31 Ekim 2007 Çarşamba

Deyimlerimiz ( I - İ Harfiyle Başlayan)



Icığını cıcığını çıkarmak: 1. Her yanını ellemek, didiklemek. 2. Bir meseleyi en ince ayrıntılarına kadar soruşturmak, incelemek."İyice ıcığını cıcığını çıkardınız meselenin."
Ikınıp sıkınmak: Bir işi yapabilmek için kendini çok zorlamak."Ikınıp sıkındı ama bir çare bulamadı."
Isıtıp ısıtıp önüne koymak: Daha önce meydana gelmiş bir olayı ya da bir işi bir düşünceyi yeniden, sık sık tekrarlamak.
Iska geçmek: 1. Hedefe isabet ettirememek, vuramamak. 2. Üzerinde durmamak, önem vermemek, atlamak."Bu sefer de ıska geçersen kaybedeceksin."
Iskartaya çıkarmak: İşi yaramaz, değersiz bularak bir yana atmak."Beni hiç kimse ıskartaya çıkaramaz."
Işığı altında: Bir durum veya düşüncenin konuyu aydınlatmasından yararlanarak, onu göz önünde tutarak.
Işık tutmak: 1. Karanlık bir yeri ışıkla aydınlatmak. 2. Bilgisiyle, düşüncesiyle bir konuya açıklık getirmek, tutacağı yolu göstermek."Kutlu Peygamber hemen her konuda ışık tutardı çevresindeki insanlara."
İbret almak: Kötü bir olaydan etkilenerek ders almak."Görmesini bilseydi ibret alırdı her hâlde."
İcabına bakmak: 1. Gereğini yerine getirmek. 2. Yok etmek, ortadan kaldırmak."O adamın icabına bakarız, merak etme sen."
İç çekmek: Üzüntüyle göğüs geçirmek, derin derin soluk alıp hıçkırıkla ağlamak."Yavrucağın iç çekişi dayanılır gibi değildi."
İç etmek: Eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeden kendisine mal etmek, ortadan kaldırıp kimseye göstermemek."Babasına bildirmeden o kadar parayı iç etmiş."
İç gıcıklamak: 1. Huylandırmak. 2. İstek uyandırmak.
İçi açılmak: Sıkıntısı dağılıp gitmek, ferahlamak."Denizi, kuşları, ağaçları seyre dalarım, böylelikle içim açılır, rahatlarım."
İçi cız etmek: Ansızın içi sızlamak, çok üzülmek."O zavallı ihtiyarı birden bire karşımda görünce içim cız etti."
İçi çekmek: Canı arzu etmek, istek duymak.
İçi çıfıt çarşısı: 1. Başkaları için daima art niyet besleyen, içinden türlü kötülükler geçiren. 2. Çok karışık.
İçi dışı bir: İkircikli olmayan, iki yüzlü davranmayan, düşündüğünü açıkça söyleyen, özü sözü bir olan."İçi dışı bir olan insanlara her zaman güvenebiliriz."
İçi dışına çıkmak: 1. Kusmaktan ötürü çok fena olmak. 2. Bindiği taşıtın çok sarsılması yüzünden bedenî rahatsızlık duymak.
İçi erimek: Kaygı duymak, çok üzülmek.
İçi geçmek: 1. İstemediği hâlde uyuya kalmak. 2. İşe yaramaz duruma gelmek. 3. Yaşlılıktan, zayıflıktan gücü azalmış olmak; hiçbir şeye ilgi duymamak."O artık içi geçmiş bir ihtiyardır."
İçi gitmek: Çok fazla istek duymak."Vitrindeki kızarmış tavuklara içim gidiyordu ama param olmadığı için alıp yiyemiyordum."
İçi içine sığmamak: Çok heyecanlanmak, coşkunluk duymak ve sevincini belli etmekten kendini alamamak."Annemi karşımda görünce ne yapacağımı şaşırdım, içim içime sığmıyordu, koşup boynuna sarıldım."
İçi kabarmak (kalkmak): 1. Midesi bulanmak. 2. Duygulanıp heyecanlanmak. 3. Taşkın bir ağlama duygusu içinde olmak."Ne berbat bir koku, içimiz kabarmadan kalkalım buradan."
İçi kan ağlamak: İçten, büyük bir üzüntü duymak; dıştan belli etmeyerek çok acımak."Çocuğunun yüzüne bakarken içim kan ağlıyordu."
İçi kazınmak: Çok acıktığından ötürü midesinde eziklik duymak."Sabahtan beri açtı, içi kazınıyor ama belli etmemeye çalışıyordu."
İçi parçalanmak (paralanmak): Birine acıyarak çok üzülmek."Onun bu hâlini gördükçe içim parçalanıyor."
İçi rahat etmek: Endişelenecek bir durum bulunmadığını öğrenerek sıkıntıdan kurtulmak, rahatlamak."Ne yapayım, ben anneyim, onlar sağ salim dönerlerse içim rahat edecektir ancak."
İçi sızlamak: Bir şey veya kişinin içine düştüğü durum sebebiyle üzülmek.
İçi titremek: 1. Çok üşümek. 2. Çok istek duymak. 3. Bir zarar gelecek korkusu içinde bulunmak."Hava iyice soğudu, içim titremeye başladı, haydi içeri girelim."
İçi yanmak: 1. Çok susamak. 2. Büyük bir acı sebebiyle çok fazla üzülmek."Sanki yalnız onun içi yanıyordu."
İçinden gülmek: Birisine sezdirmeden içten içe gülmek, eğlenmek.
İçinden okumak: 1. Dudaklarını kıpırdatmadan, hiç ses çıkarmadan okumak. 2. Ses çıkarmadan sövmek, beddua etmek."Hikâyeyi şimdi de içinizden okuyacaksınız."
İçinden pazarlıklı: Sinsi, yapacağı kötülükleri sezdirmeyen."Senin gibi içten pazarlıklı adamlarla iş yapmam ben."
İçine atmak: 1. Derdini, sıkıntısını kimseye söylememek. 2. Kendisine yapılan kötülüğe karşı sesini çıkarmamakla beraber, bunu unutmamak."O her şeyi içine atar, bir gün kanser olacak diye korkuyorum."
İçine çekilmek (kapanmak): Duygularını kimseye açmamak, çevresindeki kişilerle ilişkisini kesmek, yalnızlığa gömülmek."Kardeşinin ölümünden sonra içine çekildi, kimseyle görüşmüyor."
İçine dert olmak: Yapmak istediği bir şeyi yapamadığı için kaygılanıp üzüntü duymak."Hastahanedeki arkadaşımı ziyarete bir türlü gidemedim, bu da içime dert oldu."
İçine doğmak: Malûm olmak, bir işin olduğunu ya da olacağını sezinlemek, tahmin etmek."Onun bize geleceği sanki içime doğmuştu."
İçine işlemek: Duygulanmak, etkilenmek, dokunmak."Babamın o etkili sözleri âdeta içime işlemişti sanki."
İçine kurt düşmek: Kuşkulanmak, kendisine zarar geleceğinden şüphe etmek."Tilkiyi civarda dolaşırken gördüğü andan itibaren içine kurt düşmüştü."
İçine sindirmek: Benimsemek, iyice kabul etmek.
İçine sinmemek: 1. İçi rahat etmemek, yaptığı şeyden memnun olmamak. 2. İstediği gibi olmadığı için rahatlık, mutluluk duymamak; tadına varamamak."İşi bitirdim ama hiç de içime sinmedi."
İçine sokacağı gelmek: Birini aşırı ölçüde, çok sevmek.
İçine yedirememek: Benimsememek, kabul edememek.
İçini (bir) kurt yemek: Sürekli olarak bir kaygı içinde olmak.
İçini dökmek: Dertlerini, sıkıntılarını, üzüntülerini anlatmak."Şu koca dünyada içimi dökecek bir insan bulamadım."
İçini kemirmek: Bir üzüntü ve düşünce dolayısıyla rahatsızlık duymak."İçini kemiren bu düşünceden kurtulmak istiyordu."
İçler acısı: Oldukça üzücü, çok acıklı.
İçli dışlı olmak: Teklifsiz, çok samimi, sıkı fıkı, senli benli olmak."Biz Fatma`yla iyice içli dışlı olduk."
İçtikleri su ayrı gitmemek: Sıkı fıkı dost, samimi arkadaş olmak; birbirlerinden saklayacakları bir şeyleri bulunmamak.
İdare etmek: 1. Yönetmek, çekip çevirmek. 2. Tutumlu olmak, kullanmak. 3. Elvermek, yetmek, yetişmek, korumak, kurtarmak. 4. Hoş görmek, göz yummak. 5. Örtbas etmek."Bu ayakkabıyı bu fiyata veremem, çünkü idare etmez."
İfade vermek: Sorguya cevap vermek.
İflâhını kesmek: Gücünü tamamiyle yok edip bir daha karşı koyamayacak, düzelemeyecek, iş yapamayacak duruma getirmek."Ben adamın iflâhını keserim, anladın mı?"
İfrit olmak: Çok öfkelenmek; aşırı ölçüde, kendini kaybedecek kadar sinirlenip kızmak."İfrit oluyorum şu adamın hareketlerine."
İğne atsan yere düşmez: Çok kalabalık, yürünecek gibi değil.
İğne ile kuyu kazmak: Zor denecek bir işi yetersiz araç ve gereçlerle başarmaya çalışmak.
İğne ipliğe dönmek: Aşırı derecede zayıflamak, kilo vermek."O iri yarı adam hapisten çıktı ki iğne ipliğe dönmüş."
İğneli söz: Dokunaklı, kırıcı, üzücü söz."O iğneli sözlere ben bile dayanamazdım doğrusu."
İki ahbap çavuşlar: Hemen her yerde birlikte görülen, birbirlerinden ayrılmayan iki arkadaş, dost.
İki arada bir derede (kalmak): Sıkışık, zor şartlar altında (kalmak).
İki ayağını bir pabuca sokmak: Bir kimseyi, bir işi yapması için zorlamak, sıkıntıya sokmak.
İki cami arasında kalmış beynamaza dönmek: İki yoldan hangisini tutacağını; şöyle mi, böyle mi yapacağını bilememek; şaşırıp bir şey yapamaz olmak.
İki cihanda yüzü ak olmak: Doğru ve faziletli yaşayıp dünya ve ahrette mükâfat görmek.
İki çift söz etmek: Bir araya gelip birkaç söz söylemek."Ne zamandır seninle bir araya gelip de iki çift söz edemedik."
İki eli (birinin) yakasında olmak: Ahrette, hesap gününde ondan davacı olmak; hakkını istemek.
İki eli kanda olsa: Ne kadar önemli olursa olsun, elindeki iş hiç bırakılamayacak derecede olsa bile."Söyleyin ona, iki eli kanda olsa da durmasın gelsin."
İki gözü iki çeşme: Sürekli, çok ağlayarak."Kadıncağız iki gözü iki çeşme ağlayıp duruyormuş."
İki paralık etmek: Değerini, onurunu çok düşürmek."Seni arlanmaz utanmaz seni, beni iki paralık ettin, senin yüzünden topluma çıkamaz oldum!"
İki rahmetten biri: Ağır hasta olan birisi için "ya şifa, ya ölüm" anlamında kullanılır.
İki sözü bir araya getirememek: Düşüncelerini, duygularını düzgün bir biçimde anlatamamak, güzel konuşma becerisinden yoksun olmak.
İki yakası bir araya gelmemek: Geçim sıkıntısı içinde olmak ve borçtan kurtulamamak, gelir ve giderini denkleştirememek."Bilmiyorum ne zaman iki yakamız bir araya gelecek."
İkili oynamak: Birbirine karşı olanlardan hem birini, hem ötekini çıkarı için destelemek."Sendika başkanı ikili oynuyormuş."
İleri geri konuşmak: Yersiz, kırıcı, yaralayıcı biçimde konuşmak.
İleri gitmek: Söz ve davranışta ölçü dışına çıkmak; gereksiz, aşırı davranışta bulunmak ve haddi aşmak."O saygısız adamın daha fazla ileri gitmesine fırsat verilmemelidir."
İlk göz ağrısı: 1. İlk doğan çocuk. 2. İlk sevgili.
İmana gelmek: 1. Hak dini olan İslâm`ı kabul etmek. 2. En sonunda doğruyu söylemek. 3. Önceden kabul etmediği şeyi sonradan kabul edip uymak."İmana gel, tövbe et ki öbür dünyada mutluluğa eresin."
İn cin top oynamak: Issız, sessiz olmak, bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak."Adada in cin top oynuyordu sanki."
İnce eleyip sık dokumak: Titizlik göstermek, bir şeyi en ince ayrıntılarına kadar araştırmak, gözden geçirmek."O kadar da ince eleyip sık dokunacak bir iş değil, kaygılanma."
İncir çekirdeğini doldurmaz: Çok az veya pek önemsiz."Ne akılsız adam bunlar, kavga etmelerine sebep olan mesele incir çekirdeğini doldurmaz bile, ayırın şunları."
İnme inmek: Felç olmak, bedenin bir yeri hareketsiz ve duygusuz duruma gelmek."Adamın sağ yanına inme inmiş diyorlar."
İnsan eti yemek: Birini çekiştirmek.
İnsan evlâdı: İyi, anlayışlı, ahlâk sahibi insan."İnsan evlâdı olmasaydı, tanımadığı birine onca yardım yapar mıydı?"
İnsan hâli: Olabilir, doğaldır, hoş karşılamak gerekir.
İnsan sarrafı (olmak): İnsanların karakterini çabucak anlayacak duruma gelmiş (olmak)."Dedem insan sarrafıdır, onu bir görse ne biçim bir adam olduğunu hemen anlayıverir."
İnsanlıktan çıkmak: 1. Çok zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış olmak. 2. İnsanî niteliklerini yitirmek, insana yakışmayacak davranışlarda bulunmak.
İpe çekmek: Asarak öldürmek.
İpe un sermek: İstenilen işi yapmamak için birtakım bahaneler, sebepler ileri sürmek, güçlük çıkarmak, engeller göstermek.
İpi koparmak: Bağlı bulunduğu yer ya da kişi ile ilişkisini kesmek, aradaki anlaşmazlığı artırmak.
İpi sapı yok: Birbirini tutmaz, yersiz, anlamsız, işsiz, yersiz yurtsuz, saçma sapan."İpi sapı yok bu sözlerin, daha inandırıcı olmalısın."
İpin ucunu kaçırmak: Bir yeri yönetmede veya bir şeyi kullanmada gereken ölçüyü kaçırıp, artık duruma hâkim olamamak; çıkmaza girmek."Biraz daha dikkatli olmalıyız, yoksa ipin ucunu kaçıracağız."
İpiyle kuyuya inilmez: Kendisine güvenilmez, ona güvenilerek bir işe girilmez."O ipiyle kuyuya inilmez adamla yola çıkmam ben."
İple çekmek: Zamanın gelmesini sabırsızlıkla beklemek, çok istemek."Yarını iple çekiyorum."
İpucu vermek: Aranılan şeyi bulmaya yarayan işareti, onu açıklamaya yarayan bilgiyi vermek."Bir ipucu vermezsen bu bilmeceyi çözemeyeceğim."
İsabet etmek: 1. Nişan alınan yere değmek, rastlamak. 2. Çıkmak. 3. Yerinde iş görmüş olmak."Böyle karar vermekte çok isabet ettiniz."
İskele vermek: Vapura binmek, vapurdan inmek için iskeleyi uzatmak.
İsmi var, cismi yok: 1. Sözü edilen bir kimse veya şeyin gerçekte var olmadığını anlatmak için kullanılır. 2. Adı olmasına karşılık görevini ve etkinliğini yerine getirmeyen, varlığı ile yokluğu arasında bir fark bulunmayan.
İster istemez: 1. Zorunlu olarak, elinde olmadan. 2. İstemesi üzerine, hiç vakit geçirmeden, istediği anda."İster istemez ben de ona bağırdım."
İstifini bozmamak: Bir olay karşısında aldırış etmemek, durum ve davranışını hiç değiştirmemek."Karşıma geçmiş avazı çıktığı kadar bağırıyordu, bense istifimi bozmadan bekledim."
İş ayağa düşmek: İş sorumsuz, yetkisiz ve beceriksizlerin elinde kalmak."Bunlar da işi iyice ayağa düşürdüler."
İş başa düşmek: Beklediği yardım gelmeyince, kendi işini kendisi yapmak zorunda kalmak."İş başa düştü desene!.."
İş çatallanmak (çatallaşmak): Bir işin sonuca oluşması konusunda türlü güçlüklerle karşılaşmak, ya da çeşitli seçeneklerle yüz yüze gelmek, sonuca nasıl ulaştırılacağı bilinemez olmak."İş gittikçe çatallaşıyor, sense aldırmıyorsun bile."
İş çığırından çıkmak: Bir iş asıl amaçtan çıkarak düzelmesi güç bir durum almak, bir bozukluk ve kargaşalık baş göstermek.
İş inada binmek: Bir işi yapmakta direnmek.
İş sarpa sarmak: İş, içinden çıkılması zor bir durum almak; engellerle karşılaşmak."İşler sarpa sarmadan çekip gidelim buradan."
İş yok: O şeyde yarar yok, faydası olmaz."O arabada hiç iş yok, almaya değmez."
İşe koşmak: Birini bir iş yapmak üzere görevlendirmek, göndermek.
İşi ağırdan almak: Acele etmemek, bir işi yapmak için isteksiz görünmek."Söyle onlara, işi ağırdan almasınlar, müşteriler mal bekliyor."
İşi Allah`a kalmak: Güç şartlar altında, beşerden hiçbir yardım umudu kalmamak."Kime baş vurduysa bir sonuç alamadı, artık işi Allah`a kalmıştı."
İşi azıtmak: Yanlış ve aşırı yollara sapmak."Bu çocuk da işi iyice azıttı."
İşi başından aşmak: Pek çok işi olmak, iş içinde kaybolmak.
İşi bitmek: 1. Hâli, gücü kalmamak. 2. Yaptığı işi sona ermek."Git de bak, babanın işi bitmiş mi?"
İşi duman olmak: İşi ve durumu kötü olmak, berbat bir durumda bulunmak.
İşi düşmek: Birinin yardımına ihtiyaç duymak."Eh, onun da bize işi düşecek bir gün."
İşi iş olmak: İşi yolunda, iyi olmak; hâlinden memnun bulunmak."İşi iş herifin, baksana yan gelip yatıyor her gün."
İşi sıkı tutmak: Gevşekliğe yol açmamak, işe gereken önemi vermek ve sağlıklı yürümesini sağlamak.
İşi tıkırında olmak: İşi çok uygun ve iyi olmak."O konuşmayacak da ben mi konuşacağım, işi tıkırında adamın."
İşi yokuşa sürmek: Yapılabilir, görülebilir işi yapmamak için güçlük çıkarmak, bahaneler ileri sürmek.
İşinden olmak: Bir süredir yaptığı işi elinden gitmek, görevini yitirmek."Haydi canım, yoluna git de patronunla kavga etme; yoksa işinden olacaksın."
İşkembeden atmak: Uydurarak söylemek, tutarı olmayan sözler sarf etmek."Ona sakın inanmayın, işkembeden atıyor."
İşten el çektirmek: Görevden uzaklaştırmak."Yolsuzluk yaptığı iddiası ile işten el çektirdiler ona."
İt sürüsü kadar: Gereğinden fazla, oldukça çok, kalabalık."İt sürüsü kadar adam, nasıl başa çıkacağız bunlarla."
İte kaka: Zorla, güçlükle."Adamı her sabah ite kaka işe götürüyoruz."
İtibar kazanmak: Saygınlık görmek, kendisine değer verilmek.
İyi etmek: 1. Hastalıktan kurtarmak, sıhhatine kavuşturmak. 2. Yerinde bir davranışta bulunmak. 3. Bir şeyi gizlice almak, kendisine mal etmek.
İyi gözle bakmamak: Birisi hakkında iyi düşünmemek, kötü niyet beslemek."Komşuları ona hiçbir zaman iyi gözle bakmadılar."
İyi gün dostu: Dostlarının sıkıntılı günlerinde onlardan kaçan kimse."Bize iyi gün dostu gerekli değil."
İyi saatte olsunlar: Cinlerden söz edilirken kullanılır.
İzi silinmek: Yok olmak, ortadan kaybolmak."Çiçek hastalığının bu kasabada izi silindi hemen hemen, çünkü çocuklar aşılanıyorlar."
İzinden yürümek: Birine içten bağlanarak onun başladığı işi aynı anlayışla sürdürmek, fikirlerini ve hareketlerini aynen benimsemek.

Deyimlerimiz (H Harfiyle Başlayan)


Ha babam (ha): 1. Devamlı olarak, hiç durmadan. 2. Karşısındakinin çabasını, gayretini artırmak için kullanılır."Ha babam ha, az kaldı, bitireceğiz işi."
Ha bire: Durmadan, arka arkaya, sürekli olarak, ara vermeden."Tarlada bir adam ha bire çalışıyordu."
Haber uçurmak: Çabucak, gizlice haber göndermek."Hemen haber uçurun köye, kaymakam bu gece misafir olacakmış!"
Hacet kalmamak: Gereği olmamak, lüzumu kalmamak."Seni çağırmaya hacet kalmadı."
Haddi zatında: Aslında."Haddi zatında sen ona hakkını vermemiştin ki!"
Haddine mi düşmüş!: "Onun bunu yapmaya yetkisi yoktur; böyle bir işe nasıl, hangi yetenekle girişir? Bu işi yapması imkânsızdır" anlamında kullanılır."Haddine mi düşmüş ki ona söz söyleyebilsin."
Haddini bildirmek: Yetkisi dışındaki işlere karıştığı için sert bir karşılık vererek onu cezalandırmak, yola getirmek, uslandırmak, yetki sınırını bildirmek."Haddini bildirin şu serseme de bir daha onun bunun malına el uzatmasın."
Haddini bilmek: Kendi değer ve yeteneğini bilmek, üstün görmemek, kendi yapabileceği şeylerin ötesine geçmemek."Merak etme sen, o haddini bilen bir çocuktur."
Hafife almak: Küçümsemek, önem vermemek,"Beni hafife alıyorlar ama yanılıyorlar."
Hak getire: "Yoktur, bulunmaz, Allah vermemiştir" anlamında kullanılır."Öyle bir diyardayız ki su ve yiyecek Hak getire."
Hak kazanmak: Davasında haklı olduğu meydan çıkmak, emeğinin karşılığını alabilecek duruma gelmek."Emekliliğe yedi yıl sonra hak kazanacağım."
Hak yolu: Cenab-ı Allah`ın insanlara kitapları ve peygamberleri ile bildirdiği, dünya hayatında tutmaları gereken yol, yaşama düzeni, doğru ve haklı yol.
Hakkı geçmek: 1. Birisinin payından bir başkası almış olmak. 2. Bir şeyde veya bir kimsede emeği bulunmak."Komşumun çok hakkı geçmiştir bana, onunla mutlaka helâlleşmeliyim."
Hakk-ı sükût (sus payı): Bir konu üzerinde konuşmaması, bildiği şeyi söylememesi karşılığında bir kimseye sağlanan yarar.
Hakkından gelmek: 1. Güç bir işi başarı ile sonuçlandırmak. 2. Öç almak, yenmek veya cezasını vermek."Siz onu bana bırakın, hakkından gelmesini bilirim."
Hakkını helâl etmek: Geçen hakkını, emeğini bağışlamak."Annem inşallah hakkını helâl eder bana."
Hakkını vermek: 1. Bir şeyin lâyıkıyla yapılması için ne gerekiyorsa ondan kaçınmamak. 2. Birinin çalışmasını gereğince değerlendirmek, hakkı olan şeyi vermek."Çalıştırdığın kişinin hakkını vermek zorundasın."
Hakkını yemek: Birinin hakkı olan şeyi vermemek, onu kendisine maletmek."Dürüst ol, milletin hakkını yeme, yoksa boğazında kalır."
Hâlden anlamak: Bir kimsenin içinde bulunduğu zor durumu kavrayarak, anlayıp sezerek hoşgörülü olmak, anlayış göstermek."Dedem hâlden anlayan birisidir, bize iyi davranacağına eminim."
Hâle yola koymak: Düzenlemek, tertiplemek, iyi işler bir duruma getirmek."Hele şu işleri bir hâle yola koyalım, o zaman tatilini de düşünürüz."
Hâli vakti yerinde: Zengin, oldukça varlıklı, para durumu iyi."Hasan efendiler mi? Hâli vakti yerinde insanlardır onlar."
Halis muhlis: Saf, katışıksız, temiz, eksiksiz, içinde yabancı madde bulunmayan."Halis muhlis bir zeytin yağı satarız biz."
Hallaç pamuğu gibi atmak: Bir arada, toplu bulunan şeyleri ya da kimseleri dağıtmak, parçalamak; bu yolla sağa sola, her birini bir yana atmak."Sizin takımı hallaç pamuğu gibi atacağız sahadan."
Halt etmek: Yakışıksız davranmak, uygunsuz bir söz söylemek veya kötü bir şey yapmak."Halt etmişsin, bir de utanmadan anlatıyorsun."
Hangi dağda kurt öldü?: Kendisinden hiç umulmayan, beklenilmeyen bir kimsenin olumlu davranışı görüldüğünde; "Nasıl oldu da böyle güzel bir iş, bir iyilik yaptı?" anlamında söylenir.
Hangi rüzgâr attı?: "Nasıl oldu da gelebildin? Hiç görünmüyordun, sen de gelir miydin?" anlamında, uzun süre bir yerde görünmeyen kimse için kullanılır.
Hangi taşı kaldırsan altından çıkar: 1. Hemen her işte parmağı vardır. 2. Her işten anlar, her işe karışır ya da her işten anladığı izlenimi verir.
Hanım evlâdı: Nazlı büyütülmüş, zora gelmeyen, çıtkırıldım kimse."Amma hanım evlâdıymışsın, çekil şuradan ben yaparım."
Hapı yutmak: Kötü bir duruma düşmek, zarar ve ziyana uğramak."Hapı yuttuk desene!"
Har vurup harman savurmak: Hesapsızca, düşüncesizce harcamak; malını, parasını ölçüsüzce, bol bol harcayıp tüketmek.
Haram olmak: Bir şeyden gerektiği gibi yararlanamaz olmak."Senin yüzünü görmek bana haram oldu."
Haram para: Dinî bakımdan yasaklanmış yollardan elde edilen para."Haram parayla ekmek alınmaz."
Haram yemek: Dinî inançlara aykırı olarak kazanç sağlamak, haksız olarak bir şeye el atmak."İnsan ol, haram yemek insana kâr getirmez."
Harfi harfine: Tastamam, uygun, tıpatıp, gerçekte olduğu gibi."Söylediklerimi harfi harfine yerine getirdin mi?"
Hasret çekmek: Özlem duymak, epeydir ayrı kaldığı yere ya da kimseye kavuşma isteği içinde olmak."Yıllardır yurdumun hasretini çekiyorum."
Hasret gitmek: Özlediği, sevdiği bir yere ya da kimseye kavuşamadan ölmek.
Hasret kalmak: Özlemini duyduğu şeye uzun zaman kavuşamamak."Hasret kaldım deresine, tepesine..."
Hastası olmak: Bir şeye çok düşkün olmak."Bizim oğlan köpek hastası, hiç kapıdan eksik etmiyor."
Haşir neşir olmak: Aralarında bulunduğu kimselerle kaynaşmak, bir arada bulunup uğraşmak; kimi işlerle ilgilenip durmak."İnsanlarla haşir neşir olmayı sevdiğim söylenemez."
Hatır belâsı: Sayılan ve sevilen kimse için katlanılan sıkıntı."İnan bu işi hatır belâsına yapıyorum."
Hatır gönül tanımamak (bilmemek): 1. İsterse en sevdiği ve saydığı olsun, gücenmesini göze alarak doğru bildiğini yapmak. 2. Kırıcı davranışlarda bulunmak.
Hatırı kalmak: Gücenmek, kırılmak."Eğlenceye onu da çağıralım ki hatırı kalmasın."
Hatırı sayılır: 1. Önemli, saygı değer, saygın (kimse). 2. Oldukça çok."Babam, hatırı sayılır bir kimsedir."
Hatırından çıkmamak: Sevdiği, saygı duyduğu birinin istediği bir şeyi yapmayı reddedememek, gönlünü kırmaktan çekinmek.
Hava almak: 1. Temiz havalı bir yere çıkarak dolaşmak, dinlenmek, ciğerlere temiz hava çekmek. 2. Eline bir şey geçmemek, umduğunu bulamamak. 3. İçine hava girmek."Haydi, kıra çıkıp da biraz hava alalım."
Hava basmak: 1. Büyüklenmek, kibirlenmek, olduğundan fazla görünmeye çalışmak. 2. Bir şeyin içine hava doldurmak."Amma da hava basıyorsun, onları korkutacağını mı sandın.?"
Hava hoş: Şu ya da bu şekilde olması arasında bir fark olmamak.
Hava parası: Bir yeri tutmak, kiralamak ya da bir şeyi elde etmek için değeri dışında açıktan verilen para."Yeri bize verecekler ama bir milyon lira hava parası istiyorlar."
Havada kalmak: 1. Yüksek bir yerde durmak. 2. Sonuca bağlanamamak. 3. Bir iddia, dayanaksız olduğundan ispat edilememek."Yaptığımız bütün iş havada kaldı."
Havadan sudan konuşmak: Öylesine, gelişigüzel, rastgele konuşmak.
Havanda su dövmek: Bir işle boşuna uğraşmak."Senin yaptığına havanda su dövmek derler,bırak artık şu işle uğraşmayı."
Havsalası almamak: Aklı kabul etmemek."Nasıl yaparsın bana bunu, hâlâ havsalam almıyor."
Hayal kırıklığı: Gerçekleşmesi istenilen veya umulan bir şeyin gerçekleşmemesinden duyulan üzüntü, düş kırıklığı.
Hayal meyal: Belli belirsiz, açık seçik belli olmayan, bulanık (bir şekilde hatırlanan)."O olayı hayal meyal hatırlıyorum."
Hayat memat meselesi: Sonucu çok tehlikeli olan, ölüm kokan bir durum."Artık burada kalamam, iş hayat memat meselesine döndü."
Hayat pahalılığı: Yiyecek, içecek ve giyecek gibi geçim için gerekli olan maddelerin pahalı olması."Hayat pahalılığından herkes şikâyetçi olmaya başladı."
Hayatını kazanmak: Çalışıp elde ettiği para ile geçimini sağlamak."Ben iyi ya da kötü hayatımı kazanıyorum, sen kendi işine bak."
Hayatını yaşamak: Canının istediği gibi hayatını sürdürmek."Bana karışmaya hakkınız yok, bırakın beni, artık hayatımı yaşamak istiyorum."
Hayır işlemek: Dine ve insanlığa uygun, iyi davranışlarda bulunmak."Hayır işle ki öbür dünyada kurtuluşa eresin."
Hayır kalmamak: İşe yarar, beğenilecek bir yanı ve tarafı kalmamak."Bu arabalarda hayır kalmamış, yenilerini almamız gerekecek."
Hayır sahibi: İyiliksever, yardımsever kimse."Şu yoksullara uzanacak bir hayır sahibi kalmadı mı acaba?"
Hayırdır inşallah!: 1. Anlatılan bir rüyayı iyiye yormak için söylenir. 2. Şaşma, heyecan ve merak uyandıran durumlar karşısında söylenir.
Hayra yormak: Bir rüya ya da olayı iyi ve yararlı bir durumun işareti görmek.
Hazır bulunmak: 1. Bir yerde kendisi bulunmak, var olmak. 2. Bir yere hemen gidecek, bir şeyi anında yapacak durumda olmak."Yarınki toplantıda sen de hazır bulunmalısın."
Hazıra konmak: Hiçbir emek sarf etmeden, çaba göstermeden başkasının emeği ile ortaya çıkmış olan şeyden yararlanmak."Hazıra konarak yaşamayı kural edinmiş bu adam."
Hazırdan yemek: Yenisini kazanmadan elindekini harcamak."Hemen her gün bir bahane buluyor, çalışmıyor ve hazırdan yiyiyordu."
Helâl olsun (Helâl ü hoş olsun): 1. Bunu sana gönül hoşluğu ile veriyorum, hiç pişman değilim, Allah bunu sana bağışladığıma şahit olsun. 2. "Aferin, takdire değer iş yapıyorsun" anlamında kullanılır.
Helâl süt emmiş olmak: İyi huylu, doğru yoldan sapmayan, temiz bir kişi."İnanmıyorum onun yaptığına, o helâl süt emmiş birisidir."
Hele şükür!: Allah`a hamdolsun, beklediğimiz sonuç gerçekleşti.
Hem kel hem fodul: "Bu kadar kusuruna, bu yeteneksizliğine rağmen bir de övünüyor, üstünlük taslıyor" anlamında kullanılır.
Hem nalına hem mıhına (vurmak): Birbirine zıt olan iki yanı da desteklemek."Ben hem nalına hem de mıhına vuran adamlardan korkarım."
Hem suçlu hem güçlü: Gerçekte kendisi suçlu olduğu hâlde suç işlememiş gibi davranan ve karşısındakini suçlamaya çalışan kimse.
Hem ziyaret hem ticaret: Bir yeri veya kimseyi ziyarete giden kimsenin, bu görüşmeden yararlanarak başka bir işi de yapması durumunu anlatmak için kullanılır.
Her kafadan bir ses (çıkmak): Bir konu üzerinde herkesin istediği gibi, rastgele konuşması ve bu konuşmalardan bir sonuç alınamaması."Ortalık kızıştı, her kafadan bir ses çıkmaya başladı, kimin ne dediği anlaşılmaz oldu."
Her telden çalmak: Pek çok konuda bilgi sahibi olmak, içinde bulunduğu ortamın şartlarına göre her çeşit iş yapabilir olmak.
Hesaba (kitaba) gelmez: 1. Beklenmedik, umulmadık. 2. Sayılmayacak kadar çok, pek fazla, sayısız.
Hesaba çekmek: Bir kişiyi, bir makamı yaptığı işler üzerine açıklama ve savunma yapmaya çağırmak."Sakın oraya gitme, seni hesaba çekecekler."
Hesaba dökmek: Bir konu ile ilgili işlemlerin hesabını kâğıt üzerinde yapmak.
Hesaba katmak (almak): Bir işi yaparken ya da yürütürken bir başka şeyi de göz önünde bulundurmak."Hasan`ı da hesaba katalım, az zorluk çıkarmayacaktır bize."
Hesabı kesmek: Alış verişi ya da ilgiyi kesmek."Dükkân sahibi, uzun zamandır borcunu ödemeyen müşterisinin hesabını kesti."
Hesabını bilmek: Boş yere para harcamamak, tutumlu davranmak."Her ev kadını hesabını bilmek zorundadır."
Hesabını görmek: 1. Alacağını ödeyip ilişkisini kesmek. 2. Cezalandırmak, vücudunu ortadan kaldırmak ya da öldürmek."Çabuk şu adamın hesabını görün!"
Hesap açmak: 1. Hesap defterinde, bir kişiye alış veriş için alacağını borcunu kaydetmek üzere bir yer ayırmak. 2. Bankada, gereğinde çekilmek üzere yatırılan para için işlem yapmak. 3. Birine kredi açmak, birine borçlanma imkânı tanımak.
Hesap etmek: 1. Kazançla gideri karşılaştırıp bir sonuca ulaşmak. 2. Düşünmek, tasarlamak, ayrıntıları gözden geçirip ihtimalleri değerlendirmek."Hesap etmeden sakın işe girişmeyin!"
Hesap görmek: Taraflarca alacakla vereceği karşılaştırıp ödeşmek."Çok uzadı, hesap görmek için ne zaman bir araya geleceğiz?"
Hesap kitap: Düşünüp taşındıktan sonra, hesap sonunda."Hesap kitap, baktım işler kötüye gidiyor; hemen sizi çağırdım."
Hesap sormak: Bir kimseyi kanunsuz, kural dışı, ahlâka aykırı, usulsüz davranış ve sözlerinden ötürü sorgulamak, o kişiden savunma istemek."Size hesap sormak için mutlaka geri döneceğim."
Hesap tutmak: Alış verişle ilgili alacağı ve vereceği bir kâğıda ya da deftere yazmak.
Hesap vermek: 1. Herhangi bir davranışının ya da sözünün sebebini açıklamak 2. Bir işin sorumluluğunu üstlenmek."Rahat olun, bu konuda hesap vermek bana düşer."
Hesapsız kitapsız: 1. Sorumsuz, ölçüsüz, tutumsuz. 2. Deftere geçirilmeden, herhangi bir belgeye dayanmadan."Ne hesapsız kitapsız işlerin içine girmişiz de haberimiz yokmuş."
Hesaptan düşmek: Borçtan, alacaktan, hesaptan çıkarıp yok saymak."Elli bin lirayı hesaptan düşmeyi unutmadın inşallah."
Hevesi kursağında kalmak: Çok istediği, imrendiği, kavuşmak dilediği şeyi elde edememek."Pikniğe gitmek istiyorduk, yağmur yağınca hevesimiz kursağımızda kaldı."
Hevesini almak: İmrendiği, çok istediği şeye kavuşup ona doymak.
Heyheyleri tutmak (üstünde): Çok kızıp sinirlenmek.
Hık demiş burnundan düşmüş: "Her durumuyla ona çok benziyor" anlamında kullanılır.
Hık mık etmek: Bir işi yapmamak için bahaneler ileri sürmeye çalışmak, bir soruyu cevaplandırırken net şeyler söylememek."Hık mık edip durma, bu işi eninde sonunda yapacaksın!"
Hır çıkarmak: Kavga, gürültü, patırtı ve olaya sebep olmak."Orada hır çıkarmaya kalkışmayacaksın değil mi?"
Hızır gibi yetişmek: Dara düştüğü, çok sıkıştığı, çaresiz kaldığı bir zaman da, beklemediği bir kişi yardımına yetişmek.
Hiç yoktan: Sebepsiz, ortada hiçbir neden yokken."Hiç yoktan adamı dövemezsiniz ya!"
Hiçe saymak: Hiç önem ve değer vermemek.
Hizaya gelmek: 1. Düz çizgi durumunda dizilmek. 2. Aykırı, yanlış davranışlardan vazgeçmek; doğru yola gelmek, düzelmek.
Hodri meydan: "Kendine güvenen ortaya çıksın" anlamında kullanılır.
Hop oturup hop kalkmak: Ya heyecanından ya da öfkesinden yerinde duramaz olmak.
Hor görmek (veya bakmak): Önem vermemek, değersiz saymak, adam yerine koymamak, küçümsemek."Beni, yoksul diye hep hor gördüler."
Hor kullanmak: Özen göstermeden, kabaca, dikkat etmeyerek, hırpalayarak kullanmak."Çok hor kullanmışsınız bu dolabı."
Hoş beş etmek: Şundan bundan konuşarak sohbet etmek."O iki ihtiyar kadın hoş beş etmek için yaratılmışlar sanki."
Hurdası çıkmak: İşe yaramayacak, kullanılamayacak hâle gelmek.
Huyuna suyuna gitmek: İsteklerine, alışkanlıklarına, yapısına göre onu kızdırıp ürkütmeyecek davranışlarda bulunmak.
Huyunu suyunu almak: Onun özelliklerini, davranışlarını ve karakterini yapısına geçirmek.
Huzur vermek: Gönül rahatlığı, iç dirliği vermek; dinlendirmek.
Huzurunu kaçırmak: Huzurunu bozmak, tedirgin ve rahatsız etmek.
Hüküm giymek: Mahkemece ya da birileri tarafından kendisine ceza verilmek.
Hüküm sürmek: 1. İş başında olmak. 2. Yaygın olmak. 3. Bir şeyin güçlü varlığı sürüp gitmek."Beşinci Kral beş yıl hüküm sürdü."
Hükümet kapısı: Devlet dairesi."Hükümet kapıları halka açık kılınmalıdır."
Hür düşünüş: İstediğini, düşündüğünü baskı altında kalmadan söyleme.
Hüsn-ü kuruntu: İhtimalî bulunmadığı hâlde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, buna kendini inandırma.