12 Kasım 2008 Çarşamba

Yeter Halanın Ardından









Yüzümüz yerde kaldı
Gözümüz yaşta kaldı
Gönlümüz darda kaldı
Hatırladık ve anladık ki,
Bu dünyanın ötesi vardı.
/Senai DEMİRCİ


Daha dün gibi; On beş gün önceydi. Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde yatarken ziyaretine gitmiştik muhtarımız Sunay ile birlikte. Annem gibi o da 5.Kattaki Dahiliye 2’de yatıyordu. Biz odaya girince doğrulup oturmuştu yatağında. Elini öpüp sarılmıştım boynuna annemin hasretini giderircesine.

Nedim Dayım üzüntülü, Zeki kardeşim sıkıntılıydı. Guatr, lokmalarını zehir ettiği için yemek yiyemiyordu. Oysa ben halini de iyi görmüştüm. Gayet umutluydum iyileşeceğinden.

“Hekimden sorma çekenden sor” demişler. Tıpkı annem gibi, babaannem gibi “köyünü” istediği an anlamalıydım. Hem bir de “Beklenen sıra” olayı vardı hayatta bizi yanıltan. Ama öyle olmuyor işte. Sıralar hep bozuluyor, bizim tarafımızdan olduğu gibi Rabbimizin tarafından da… Ya da bu işin sırası yoktu galiba.

Analarımız… Elleri, ayakları öpülesi varlık sebeplerimiz… Birer birer terk ediyorlar bizleri ve bu dünyayı… Geride bırakarak evlad-ü Iyallerini.

Kimin annesi vefakâr, kimin annesi fedakâr, kimin annesi cefakâr değildir ki? Yemeyip yediren, giymeyip giydiren biricik analarımız. Hasta olduğumuzda gece sabahlara kadar başucumuzda bekleyen analarımız. Üzüldüğümüzde bizimle birlikte üzülen, sevindiğimizde bizden daha çok sevinen analarımız. Uzun söze ne hacet; şu hayatta bizi “karşılıksız seven” tek insan…

Öte yandan kaç kişi vardır bu dünyada bizi düşünen, bizim için endişelenen… Ne güzel demişler değil mi?; “Ağlarsa anam ağlar. Gerisi yalan ağlar.”

Analarımız bu dünyayı terk ettiklerinde biz evlatlar her ne kadar bakıma muhtaç değilsek de yine de mahzunuzdur… İçimiz buruktur. Ezilir bir taraftan ince ince… Ama biz geleceğe bakmak zorundayız. Tıpkı yaşlı gözlerimizin içine bakan evlatlarımız gibi o evlatlarımızın geleceğini kurmak için geleceğe tutunmak zorundayız…  Bu nedenle bizim bakılacak bir geleceğimiz tutunacağımız dallarımız vardır. Ya eşi ölen analarımız, babalarımız…

Annesi ölenlerimize “yetim“ deriz. Babası ölenlerimize de “öksüz” deriz. Ya eşi ölenlerimize ne deriz? “Dul” demek neyi ifade eder ki? Kolun kanadın kırılmıştır. Kalınası olmayan dünyada tutunacak tek bir dalın bile kalmış mıdır ki? Önceden kız çocukları “gelin olup” uçar giderlerdi yuvadan. Şimdiyse bütün kuşlar yuvayı terk ediyor. İşte, cenazeler bu terkedilmiş yuvada, geriye kalanlar için zordur, ağırdır, kaldırılması güçtür.

Gerçekten insanın kırk yıldır bir yastığa baş koyduğu can yoldaşını kaybetmesi kadar ağır, acı ve kahır verici ne olabilir ki? Bir ateş düşer içine. Yakar yüreğini derinden derine. Derdini açamazsın kimselere. Yuvada garip kalmışsındır. Tutunacak ne bir dalın, sana uzanacak ne bir elin, halini soracak ne bir dilin… Kimin kimsen yoktur artık. Bunu hissettim bugün Nedim dayımla kucaklaşırken. Tıpkı babam da bana böyle sarılmıştı annemi kaybettiğimiz gün.

Biliyor ve inanıyoruz ki, ölen bir kimsenin amel defteri şu üç şeyden dolayı kapanmaz. Sadaka-i Cariye, Yararlanılan İlim ve Kendisine dua eden hayırlı evlat. Ölen anne ve babalarımıza dua edelim. Rabbim, geçmişlerimizin cümlesine Rahmet eylesin. Sevgili Peygamberimizin şefaatine nail olmayı cümlemize nasip eylesin.

Onlar bu dünyadaki görevlerini tamamlayıp Rablerinin katına çıkarak kurtuldular. Rabbimiz, geride kalan bizlere acısın! Amin.

/Çetin KOŞAR
12 Kasım 2008

Köyümüzdeki Cenaze Mersimleri

Bir Annemizi Daha Toprağa Verdik


Yüzümüz yerde kaldı
Gözümüz yaşta kaldı
Gönlümüz darda kaldı
Hatırladık ve anladık ki,
Bu dünyanın ötesi vardı.
/Senai DEMİRCİ


Daha dün gibi; On beş gün önceydi. Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde yatarken ziyaretine gitmiştik muhtarımız Sunay ile birlikte. Annem gibi o da 5.Kattaki Dahiliye 2’de yatıyordu. Biz odaya girince doğrulup oturmuştu yatağında. Elini öpüp sarılmıştım boynuna annemin hasretini giderircesine.

Nedim Dayım üzüntülü, Zeki kardeşim sıkıntılıydı. Guatr, lokmalarını zehir ettiği için yemek yiyemiyordu. Oysa ben halini de iyi görmüştüm. Gayet umutluydum iyileşeceğinden.

“Hekimden sorma çekenden sor” demişler. Tıpkı annem gibi, babaannem gibi “köyünü” istediği an anlamalıydım. Hem bir de “Beklenen sıra” olayı vardı hayatta bizi yanıltan. Ama öyle olmuyor işte. Sıralar hep bozuluyor, bizim tarafımızdan olduğu gibi Rabbimizin tarafından da… Ya da bu işin sırası yoktu galiba.

Analarımız… Elleri, ayakları öpülesi varlık sebeplerimiz… Birer birer terk ediyorlar bizleri ve bu dünyayı… Geride bırakarak evlad-ü Iyallerini.

Kimin annesi vefakâr, kimin annesi fedakâr, kimin annesi cefakâr değildir ki? Yemeyip yediren, giymeyip giydiren biricik analarımız. Hasta olduğumuzda gece sabahlara kadar başucumuzda bekleyen analarımız. Üzüldüğümüzde bizimle birlikte üzülen, sevindiğimizde bizden daha çok sevinen analarımız. Uzun söze ne hacet; şu hayatta bizi “karşılıksız seven” tek insan…

Öte yandan kaç kişi vardır bu dünyada bizi düşünen, bizim için endişelenen… Ne güzel demişler değil mi?; “Ağlarsa anam ağlar. Gerisi yalan ağlar.”

Analarımız bu dünyayı terk ettiklerinde biz evlatlar her ne kadar bakıma muhtaç değilsek de yine de mahzunuzdur… İçimiz buruktur. Ezilir bir taraftan ince ince… Ama biz geleceğe bakmak zorundayız. Tıpkı yaşlı gözlerimizin içine bakan evlatlarımız gibi o evlatlarımızın geleceğini kurmak için geleceğe tutunmak zorundayız…  Bu nedenle bizim bakılacak bir geleceğimiz tutunacağımız dallarımız vardır. Ya eşi ölen analarımız, babalarımız…

Annesi ölenlerimize “yetim“ deriz. Babası ölenlerimize de “öksüz” deriz. Ya eşi ölenlerimize ne deriz? “Dul” demek neyi ifade eder ki? Kolun kanadın kırılmıştır. Kalınası olmayan dünyada tutunacak tek bir dalın bile kalmış mıdır ki? Önceden kız çocukları “gelin olup” uçar giderlerdi yuvadan. Şimdiyse bütün kuşlar yuvayı terk ediyor. İşte, cenazeler bu terkedilmiş yuvada, geriye kalanlar için zordur, ağırdır, kaldırılması güçtür.

Gerçekten insanın kırk yıldır bir yastığa baş koyduğu can yoldaşını kaybetmesi kadar ağır, acı ve kahır verici ne olabilir ki? Bir ateş düşer içine. Yakar yüreğini derinden derine. Derdini açamazsın kimselere. Yuvada garip kalmışsındır. Tutunacak ne bir dalın, sana uzanacak ne bir elin, halini soracak ne bir dilin… Kimin kimsen yoktur artık. Bunu hissettim bugün Nedim dayımla kucaklaşırken. Tıpkı babam da bana böyle sarılmıştı annemi kaybettiğimiz gün.

Biliyor ve inanıyoruz ki, ölen bir kimsenin amel defteri şu üç şeyden dolayı kapanmaz. Sadaka-i Cariye, Yararlanılan İlim ve Kendisine dua eden hayırlı evlat. Ölen anne ve babalarımıza dua edelim. Rabbim, geçmişlerimizin cümlesine Rahmet eylesin. Sevgili Peygamberimizin şefaatine nail olmayı cümlemize nasip eylesin.

Onlar bu dünyadaki görevlerini tamamlayıp Rablerinin katına çıkarak kurtuldular. Rabbimiz, geride kalan bizlere acısın! Amin.

/Çetin KOŞAR
12 Kasım 2008 


16 Ekim 2008 Perşembe

Sen ve son

Merhume Hanife KOŞAR
Niye Fotoğrafımı Çekiyorsun; "Ölecem Ellem..." demişti.



Unutmak ne derin şeydir ki, unutanlara unutuşlarını bile unutturur. Unutulmak ne acı şeydir ki, unutulanın unutuluşuna ağlayışını kimse hatırlamaz.

‘Nisyan’dan, yani unutuştan çıkarıldık her birimiz. Yüzümüz gün yüzüne değeli, tenimiz güneşe erişeli beri unutulmaktan alındık, unutmaktan sakındık. Hatırı sayılır olduk. İsmimizin orada burada anılması bizi memnun etti. Ne var ki, unutmak yaşamak kadar elimizin altında ve unutulmak ölüm kadar yanıbaşımızda. Ölüm bizi geldiğimiz yere, ‘nisyan’a götürüyor tekrar. Ölüm unutuşlara gömüyor yüzümüzü; tenimizi tanıdıklarımıza yabancılaştırıyor. Yaşarken ölümü anmıyoruz o yüzden. Yaşarken ölümle aramıza sahte mesafeler döşüyoruz. Unutulmak korkusu bu... Galiba, en çok, unutulacağımızı unutuyoruz.

Hatırla ki, toprak ayağının altından kayıyor. Ellerin son bir defa dokunuyor güle ve güne. Gözlerinin karası son kareyi alıyor ışıktan; ve karanlığa hazırlanıyorsun. Gözkapaklarının kapanışı seni bir dağın arkasına götürecek. Unutmaya ve unutulmaya hazırlanıyorsun. Varlığın incecik dudaklarda bir çift kuru söze inecek; o dudaklardan insan sıcağını tadamayacaksın. Hatıran bir taştan ve hüzün renkli topraktan ibaret olacak. Kahkahalar seni yalnız bırakacak, mutluluklar seni hesaba katmadan ikmâl edilecek. Sana arkalarını dönecekler, dönüp yüzüne bakmayacaklar. Senin kokun uzakların kokusu olacak. Tenin toprağın soğuğunu tadacak. "Gelecek ölüm; gözleri gözlerin olacak."

Hatırla ki, sarışın kız çocuğunun lüle saçlarına son kez bakıyorsun, seninkinden uzun ve derin bakışlarına son kez değiyorsun. Sen bu ânın eşiğinde son nefesin hesabını yapıyorsun; o yarınların uzayıp giden kanatlarına tutunmuş derin, taze soluklarla yineliyor varlığını. İllâ da göz göze geliyorsunuz. Ellerin onun ellerine erişemeyecek; gamzeli yanaklardan sızıp gelen tebessüm sana uzak düşecek. Şimdiden, ölümü bilmeyen oğlunun gözlerinin seni köşe bucak arayışını görüyorsun. Havada asılı kalacak "Baba!" çığlığına şimdi hep bir ağızdan cevap vermek istiyorsun. Nefesin sesine yetmiyor.

Hatırla ki, yarınki gün seni taze bir toprak yığının altında bulacak. Bir gün saatinin akrebi, yelkovanı senin uzanamadığın ânlara doğru dönecek. Sen olmayacaksın ve kolundaki saat sensiz zamanları tırmanıyor olacak. Sulamayı unuttuğun çiçeğin bile senden sonra solacak. Yüzüne günışığı vurmayacak. Hayatının ebedî rengini dar ve sessiz bir boşlukta bulacaksın. Ya küle dönecek ya güle dönüşeceksin. Yarınsız ve sonsuz bir günün yanağında incecik bir gamze olup kristalleşeceksin. Yüzün solacak, ellerin hiçbir yere varmayacak, parmakların hiçbir şey göstermeyecek ve ayaklarının altında hep boşluk olacak.

Unutma ki, toprak şimdi ayağının altından kayıyor. Yürüdükçe ince bir hesap çizgisine çekiliyorsun. Unutma ki, elinle ölüme dokunuyorsun. Elinle ölümü dokuyorsun. Hatırla ki, gözlerin ölüme bakıyor. Gözlerin bir cesedi alacakaranlığa taşıyor. Hatırla o zamanı ki, sen boz topraklar altında derin unutuşlarda eriyorsun. En son, kaleminin karanlık izi kalıyor soluk sayfalarda. Ve sözlerin kırık-dökük hatıralara dönüşüyor, paylaşılıyor, solgun bir gül gibi dolaşıyor. Hatırla ki, sen sözleri genç kalbleri taze aşklara taşıyan ölü bir şairsin ya da masum ve sonsuz bakışlı gözlerin kapı aralarında beklediği bir babasın. Elinin sıcağı özlenen sevgilisin. Hatırla ki, seni sımsıcak sarıp kucaklamak isteyenler bir tabutun katı, soğuk dokunuşuna çarpıyorlar. Hatırla ki, bir mezar taşında iki rakam arasına çizilmiş eğreti bir çizgiye indirgenmişsin. Hatırla ki, duvarda soluk siyah beyaz bir fotoğrafta hüzünlü bir gülüşten ibaretsin, belki de camekânın tozunu almayı unuttular. Mezar taşın unutuldu ve hatta mezar taşın da seni unuttu diyelim. Ve hep başkaları var dışarıda, hep yabancılar geziyor yıkık mezar taşları arasında. Kimsenin tanıdığı değilsin artık. Kimsenin ‘ölü’sü de değilsin; tıpkı şimdi olduğu gibi.

Oysa, sen ve son, ne kadar da uzak görünüyordunuz birbirinize. Unutuş ne kadar çok unutuluyor.

Ey beni herkes unuttuğunda anan Rabbim! Yüzümü, elimi, gözümü, bakışımı, dokunuşumu veren Rabbim! Beni Seni unutanlar arasından çıkar al! Beni bensiz bıraksan da, Sensiz bırakma!

N’olur Rabbim! Şu biricik ânımı ebedin rüzgârlarına kat ve beni Sana daim yakın eyle! Yalnız Seninle kalmakla kalabalıklaştır beni! Bir secdede biriktir varlığımı! Beni Sana açılan ellerimde çoğalt! Beni Sana karşı fakir olmakla zenginleştir! Kendimi Sende unutayım ve öylece kapansın gözlerim ve öylece çözülsün ellerim. Dilim öylece sussun ve tenim öylece çamura katışsın ve bu mürekkep lekeleri kısacık vuslatımın hatırası olsun. Unutulmasın sözlerim; unutkanlar unutulacaklarını hatırlasınlar diye...
/Senai DEMİRCİ

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Su Hayatın Kaynağıdır.

Su bir oksijen ve iki hidrojen atomundan oluşan, oda sıcaklığında sıvı halde bulunan, renksiz, kokusuz ve tatsız maddedir.

Su tüm canlılar için hayatın kaynağıdır. İnsan vücudunun %60-70’i olduğu gibi bazı hayvan ve bitkilerin vücudunda % 90 kadar yüksek bir oranda bulunabilir.

Bitkilerde fotosentez için gerekli bir maddedir. Su besin maddelerinin çözünmesi için gerekli olduğu kadar besin maddelerinin yakılmasını sağlayan reaksiyonlar için de gereklidir.

Kanın büyük bir kısmı (%80) sudur. Kan, besinlerin ve atık maddelerin vücutta taşınmasını sağlar.

Bitkiler kendileri için gerekli mineralleri su ile alırlar. İnsanlar vücutlarındaki proteinlerin yarısını, glikojenin (karbonhidrat) hepsini yitirseler hayatlarına devam edebilirler; fakat suyun % 10'unun kaybı büyük aksaklıklara, % 20'sinin kaybı ölüme yol açar.

Su eşsiz fiziksel ve kimyasal özellikleriyle yeryüzündeki canlılığın en büyük destekçisidir.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Su Kuyularımız


Gocamoro Cafercüğün Puvarı

İçilebilir su kaynaklarımız hemen hemen dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Daha çok kuyulardan elde ettiğimiz sularımız hiç bir zaman yeterli olmamıştır. Köyümüzün su problemini çözmek için değişik yerlerden su getirme çalışmaları yapılmış ve sonunda köyümüz şebeke suyuna kavuşturulmuştur. Ancak bu girişimde yeterli gelmemiş, köyümüzün su sorunu hâlâ devam etmektedir. İlgililerin bu sorunu bir an önce çözmeleri en büyük arzumuzdur.

Asıl hâlihazırda kullanılan su kaynaklarımız mevcut su kuyularımız olup bunlar da oldukça yetersizdir. Su kuyusu, yeraltı su yatağının bulunduğu bir yer seçilir ve kazılarak açılır. Kuyular bazen o kadar derin olur ki 15–20 metre derinliğe inildiği de olmaktadır. Bilinen en derin su kuyusu Fikrücüğün su kuyusudur. Yine Yukarı köyde bulunan Sefercüğün su kuyusunun 12 adam boyu olduğu söylenmektedir.

Eskiden hemem hemen her ailenin kendisine ait bir su kuyusu vardı. Derin kuyu kazmak için mesleği kuyu kazmak olan “Puvarcı”lar çağırılırdı. Kazma kürekle açılan su kuyusu açılırken insan boyunu aşana kadar toprak dışarıya kürekle atılır. Derinleşen çukurdan toprağın çıkarılabilmesi için ilkel bir dolap kurulur. Dolaba bağlı olan urganın ucuna bir kap bağlanarak toprak dışarıya böyle çıkarılır. Suya ulaşıldıktan sonra bir metre çapındaki petek denilen künkler üst üste dizilerek boşluk alanda daha fazla su birikmesi için taş dolgu yapılır ya da petek kullanılmadan harçsız taş duvar örülerek taş boşluklarında da su birikmesi sağlanır.


Kuyular, bu tarzlar göz önünde bulundurulursa ikiye ayrılmakla beraber su çekilmesi itibarıyla çeşitlilikler göstermektedir. Tulumba ile su çekilen kuyularda son peteğin üstü kapandıktan sonra, suyun içerisine kadar uzanan demir bir boru yerleştirilir. Peteğin üzeri kapatıldıktan sonra borunun tepesine tulumba aleti yerleştirilir. Tulumbanın kolu kriko kolu gibi hareket ettirilerek su çekilir. Tulumbanın salmastrası su kaçırıyorsa içerisine bir miktar su konularak kol hareket ettirilir.

Dolapla su çekilmesi için ahşaptan yapılan dolap sağlam kazıklarla kuyu üzerine sabitleştirilir. Bir ip ya da zincir dolaba sarılır. Ucuna da bir kova bağlanır ve kuyuya salınır. Kova su içerisinde yan yatarak su dolması için bir kenarına, bir ağırlı bağlanır. Kova dolduktan sonra ip ya da zincir dolaba sarılarak kovanın kuyu yüzeyine çıkması sağlanır.

Ayrıca ip ya da zincir elle çekilerek su alınan dolapsız kuyularda vardır. Mancınıkla su çekilen kuyularda mevcuttur. Hala aynı tarzda mı kullanılır bilmem ama hacı Habib dedenin su kuyusu böyleydi. Kuyunun yanına uzun bir direk dikilir. Bu direğin tepesine yatay başka bir ağaç hareket edecek şekilde ortasından monte edilir. Yatay ağacın kuyudan uzak olan ucuna bir ağırlık bağlanır (yaklaşık 20 kg bir taş).  Kuyunun üzerine gelen uca ise bir uzunca ip yardımı ile kova bağlanır. Kova ip aşağı çekilerek suya daldırılır. Bu arada taş ağırlı yukarıya çıkmıştır. Su dolan kovanın yukarıya çıkması için ip bırakılır. Ağırlık sudan daha ağır olduğu için su dolu kova yukarıya kolaylıkla çıkar ve böylece su alınmış olur.

Üç dört metre uzunluğunda kevüklerle su çekilen su kuyularımızda mevcuttur. Nadir de olsa insanların su seviyesine ellerindeki kabı herhangi bir aparat kullanmadan ulaştırabilecekleri kuyularda vardı.

Su kuyuları hala bu yöntemle mi kullanılıyor bilmiyorum ama bazılarının üzerinde hidrofor gibi makineler olduğu bir muhakkaktır. Su sorunumuz bir an önce halledilmeli ve insanlar dâhil olmak üzere tüm canlılar doğru dürüst su imkânına kavuşturulmalıdır.

Bu yazı daha çok 25–30 yıl öncesi göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır.

Saygı ve sevgilerimle.

/Hicabi AY

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Terk Edilen Değerlerimiz: MEŞVERET


Hicabi Kardeşim bir yazı gönderdi; Mevkii ve Meşferetlerimiz diye…  Tam bir haftadır bu “Meşferet” kelimesi üzerinde düşünüp duruyorum. Makam ve mevkiiyi geçtim ama bu meşveret (Köyümüzdeki telaffuz edilişi Meşferet’tir) kelimesine takılıp kaldım. Beni kınamayın ama dostlarım zannederim köylerimiz bu Meşvetleri terk ettiği gün kaybetmeye başladı.

Küçüklüğümde dillerde dolanan meşveret sözcüğünü hep duyardım. Kelime olarak “istişare etmek” olduğunu bildiğim halde köy yerinde bir türlü ne anlama geldiğini düşünmeyi akletmezdim. En çok Cilim Mevkii için duyduğum bu sözcüğün taşıdığı mana Sordanköy, Kırıklı, Gökçeboğaz, Sarımsak, Gecekli ve Gelemet gibi birkaç köye ait mülkiyet yapısı dikkate alındığında daha da bir anlam kazanmaktadır. Onca köylü, ortada hiç bir kural olmaksızın bu alanlarda ekim-dikim konusunda ortak hareket etmekteydiler.

Meşveret” kelime olarak “Şura” yani “Danışma” manasına gelir. İslami bir terimdir. İslami metodlardan “icma”ya ilişkindir. Çünkü dinin tavsiyesine göre işler meşveret ile olur. Meşveret, hak ve hakikati ortaya koyma ve mevcut şartlar içinde yapılması gerekeni en isabetli şekilde belirleme imkânı verir. Meşveret edilenlere (danışılanlara) değer verilir. Bu onların kalplerini hoşnut eder, işin beraberce yürütülmesini sağlar.

Siyasi tarihimizde özellikle Tanzimat döneminde aydınların demokrasi kelimesinin alternatifi olarak meşveret kelimesini sıkça kullandıklarını görürüz. III. Selimin kurduğu meclisin adı da “Meşveret” adıyla anılmaktaydı. Meşveret kelimesi, ilk Mecliste asılı bulunan "Onların İşleri Kendi Aralarında Meşveret İledir" (Şurâ Sûresi, âyet 38) mealindeki ayette de geçer. Daha sonra bu yazının yerini aynı manaya gelen "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözü almıştır.

Bu açıklamalardan sonra şimdi gelelim köyümüzde kullanılan meşveret sözcüğünün manasına.

Eskiden köyümüzde, köyler arasındaki ekim dikim yapılan tarlalara, sanki tek bir kişiye aitmiş gibi her yıl aynı ürün ekimi yapılırdı. Örneğin, köyaltı mevkiinde bulunan tarlaların hepsine bir yıl buğday ekilir, öbür yıl mısır ekilir ya da tütün dikilirdi. Bunun gibi Köklük, Gember Yeri, Gemirlik, Değirmen Yanı, Tokmak Hırmanı, Budamalık vb. gibi yerlerimizde,  onlarca ailenin tarlaları sanki tek bir kişiye ait tarlaymış gibi aynı tür ekim yapılarak hasat kalktığında hayvan otlatmak için ortak mera olarak kullanılmaktaydı. Bir iki tarla ile sınırlı olmayan bu geniş alanlar, ürün kalktığı andan itibaren özel mülk olmaktan çıkmakta, köyün ortak kullanım alanı haline gelmekte ve herkes mallarını buralarda serbestçe otlatabilmekteydi. Sabahleyin bu alanlara bırakılan hayvanlar kendi başlarına gün boyu köşe bucak dolaşıp otlanır, karınlarını doyurur, göllerden, çaylardan su içer, öğle sıcağında bulduğu bir ağacın altına yatar uyurken bir yandan da “geviş” getirirlerdi.

Akşam olduğunda bu hayvanlar kendiliğinden buraları bırakıp evin yolunu tutarlardı. Yeni buzağılamış inekler bazen öğle vakitlerinde erkenden eve gelmeye kalkardı. Bunlar gibi erkenci mallar için köy girişlerine mandıra dediğimiz engeller yapılırdı. Bundan başka bazı mallar ise gece olsa bile eve dönmek istemez, bunların toplanması için akşamüzeri “yazı”ya birkaç kişi gider konu komşunun malları da dahil hepsini “sürüp” köye getirirdi.

Bu hayvanlar meşveretlere başıboş salındığı gibi bazen de başlarında literatürde “sığırtmaç” olarak geçen ve Amerikalıların “Cowboy/inek çobanı” dedikleri “çocuk çoban”lar olurdu. Köyde bu tip çobanlık/kovboyluk yapmayanımız yoktur. Çocukluğumuzun neşe ve sevinç dolu en güzel, en özgür günleri bu meşveretlerde geçmiştir. Çeşitli oyunları gün boyunca buralarda doya doya oynar, öğle sıcağında çaylardaki derin sularda çimer. Derin su yoksa kendimize yüzmek için “bent”ler kurardık. Arkadaşlar arasında En güzel “kavga”larımızı yine buralarda yapar, en büyük(!) balıkları bu çaylarda tutardık.

Çayın kenarlarındaki tarlaların bir kısmı sahipleri tarafından çalı ile çevrilerek “bağ bahçe” olarak kullanılır buralara özel ekim dikim yapılırdı. Çayın üzerine kurulan bentlerden doğru açılan kanallar vasıtasıyla akıtılan suyla beslenen bu bahçelerde enva-i türde sebze ve meyveler olur zaman zaman dayanamaz girer helal haram gözetmeksizin, kimimizin dayısının ya da emmisinin, kimimizin teyzesinin ya da halasının yeri olan bunlardan salatalık, domates, erik, üzüm ne mevcutsa aşırır oracıkta yerdik. Büyük sellerle çay yataklarının tahrip olmasıyla bu bahçelerimiz de zarar görmüş, artık eskisi gibi kimse bu tip bahçe (Baaça/Batça) işiyle uğraşmaz olmuştur.

Bu kullanım ortaklığının paylaşımla insana verdiği iç huzur, mutluluk ve sağladığı kolaylığın yanında köye ayrıca bir getirisi daha vardı. Özellikle kış günlerinde buraları kışlak olarak kullanmak isteyen koyun sürüsüne sahip kimseler yüksek köylerden gelerek buraları mera olarak kiralar, buradan sağlanan kaynaklar köye gelir kaydedilirdi. Tabi daha sonraları koyunların otladığı yerlerde sığırlar otlamıyor diye bu uygulamadan da vazgeçilmişti. Oysa kış günleri özellikle Gelemet köyü  Muratlı Mevkiine kurulan upuzun koyun sığınağı “SAYA” lar köyümüze ayrı bir güzellik katardı. Bahara doğru kuzulamaya başlayan sürüden yükselen koyun ve kuzu sesleri baharın müjdecisi idi.

Tekrar dönüyoruz köyümüzdeki meşveretlere… Bu ne demekti? Demek ki eski insanlarımız yani atalarımız bir araya gelip, oturup konuşmuşlar; istişare etmişler ve aralarında anlaşarak bir karara varmışlar ve “ Arkadaşlar, evlerimizin bulunduğu avlularımızın dışında kalan tarlalarımızı bu şekilde kullanarak hem hayvanlarımıza “yaylım” alanı oluşturalım ve hem de aynı alanda aynı işi yaparken bir birimize yardımcı olmuş oluruz.” Diye bir karara varmışlar. Yani meşveret etmişler. Böylece yıllardır böylesine güzel bir uygulama günümüze kadar yürütülerek gelmiştir. Ancak, durum şimdi böyle midir?  Maalesef değildir.

Meşveret dediğimiz bu ortak kullanıma açılabilen araziler üzerine, artan nüfusa cevap verebilmesi için yeni yerleşim alanları kurulmaktadır. Öte yandan miras ve intikaller nedeniyle arazilerimiz bölüne bölüne iyice küçülmüşlerdir. İşin kötü yanı da, köyden kente göç nedeniyle tarlalarımızda ekim dikim yapılmamasıdır. Kiminin otlak olarak ayrılması, kiminin kavak vb ağaç yetiştirilmeye tahsis edilmesi ve en önemlisi de eskisi gibi her ailede bir çift öküze ilaveten birkaç inek ve bunların buzağı, dana, düve vb gibi yavrularından oluşan sığır sürüsünün olmayışı böylesine anlamlı ve manidar olan ortak ve bol paylaşımlı yaşamı sona erdirmektedir.

İş hayatında ortadan kalkan “ortaklaşa” yaşam, sosyal hayatta da kendisini böylesine ters bir şekilde göstermekte, “gemide denize hasret kalmak” gibi köy gibi akraba-i taallukatın bizi çepeçevre kuşattığı alanlarda “yapayalnız” kalışımız, bizim bir yoksulluğumuz olmuştur. İnsanımız, eskiye göre daha zengin ve daha müreffehtir ama yalnızdır, mutsuzdur, geleceğinden umutsuzdur. Gelecek korkusu dediğimiz “ŞOK”u bu yalnızlığında daha derinden hissetmektedir.

Bu durum, Kapitalist düşünüş tarzının damarlarımıza, kanımıza hatta iliklerimize kadar işlemiş olduğunu göstermektedir. İnsanı, ekonomik bir varlık (Homo Economicus) olarak gören bu zihniyet sayesinde insanî hasletlerimiz farkında olmadan, gün geçtikçe ayaklar altına alınıp çiğnenmektedir. Ne zaman ki “Gerçek Üretici Olan Köylü Milletin Efendisi” olmaktan çıkarılıp Milletin sırtında bir kambur addedildi o zaman ülke olarak, millet olarak sebebini bir türlü bilemediğimiz ıstıraplarımız sökün edip üzerimize üzerimize gelmeye başladı.

Artık günümüzde ne Meşveretlerimiz kaldı ne de Meşveret edecek, her konuda kendisine danışabileceğimiz sözü dinlenir kimsemiz kaldı. Herkes maddi ve manevi olarak her iki alanda kendi içine kapandı. Aslında yuvarlak olan, fakat yaşam alanı olarak düz ve tek bir köy haline gelen dünya da insanımızı bu kapalılıktan kurtaracak adımlara ihtiyacımız vardır. 

Hayatın, sadece çalışıp, kazanıp harcamaktan ibaret olmadığını, insanın ekonomik bir meta olmadığını aksine yaratılmışların en şereflisi olduğunu hatta “daha sonra kendisine döndürülecek olduğumuz yaratıcının yeryüzündeki halifesi” olduğunu, bu nedenle kendine olan güven duygusunu her daim canlı tutulması gerekliliğini kendi kendimize hatırlatmamız gerekir. Ulu önderimiz Atatürk bunu Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!
 Sözüyle ifade etmişti.

Kendimize güvenmeliyiz. Birbirimizi sevip saymalıyız. Bir birine sevgi ve saygıyla yaklaşan herkes mutludur. Sevgi ve saygı temeline dayalı olarak girişilen her iş başarılı olur. “Ben” yerine “Biz” diye düşünmeye başladığımız gün köyümüz ve ülkemiz ayağa kalkacaktır. Kişi ve toplumunun gerçek kurtuluşu ve bağımsızlığı kendi ayakları üstünde durabilmesiyle mümkündür.

Sözün özü, işin pratiği olan, köyler arasında arazilerin ekim dikimi konusunda ortak hareket etmeyi terk ettiğimiz gibi kendi aramızda da ortak hareket etmemizi sağlayacak, birlik ve beraberliğimizin harcı olan bir birine danışma, fikir alışverişinde bulunma gibi güzel hasletlerimizden birini daha yitirdik mi ne dersiniz?

/Çetin KOŞAR
Köy Günlüğü’nden

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Mevkii ve Meşferetlerimiz


Gecekli'den Sordanköy


Her yerleşim biriminde olduğu gibi Akbulut Köyünde mevkilerin de kendine özgü isimleri var. Bu isimler bazen coğrafi şekillerden bazen üzerindeki bitkilerden bazen su kaynaklarından bazen de sahiplerinden almıştır.

TEMRON TEPE 
İsminden de anlaşıldığı gibi köyün yüksek tepesidir. Temron ismi en yüksek ya da sivri manasındadır.

İNCE BEL
Peynir Puvarı denilen mevkiden bakıldığında yamaçtan aşağı inen iki dere yatağının birbirlerine yaklaşıp uzaklaşması ile şekillenen ince bel görünümünden almıştır.

ÇAMURLUK
Kaynaktan çıkan suların doğal olarak biriktiği göletlerde, şimdilerde köyümüzde nesli tükenen mandalar KÖMÜŞLER serinlemek için yatarlardı. Suyun bulanması sonucu bataklık halini alan göletten dolayı bu adı almıştır.

KABUKLUK
Köyde yapılan ahşap ağırlıklı yapıların ev, salaç samanlık vs. ağaçları eskiden Ormandan koşum zincirlerine bağlanarak, öküzler tarafından sürüklenerek getirilirdi. Bu ağaçlar hafifleşsin ve sağa sola takılmasın diye balta ile budak ve kabukları yontulurdu. Çevrede bu yongaların eksik olmadığı bu mevki ismini buradan almaktadır.

KABALMA
Yakın tarihe kadar köyümüzde elmaya alma denilmekteydi. Burada eskiden tarla denilen alanda iri meyveleri olan büyük elma ağaçları vardı. İsmini bunlardan almaktadır. Kabamla, büyük, iri elma manasındadır.

KUŞ ÇÖYLENİ
Belli ki bölgemizde çağlayana çöylen denilmekteydi. Bu bölgedeki dere üzerinde küçük bir çağlayan vardı. Avlayarak ya da çeşitli şekillerde neslini tüketmek üzere olduğumuz kuşların su içtiği bu dereden ismini almaktadır.

ACUKLUK
Acuk köyümüzde yabani elmaya verilen addır. Bu bölgede eskiden çok acuk vardı. Bu acuklar toplanarak ekşi denilen pekmez gibi konsantre bir yiyecek yapılır ve sulandırılarak  içilirdi.. İsmine buradan almaktadır.

DİKİLİTAŞ 
Ormanlarla kaplı yüksek bir alan olan bu mevkide ağaçlar ve çalılar arasında hala ayakta olan mezar taşları ve mezarlar bulunmaktadır. Köy ve civarı eski mezarlar bakımından oldukça zengin olup hemen hemen her karışında mezarlar vardır. İsmini sanırım bu mezar taşlarından almaktadır.

KİRAZIN YANI 
Şimdilerde yerinde yeller esen büyük kiraz ağaçlarından ismini almaktadır.

MERCİMEK BACAĞI
Mercimeğin bacağı olur mu bilmem ama sanırım buralarda eskiden mercimek ekimi yapılıyordu. Köyümüzde hâlihazırda mercimek ekimi yapılmamaktadır.

SANCAR KARŞISI
Ormanlık alan içerisinde Sancar köyü yönünde kalan mevkiine verilen isimdir.

ESKİKÖY 
Köyümüzde Rumların yaşadığı dönemlerde yerleşim birimi olarak kullanılmış mevkiinin ismidir. Arazi içerisinde eskiden yapılan bina yerleri düz şekilde göze çarpmaktadır.

KÖKÇE  
Ormanlık alanların kazılarak ağaç köklerinin kazmalarla sökülerek tarla haline geirilmesinden dolayı bölgeye kökçe denilmiştir.

MALHAKKININ PUVARI
Komşu köy olan kapaklı köyünden bir zatın tarlasının yakınından çıkan bir su kaynağından dolayı bu isimle anılmaktadır.

PEYNİR PUVARI 
Hayvancılıkla geçinenlerin eskiden peynirleri bozulmasın diye suyunda peynirlerini depoladıkları bir kaynak olup ismini buradan almaktadır.

KÖMÜRLÜK 
Eski dönemlerde buradaki ilkel kireç ocaklarında yakılan odun kalıntılarının çevrede birikmesi sonucu bu isimle anılmaktadır. Orman alan içerisinde yer yer hala kömür kalıntılarına rastlanmaktadır.

MUTAFLILAR
Bölge ismini mutaflı köyünden göç ederek buraya yerleşenlerden almaktadır.

ALMALIK BOĞAZI
Tepelik bir yer olan bu mevkide de eskiden bolca elma ağaçları bulunmaktaydı. Dar bir sırt olan bu mevkide ismini elmalardan almaktadır.

AYLA 
Yüksek ve düz olan bu mevkiden ay ışığının en iyi ve en güzel şekilde görülmesinden dolayı ayla adını almıştır.

TÜRBE 
Eski ahşap bir caminin de bulunduğu ve günümüzde hala kullanılan mezarlık alan ve çevresidir. İsmini büyük ve eski bir mezardan almaktadır.

HATİPLER
İstiklal gazisi olup ebediyete intikal eden ve hatip olan bir zatın zürriyetinin yerleşim alanı olup ismini hatip dededen almaktadır.

PANTUNUN HAVLUSU 
Pantu (Kibar Yeşil’in Anneden Dedesi) diye anılan bir zatın evinin olduğu mevki olup hâlihazırda ev bulunmamaktadır.

ÇİLAĞANIN YERİ
Eskiden çil ağa diye anılan bir zata ait olan mevkiinin ismidir.

KAYANIN DAĞI 
Eteklerinden geçen dere kenarında köyün en büyük kayası uçurumu olan ormanlık mevkiinin adıdır.

PAPAZLAR
Çetirlik isminde bir Rum ve Hıristiyan Tebaanın yaşadığı köyün kilisesinin papazlarına ait evlerin olduğu mevki olup hâlihazırda yapı bulunmamaktadır. Yeryüzü şekillerinden yapı yerleri ve temeller anlaşılmakta olup çevrede bol miktarda çanak çömlek kırıntılarına rastlanmaktadır.

GÖÇMENİN YERİ
Mübadele sonucu köye gelen bir Selanik göçmenine verilen yerin adı olup hâlihazırda köyümüzde Selanik göçmeni yaşamamaktadır.

GOCABOZ 
Ekip biçmek için sürülmeyen büyük ve boz bir alanın bulunduğu yer.

ÇINARLIK 
Alçak ve düzlük olan bu bölgedeki tarlalar çevresinde dev çınar ağaçları bulunmaktaydı ismini buradan almaktadır.

TOKMAK HARMANI  
Bu alan ismin den anlaşıldığı gibi harman yeri olarak kullanılmıştır. Yüksek ve düz olan bu mevkide hemen hemen sürekli rüzgar esmektedir. Eskiden ürünler daha çok buğdaylar hasat edildiği zaman buraya getirilir ve öküzlerin çektiği düven ya a uzun sopalarla vurularak başaklardan ayrılırmış. Daha sonra kaba samanlar alınır ve geriye kalan tanelerin kabuk ve tozlardan ayıklanması için havaya kaldırılarak bırakılması sonucu ayıklandığı yer olup ismini buradan almaktadır
KİLİSE
Yakın tarihe kadar ayakta duran bir kilise binasının olduğu yer. İsmini bu kiliseden almaktadır. Bu gün kilise temellerinin dibinden merhum Rahmi AKIN tarafından inşa edilen camii henüz bitirilememiştir.


KELÇEBEN YERİ
Bu mevkiinin ismi hakkında yorum yapmak oldukça zordur. Kelşaban ya da  Kelçoban olabileceği gibi aslı bizim bilmediğimiz bir kelimeden türemiş de olabilir.

TAŞLIK
Oldukça bol taşların olduğu bu mevki ismini taşlardan almaktadır.

PAŞANIN HAVLUSU
Yakın zamana kadar paşa isminde bir zatın evinin olduğu mevkiinin ismi olup bir kaç kez el değiştirmiştir.

YEDİRLİK
Küçükbaş hayvancılığın yapıldığı dönemlerde havanlara yem yedirilen bu mevki ismini buradan almaktadır.

ERİKYANI 
Büyük erik ağaçlarından ismini almakta olup bu eriklerden eser kalmamıştır.

GAYIŞ YERİ
Köyün hâlihazırda kullanılan mezarlığının bulunduğu yer olup ismini mezarlığın az ilerisindeki tarlanın zor sürülmesinden almaktadır. Kayış gibi kopmuyor manasında.

KARANLIK DERE 
İsminden anlaşıldığı gibi köyün en az güneş alan deresinin olduğu yer olup gölgelik olmasından dolayı eskiden buğdaylar burada yıkanırdı.

YüNEKBAŞI
Bu mevkide bulunan deredeki büyük ve düzgün yüzeyli taşlar üzerinde çamaşır yıkanırdı. İsmini buradan alıp Yunak Taşı sözünün zamanla Yünekbaşı olarak şekillenmesidir. (Bkz. Geleneksel Temizlik Günlerimiz.)

DEĞİRMENYANI
Bu gün suyu kurumuş olan dere üzerinde ki su değirmeninden ismini almaktadır.

GEMİLİK
Mitolojik zamanda denizin buralara kadar uzandığı ve gemilerin bu doğal limanlara gelerek bağlandığı rivayeti oldukça yaygındır. Denizin günümüzdeki konumu buraya yaklaşık altı kilometre uzaklıkta ve yaklaşık yüz elli metre alçaktadır.

GEMBERYERİ
Bu mevki ismini eski sahiplerinden almaktadır.

ÇAMLIK 
İsminden anlaşıldığı üzere dev çam ağaçlarının olduğu bir mevkidir.

KIŞLA
Ortasında bir su kaynağı bulunan bu mevki eskiden buralardan geçen askerlerin konaklamasından ya da hayvancılıkla uğraşanların kış aylarını burada geçirmesinde almaktadır. Kışlak sözünde gelmektedir. Yakın zamana kadar yüksek köylerden sürü sahipleri koyunlarını kışın, buralarda otlatmak için gelirlerdi.

KöKLüK
İsmini kesilen ağaç köklerinden alıp bu gün ağaç olmadığı gibi ağaç kökleri de bulunmamaktadır.

KÖYALTI
Yukarı köy denilen mevkiinin alt kısmında kalmasından dolayı bu isimle anılmaktadır. köyün alt tarafı yada köyün aşağısı manasında. Ayrıca köye gelen ilk Türk ailelerin yerleşim alanıdır. Daha sonra çamur, bataklık ve sineklerden uzaklaşmak amacıyla buradan tepeye çıkılmıştır.

AŞAĞI PUVAR 
Bu mevki adını yol kenarındaki su kaynağından almaktadır.

YUKARKÖY
İsminden anlaşıldığı gibi yüksekçe bir mevki olup ismini ikinci yerleşim yapıldığı dönemde almıştır. yukarıki köy manasında. Yaklaşık genişliği beş uzunluğu on kilometreyi bulan köy çok eski tarihten beri yerleşim alanı olarak kullanıldığı ağızdan ağıza söylenerek günümüze kadar gelmiştir. Zaten öylede olduğu hemen hemen her karışından karşımıza çıkan yeraltı mezarlarından anlaşılmaktadır.

Bir bilenin eksikleri tamamlaması dileğiyle

Saygı ve sevgilerimle.

/Hicabi AY


KOLAY İZLEYEBİLMEK İÇİ MEVKİ ADLARININ ALFABETİK SIRALANAŞI ŞÖYLEDİR.
Eksik kalan isimleri lütfen yorum bölümüne yazarak tamamlamaya çalışalım.

Acukluk
Almalık boğazı
Aşağı puvar 
Ayla 
Çamlık 
Çamurluk
Çınarlık 
Çilağanın yeri
Değirmenyanı
Dikilitaş 
Erikyanı 
Eskiköy 
Gayış yeri
Gemberyeri
Gemilik
Gocaboz 
Göçmenin yeri
Hatipler
İnce bel
Kabalma
Kabukluk
Karanlık dere 
Kayanın dağı 
Kelçeben yeri
Kışla
Kilise
Kirazın yanı 
Kökçe  
Köklük
Kömürlük 
Köyaltı
Kuş çöyleni
Malhakkının puvarı
Mercimek bacağı
Mutaflılar
Pantunun havlusu 
Papazlar
Paşanın havlusu
Peynir puvarı 
Sancar karşısı
Taşlık
Temron tepe 
Tokmak harmanı  
Türbe 
Yedirlik
Yukarköy
Yünekbaşı
....