28 Nisan 2008 Pazartesi

Gübre




GÜBRELEME VE GÜBRE TÜRLERİ
Tarımsal üretimin artırılması için, toprak işlenmeli, ekilmeli, sulanmalı, hastalık ve zararlılarla mücadele edilmelidir. Bütün bu işlemlerin yanı sıra bitkiyi besleyici, üretimi artırıcı çarelere de başvurmak gerekir.

Bitkiler de insanlar ve hayvanlar gibi gelişmeleri için beslenmek zorundadırlar. Bitkiler besinlerinin büyük bir kısmını topraktan kökleri vasıtasıyla alırlar. Toprakta, yetiştirilen bitkilerin ihtiyacını karşılayacak miktarda besin maddesi yoksa gübreleme vasıtasıyla toprağa bitki besin maddesi verilmesi gerekir. Toprak eğer beslenmezse, bir süre sonra besin maddelerinin eksilmesi nedeniyle üretim azalır. Yeterli ve kaliteli ürün alabilmek için toprağın beslenmesi gerekir.

Bu dersimizde gübre nedir, gübreleme nedir, gübre çeşitleri ve gübrelerin yapısında neler bulunduğunu ve gübrenin bitkiye ve toprağa sağladığı faydaları göreceğiz.


UYGUN GÜBRELEME BOL MAHSUL BOL PARA DEMEKTİR.
Bitkisel üretimde, amaçlanan verimin ve kalitenin sağlanabilmesi için organik ve inorganik kaynaklardan yararlanılır.

GÜBRE NEDİR?
İçerisinde bir veya birkaç bitki besin maddesini birada bulunduran bileşiklere gübre denir.

GÜBRELEME NEDİR?
Gübrelerin toprağa veya doğrudan doğruya bitkiye verilmesi işlemine de gübreleme denir.


Gübreler yapılarına göre işletme ve ticari gübre olmak üzere iki gruba ayrılır.

İŞLETME GÜBRELERİ
İşletme gübrelerinin hayvan gübresi, yeşil gübre, kemik unu, kan tozu, boynuz ve tırnak tozu gibi çeşitleri vardır. Ancak işletme gübreleri içerisinde en çok, hayvan gübresi kullanılır.

AHIR GÜBRESİ NEDİR?
Ahır hayvanlarının ve katı dışkıları ile yataklıklarının artıklarından oluşan karışıma ahır gübresi denir.

FAYDALARI NELERDİR
Ahır gübreleri bitkilerin gelişimi için gerekli besin maddelerini sağlar. Aynı zamanda toprağın yapısını tarıma uygun hale getirir. Toprağın fiziksel, kimyasal ve biyolojik özelliklerini düzenler.

Ahır gübresinin toprağa verilmesi sonucu toprağın su tutma kapasitesi artar, geçirgenliği olumlu yönde etkilenir. Böylece ahır gübresi, suyun toprak yüzeyinden bağımsızca akmasına buharlaşmasına ve tarıma elverişli toprakları taşıyıp götürmesine engel olur. Gübreleme ile toprağın tarlada tutulması erozyon tehlikesine karşı tedbir olarak düşünülmelidir.

Ahır gübrelerinin uygulandığı topraklar daha kolay tava gelir ve işlenmesi kolaylaşır. İnce yapılı kumlu toprakların parça bağlılığını gevşetir, hava boşluklarını artırır ve toprağa bitki gelişimi için uygun bir yapı kazandırır.

Ahır gübrelerinin nemli özelliklerinden biri de zengin mikro-organizma kaynağı olmasıdır. Toprakla karıştırılan ahır gübresi, topraktaki mikro-organizma sayısını ve etkinliğini artırır, biyolojik değişimlerin hızlandırılmasını sağlar.

Hayvanlar yedikleri yemlerdeki besin maddelerinin ancak 45'inden yararlanabilirler. Yemde bulunan bitki besin maddelerinin yarısından fazlası dışkı ile ahır gübresine geçer. Bu nedenle ahır gübreleri içerdikleri besin maddelerinden dolayı, bitki için de zengin bir besin kaynağıdır.

BESİN MADDELERİ NEYE GÖRE DEĞİŞİR
Ahır gübrelerinin içerdiği bitki besin maddeleri, elde edildikleri hayvanın türüne göre farklılıklar gösterir. Koyun ve tavuktan elde edilen ahır gübrelerinin besin maddesi kapsamı, sığır ve beygirden elde edilen gübrelere oranla daha yüksektir. Genç hayvanların gübreleri azot, fosfor, potasyum ve kalsiyum gibi bitki maddeleri açısından, yaşlı hayvanlardan elde edilen gübrelere göre daha düşüktür. Çünkü genç hayvanlar, kemik ve kas yapılarını geliştirmek için besin maddeleri ile proteinlere daha fazla gerek duyarlar ve kullanırlar.

AHIR GÜBRELERİNİN BİTKİLERE YARARLI OLMASI NELERE BAĞLIDIR
Ahır gübresinin bitkilere yararlı olabilmesi için, içerdiği karbon/azot oranı büyük önem taşır. Bu oran yataklıkla birlikte taze sığır dışkısında 60/1 beygirde ise 40/1 dir. İyi bir ihtimar ve yanma ile gübredeki karbon/azot oranının 15/1 veya 20/1'e düşürülmesi gerekir. Ahır gübresi taze halde toprağa verilirse yüksek olan karbon/azot oranından dolayı, bitki bundan yararlanamaz, toprakta kurur. Bu nedenle ahır gübresinin ihtimarı ve fermantasyonu gerekir.

Ahır gübresindeki organik madde ve besin maddeleri kaybını önlemek için, gübre tarlaya verilir verilmez pullukla toprak altına gömülmelidir. Aksi halde, gübre tarlada bekletilme süresine bağlı olarak değerinden çok şey kaybeder.

YEŞİL GÜBRE
İşletme gübrelerinden biri de yeşil gübredir. Yeşil gübre baklagil cinsi bitkilerinden seçilir. Baklagiller havanın azotundan yararlanarak, köklerinde azot depolayan ve toprağın azotça zenginleşmesini sağlayan bitkilerdir.

TİCARET GÜBRELERİ
Gübreler içerisinde en sıklıkla kullanılan tür, ticaret gübreleridir. Gübre bayilerinde satılan ticaret gübreleri, bileşimlerinde bir veya birden fazla bitki besin maddesini birarada bulundurur. İşletme gübrelerinden farklı olarak yüksek miktarda bitki besin maddesi içerir ve suda kolayca çözünürler.

ÇEŞİTLERİ
Ticaret gübreleri içerdikleri besin maddelerine göre;

Azotlu
Fosforlu
Potasyumlu

Kompoze gübreler olarak 4 ana gruba ayrılırlar.

AZOTLU GÜBRELER

Amonyum sülfat
Amonyum nitrat ve
Üredir.

Şimdi bu gübreleri kısaca tanıyalım.

Amonyum Sülfat:
Amonyum sülfat, beyaz renklidir. Ve toz şekere benzediği için halk arasında şeker gübre olarakta bilinir. Kimi zaman açık yeşil, açık mavi veya grimsi yeşil renkli de olabilir. Terkibinde % 21 azot bulunan amonyum sülfat, asit reaksiyonlu topraklarda uzun süre kullanılırsa asitlenme yapabilir. Bu nedenle amonyum sülfat yerine amonyum nitrat kullanılmalıdır.

Amonyum Nitrat:
Amonyum nitrat, kireç ihtiva eder ve 100 kilosunda 20 ile 26 kg arasında saf azot vardır.

Üre:
Azotlu gübrelerden üre, içerisinde en fazla azot bulunduran gübredir. 100 kilogramında 45-46 kilo saf azot bulunur. Suda tamamen erir, beyaz renkli ve yuvarlak tanelidir. Üre bütün bitkilere rahatlıkla uygulanır. Sonbahar ve İlkbahar gübrelemelerinde, bitkinin gelişme dönemlerinde de kullanılabilir. Ürenin fazlaca verilmesi gerektiği durumlarda, verilecek miktar birkaç kısma bölünerek uygulanmalıdır.

FOSFORLU GÜBRELER

Süperfosfat
Triple süperfosfat olmak üzere iki çeşittir.

Süperfosfat:
Süperfosfat danecikler halinde yani granül görünümdedir. Açık gri veya boz renkli olan süperfosfat içerisinde % 16-18 oranında suda eriyebilen fosfor asidi vardır.

Triple süperfosfat:
Fosforlu gübrenin diğer bir çeşidi de triple süperfosfattır. 100 kilogramında 43-46 kilo arasında fosfor asidi vardır. Kirli beyaz veya gri danecikler halindedir. Uzun süre rutubetli yerlerde saklandığında su çekerek topaklaşır. Eğer topaklaşmış ise bu kesekler kırılarak kullanılabilir.

POTASYUMLU GÜBRELER
Ticaret gübrelerinin potasyum içerenleri de iki tanedir. Bunlar;

Potasyum sülfat
Potasyum nitrattır.

Yurdumuz toprakları genelde potasyum bakımından yeterli durumda olduğundan, potaslı gübre tüketimi de sınırlıdır. Potasyum sülfat % 48-52 oranında potasyum bitki besin maddesi içerir. Potasyum nitrat ise % 46 oranında potasyum bitki besin maddesi içermektedir.

Potasyumlu gübreler ancak, toprak analizi yaptırıldıktan sonra verilen tahlil sonuçlarına göre ihtiyacı olan yerlerde, uygun miktarda kullanılmalıdır.


KOMPOZE GÜBRELER
Kompoze gübreler birden fazla bitki besin maddesini birarada bulundururlar. Kompoze gübrenin içerisindeki bitki besin maddeleri azot, fosfor, potasyumdur. Bunlar sırasına göre % olarak ifade edilir.

Örneğin 15-15-15 terkibindeki bir kompoze gübrenin 100 kilogramında 15 kilo saf azot, 15 kilo fosfor, 15 kilo da potasyum oksit var demektir.

Diamonyum fosfat:

Diamonyum fosfat 20-20-0, 26-13-0 ve 15-15-15 terkibindedir. Diamonyum fosfat fosfor ve azot gibi iki önemli bitki besin maddesini içerir. Koyu gri veya kirli beyaz renkli danecikler halindedir. içerisinde her bir kilo azota karşılık, yaklaşık 3 kg fosfor bulunur. Bütün bitkilerde kullanılabilir. Diamonyum fosfatın 100 kilosunda yaklaşık olarak 65-70 kg. saf bitki besin maddesi vardır.

20-20-0 terkibindeki kompoze gübrenin 100 kilosunda, 20 kilo saf azot, 20 kilo saf fosfor var; potasyum ise yok demektir. Gri-kahverengi granüller halindedir. Uygun şartlarda uzun süre saklanabilir ve her türlü toprakta kullanılabilir.

15-15-15 şeklindeki kompoze gübrede azot, fosfor ve potas gibi temel bitki besin maddeleri vardır. Bu gübrenin 100 kilogramında 15 kilo saf azot, 15 kilo fosfor, 15 kilo potas vardır.


AŞILAMA
Gübreleri incelerken bitkilerde ürün veriminin ve kalitesinin artırılmasında özellikle baklagiller için uygulanan aşılama yönteminden de söz etmek gerekir.

Baklagil bitkileri havadaki serbest azotu kendi başlarına kullanamazlar, bunun için gerekli bakterilerin toprakta bulunmaları şarttır. Eğer toprakta bakteri yoksa, baklagil tohumları ekilirken bu tohumların hazırlanan mikrobiyal gübre veya nodozite bakteri kültürü ile kaplanması gerekir. İşte bu işleme de AŞILAMA denir.

Baklagil tohumları aşılanarak ekilirse bitki köklerinden gelişmenin erken dönemlerinde nodozitler oluşur. Özellikle azot eksikliği görülen topraklarda, bitkiyi aşılamanın yararları belirli şekilde görülür.

Ayrıca toprağa uygulanacak azotlu gübreden de kazanç sağlanmış olur. Baklagil bitkileri için kullanılacak bakteri kültürleri, ekimden 1-2 ay önce Toprak Gübre Araştırma Enstitülerinden veya Köy Hizmetleri Araştırma Enstitülerinden sağlanabilir.

Gübreleme şekilleri:
Gübre toprağa, banda verme, serpme, üstten veya yandan gübreleme, püskürtme, damla sulama şekillerinden hangisi uygunsa o şekilde verilir. Gübreyi yukarda belirtilen şekillerden biri ile uyguluyorsak uygulamaya geçmeden önce, ne miktarda verileceğinin belirlenmesi önemli bir konudur.

Gübrenin az veya fazla verilmesinin pek yararı olmayacağının da bilinmesi gerekir. En uygun gübre türüne ve miktarına karar verebilmek için, mutlaka ekilecek tarladan toprak örneği alınmalı ve tahlil yaptırılmalıdır.

Toprağa uygun gübrenin cins ve miktarını tespit eden laboratuvarlar, toprak analizi yolu ile raporlar hazırlayarak çiftçiye yardımcı olurlar.

Laboratuvarlarda toprak örnekleri, kimyasal yollarla analiz edilir.

TOPRAK ANALİZİ NEDİR?

Toprak analizi ile toprak içerisindeki bitkiye yarayışlı bitki besin maddeleri, Potasyum, fosfor ve kireç miktarları belirlenir. Toprağın ihtiyacı olan gübreler, bir rapor halinde düzenlenerek çiftçiye ulaştırılır. Böylece bitkide toksik etki yapacak kadar, aşırı gübre kullanımında önüne geçilir.

Gübre kullanımında en ekonomik yol toprak analizidir. Bunun için yapılması gereken tek şey kurallara uygun olarak alınan toprak örneğinin laboratuvarlara ulaştırılmasıdır.

TOPRAK ÖRNEĞİ ALIRKEN NELERE DİKKAT ETMELİYİZ
Toprak örneği alınırken tek yıllık veya çok yıllık bitkilerden hangisi ekilecekse ona uygun olan yöntem seçilmelidir. Tek yıllık bitkilerde toprağın 20 cm derininden örnek alınır.

Çok yıllık bitkilerde ise toprağın derinlemesine örneklenmesi gerekir. Toprak örneği 20-40-60 cm derinliklerden alınabileceği gibi, gerekli görülürse 90 ve 120 cm derinden de alınabilir.

Toprak örneği alınırken, toprak yüzeyi temizlenir ve kürek istenilen derinliğe kadar batırılır. İlk alınan toprak bir kenara konur. İkinci alınan toprak ise temiz bir leğene boşaltılır. Tarlada zik-zaklar çizerek topraklar biriktirilir. En son topraklar paçal yapılır ve torbalanır. Alınan toprak örneğinin 1 kg'dan az olmamasına dikkat edilmelidir.

Bir kağıda, ad, soyad, toprak örneğinin nereden alındığı gibi bilgiler yazılar örnek torbasının içine konulur. Etiketler mutlak kurşun kalemle yazılmalıdır. Torba muayyen bir yerinden delinerek, nemin kağıdı parçalamasına engel olunulmalıdır. Alınan bu örnekler, laboratuvara gönderilir.

Laboratuvar sonuçlarına göre, uygulanacak gübre cins ve miktarı tespit edilmiş olur.

Kaynak:
Tarım Bakanlığı Yayınları
TEKNİK METİN YAZARLARI
Doç. Dr. İbrahim GEDİKOĞLU
Zir. Yük. Müh. Fikret EYÜPOĞLU
Doç. Dr. Naci KURUCU
Dr. Süleyman ALTINTAŞ
Editör Zir. Yük. Müh. Erdem ÖNER

26 Nisan 2008 Cumartesi

Yılan İle Çiftçi




Yaz mevsiminde çiftçinin biri tarlasındaki kuru otları yakıyormuş. Fakat yanan otların içinden garip bir ses geliyormuş:

- Yanıyorum, ne olur kurtarın, kurtarın beni, kurtarın beni!

Çiftçi sesi duymuş. Gitmiş bakmış ki ateşin ortasında bir yılan var. Yılanın göz göre göre yanıp gitmesine gönlü razı olmamış. Hayvandır yazıktır, günahtır, demiş. Gitmiş bir çuval bulmuş, çuvalı bir sırığın ucuna bağlamış, yılanın yanına uzatmış. Yılana:

- Haydi gir içine! demiş.

Yılan girmiş çuvala. Adam kurtarmış yılanı. Tam çuvaldan çıkaracakmış ki yılan adamın boynuna dolanıvermiş.

Çiftçi, insanlık yapıp yılanı yanmaktan kurtarmış kurtarmasına da yılan kurtulunca adama:

- Ben seni sokacağım, demiş.

Çiftçi:

 - Ne yaptım ben sana da sokacaksın? demiş.

Yılan:
- İnsanoğlundan hayvanlara fayda gelmez! demiş.

Çiftçi:
- Ne demek, ben seni bile ateşten kurtardım... Her zaman yardım ederim. Hayvanları, korurum, demiş. Yılan ise insanoğlunun karşılıksız hiç bir iş yapmayacağını söylemiş.

Çiftçi:
 - Madem bana inanmıyorsun, gel başka varlıklara da soralım, ondan sonra öldür beni, demiş. Yılan çiftçinin bu fikrini kabul etmiş. Yola çıkmışlar, karşılarına ulu bir çınar ağacı çıkmış. Yılan ağaca:

- Ey çınar, insanoğlu karşılıksız bir iş yapar mı?

Çınar dile gelmiş, söylemiş:
- Yapmaz, bizim dalımızı budağımızı keserler, acımadan yakarlar. Eğer çıkarları olmazsa insanoğlu hiç bir şeye değer vermez, demiş.

Yılan, çiftçiye:
- Bak, duydun mu? Çınar ağacı da aynı şeyleri söylüyor. Ben seni öldüreceğim.

Çiftçi yine:
- Dur hele, bir başkasına daha soralım!!! demiş. Yılan yine kabul etmiş çiftçinin teklifini, sonra mandaya sormuşlar aynı soruyu, Manda da:

- İnsanoğlu mu? Bizim sütümüzü sağarlar, yerler, içerler, bize değer vermezler. Kendi hayatlarını bütün hayvanların hayatından değerli tutarlar, rahatları için hayvanları kesmekten öldürmekten kaçınmazlar. Nankördürler onlar, yavrularımızı öldürürler, onların etlerini yerlerken zevk duyarlar. İnsana güven olmaz! demiş.

Yılan çiftçiye, çiftçi de yalvarırcasına yılana bakmış.

Yılan "artık sonun geldi" der gibi  dilini çıkarıp çiftçinin gözlerinin içine bakıyormuş. Çiftçi çaresizlik içinde çırpınıyormuş. Ölmek ile yaşamak arasındaki mesafe artık iyice daralmış, ölüm anlık bir mesele haline gelmiş. Çiftçi hayatının sonuna yaklaştığını düşünürken oradan tilki geçiyormuş. Yılana son bir ümitle:

- Bir de tilkiye soralım, ondan sonra ne yapacaksan yap, demiş.

Tilkiye sormuşlar, o da yılana hak vermiş.
- İnsanoğlundan hayvanlara fayda gelmez, demiş. Ardından "Helal olsun sana yılan kardeş, nasıl yaptın da  sen bu adamın boynuna sarıldın? Cesursun doğrusu. Cesaretine hayran kaldım. Adamın boynuna nasıl sarıldığını anlatır mısın bana? demiş. Yılan olup bitenleri bir bir anlatmış tilkiye.

Tilki:
- Öyle mi? Ölsem inanamam buna! Bu çuvala girmiş olamazsın! Haydi göster nasıl girdiğini, demiş. Yılan, çiftçinin boynundan ayrılıp böbürlene böbürlene girmiş çuvala.

Tilki heyecanla çiftçiye dönüp:
 - Tezce bağla çuvalın ağzını! İyi bağla! diye bağırmış.

Çiftçi çuvalın ağzını bağlamış. Tilki yine, çiftçiye:
- Ez onun başını! Öldür onu, demiş. Adam taşla yılanın başını ezerken kendi sonunu da düşünüyormuş. Acaba tilki ne yapardı çiftçiye? Yılanın öldüğünden emin olunca çiftçi, tilkiye:

- Öldü! demiş. Tilki:

- Sağ ol, o benim yavrularımı ben olmadığım zamanlar sokup öldüren insafsız bir hayvan! Öcümü aldım. Ayrıca senin tavuklar da çok lezzetliymiş. Bu gece iki tanesini daha yedim. Sen olmasan ben ve yavrularım aç kalacağız.

24 Nisan 2008 Perşembe

Yılanların Öcü



Türk sinema tarihinin ender kaliteli filmlerindendir. Türk sinemasında toplumsal gerçekçiliğin ilklerinden sayılmaktadır. 1962 yapımı film de ezilen ve ezen, iyi ve kötü, haklı ve de haksız gibi ikilemleri birbiri içine geçmiş haliyle izleyiciye sunulmaktadır. Mutlak iyi olmadığı gibi mutlak kötü de bulunmaz karakterler içerisinde. Irazca (Aliye Rona) karakteri her ne kadar ezilmiş köylünün kadınca sesi olsa da, o da hakkını ararken önceleri göze göz düşüncesiyle yaklaşmış, filmin bir çok karesinde bencil tutumlar sergilemiştir. Film de asıl kötü karakter Haceli( Erol Taş) değil, Haceli üzerinden ortalığı karıştıran muhtardır( Ali Şen). Muhtar, burada halkın seçtiği kişi olmasına karşın, zulm etmekte ve hak yemektedir.

"yılanların öcü, köy gerçeğini derine giden bir görüş, yaşayan, akı karası dengeli insanlarla ve gürbüz, diri, renkli bir dille veriyor" der sabahattin eyuboglu.

ROMANIN ÖZETİ
"....Bayramgil, yedi yıl önce satın alınan bir bey çiftliğinden borçla 40 dönüm kadar toprak almışlar, yüklendikleri borcu da yeni bitirmişler. Boyunduruğun bir yanına öküz, bir yanına inek koşuyorlar. Kır bayır topraklarının ancak üç evleği, yani 750 metrekaresi sulanabiliyor, üst yanı yanıyor. Üst yanı çorak, kurak topraklar. Ama kara bayram, karısı, üç çocuğu ve anası Irazca umut içindeler: gelecek harmandan sonra bir öküz alacaklar, ineği temelli sağımlık yapacaklar. Eğer bir sel, bir bela, yeni bir köy belası gelmezse, daracık evlerine yeni bir oda ekleyecekler...

Birden bir "heykel" işi çıkar. İlin valisi, Türkiye halkının nasıl bir "mutluluk" içinde yaşadığını sembolize eden büyük bir anıt dikme sevdasına kapılmıştır. Bu sevdayı gerçekleştirebilirse Ankara'nın gözüne biraz daha girecektir. İlçelere, köylere salma yapar. Karataş muhtar, salınan parayı, hiçbir başka çaresi olmadığı için, köy içindeki alanlardan bir "evyeri" satarak bulmayı düşünür. Köy içinde 20 ailenin evi vardır. Hiç kimse evinin önüne ev yapılmasını istemez. Hela ve gübrelik, köylerde evin ardına verildiği için, yeni evin ardı, eski evlerden birinin önü olacaktır. Bu "hakaret"e katlanacak "arkasız" bir aile seçmeli ki, hiç tepkisi olmasın. Bu aile, kara Bayram ailesi olabilir. Böylece muhtar, Bayram'ın ev önünü, yeni bir eve gereksinimi olan kurul üyesi deli Haceli'ye satar. Deli Haceli gelir, temel açmaya başlar.

Bayram'ın anası yaşlı Irazca, "bu iş olmaz!" diye dikleşir. Bir kızılca kıyamet kopar. Irazcagil geceleyin kalkıp temeli doldururlar. Ötekiler gelip yeniden açarlar. Irazcagil, Haceli'nin kerpiçlerini kırarlar. Haceli gelip bayram'ın karısına saldırır. Haçça gelin, çocuğunu düşürür. Muhtar da Bayram'ı odasına çağırıp, dövdürür. Kara Bayram ailesinin mutluluk düşü, kimseye zararı olmayan o küçücük düş, yıkılıverir. İş işten geçtikten sonra kaymakam gelir, Irazca'nın evi önüne ev yapılmasını önler. Düşürülen çocuk için ise savcılığa gitmelerini söyler. Bundan sonra muhtarla bayram arasındaki "barış konferansı" başlar. Muhtar, bayram'a: "gitme mahkemeye!" der, bayram gidecektir. O zaman muhtar bir hikaye anlatır. Biçim olarak biraz "açık" görünen bu on iki satırlık hikaye öz olarak şunu deyimler: "ister burada kal, bizimle barış, ister mahkemeye git; ipin bizim elimizdedir. Eninde sonunda senin ananı belleriz!" fırdolayı dağlarla çevrili Karataş'ta bu gözdağı korkunçtur. Kara bayram gibi yoksulların ipi, gerçekten, sırtını ilçedeki kodaman particilere ve yöneticilere dayamış muhtarın ve Deli Haceli'nin elindedir. Eğer barışmazsa, pundunu bulup daha hesaplı bir sille ile temelli yıkabilirler adamı. Bundan dolayı bayram duraklar. Fakat Irazca direnmesini sürdürmektedir: "davacıyız! düşün yollara... yollara" der. ...."


Evvela cumhuriyet gazetesinde tefrika halinde yayımlanan ve yayımlandığı andan itibaren 1962 senesinde milliyetçi çevrelerde büyük bir infial yaratan Fakir Baykurt romanıdır. Tefrika roman Cumhuriyet Gazetesinin Yunus Nadi ödülünü kazanınca hepten kıyamet kopar. Bu çevrelere göre roman "Türk köylüsünü ahlak ve faziletten mahrum bir toplum olarak" göstermektedir. Roman aynı yıl sinemaya aktarıldığında sansürlenir.

Toprak adlı derginin Mayıs 1962 sayısında "Türk sinemasında yılanlar" başlıklı bir yazıda şöyle denir: "Türk sinema sansürü ne yapmıştır: Hükümetin otoritesini kıran, Türk köylü ve şehirlisini iki ayrı millet halinde takdime yeltenen, müstehcen olan, dine tecavüz eden bir-iki cümlenin filmden çıkarılmasını istemişti... Aile kutsiyetini sarsıcı ve cemiyet nizamlarını bozabilecek, suça tahrik ve teşvik edecek, dini akidelerimizi rencide edecek durumlar görüldüğünden gerekli tadilatın yapılmasının..." izleyen aylarda Tarsus'ta, Erzurum'da, Niğde'de gösterime giren film "milliyetçi gençler" tarafından protesto edilir, film afişleri asılmaya başlandığı andan itibaren yırtılır, film esnasında "kahrolsun komünistler! kahrolsun kızıl yılanlar! komünistlere ölüm!" şeklinde sloganlar atılır.


Filmde koparan bir sahne vardır ki şöyledir.
Muhtarın odasında köyün ileri gelenleri Haceli ve kara bayramı barıştırmaya, daha doğrusu kara bayramı davacı olmaktan vazgeçirmeye çalışmaktadırlar. Hatçe’nin iğne paralarının Haceli’den alınacağına, Fatma’nın ara sıra Hatçe’ye çapaya tırpana yardıma gideceğine, kırılan kerpiçlerin unutulacağına dair sözler verilir Bayram’a. Ancak Bayram yediği dayağı ve kesilen kuzusunu sorar muhtara, barışmaya yanaşmaz ve muhtar kopar artık sinirden.

Bayram: “Bu sualimin cevabını aldım (yediği dayağı kasteder). Peki kuzu ne olacak?
Muhtar: Tamam onu kabul ettik, öderiz kuzuyu.
Bayram: Ben kendi koyunum gibi kuzulu koyun isterim.
Muhtar: (dalga geçerek) hay hayy, başka bi eksiğin var mı Bayram.
Bayram: Olmaz. Bu iş böyle olmaz muhtar.
Muhtar: Nasıl olurmuş bayram efendi. Olurunu söyle de senin hacatına göre delik delelim.


TRT mi kesmiştir, yoksa Metin Erksan mı bu kısmı atladı bilmiyorum ama temel doldurma boşaltmayla alakalı bayramla Fatoş ( Haceli'nin karısı) arasında geçen hoş diyalogu bu filmde göremedim.

- Niye doldurup doldurup boşaltıyonuz? Çok hoşunuza mı gidiyo?
- He ya, çok hoşumuza gidiyo..
- Çok mu datlı oluyo doldurup doldurup boşaltması?
- çok datlı oluyo.


DİĞER BAZI REPLİKLER
-dünya yılana garmış anam.
-köy yerinde erkek çocuk eyidir.
-muhtar bil ki bende delik ikiyse sende de ikidir.
-komşu olurduk ırazca halam.
-sağa ne lan bekçi!
-demek o gada zevkli oluyo hee?
-gaymaklı baklava gibi.
-muhtar sen bi siyasetine uyduruve gari.
-bi düş gurdum ana. Tarlayı çiftlemişim, öküzleri çiftlemişim, garıları çiftlemişim.
-biz yidik Allah artırsın, sofrayı guran galdırsın!
-öküzünü bıçakleyceklee...
 (Ekşi Sözlük'ten Derlenmiştir.)

Filmi İzlemek İçin Tıklayınız.(1985)

21 Nisan 2008 Pazartesi

Köyden İndim Şehire





Saffet, Himmet, Hayret ve Gayret isimli bu dört kardeş zengin olmak istemektedir. Umutları bir zamanlar gömülmüş olan defineyi bulmak ve aralarında pay etmektir. İstanbul macerasından sonra köylerine dönen kardeşler defineyi kendi tarlalarında bulunca bir anda hayallerine kavuştuklarını düşünürler. Gömülü altını paraya çevirmek amacıyla gittikleri Ankara, Kayserili kardeşler için yeni ve eğlenceli bir maceranın başlangıcı olacaktır.


/Ömer Baldık
Resmî tarihinin dışında çok daha sahici tarihleri vardır bu ülkenin. O tarihlerden biri de, köyden kente göçle birlikte yaşanan tarihtir. 1930’lu 40’lı yıllardan itibaren Anadolu’nun bağrından kopan insanlar, belki bilmeden bu ülkenin tarihini yazdılar.

Ama nedense onların tarihi, tarih kitaplarından çok, sinema filmlerine yansıdı bugüne dek. Özellikle Yeşilçam’ın güçlü olduğu 60’lı 70’li yıllarda kente göçün yol açtığı büyük travmalar, hem dramatik hem mizahî bir dille yansıtıldı perdeye.


Yeşilçam günleri

O dönemler Anadolu insanının kalbinde güçlü bir ümidin var olduğu dönemlerdi. Fakirlik ya da kenar mahallede yaşamak, onlar için katlanması zor şartlar oluştursa da, aralarındaki sevgi bağları, birlik ve beraberliğin getirdiği dayanışma tüm zorlukları aşmalarını sağlayacak bir güç veriyordu kalplerine. O yüzden, zengin fabrikatör kızı zenginliğiyle onları alt edemezdi hiçbir zaman. Hele bir de talih yüzlerine gülüp de şöhretin kapıları açılırsa, işte o vakit kestirmeden en yüksek toplumsal statüye çıkmalarına mani kalmazdı.

Yeşilçam o yıllarda ‘gerçek’ten ziyade, insanların özlemlerine hitap eden filmler yapıyordu. Kentler keskin katı kuralların yaşam alanı değil, özlemlerin rahatlıkla gerçeğe dönüşebileceği bir hayal ülkesiydi. Anadolu’dan kente gelen insanı yıllarca dirençli kılan şey, belki de kenti hayal ülkesi olarak resmeden bu filmlerdi. Çünkü orada her şey her an gerçeğe dönüşebilirdi. Zengin bir ailenin kızı fakir bir delikanlıya aşık olabilir, ikisi mutlu bir aile yuvası kurabilirdi. Bu ihtimali mümkün kılan sebep, Anadolu insanının saflığıydı muhtemelen. Kendisinde olsa vereceği şeyi, kentli insanın da vereceğini düşünüyordu.

Bu saflığın temiz boyutuydu. Ama bir de tecrübesizlik boyutu vardı. Zamanla işlerin o kadar kolay olmadığı anlaşılınca, perdeye ‘arabesk acılar’ yansımaya başladı. Gerçekleşeceğine dair güçlü bir inanç beslenen bir ‘İstanbul rüyası’nın kırılıp parçalanması beraberinde hüznü ve acıyı getirdi.

Açıkçası, o dönemlerde gözler Anadolu insanının büyük şehirle tutuştuğu yaşam mücadelesine çevriliydi. Ünlü yönetmen Metin Erksan’ın dediği gibi, belki tek bir yorganıyla memleketini terk etmiş insanlar İstanbul’da sokağın köşesinde işportacılık yaptığı bir metrekarede yaşama ve şehre tutunma mücadelesi veriyordu. Erksan’a göre bu Anadolu insanının kolay vazgeçmeyen tabiatının bir göstergesiydi. Gelen gitmiyor, kalıyor ve mücadele ediyordu her türlü zorluğa rağmen.


1980 sonrasına taze bir bakış: Babam ve Oğlum

80’li yıllarla birlikte Türk sineması düşüşe geçti. Özel TV kanallarının açılması, televizyonun sinemaya nispetle ağırlığının artması ve Turgut Özal’ın dışa açılma politikası Hollywood’un pazarı ele geçirmesiyle sonuçlandı. Çoğunlukla vurdulu kırdılı filmler perdede egemenlik kurdu. Bu arada biz göçün tarihini resmî olmayan yoldan kayda geçiren filmlerden mahrum kaldık. Belleğimizde o tarihe ilişkin bir kopukluk oluştu. Ta ki ‘Babam ve Oğlum’ filmine kadar.

Kanımca göçün savurduğu insan öykülerine ışık tutan sinemanın, Züğürt Ağa, Muhsin Bey gibi tek tük bazı örnekler hariç tutulursa, yirmi yıllık bir kesintiden sonra muhteşem bir dönüşü oldu Babam ve Oğlum. Çağan Irmak’ın senarist ve yönetmenliğini yaptığı film, sağlam çatılı senaryosu, sade anlatımı ve yüksek oyunculuk performansıyla kısıtlı bütçesine rağmen ciddi bir başarıya imza attı.

Film Yeşilçam’ın 12 Eylül’e kadar getirdiği Anadolu insanının hikâyesine ‘yeni bölümler’ ekliyor. Askerî darbenin sillesini yemiş bir genç insanın kendi oğluyla birlikte yeniden köyüne, baba evine dönüşü ve üç kuşağın hem geçmişin muhasebesini yapmaları hem de geçmişin yaralarını onarmaya çalışmaları perdeye yansıtılıyor.

Bu ülkede milyonlarca insanın yaşadığı bir ortak kader bu aslında. Okumak için baba evinden kopmak, gelenekle bağı koparmak, kentte kendine yeni bir hayat çizmek… Bu ortak kader önce geleneği temsil eden baba eviyle bağları koparmakla başlar. Baba oğlunun ziraat okumasını istemektedir. Çünkü onun çiftliğin başına geçmesini arzu ediyordur. Ama bu konuda çocuğuna hiç söz hakkı tanımaz. Ataerkil otorite anlayışı buna izin vermez.

Fakat öte taraftan evlat da, dondurulmuş bir geleneğin sonu baştan belli olan hayat tarzına boyun eğmek istememektedir. Zaten babasından gizli ziraat yerine gazetecilik okumuştur. Gemileri yakmıştır çoktan. Ona göre babası dar bir dünyanın insanıdır. Dünyada olup bitenin farkında değildir. Kendisi kent sokaklarında modern bir dünyaya yelken açacaktır. Başka bir davanın adamıdır o. Kentte öğrendikleriyle babasına itiraz etmekten geri durmaz. Bu itiraz biraz da bir oğulun babasından bağımsızlığını kazanma arayışıdır.

Oğul: “Hiçbir şey göremiyorsun. Hiçbir şey duymuyorsun. Dünyada ne oyunlar döndüğünün farkında bile değilsin. Sermayenin kölesi olmuşsun.”

Baba: “Ben hiçkimsenin kölesi değilim. Lafını bil de konuş.”

Oğul: “Tabii, sen koskoca Hüseyin Ağasın değil mi? Emrinde kölelerin var.”

Baba: “Terbiyesiz! Senin o köle dediğin adamlar, hepsi bizim insanımız. Hangisinin sigortasını şeyini eksik ettik, ha! Hangisini soframızdan ayırdık? Hiçbirisine senin ettiğin nankörlüğü etmedik. Senin sermaye diye diye düşman olduğun o bahçe, o mal mülk, okutacak seni İstanbul’da. Haberin var mı?”

Oğul: “İstemiyorum senin paranı.”

Baba: “İsteyeceksin. Ziraati bitireceksin, gelip çiftliğin başına geçeceksin. Benim bunca emeğim, bunca gayretim kimin için ha?”

Çiftçi baba ile okumuş oğlu arasında geçen ve anti-iletişime daha yakın duran bu replik, bu toprakların yakın tarihinin özeti gibidir. Bir baba ile oğlu arasında yaşanan bir kuşak çatışması gibi gözükse de, çok daha derin ve katmanlı bir çatışmanın su yüzündeki kısmıdır.

Kent ve köy arasında bir kopuştur aynı zamanda, sadece mekânsal ya da kültürel değil, iki ayrı ‘değerler sistemi’ arasında yaşanan bir kopuş… Kent ve köy etrafında sembolleşen bu iki değerler sistemi, yıllar yılı birbirine sağır kaldı, sağlıklı bir iletişim kurmayı beceremedi. Biri yeniye gözlerini kapadı, ötekisi eskiyi beğenmez bir tavır takındı.

Kent babasına karşı rüştünü ispat etmek isteyen asî bir evlat rolüne soyundu. Köy yeni şartlara uyumsuzluğu ve donanımsızlığı yüzünden otoriterliği ele almış bir baba rolüne sarıldı.

Sonuçta geleneğin payına kendi kabuğuna çekilmek, kentin payına da geleneğin tecrübesinden istifadeden mahrum olmak düştü. Aralarındaki ilişki, işte bu yüzden işbirliğinden çok bir çatışmayı ve bir kopuşu resmetti.


Köy ve kent arasında

En çok da ‘arada kalan’ kuşaklar incindi bu kopuştan. Onlar ne sahip olduklarını yanında götürebildi, ne de kentte kazandıklarını memleketlerine getirebildi. Ayrık kümeler gibi duran iki dünyanın küslüğü yüzünden kalpleri de kişilikleri de ikiye bölündü.

Kentte “Ben kimim?” sorusuna cevap veremedikleri gibi, zamanla ruhları köye de yabancılaştı. Kendilerini bir yere ait hissedemediler. Yüreklerini katabilecekleri, ruhlarıyla varolabilecekleri bir ‘ev’leri kalmamıştı. Bedenleri gibi ruhları da göç etmiş, ama ne çare bir yere konamamıştı.

Evden çıkmışlar, bir ev kuramamışlar, eve dönememişlerdi.

Evden çıkmışlardı. Çünkü kuşaktan kuşağa nakledilen bir geleneğin egemen olduğu baba evinde kalamazlardı. Gelenek belki önceleri sorgulanabilen ve yeniden üretilebilen bir şeydi, ama ilâhî kökenlerinden kopunca ve akıl ihmal edilince geriye katı bir pratik kalmıştı. Tartışılmadan kabul edilenlerin sayısı, konuşulabilenlerden çoktu. Geleneğin bu şekilde katı bir istibdat halini alması, yeni kuşağın daha fazla o evde kalmasına maniydi. Müstebit bir babaya boyun eğmektense, açık sulara yelken açmak yeni kuşağın kanındaki deliliğe çok daha uygundu.

Ne ki doğru dürüst bir ev de kuramadılar. Çünkü geçmişlerini, tarihlerini tüm dekoru ve oyuncularıyla birlikte baba evinde bırakmışlardı. Süreklilik duyguları zaafa uğramıştı. İçindeyken farkında olmadıkları kurulu bir yapının sağladığı kolaylıklardan yoksundular. O kolaylıkları evden kopunca farkettiler.

Kentte her şeyi; sevgiyi, arkadaşlığı, işi, aileyi, zamanı, geleneği, tarihi.. kendileri sıfırdan inşa etmek zorundaydı. Aileleri yanlarında olabilse ve gerektiği şekilde destek olabilseydi, tüm bunların çok daha kolaylıkla üstesinden gelebilirlerdi. Ama kentin tarihini onlar tek başına yazmak durumundaydı. Çünkü kent dişlileri zarar görmesin diye Anadolu’nun bağrından ya parça kopararak ya da bütünleri zaman içinde parçalayarak besleniyordu. Hem, kent dediğin bir yerde ‘asiler’in mekânıydı.

Artık eve de dönemezlerdi. İyi kötü kaderlerini kente bağlamışlardı. Bir ara kuşak olmanın tüm acılarını hissetseler de, bir ucundan tutunmuşlardı kente. Çoluk çocuğa karışmışlardı.

Baba evi onların hafızasında yerini almış hem bir özlemdi hem de kavuşamamanın verdiği hüzün; ama asla tüm kazanımları terkederek dönülebilecek bir yer değildi. Üstelik bütün enerjilerin kente aktığı bir dönemdi; akış kente doğruydu. Sebep olduğu ve olacağı tüm sorunlarına rağmen, pastanın kentlerde bölüşüleceğini herkes gibi onlar da çok iyi biliyordu. Köşesine çekilen bir ihtiyar gibi baba evine dönemezlerdi.


Kent gelenekle barışmalı

Tarih dekorların, oyuncuların ve aynı zamanda rollerin sürekli değiştiği bir sahneye benzer. Yeni olanın daima iyiyi getireceği fikri ne kadar safsata ise, eskinin daima iyiyi temsil ettiği fikri de o kadar safsatadır. Doğruları yaşıyormuş gibi gözüken kalıplaşmış bir eski iyi değildir. Aynı şekilde, eskinin hiçbir doğrusuna kulak asmayan bir yeni de iyi değildir.

Bugün geldiğimiz noktada, kent ve taşra arasında bir barışa, iletişim ve paylaşıma ihtiyaç var. Müstebit baba (gelenek) ile isyankâr oğulun (kent) birbirine ihtiyacı var.

Geçmişi ve geleneğini retle, kent onmadı bugüne dek. Geleneksel değerlerden soyutlanmaya çalıştığı ölçüde kentin hep toplumsal krizlerin kucağına düştüğünü gördük.

Giderek artan oranda boşanmaların arttığı, büyüklerin huzurevlerine bırakıldığı, insanların ancak akıllarını uyuşturarak hayatlarına devam edebildiği, insanlar arasında güvenin kalmadığı, gençlerin okullarda birbirlerini bıçakladığı, babalarının kendilerine vakit ayırmadığı çocukların öfkelenmeye başladığı.. bir kentte bir şeylerin ciddi biçimde sorgulanmasına ihtiyaç var demektir.

Geleneğin dogmalarının alternatifi, kentin dogmaları olamaz. Bir üst-bilinçle ikisi arasında denge kurmak zorundayız. Despotlaşmış bir kayınvalide ne kadar çekilmezse, gelin hegemonyası o kadar bencilcedir. Baba istibdadı ne kadar zulüm ise, oğul isyanı o kadar nankörcedir. Gelenek kendisini yenilemeye açık olmalı; kent de nankörlüğü bırakmalı, geçmiş ve geleneğin insan sıcağıyla buluşmalı.

Dediğim gibi, tarih dekorların, oyuncuların ve aynı zamanda rollerin sürekli değiştiği bir sahneye benzer. Bazen yeni bir oyun için sahnenin dekorları değişir. Oyuncular o yeni dekora alışamazlar başta. Yalpalayıp sağa sola çarparlar. Aralarından bazıları eski oyuna ve eski dekorlara dönülmesini ister. Fakat zamanı geriye döndürmek mümkün değildir. En iyisi, eski oyundan elde edilen tecrübeyi yeni oyuna aksettirebilmektir.

Üstelik iyi bir oyuncu, Yönetmen’in ortam ne kadar zorluk içerirse içersin, kendisinden nasıl bir oyun istediğine dikkat kesilir. Nazarını dekora hapsetmez!