazen geçmişi aratmaktadır. Gerek evlerin yüzey temizliği gerek mutfak kab kacak temizliği (bulaşık) ve gerekse üst baş temizliği (çamaşır) için kullanılan kimyasallar (deterjanlar) çevre kirliliğinin yanında hayatımızı da olumsuz yönde etkilemektedir. Kültürde yaşanan her değişim, her yenilik başlangıçta olumlu gözükse de zamanla zararları faydasının önüne geçmektedir.


Örneğin, eski zamanlarda çamaşırlar çamaşırlıklarda yağmur suyu, odun külü ve sabunla yıkanır, kirli sular belli yerlerde toplanmış olurdu. Evin penceresinden dışarı dökülen kimyasalsız bulaşık sularının içindeki kalıntılar “tavuk cücük” gibi kümes hayvanlarının besin kaynağı idi. Gerçi arsıyan (bayat) ekmekler ve ekşiyen (bozulan) yemekler ve bulaşık suları çöpe atılmayıp hayvanların yallarında kullanılırdı. Fakat temizlikte bu deterjan kullanımı sorunları da beraberinde getirdi. Önceden topluca yapılan çamaşır günlerinin yerini deterjanların sağladığı kolaylıkla, hemen hemen her gün yapılan temizlik aldı. Deterjanlı bulaşık suları yallık olarak kullanılamadığı için etrafa dökülür saçılır oldu. Bundan ilk etkilenenler ise evlerin etrafını yaşam alanı olarak seçmiş olan kümes hayvanlarımız oldu. 1970’li yıllarda yaşanan ânî ve toplu ölümlere önce bir anlam verilemedi ama sonunda deterjanlı atık sular olduğu kanısı hakim oldu. Atık suların açığa akıtılmasının önüne köylere getirilen “foseptik çukuru açma zorunluluğu” ile geçilse de bu defa yeterli “durulama” yapılamamasıyla “kanserojen” tesirler insan sağlığı üzerinde kendini göstermeye başladı. Meşhur tabirle “Ne yiyorsak, O olmaya başladık.” İşleri kolaylaştıralım derken hayatı zorlaştırdık.


Konumuz kab kacak, alet ve edevat olunca aslında bu konuda değişim ve gelişim dönemlerine de değinmek gerekmektedir. Her zihinde mutlaka yeni fikirler zuhur eder. Yenilik yapmak, teknolojik gelişme sağlamak ve kültürel değişim yapabilmek için itici bir güce ihtiyaç vardır. Bu da maddi kaynaklarla, parasal güç ile mümkün olmaktadır. Bu meyanda köyümüzdeki kültürel değişim ve dönüşüme milat kabul edeceğimiz dönem 1975 yılıdır. Tütün yetiştiriciliği ile kıt kanaat geçinen köylü, bu dönemde sağladığı yüksek gelirle önce konutlarını yenilemiş ardından da tarımda mekanizasyon ve sosyal hayatında canlanmalar yaşamıştır. En basitinden mutfakta yaşanan kahvaltı kültüründeki değişimi örnek verebiliriz. Eskiden köylü sabahları hayata “çorba içerek” başlarken bu dönemden itibaren kahvaltı kültürü değişmiş çorbanın yerini “çay” almıştır. Köye elektriğin bağlanmasıyla televizyon da gelince maddi kültürdeki değişimler baş döndürücü hıza ulaşmıştır.

 

Bu çalışmamızda şu alt başlıkları kullanacağız. BUĞDAY, ÇAY, EKMEK, HAYVAN, KATIK, MUTFAK, OCAKLIK, SU VE UN.

 

BUĞDAY

Çuval

Çuval bulgur

Değirmen el

Dibek

Dibek salgu

Galbur

Gözer

Hambar ekin

Kilim sergi

Sergü ekin

Teneke ölçek

 

ÇAY

Cezve

Çay bardağı

Çay kaşığı

Çay tabağı

Çay tepsisi

Çaydanlık

Demlik

Şeker kaşığı

Şekerlik

 

OKUMA:

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2020/01/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab.html

 

 

EKMEK

Golçak

Kab maya

Kesecek

Oklava

Sac

Sacayak

Sele

Sıyırgı

Sürgeç

Tahta hamur

Tava ekmek

Tekne hamur

Yaslaç

Yelek yağ

 

HAYVAN

Kab yal

Teneke yal

Yalak

 

KATIK

Çanak inek

Pakrak tokat

Süzek

Şişe ayran

Şişe süt

Tencere süt

Tencere yoğurt

Tülbent

Yayık

Yayık

 

OKUMA:

https://akbulutkoyu.blogspot.com/2020/01/akbulut-koyunde-mutfak-kulturu-kab_19.html

 

 

MUTFAK

Balta

Bez bulaşık

Bez sofra

Bıcak çakı

Bıçak

Biley taşı

Büberlik

Çanak soğukluk

Çatal bişi

Çölmek

Çuval soğan

Çuval telis

Dövecek

Dövecek demiri

Elçek

Göğeç pekmez

Göğeç yağ

Güveç

Hunu

İlistir

İşkence

Kasnak

Kaşık

Kaşıklık

Kavanuz

Kazan çorba

Kepçe

Kepçe gödel

Kösüre

Küp sirke

Küp turşu

Maya kabı

Nihale

Oluk elma

Rende

Sağın evi

Sefer tası

Sekmen

Sepet

Sini

Sofra

Sofra altlık

Sofra ayağı

Sofra ayaklı

Sofra bezi

Süpürge

Süzgeç

Tabak

Tahta soğan

Tas çorba

Tava kulaklı

Tava kulplu

Tava pekmez

Tava saplı

Tencere

Tencere toprak

Tepsi

Terek

Torba tuz

Tuzluk

Yağ tavası

Zembil

 

OCAK

Bacalık

Çakmak

Çengel ocak

Çıra

Çıragözü

Dolap ocaklık

İdarelik

Kav

Köseği

Kürek kül

Mangal

Maşa

Ocaklık

Ocaklık gözü

Ösü demiri

Terek ocaklık

Tutuşturucu

Zincir ocak

 

SU

Aşurtma

Bardak su

Boyunduruk su

Çengel kuyu

Dolap su

Fucu

Güğüm

Hereni

Ibrık

İleğen

İleğen kapağı

Kab su

Kabak su

Kazan banyo

Kova

Maşrapa

Pakrak su

Peşkür

Sabun

Susak

Tas su

Teneke su

Zincir dolap

 

UN

Çuval un

Elek ince

Elek yoğun

Kepçe un

Unluk



/Çetin KOŞAR
10 Mart 2018

30 Kasım 2019 Cumartesi

Annelerimiz - Babalarımız

Allah'tır Hepimizi Yaratan.

Babamız Adem.
Anamız Havva.




“Onlara (anne-babana), merhametten kaynaklanan, alçak gönüllülük kanadını ger.
Ve: ‘Rabbim! Ben küçük iken onlar beni nasıl merhametle yetiştirdilerse, sen de onlara öylece merhamet et.’ de (diyerek dua et!)” (İsra, 17/24)




"İnsan öldüğü zaman amel defteri kapanır. Ancak üç şey (barındıran amel defteri) bundan müstesnadır. Sadaka-i cariye, kendisinden yararlanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih çocuk." (Dârimi, Mukaddime, 46)




                            






































27 Kasım 2019 Çarşamba

V A Y R U Z


FOTO: Ercan Yılmaz

Balyozla kazık çakan Celalin Cemaloğlu Sergen YILMAZ.


Tefik Yılmaz, bu fotoğrafa yaptığı bir yorumla, köyümüzde kullanılan fakat unutulmaya yüz tutmuş bir kelimeyi hatırlattı; "VARYOZ." Zaten Helengillerden ödünç aldığımız bir kelimeydi. Neyse, bu sayede ölmekten kurtarmış olduk zavallı varyozu.

Balyoz ile kardeş olan kelimemiz Türkçe sözlüklerimize de birlikte girmişlerdir. Ahmed Vefik Paşa, (Lehce-i Osmani-1876) Varyozu "Taşçıların ağır topuzu, demir tokmak, balyoz." olarak tanımlıyor. Yine, 1900 yılında basılan Kamus-u Türkî'de "Ağır Çekiç"; Mehmet Bahaeddin'in Yeni Türkçe Lügat-1924'de ise "İri Çekiç" olarak belirtilmiş.

Ancak bu kelimeyi biz köyde, "r-y" ve "z-s" harfleri yer değiştirmesi yaparak "vayroz", "vayruz", "vayrus" şeklinde kullanmaktaydık. Daha sonra kelime hazinemize "BALYOZ" girince bunu da "o-u" dönüşümü olarak "BALYUZ" şeklinde kullanır olduk.

Köyümüzde vayruzluk pek fazla işimiz olmazdı. Ancak usta olan ailelerde bulunabilirdi. 1970'li yıllarda eskiyen eski mimari, yani ahşap ağırlıklı konutlarımızı yıkıp yerine taş, tuğla ve betonlu yapmaya başlayınca temel taşlarını yontma ve biçimlendirme için daha çok kullanır olduk balyozu.

Taşlı tarlalarda ortaya çıkan taşların bazısı öyle büyük olurdu ki yerinden "kımıldatmak" bile imkânsızlaşır, tek çare onu varyozla parçalamak olurdu.

Varyozu kullandığımız bir başka alan ise odun olarak kullanılacak kalın ağaçları "yarmak" ve "paralama" işiydi. Bunun için bilek kalınlığında demir çivileri sıra sıra kütüğe varyozla vurarak çakar, bunlar yetersiz kaldığında benzer çivileri ağaçtan yapar, çakar kütüğü ortadan ikiye yararak ayırırdık.

Son bir kullanma alanımız da fotoğrafta görüldüğü gibi "DÜNYAYA KAZIK ÇAKMAK(!)" içindir. Odun etme zamanlarında dağdan çekip getirdiğimiz odunların hepsi yakacak için kullanılmaz, "gazugluk, cereglik" gibi uygun olanları ayrılır, "çalu" tutmak için hazırlanırdı. Haydi ince kazıkları kalın kazıkla çakardık ama kalın kazıkları çakmak için varyoz elzemdi. Kazık, tepesine tepesine inen varyoza karşı koyamaz, hele dibine azıcık su dökerek toprağı da ıslatmışsak toprağa çivi gibi saplanırdı.

Varyoz bir alet ismidir. Taş kırma, duvar yıkma, kök-kütük yarma, kazık çakma vb. işlerde kullanılan, çok iri, iki ucu düz, balta gibi uzun sapı olan 10-12 kg. ağırlığında demir çekiçe denmektedir. Bir başka ifadeyle "battal boy çekiç" diyebiliriz.

Tek farkla ki, bunun sapı oval değil yuvarlaktır. Balta ve kazma gibi tek yönlü kullanılan yani tek ağızlı aletlerin sapları yuvarlak olmayıp ovaldır, bir tarafı kalın bir tarafı ince olur. Ancak çift yönlü kullanılan ağızlara sahip olan çekiç, keser, kök kazması ve balyoz gibi aletlerin sapları yuvarlak olur ki ihtiyaç halinde kolayca ağız değiştirebilelim. Malumunuz olduğu üzere iki yüzlü insanlar da kolayca ağız değiştirirler!...

Argo edebiyatımızda varyoz "kalınkafalı, anlamaz-bilmez veya hoşgörüsüz" insanlar için de söylenir. Varyoz ayrıca "bir hakkı iptal için rüşvet olarak verilen şey, rüşvet anlamında da kullanılmaktadır.

Kuvvetli yumrukları benzetmek için en çok kullanılan nesne varyozdur. "Adamın kafasına yumruğunu balyoz gibi indirdi." Cümlesinde olduğu gibi.


Edebiyatımızda varyoz;

"Demircilik sanatında varyozcu olmak için hem kuvvet ister, hem ustalık." [Ahmet Midhat Efendi, Diplomalı Kız, Sayfa:11]

"Peki hanım, neden döğer seni bu adam? İyi varyoz sallarmış, düzayak olursa bir çırpıda elli lâğım ateşliyebilirmiş. [Fahri Erdinç, Destur Ya Sefalet, Sayfa:37]

Evliyâ Çelebi Seyahatnamesinde varyoz; "Cümle vilâyetlerde ne kadar taşkeş var ise pür-silâh olup ellerinde ferhâdî kazmaları ve küsküleri, varyosları, kamaları, kürekleri, küfeleri… "

Varyoz, vuruş ve savuruş tekniği bakımından "gürz"e benzetilir. Varyozdur bu savurdun mu, karşısında neye rastlarsa balyoz gibi ezer geçer.

Konu çatışmadan savaştan açılmışken gürz ve balyozdan başka diğer "ezici silahlar"dan bahsetmeden olmaz. Bunlar;Sopa, oklava, merdane, cemekli öndüre, cereg, gazuk, tokmak, küreğin sapı, kazmanın sapı, süpürgenin sapı, baltanın güblentüsü, küskü, daş ve diğerleridir.



25 Ekim 2019 Cuma

Akbulut Köyü’nde Meslekler; İĞNECİLİK


 Köyümüz İğnecilerinden Havva ŞEN

Eskiden hemen hemen her köyde vardı bu enteresan mesleği yapanlar. Herhangi bir akademik formasyonları da yoktu. Erkekler genellikle askerlik hizmetini "sıhhiyeci" olarak yapanlardır. Kadın iğnecilerimiz de yetenekleri ölçüsünde zaruret icabı bir yakınından ya da eşinden öğrenirdi. Yaz kış kimin hastası varsa, kime iğne yapılacaksa ikiletmeden çıkar giderlerdi hasta evine. Hasta ayaktaysa yani gezip dolaşabiliyorsa iğneciyi eve çağırmak yerine ilacını alır kendisi giderdi iğnecinin evine.

Bu iş için tanımlanmış bir ücret yoktu. Zaten iğnecinin de isteyecek durumu yoktu köy yerinde; herkes hısım, herkes akrabaydı. Ama verecek gücü olanlar da ama az ama çok, gönlünden ne kopar, elinden ne gelirse para, tarımsal ürün, horoz-tavuk verilirdi. Bunları da verecek gücü olmayan gider iğneciye tarla işlerinde yardım ederdi; mevsimine göre tütün diker, kırar, dizer, tonga yapar, orak biçer, dağdan odun çeker...

İğnecilerin malzemeleri, tütün tabakasına benzer küçücük bir metal kutu içinde, cam şırınga (enjeksiyon aleti), boy boy birkaç iğne, küçük çubuk testere, küçük maşa, ispirto ve pamuktan ibaretti.

Köyümüzde “iğneciler” (hatırladığım kadarıyla), İlaz Osmankızı Havva ŞEN, Selahattinoğlu Emin KOŞAR, Züveroğlu Mehmet KOŞAR…(Diğerleri Eklenecek). Hava halam ailesi dışında köydeki kadınların iğneciliğini yaparken, erkek iğneciler de erkeklerin iğneciliğini yaparlardı.

Antiparantez belirteyim, iğneci halamız Havva ŞEN’in doktor olan birkaç yeğeni vardır. O’nun bu mesleği ailede idol olmuş sanki. O yeğenlerinden biri Alaçam Devlet Hastanesi’nde başhekim, diğeri Akhisar’da bir ASM'de Aile Hekimidir…

Aslında doktorlar mecbur kalmadıkça hasta reçetelerine “iğne” yazmazlardı ama zorunlu olarak yazdıkları da genellikle penisilin iğnesi olurdu. Hele o “güçlendirilmiş penisilin denilen “PENADUR” bir başkaydı. Vücutta beton etkisi yapardı. Bir yedin mi, başta felç olmuş gibi kıpırdayamasak da, bir hafta on gün sanki o içimizdeki betonları kırmak için uğraşır dururduk. Şimdiki gibi enjekte öncesi "penisilin testi" de yoktu. İğnecinin, halk deyimiyle "elinin hafif olması" çok önemliydi. Tamam, iğnecinin eli hafif, yüreği yufka olabilir ama o zamanın iğneleri de maşallah, bugün hayvanlarda bile kullanılmayan kalınlıkta idiler. Deliğinden karınca bile geçerdi. Bir hafta on gün zaten o parmağım kadar kalın iğnenin bedenimizde açtığı yaranın iyileşmesiyle geçerdi. Hele vurulacak iğne sayısı 3-5’den fazlaysa yandı gülüm keten helva. İlistire dönmüş bir kalça ile otursan oturamaz, yatsan yatamazdın. Yüzükoyun yatmaktan boynumuza kramplar girer, günlerce geçmeyen baş-boyun ağrıları işin cabası olurdu.

İğnecilerin hasta evine geldiklerinde, metal iğne kutusunun kapağını açarken ilk istedikleri, bir çanak içinde fokur fokur kaynamakta olan sudur. Bazen uygun kab olmaz, bunun yerine iğneci, iğne kutusunu boşaltır, sıcak suyu bu kutuya doldururarak kullanırdı. Şırınga ve kullanılacak iğneler bu kaynar suyun içine daldırılıp sterilize olmaları için bir süre bekletilir, ardından iğne, tüp ve piston kısmı monte edilerek bir miktar ispirto çekilip dezenfekte edilir ve içindeki ispirto boşa dökülmez vücudun iğne batırılacak yerini temizlemede kullanılacak pamuğa zerk edilirdi. Bu esnada yapılanları büyük bir zevkle izleyenler arasında o iğneyi yiyecek olan da vardır. Aletler ve onların dezenfekte işlemi tam bir seyirlik sahne idi. Bazen, maşası olmayan iğnecinin kaynar su içindeki edevati almaya çalışırken parmaklarını haşladığı da olurdu. (Oh olsun işte!... Bacak kadar çocuğun canını iğne vurarak yakarsanız, Mevla da sizin canınızı böyle yakar. :))

İğne vurulmadan önce yapılması gereken ikinci işlem ilacın hazırlanmasıydı. Lincosin gibi tek parçalı iğnelik ilaçlar da vardı tabi. Ancak, genellikle penisilin türü ilaçlar yazılırdı. Şimdiki gibi envai ilaçlar nerde; "Doktor amca (o zaman doktorlar hep erkekti), n'olursun iğne yazma, onun yerine şurup yaz, hatta hapı da olsa vallahi yutabilirim" diyebileceğimiz... Şimdi ilaçlar o kadar çeşitlendi ki eczaneler bile hepsini bulundurmak yerine Ecza Depolarından sipariş üzerine çalışıyorlar. Gidiyorsun eczaneye, "şu ilaç depoda, iki dakika bekle hemen gelir" diyorlar. Ecza depolarının önü motosikletli kuryelerle dolu, adamlar vızır vızır ilaç yetiştirmeye çalışıyor. Hatta bir ara bazı ilaçların marketlerde satılması bile düşünülmüştü.

Penisilin denilen bu meret kuru toz halinde satışa sulmaktadır. Aynı kutu içinde iki ayrı ilaç olurdu. Biri küçük tüpte sıvı çözelti diğeri asıl ilaç olan toz penisilin. Önce içinde sıvı bulunan küçük tüp alınır ele, bir elde dik tutularak içindeki hava kabarcıklarını almak için öbür elle işaret parmağıyla birkaç fiske atılır. Çubuk testere ile uç kısmı çiziktirilip yine elle pıt diye kırılarak açılırdı. Ardından bu sıvı şırıngaya çekilir ve içinde toz halde penisilin bulunan ağzı kapalı şişenin kauçuklu kapak kısmından içeri zerk edilir ve süt beyazı karışımın erimesi için bir süre elle sallanarak iyice çalkalanırdı. Bu işlem için daha kalın olan iğne kullanılır. İlaç hazır olunca şırıngaya çekilir ve ucundaki iğne çıkarılıp hastaya batırılacak yeni iğne takılırdı.

İğneci bu işleri yaparken aynı zamanda hastanın da (genellikle çocuklardır bu hastalar) hazırlanması gerekmektedir. Yüzüstü yatılacak, artık sıra hangi taraftaysa o tarafdaki kalçanın açılması lazımdı. Eh bu hasta benim gibi yalandan yere ağlayıp mızmızlanan biriyse elbette babası onu kıskıvrak yakalayıp kucağına yatıracaktır. “Ben iğne olmıcaaaaam!” feryad-ü Figanları bu noktadan itibaren faydasızdır. Anne ya da nine de babaya yardıma gelmiş, çocuğun biri kolundan diğeri bacağından kavrayıp “hiç acımayacak”, “hemen iyi olacaksın”, “ben de vurulacam senden sonra” vb yalanlara başlanır ama kim inanır.

Bu esnada iğneci toz karışımı da şırıngaya çekmiş, içindeki hava boşluğunu almak için şırıngayı şöyle yukarı doğru tutup bir miktar ilaç, dışarı, herhangi bir yere fışkırıncaya kadar yavaş yavaş pompaya basar. Bu esnada ağlayan çocuğu teselli edenler kervanına “bak biraz daha beklersek ilaç donacak” diyerek iğneci de katılır. Ben uyanığım ya içimden “donarsa donsun, o zaman ben de iğne vurulmaktan kurtulurum” deyip çıkardığım “çıngarı” sürdürüyordum. Kıpırdamamam için yapılan baskılara bir kalıp da iğneci olur, iki eliyle iğne vurmaya çalışırken, bir dizini de hastanın bacağına bastırarak; “debelenip durma, yoksa iğnenin ucu kırılır, kalçanda iğneyle gezersin” demez mi. Ben de yine içimden “hadi vur vurabilirsen bakalım deyip baskı kalıplarının boş bulduğun yerlerinden kıpraşarak bir dansözü aratmayacak şekilde kıvırtmayı sürdürmüştüm.

İğne vurulacak yer ispirtolu pamukla silinip tam iğne batırıldı ki, ilaç donmuş zerk işi gerçekleşmemişti. Düşündüğüm oldu ve şırıngadaki ilaç “dondu.” Gerçekten beton harcıymış demek. Ama iş biter mi, bitmedi tabi. Hemen bir parça ispirtolu pamuk yakıldı ve şırınganın iğnesi ısıtılarak ilacın donu çözüldü. İlacın donma hususundaki düşüncem, yani “ilaç donarsa bir daha bana iğne vuramazlar” fikrim suya düşmüştü. Son çare iğnecinin iğnesini kırmaktı. Ama nafile… Tüm kıvırtmalarıma rağmen iğne kırılmadı ama “eğrildi.” İğneci önce eliyle düzeltmeye çalıştı fakat sonuç alamayınca onu ve beni tutanlar için ortam gerilmişti. Artık benim için “acıma ve şevkat” bitmiş yerini “azarlama ve şiddet” almıştı. “Tamam, sana iine müüne furmiceez, ne halin varsa gör, git istersen öl” dediklerinde yolun sonu görülmüştü. Artık, ağlayıp nazlanacağım ne ana, ne de baba kalmıştı. Çaresiz zırlamaya devam etsem de bedenimi ölü gibi hareketsiz bir şekilde teslim etmiştim onlara. Böylece, donmuş olan iğne tekrar ısıtılıp eğri haliyle kalçama batırılarak ilaç zerk edilmiş ve işlem sona ermişti.

İğne sonrası önce bacak kısmi felce uğrar, sonra da vücudu bir ateş basar, bu ateşle beraber hasta canlanır, gözüne fer, yüzüne renk gelirdi. Ama hastalık bu derinden olunca, günlerce ciğerlerim parçalanırcasına kütür kütür öksürdüğümü hatırlarım.

Gelelim, iğne vurulmadan evvel hastanın yapması gereken işlere. İlaç alımında istisnalar hariç karnın tok olması genel kuraldır. Serde delikanlılık olunca, bir akşam üstü, tarla dönüşü vurulmam gereken iğne için yemek yemeden, şu iğne işi aradan çıksın diyerek, ilacımı almış doğru Mehmet emmimgile gitmiş iğnemi vurulmuştum. Tütün dizmeleri zamanıydı. Odadan çıktım, salonda serili dizilecek yeşil tütünlere basmamak için çekirge misali bir zıpladım, iki zıpladım, üçüncüye kendimi yerde buldum. Gözlerim karardı. Bulantı ve başdönmesiyle oracıkta kalakaldım. Mehmet emmim, otur biraz dinlen öyle gidersin demişti ama diyorum ya "delikanlılık çağı"ndaydım. Oysa, hastalığa erkeklik sökmeyeceğini önceden bilmeliydim. Kendime geçmiş olsun.

Bu yazının ana temasını oluşturan bu olay 1966 yılı civarında yaşanmıştır. 4-5 yaşlarında olmalıyım. Çok iyi hatırlıyorum, bir kış günüydü. Yatak döşek yatıyorum. Babam odanın içine tütün hevengini açıp asmış, tütün seçiyor, ninem de oturmuş dibinde seçilip ipten sökülerek yere atılan yaprakları "pastal" yapıyordu. Ben kendimden geçmiş vaziyette gözlerimi açamıyorum ama konuşulanları duyuyorum. Ninem bir ara yanıma geldi, beni kontrol etti ve babama "Seli bu cöcüg ölü gibi üyiye" dediğini hatırlıyorum. Babam da "sıkıntılı hali yok, bırakalım da rahat rahat uyusun çocuk" demişti. (Günümüzde, çocuk bir kere öksürse soluğu hastanede alıyoruz.) Gerisini hatırlamıyorum. Doktora gittik mi gitmedik mi? Ama bir akşamın alaca karanlığında yaşadığım bu "iğne vurulma" vakasını bugün bile ayan beyan hatırlıyorum. Ve bunca kahrımı çeken iğneci de kim derseniz söyliyeyim, Emin Kosar dayım idi. Allah(cc), ondan ve cümle iğnecilerimizden razı olsun. Ahirete intikal edenlere de Rabbim rahmetiyle muamele eylesin.

/Çetin KOŞAR
25 Ekim 2019

KÖYÜMÜZDEKİ İĞNECİLER
(Listenin Tamamlanması için Katkılarınızı Beliyoruz)

Ali Koca (Kadiroğlu) -Çetirlik
Emin Koşar (Selahattinoğlu)
Halime Şahin (Cemal eşi) -Karanlık Dere
Hediye Şen (Sami Eşi) -Karanlık Dere
Havva Şen (Hacı Osman kızı)
Mehmet Koşar (Züveroğlu )
Mustafa Açıkgöz (Baş Öğretmenimiz)
Mustafa Bak (Turgutoğlu)
Nazmiye Bak (Güler) (Reşat Kızı) -Sarımsak
Nevzat Yılmaz (Ethemoğlu)
Paşa Yılmaz (Celaloğlu)
Recep Koşar (Ramisoğlu)
Reşat Bak (Kazımoğlu) -Sarımsak
Rüveyde Bak (Reşat Eşi) -Sarımsak
Sami Şen (Ahmetoğlu) -Karanlık Dere
Sevim Ustaoğlu Yılmaz (Mustafa Eşi)
Sebahattin Yavuz (Paşaoğlu)
Şükrü Çelenk (Sarımsak)
Turgut Bak (İlaz Şabanoğlu)
......




2 Haziran 2019 Pazar

Ebe Dede Hesabı (Kocakarı) Üzerinden Mevsim Analizleri

İklim, geniş bir alandaki uzun yıllara dayanan ölçümlerdir. Bir yerde iklimsel verilerden bahsetmek için orada en az 8 yıldan başlamak üzere ortalama 40 yıla dayanan bir ölçüm olmalıdır. Modern anlamda ölçülen iklim verileri, metodolojik bir disipline göre belirlenip verilerin sürekli kayıt altına alınmasıyla elde edilmektedir. Öte yandan, insan doğa etkileşiminin bir ürünü olarak ortaya çıkıp kayıt altına alınmadan tıpkı geleneklerde olduğu gibi sözlü anlatımlarla nesilden nesille aktarılan iklim belirleme biçimi var ki bunlara ebe dede hesabı veya kocakarı hesabı denilmektedir.

Özellikle kırsal bölgelerinde bu tür değerlendirmenin fazla olması insan-doğa etkileşiminin yoğunluğuyla ilgilidir. Çünkü kırsal alanlarda yaşayanlar doğa şartlarına daha bağımlı bir durumdadır. Doğayla baş etmenin en iyi yolu da doğayı ve doğal olayları iyi analiz etmekten geçmektedir. Bu analizler binlerce yıl oluşan birikimin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu birikimler, nesilden nesile aktarılarak yeni eklentilerle gelişimini sürdürmektedir. Ancak modern iklim verilerinde olduğu gibi kesin ve genel bulgular yerine yerel ve şartlı bulgular şeklinde ifade edilmektedir.

Ebe dede hesabına dayalı veriler, bulunduğu coğrafi alanın özelliklerine bağlı olarak farlılıklar gösterebilmektedir. Bu farklılıklar genelde modern ölçülerle belirlenen mikro ve makro iklim ölçekleriyle uyumluluk gösterebilmektedir. Ayrıca modern ölçülerdeki gibi aylar ve mevsimlere göre tasnifler de söz konusudur. Modernölçülerle mevsimler genellikle sıcaklık, yağış ve basınç durumuna göre belirlenmektedir. Ebe dede hesabında ise ya bir ürünün yetişmeye başladığı devre, ya da ürünün hasat dönemi veya bir hayvandan elde edilen ürüne göre bölümler oluşturulmuştur. Şimdi bu verileri inceleyelim:

1- İlk ay, baharında başlangıcı da olan Mart ayıdır. Bu aya, “DölDökümü, Kuzu Ayı, Yazbaşı” gibi isimler de verilir.

2- Konveksiyonel yağışlar dönemi olan Nisan ayıdır. Bu aya, “Yağmur Ayı, Yağar Ay” denilmektedir.

3- Ağaçların meyve vermek için çiçek açtıkları dönem Mayıs ayıdır. Bu aya, “Çiçek Ayı, Tut (dut) Ayı” denilmektedir.

4- Otların yavaş kurumaya başlamasıyla daha yükseklerde yer alan yaylalara çıkılmaya başlanan ay Haziran ayıdır. Bu aya, “Yayla Ayı, Kiraz Ayı” denilmektedir.

5- Yaz sıcaklarının gelmesiyle, tahıl ürünlerinin hasat edilecek kıvama gelindiği dönem, Temmuz ayıdır. Bu aya,”Kotan Ayı, Orak Ayı” denilmektedir.

6- Meyvelerin olgunlaşıp dallarından düştüğü dönem Ağustos ayıdır. Bu aya “Biçim Ayı, Çürük Ay” denilmektedir.

7- Eylül ayında ürünler harman denilen yerde toplanır ve tığ savurma denilen bir yöntemle buğday samandan ayrılır. Bu aya “Harman Ayı, Böğrüm Ay” denilmektedir.

8- Hasat edilen ürünlerin değirmende işlendiği ay, Ekim ayıdır bu aya, “Şarap Ayı, Değirmen Ayı, Sulta Ay” denilmektedir.

9- Hayvanların soğukların başlanasıyla ağıllara çekildiği ay Kasım ayıdır. Bu aya, “Koç Ayı, Koç Katımı” denilmektedir.

10- Kış soğuklarının iyice bastırdığı ay Aralık ayıdır. Bu aya “Nahır-Kovan, Kara-Kış” denilmektedir.

11- Kış soğuklarının en şiddetli olduğu ay Ocak ayıdır. Bu aya, “Don Ayı, Çileler Ayı, Zemheri” denilmektedir.

12- Aylar içerisinde en kısa süren ay Şubat ayıdır. Bu aya, “Gücük, Gücük Ay” denilmektedir.

Modern iklim ölçümlerinde nasıl ki yıl mevsimlere bölündüyse ebe dede hesabında da önemli iklim olaylarının başlama ve bitme durumlarını gösteren günler vardır.

Bu günler şöyledir:
Amansız Elli: Karakışın 20. gününden) başlayıp, gücüğün 9. gününe ( 4 Ocak-22 Şubat) kadar sürer. Tam 50 gün çeker. Soğukların aralıksız devam etmesi yüzünden, bu günlere “Amansız elli” denilir.

Hıdrellez Fırtınası:  zemheri ayının 18’i ile 28’i (31 Ocak-10 Şubat) arasında devam eden rüzgârlardır.

Vakit Yeli: Gücüğün yedisinde (20 Şubat) vakit yeli eser ve cemre havaya düşer.

Cemreler
Sıcaklıların başladığı dönemlerdir.

1.Cemre: Gücük ayının 7.gününde cemre havaya düşer. Havalar ısınmaya başlar.

2.Cemre: Gücük ayının 14. gününde (20 Şubat-27 Şubat) cemre suya düşer. Sular ısınmaya başlar.

3.Cemre: Gücük ayının 21. gününde (6 Mart) cemre toprağa düşer. Toprak ısınmaya başlar.

Gâvurun Küfrü-Gâvurun Günü: Gâvurun günü, gücüğün çıkması ile Martın girmesi arasında (10-14 Mart arasında) olur. Gâvurun küfründe bacaya çıkılarak, aile fertleri sayısı kadar taş ayrılır. Herkesin taşı büyükten küçüğe büyük baca kenarına dizilir. Bir gün sonra taşlar kaldırılarak altına bakılır. Kimin taşının altından fazla böcek çıkarsa onun bu yıl nasibi bol olur.

Beldir Aciz- Kocakarı Soğukları: Baba hesabına göre gücük ayının 26. günü ile mart ayının 4. günleri (11-17 Mart) arasında devam eden sayılı fırtınadır. Beldir Aciz fırtınası, “Beldir aciz, yer gök taciz” “Üçü şubatta, dördü martta” gibi sözlerle tarif edilir. Bu fırtınalı günlere “Kocakarı Soğukları” adı verilir.

Haftı Hambal- Mart Dokuzu: Baba hesabına göre, mart ayının 9. günü (22 Mart) Haftı Hambaldır. Güneş Hamel burcuna girer ve gece gündüz eşit olur. “Mart Dokuzu ” olarak bilinen bu günde, bahar başlar.

Abrıl Beşi Fırtınası: Abrıl ayının 5. gününde (18 Nisan) görülen sayılı fırtınadır. Çok şiddetli soğuk olur. Halk: Sakın abril beşinden camızı ayırır eşinden!” diyerek bilmeyenleri bu fırtınaya karşı uyarır.

Sitte Sevir: Abrıl ayının 7. günü ile 12. günü ( 20-25 nisan) arasında 6 gün süren sayılı fırtınadır. Bu fırtına “Sitte Sevir, her saati bir devir” deyimiyle, bir anı bir anını tutmayan zaman dilimi şeklinde tanımlanır.

Hıdrellez: Abrilin 23. günü (6 Mayıs) seneyi ikiye bölen gündür. “Ver Hıdrellez’i vereyim yazı” sözüyle yazın gelmiş olduğu doğrulanır.

Ülger Doğumu Fırtınası: Ülger yıldızı, baba hesabına göre Mayısın 18. günü (31 Mayıs) doğar. Gün doğusundan şiddetli bir yel eser. Bu yel insanlar, hayvanlara ve bostanlara zarar verir. Bu yüzden ülger doğacağı gün hayvanlar dışarı çıkarılmaz, ahır ve ağılların pencereleri, kapıları kapalı tutulur.

Gündönümü: Baba hesabına göre, Haziranın 12. günü (25 Haziran) gün döner.

Kuyruk Doğumu: Baba hesabına göre Haziranın 18. günü (1 Temmuz) kuyruk doğar. Kuyruk Yıldızı da Ülger Yıldızı gibi doğduğunda mala davara zarar verir.

Terazi Doğumu: Terazi Yıldızı baba hesabına göre Temmuzun 18. günü (31 Temmuz) doğar.

Mihrican-Bostan Bozan: İlkgüz ile ortagüz arasında (14 Eylül-14 Ekim) görülen fırtınadır. Ülker yeli gibi, çok soğuk eser ve bütün mahsulleri mahveder.

Kaynaklar:
4-Meydan Larousse,
5-Ana Britannica.
6- Hakan TUNÇ, Üzerlik Köyü Bitirme Tezi (yayımlanmamış eser)


/Hakan TUNÇ
12 Nisan 2016


10 Mart 2019 Pazar

Akbulut Köyü'nde Unutulmaz Olaylar -4

BİR TRAKTÖRE 
İKİ KORNA

Köylerimiz makineleşmeden önce oldukça sessizdi. Hayvan seslerine çocuk sesleri karışır giderdi. Hele ilkbahar geldiğinde tabiatın o doğal sesleri insanın içine huzur verirdi. Tarlada çift süren köylülerin öküz “gehleme” sesleri, annesi yazıya otlamaya giden ineklerin buzağı sesleri, onlara uzaktan cevap vermeye çalışan annelerinin sesleri, gece gündüz vakitli vakitsiz öten horoz sesleri, yumurtlayan tavukların (gıt gıt gıdaak) sesleri, yine gece gündüz hiç susmayan köpek sesleri, çağıldayan dere ve çayların sesleri, teneffüs anında okulun bahçesinde çığlık çığlığa bağırarak oynayan çocukların sesleri, evde ağlayan bebek sesleri, karga ve kuş sesleri, bir de yoldan eve, evden tarlaya, tarladan komşu tarlaya hatta köyden köye konuşan insan sesleri hep duyulurdu. Çünkü, o günlerde köyde gürültüye neden olan mekanik sesler yoktu. Bugün bizi sağır, duymaz eden bu sesler neler biliyor muyuz? Evdeki, buzdolabı, çamaşır makinesi, radyo, televizyon, sokaktaki araç trafiği, sağda solda çalışan iş makineleri insan sesini bastırır oldu. Hiç farkında bile değiliz ama maalesef insanlar daha düne kadar köyler arasında bir birleriyle direkt temas kurabiliyor, aracısız, aletsiz konuşabiliyor, birbirlerine seslerini duyurabiliyorken şimdi karşılıklı durmamıza rağmen ne yazık ki sesimizi bir birimizi ulaştıramıyoruz, duymuyor, duyuramıyoruz.

İşte öylesi biz zamanlardaydık köy hayatında. Köye gelen bir aracın sesini kilometrelerce uzaktan duyar, geçeceği yolun kenarına koşar, onun geçişini seyrederdik. Bir âdetimiz daha vardı. Eğer yoldaysak yolun kenarına değil yolun dışına çıkardık. “Motorlu araç bu, ne olur ne olmaz, bizi çiğner sonra!..” deyip tedbirli davranırdık. (Şimdi araç korna çalsa bile yolun ortasından giden kahramanlar olduk, kim korkar motordan!..) Evet köy yerinde kural buydu, büyüklerimiz bile, köydeki hareketlerden haberdar olmak için köye gelen ve evin önündeki yoldan geçen herkese "kim o acaba?" diye bakar alakadar olurdu. Zamanla traktör, motorsiklet, minibüs, taksi vb. ne istersen hepsine sahip olduk köy olarak. Bu, tarımda makineleşme ve konfor köyümüze yaramamış olacak ki yıllar sonra köyü boşaltıp şehirleri doldurmaya başladık...

Köyün bu yalnızlığını, sessizliğini bozan biri vardı köyde!.... Adı Fikret Ustaoğlu idi daha bıyıkları terlememiş bu genç delikanlının. Traktörünün bir kornası varken sen tut yanına farklı ses çıkartan ikinci bir korna daha tak. İş bununla bitiyor mu? Bitmiyor... Köyün sokakları bomboş ya... Selam verecek konuşacak kimse bulamıyor ya... Hah işte önce kornanın birini çalıyor, ardından ötekini... (Önce “dit” sonra “dat” Daha sonra Didiiiit. Dadaaat.) Biz de köyde trafik amma arttı ha!... Kimmiş bunlar diye camlara çıkıyoruz, bakıyoruz ki ortalıkta bir Fikret Ustaoğlu var bir de traktörü. Güle güle ölüyoruz! (Allah(cc) Hayırlı Uzun Ömürler Versin.)

/Çetin KOŞAR
10 Mart 2019

27 Şubat 2019 Çarşamba

Akbulut Köyü’nün Mitolojik Tarihi -1



“Ay gidi Garadenuz, doldu da daşamadu,
  Yapmayalum sevdaluk, yapanlar yaşamadu.”
Karadeniz Halk Şarkısı


Bu yazımızın konusu, bazısı bize hiçte yabancı olmayan köyümüzün geçmiş, çok eski dönemleriyle, daha ziyade iklim ve coğrafi olaylarla ilgili, kaynağını dini inançlardan alan anlatımlardır. Geçmiş dönem denince elbette aklımıza tarih gelmektedir. Bu doğru bir algılamadır. Ancak, yazımızın başlığında “tarih” geçmesine rağmen burada anlatacaklarımız, köyümüzün siyasi ve kültürel tarihi değil, bir yerde “söylence tarihi”dir. Çünkü işin içinde “mit”ler vardır; Deniz dalgalarının caminin oradan birbiya geçmesi, Gemirlik mevkiindeki gemi bağlama kazıkları, ağaç kovukları, sırtına postunu sarma vb. Konuyu kaçırmamak için anlatacaklarımızdan önce “tarih” ve “mit” nedir bunların izahını yapacağız. Sonra anlatacağımız hikâyeleri delillendirmeye çalışacağız.


Tarih

Tarih kavramını bilmeyenimiz yoktur. Tarih, insanlığın siyasal ve sosyal konularda doğru karar vermesini sağlar. Tarih, bir geçmiştir. Tarih, ders/ibret almayanlar için tekerrür/tekrar eder. İnsan ömrü, hayatı kavrayıp anlamaya yetecek kadar uzun değildir. Bunun için geçmişimizi/tarihimizi okuyarak günümüzle birleştirir, yarınımıza ışık tutar, yönümüzü tayin ederiz. Üç boyutlu hayatın (Dün- Bugün- Yarın) bir boyutunu temsil eder. Bu yönüyle tarih faydalı bir bilimdir.

Türk Dil Kurumu Sözlüğüne göre tarih şöyle tanımlanmaktadır: “Toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan olayları, zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyeti inceleyen bilimdir.” Bu konuda Prof. Fuat Köprülü’nün tanımını da vermeden geçmek olmaz; Tarih “geçmiş zaman hayatını, mümkün olduğu kadar hakikate uygun olarak yeniden ihya etmektir.


Mitoloji

“Mitoloji Sözlüğü” yazarı Azra Erhat bir yazısında şöyle der; ”İlkin Söz vardı, der Kitap. Bunu Platon duysa, “söz mü, hangi söz?”, diye sorar. Çünkü eski Yunan dilinde söz kavramını vermek için bir değil, üç sözcük vardır: Biri "mythos", öbürü "epos", üçüncüsü "logos". Mythos söylenen veya duyulan sözdür, masal, öykü, efsane anlamına gelir. Ama mythos'a pek güven olmaz, çünkü insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken birçok yalanlarla süslerler.

Mitoloji, kâinatın yaratılış öyküsüdür. Tarih, gerçeği araştıran bilimdir. Araştırmasını yaparken karşılaştığı gerçekle örtüşmeyen, “uyduruk-kaydırık” konulara “mit” adını verdi; söylence dedi. Taa ki, 19.yy başına kadar. 1920’lerden sonra tarihçiler mitlerin yaşadığı kültürlere, alanlara gittiler. Gördüler ki buralardaki mitler, en kutsal, en gerçek anlatılardı.

Milletler, yeryüzünde kendilerini dilleriyle idrak eder, düşünür ve böylece dış dünyasını tanzim eder. Bu açıdan mitler, bilimin en ilkel halidir. Prof. Dr. Fuzuli Bayat’a göre “Her milletin, milli tefekkürünün, milli psikolojisinin, kendine has özelliklerinin ilk kaynağı mitolojidir. Geniş manada mitoloji dünyayı algılama sistemi olup bu algılamayı modelleştiren, dünya görüşüdür.”


Uluslar Ve Mitleri

Mitler, ulus olma bilincinin oluşmasında çok etkilidir. Türk Mitolojik malzemeleri Çin Denizi’nden Akdeniz’e kadar geniş bir coğrafi alanda dağınık olarak bulunmaktadır. Bu konunun bilincinde olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, sağlığında bu konulara önem vermiş. Türk Mitolojisini canlı tutmak için önemli adımlar atmıştır. Güneş Dil Teorisiyle başlayan çalışmalar, Bozkurt heykeli ve kâğıt paralarımızın üstünde Bozkurt resimlerinin yer alması bu bilincin kazanılması konusunda yapılan girişimlerdi. Ancak, vefatından sonra “Türk Mitolojisi” terkedilmiş yerine “Yunan ve Latin Mitolojisi”ne yönelinmiştir. Türklerin, Bozkurt sayesinde “Ergenekon’dan Çıkış Mit”i yerine bizlere Romalıların “Doğuş Miti” olan Kurt sütü emen “Remus ve Romulus” miti öğretilmiştir. Amerika Birleşik Devletlerinde, NASA’nın toplam 16 denemelik uzay projesinine bile “ışık, sanat ve kehanet tanrısı” manasına gelen Yunan Mitolojik Tanrısı “Apollo” adını vermiştir. (Bugün biz de başladık mitolojik kurgularımızı bilimsel ve teknolojik eserlerimize vermeye; Göktürk, Anka, Kartal…)



        Roma Doğuş Miti


                                                                  Türk Doğuş Miti


Tarih eğitiminin, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “iktidar”ın “meşruiyet” araçlarından biri olarak tanımlandığı görülmüştür. Bırakın mitolojik tarihimizin öğretilmesini, daha yüzyıl öncesinin tarihi bile “sövüle sövüle” öğretilmiştir/karalanmıştır. “Geçen Yüzyılda Türkiye’de Tarih Dersleri” adlı araştırmasında Doç. Dr. Ahmet Şimşek; “Cumhuriyetle birlikte “Türk Tarih Tezi”ne oturan tarih eğitimi, 1940’lı yıllarda Hümanistik bir yaklaşımın benimsenmesiyle Eski Yunan ve Roma vurgulu bir hal arz etmiştir. 1960’lardan sonra ise anlayış, adım adım evrilerek 1980 sonrasında “Türk-İslam Sentezi” yörüngesine girmiş, içerik olarak Türk tarihinin program ve ders kitaplarındaki yoğunluğu gitgide artmıştır.” der.


Akbulut Köyünün Mitik Tarihi

Tarih nedir? Mit nedir? Bunları tanımlayıp, bizim için, bir millet için ne anlama geldiği konusuna değindikten sonra Akbulut Köyü’ne gelebiliriz. Konumuz köyümüzün “Mitik Tarihi.” Elimizde yazılı bir kaynak yok. Olamaz da zaten. Bir kere köy yerinde tarih deftere değil doğaya; toprağa, taşa, ağaca, havaya, suya yazılır. Onu okuyabilmek için o havayı solumak, taşa toprağa dokunmak gerekir. Kaçımız bunu becerebiliriz bilemem.

İnsanlar duyduklarını, gördüklerini içinde tutamaz, saklayamaz; tutar önüne gelene anlatır. Kim dinler? Kim anlar? Kim ibret alır? Oysa bir insanın, özellikle yaşı kemale ermiş bir insanın konuşması O’nu dinleyenler için bir nimettir. İnsan boş konuşmaz. Hani derler ya; “Biliyorsan bir şey söyle ibret alsınlar, bilmiyorsan sus da insan sansınlar.” Ama her şeyin en iyisini, en doğrusunu biz kendimiz bildiğimiz için başkalarının ne konuştuğunu pek kaale almayız yani “kargadan başka kuş tanımayız.” Hele bu konuşan kişi bir “köylü” ise hiç aldırış bile etmeyiz. Ama kaybeden hep biz oluruz.

Köy işleri daha ziyade beden gücüne dayandığı için insanımız iş yaparken/çalışırken sürekli konuşma/sohbet etme (laflama) ihtiyacı duyar. Günlük gereksinimlerin karşılanması için yapılan konuşmaların dışında ayrıca incelenmesi gereken bu “Laflama, Lafetme”ler aslında “köy Bilgeliği”nin nesilden nesile aktarma işleminden başka bir şey değildir. Gerek iş esnasında ve gerekse boş zamanlarda yapılan bu “iki lafın belini kırma” faaliyetleri, konuşan iki kişi dışında orada olup da “kulak misafiri” olanlar için de ayrı bir “kültürel etkileşim/aktarım” faaliyetidir. Köy işlerinin yoğun olduğu İlkbahar, Yaz ve Sonbahar aylarında “İmece ve keşikleme”lemelerde yoğun olarak sürdürülen bu muhabbetler işlerin durgun olduğu Kış aylarında karşılıklı “oturma”larda tüm hızıyla sürmekteydi. İletişimin yalnız konuşma dilinden oluştuğu bu dönemler, telefon, radyo ve televizyonun hayatımıza girmesiyle son bulmuştur.

Konumuz “mitoloji” yani “söylence” olunca, işte bu konuşmalar önem kazanıyor.


Akbulut Köyü Bir Adacık Mıydı?

Tütün dizmeleri esnasında duymuştum bu sözü ninemin ağzından. Aynen şöyle diyordu: ”Deniz gabarduğu zamannarda dalgalar caminin urdan bir biya geçiyemüş.” Ben bu sözüne kulak kabarttım ve cümlede muğlak olarak geçen “Cami”nin Gelemet Camisi mi? yoksa bizim köyün Camisi mi? hangisi olduğunu öğrenmek için sorduğumda ninemin ifadesi “Bizim köyün camisi” oldu ve ekledi: “Heliminen, Hetemgilin havlusunun urdan.” demişti. Az buçuk okumuş biri olarak bu söz, o gün bende fazla bir heyecan uyandırmamıştı tabi. “Mişli Geçmiş Zaman” kipiyle söylenen bu sözde, Ninem, “gören ve anlatan” değil de “duyan ve anlatan” olarak masumdu. Hani denir ya söylencelerin gerçeklik payı bilinemez, başka kaynaklardan da teyit edilemediği için, söyleyenin insafına kalmıştır. Ancak, ninemin bu ifadelerini teyit edici başka bir söylence de –ki köyde herkesin malumudur- “Gemirlik Mevkindeki Gemi Bağlama Kazıkları”ydı.

Ninem Merhume Hanife KOŞAR(1910-2008) bir ümmi idi. Okur-yazar değildi. Yalan konuşacak durumu da yoktu. O halde bu bilgiyi nereden edindi? Elbette ki sözlü kültür sayesinde. Bu söylenceye göre Akbulut Köyü’nün Yukarköy denen kısmı bir zamanlar küçük bir adacıktı. Bu bölgede zaman zaman ortaya çıkan “kapak taşlı mezar” kalıntıları, eski zaman denizcilerinin ölen arkadaşlarını ıssız adaların yükseklerine defnetme işiyle benzerlik göstermektedir. Zamanla sular çekildikçe köyümüz dört tarafı sularla çevrili “ada” olmaktan çıkıp, üç tarafı sularla çevrili “yarımada” halini almış, kolonist denizci kavimler de gemilerini güvenli liman olarak gelip “GEMİRLİK” e demirliyorlardı.

Bizim “gemirlik miti”mize benzer bir söylence de Alaçam ilçemizin “Sivri Tepe” höyüğüyle ilgili olarak anlatılmaktadır. 1978 senesinde lise coğrafya dersi ödevimin konusu bu höyük olup bölgede yaptığım çalışmada, civardaki köylerden Kadıköy’de ikamet eden Halis TABAN amca “Buranın “Cenoğuz”lardan kalma olduğunu, geçen yıllara kadar kale duvarlarında gemileri bağlamaya yarayan “KANCA” ların olduğunu” söylemişti. (Burada ifade edilen Cenoğuz elbette Cenevizlilerdi. Halk dilinde “Ceneviz”in, Cineviz ve Cenoğuz gibi değişik söyleniş şekilleri vardır. Antiparantez belirtelim ki buralarda Cenevizlilerden evvel Oğuzlu atalarımız da vardı. Ancak O’nlar denizci değildi. Bu söyleyiş, belki de bu iki kavmin adları karıştırılıyor da olabilir.

Bu söylencelerin elbette bir alt yapısı vardı ve kaynağı “NUH TUFANI”na dayanıyordu. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi diğer inançlarda da yer alan Nuh Tufanı neydi? Bizim yaşadığımız zamanın dışında meydana gelmiş bir olayın bizim için birincil kaynağı kutsal kitabımızdır. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah(cc) Ankebut Suresi 14. Ayette şöyle buyuruyor: “Andolsun, biz, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.” Biliyor ve inanıyoruz ki Nuh Nebi (as) kavmini azgınlıktan vazgeçiremedi ve Rabbine sığındı. Cenab-ı Allah da onlara gazap olarak bir tufan gönderdi ve onları helak etti.

Bu tufanın özelliği, tüm dünyanın geçici bir süre sular altında kalması ve Peygambere inanıp “Nuh’un Gemisi”ne binenler hariç, o gün var olan tüm insanların helak olmasıydı. Konumuz, Nuh Tufanı olunca, Karadeniz nasıl oldu da bizim köye kadar yükseldi bunun bilimsel kaynaklarına bakmamızda fayda var.

Teori şöyle; “Karadeniz önceleri ortasında küçük bir gölü olan düz bir ova idi. Zamanla nehir sularıyla dolarak bir iç deniz oldu ama yine de Akdeniz ile bir bağlantısı yoktu.”

İki Amerikalı bilim adamı Walter C.Pitman ve William B.F.Ryan’ın ekibi, Karadeniz'in kuzeyinde Azar denizi kıyılarında çalışmışlar ve örnekler toplamışlardı. Elde ettikleri sonucu 1997 yılında yazdıkları 350 sayfalık “NUH TUFANI” adlı kitapta yayınlarlar. Bu teoriye göre “Yedi bin (7.000) yıl önce dünya ikliminde büyük bir ısınma olmuş kutuplardaki buzullar erimiş, global olarak dünyanın deniz düzeyi yükselmişti. Çoğalan sular okyanuslar vasıtası ile Akdeniz'i doldurmuş sonra o zamanlar kara olan Ege'yi istila etmiş, (belki de mitolojide konu edilen batık Atlantis kıtası) Marmara’dan geçerek İstanbul Boğazı üzerinden Karadeniz'e ulaşmıştır. O zamanlar İstanbul Boğazı'nda bir bariyer yani bir eşik bulunuyordu. Tariflerine göre o kadar fazla miktarda su geldi ki Niyagara Şelalelerinden birkaç kat büyüklükte bir şelale oluştu ve küçük kapalı bir göl olan Karadeniz'i doldurdu.”

Daha sonra Karadeniz'e gelen Ballard ve ekibi ise (2001)'de su seviyesi farkının 140 metre olduğunu hesapladılar. Köyümüzün râkımı(deniz seviyesinden yüksekliği) da zaten 150 metre civarındadır.

İstanbul Rumeli Üniversitesi’nden Prof. Dr Erdal KEREY “İstanbul Boğazının Oluşumu” adlı yazısında şöyle der.

“Bu teoriyi ortaya atan Ryan ve Pitman'un ise fazla bir delili yoktu. 1997 yılının sonlarında İstanbul Boğazı'nın, Tarabya ile Beykoz arasında yapılan sondajlar buna ışık tutmuştu.(…)

İstanbul Boğazı ne zaman ve nasıl oluştu?  Kuşdili çayırında bulunan 7 bin yıldan daha yaşlı insan kemikleri, buralarda o zamanlar yaşayan insanların Nuh Tufanı olarak tanımlanabilecek bu felakete tanıklık etmişler miydi?   İstanbul Boğazı ile ilgili ilk teori Rus bilim adamı Androhsov tarafından 19. yüzyılın sonunda ortaya atılmıştı. Buna göre İstanbul Boğazı'nın yerinde o yıllarda bir nehir akıyordu, zamanla sular yükseldi ve boğaz oluştu. Daha sonraları Jeomorfologlar bunun böyle basitçe açıklanamayacağını, Boğazın ortasında bir yükselti olduğunu, bu yükseltinin, kuzeyinde kalan derelerin kuzeye, güneyindekilerin ise güneye aktıklarını, diğer bir deyimle bir su bölümü çizgisi olduğunu açıkladılar. Bu durum Topoğrafya haritalarında da açıkça görülüyordu. Son yıllarda bu konuda yapılan en ciddi araştırma ise İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü'nden Erkan Gökaşan (1997) tarafından gerçekleştirildi. Boğazdaki Jeofizik profilleri yorumlayan Gökaşan ve arkadaşları Boğazın oluşumunu, Tektonik olaylara (faylara vs.) bağlamışlardı, ancak Akdeniz ile Karadeniz'in sularının ne zaman karıştığına bir açıklık getirememişlerdi. Bu nedenle bizim yaptığımız kapsamlı araştırma bu konuya ışık tuttu. (…)

Tarabya-Beykoz arasında boğaz Sedimanlarında yaptığımız çalışma tam bir ekip çalışması idi. 65 metrelik su derinliğinden sonra taşlaşmamış sedimanlardan metre metre örmekler alındı. Temel kayaya kadar 39.50 metrelik bir sediman kesilmişti. Alttaki 19.50 m.'lik sediman incelediğimde bunların plaj çökelleri olduğunu bir nehir çökeli olmadığını bilimsel verilerle saptadım.(…) 19.50 metreden sonra Sedimanların özellikleri birden bire değişti. Yeşil renkli killer, iri fosiller gibi veriler, bilimsel gözle incelendi, tek tek ayıklandı, çeşitli analizler yapıldı. Sonuç oldukça enteresandı. Fosillerin içerisine Akdeniz türü fauna'da katılmıştı. Jeokimyasal olarak çift yönlü boğaz akıntılarının oluştuğu Sedimanlar üzerinde açıkça görülüyordu. Üste doğru, doğal olarak, yaş konağı gençleşiyordu. 3.500 yıl önceki Sedimanlara geldiğimizde gene enteresan bir buluş ile karşılaştık. Bu düzeydeki Sedimanlarda Buzul etkilerini görüyorduk. Bu belki de dünya ikliminin soğuduğunun son buzullaşma periyodunu gösteriyordu, pek emin değildik. (…)

Sonuç olarak, geriye doğru gittiğimizde, İstanbul Boğazı'nın kuzeyinde Tarabya-Beykoz arası güzergahta 26.000 yıldan daha yaşlı Sediman bulamadık. Hâlbuki güneyinde yapılan sondajlı çalışmalarda pekişmemiş yani taşlaşmamış örneklerde 800.000 yıla kadar giden bir sediman istifi bulunmuştu. Ayrıca Akdeniz-Karadeniz bağlantısı daha yaşlı örneklerde vardı. Bu bağlantı başka yolla oluşmuştu. Bizim bulgularımız ise yaklaşık 7.000 yıl kadar önce global olarak buzulların erimesi sonucunda yükselen sular, sırayla, Akdeniz'i, Ege'yi, Marmara'yı istila ederek, Boğaz eşiğini atladığını ve Karadeniz'i doldurduğunu destekliyordu. Belki de Ryan ve Pitman'ın Nuh Tufanı olarak yorumladıkları bir hadisenin zamanlaması da yapılmış oluyordu. (…)”

Sözün özü, bütün bilimsel tanım, teknik terimler bir yana, burada anlatılmak, ispatlanmak istenen konu, dini kaynaklarda anlatılan Tufan Olayının bundan yaklaşık yedi bin yıl önce gerçekleştiği, bunun da bilimsel olarak o gün dünyada meydana gelen ısınmayla kutuplardaki buzulların erimesiyle yeryüzünü su bastığını, bu baskının kimilerine göre tüm dünyayı sardığı kimine göreyse yüksek tepelerin suya gömülmeyip açıkta kaldığı şeklindedir. Aşağıda değineceğimiz bir Rize söylencesinde de olduğu gibi sular yükseldikçe insanlar yükseklere çıkarak su baskınlarından kurtulmaya çalışırmış.


Bölgemizdeki Diğer Tufan Söylenceleri

Türk eğitmen, araştırmacı-yazar Mahiye Morgül, “Antik Karadenizde Fonetik Yolculuk” adlı çalışmasında tufan ile ilgili olarak Doğu Karadeniz bölgesinden şu iki örneği vermektedir.

1.Öykü Rize’den. Çocuklar, “Su yükselirse nereye kaçarsın?” diyerek kendine yüksek tepe seçerler. (Bu söylencenin kaynağı, Rizeli 65 yaşında Nurol Banabak, kendine üzerinde kestane ağacı olan bir tepeyi seçermiş!)

2.Öykü Askoroz deresine 900 metre yüksekteki Malakamboz, Baleva sırtından.
Bayırda ineğini otlatan bir kadına diğer bir kadın yaklaşmış, sormuş, “O kadar sular seller oldu, sen niye buradasın?” Diğeri cevap vermiş, (bu sırada ineğin ayak kemiğini göstermiş) “İneğumun haburasına kadar su geldi, başka bir şey görmedim.”

Denizden yaklaşık 900 metre yüksekte, kıssadan hisse, tipik Karadenizli anlatımı olan bir anlatımdır. Suyun buraya kadar çıkmış olabileceğini, yani tufanda suların yükseldiğini çağrıştıran öyküdür.

Karadeniz’in dolup taşması şarkılara da konu olmuştur. Yazımızın başında sunduğumuz şu sözler

“Ay gidi Garadenuz, doldu da daşamadu,  
Yapmayalum sevdaluk, yapanlar yaşamadu.”

Yörede yapılan “ilk ağız” derlemesi olup daha sonra sanatçılar tarafında stilize edilmiştir.


HEY GİDİ KARADENİZ

Hey gidi Karadeniz
Doldi da taşamadi
Etmiyelum sevdaluk
Edenler yaşamadi

E verane raüani - Ey verane tepe
Guri üoxomiüani - Yüreğimi oynattın
Megaşkva vigzalare - Bırakıp gideceğim (ama)
Eüemire ûiüani - Sırtımda sepet gibisin(sensiz gidemiyorum)
Söz: Anonim (xalkuri birapa)


ANDER SEVDALUK

Ha bu akan dereler denizlere dolacak
Söylesene güzelim sonumuz ne olacak?

Ah duman karaduman sardı dört yanımızı
Ander kalsın sevdaluk oy alacak canımızı

Dere akar taş ile gözüm doldu yaş ile
Nerelere gideyim ha bu garip baş ile

Oy gidi Karadeniz sardı dört yanımızı
Ander kalsın sevdaluk oy alacak canımızı.
Söz: Uğur Sönmez -Ziynet Sönmez


-devam edecek-

/Çetin KOŞAR
27 Şubat 2019