İş, güç, sahur, oruç, iftar,
teravih, Kadir Gecesi derken
Ramazan güle güle giderdi.
Biz onun gidişine üzülürken
gelen Bayram bizi bir güzel teselli eder,
içimize sevinç, neşe ve sürur doldururdu.
/Çetin KOŞAR
Bayramlar toplumların ortak sevinç ve gurur günleridir. Gerek milli, gerekse dini bayramlar, toplumdaki her bireyin üzerinde önemli tesirleri olan günlerdir. Bu yönüyle bayramlar sadece sevinç günleri değil aynı zamanda onurlanma, gururlanma, toplumsallaşma, sosyalleşme ve kaynaşma günleridir. Köy yerinde 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı dışındaki Milli Bayramlarımız ilkokul dışında, gerektiği gibi etkinliklerle kutlanmadığı için bu kadar etkili olmamakla beraber dini bayramlarımız en küçüğünden en yaşlısına kadar köyde herkesin kendine göre farklı duygularla karşıladığı bayramlardır. Köyümüzde bir yıl boyunca yolu gözlenen, beklenen ve en iyi şekilde karşılanan bayramlar, hiç şüphesiz Ramazan ve Kurban bayramlarıdır. Bunların içinde, tam bir ay boyunca bizi yoğun bir dinsel atmosfer içine sokan; namaz, oruç, zekât ve fitre gibi malî, bedenî ve amelî ibadetlerimizi birlikte eda etme olanağı tanıyan Ramazan ayının akabinde gelen Ramazan Bayramı bizim ayrı bir zenginliğimizdir. Adına halk arasında “Şeker Bayramı” da denilen Ramazan Bayramı, kurban kesme gibi bir telaşın olmadığı, insanların en yeni elbiselerini giyerek birbirlerini ziyaret ettiği, uzaktakilerin “Sıla-i Rahim” deyip yollara düştüğü bu yönüyle en rahat geçen bayramlarımızdan biri olsa gerek. Bu yazımızda amacımız bayramların sosyo-kültürel kritiğini yapmak yerine köyümüzdeki Bayram sevinçleri hakkında tarihe bir takım notlar düşmektir.
Köylümüz dindardır. Ama tüm sadeliğiyle dindardır. İnançları sağlam temeller üzerine kurulmuştur. İçimizdeki “okumuş”ları istisna edersek “avami” sorumluluk düzeyinde sahip olunan din konusunda edinilen bilginin birinci kaynağı ailedir. Yaşantı yoluyla yeni kuşaklara İntikal ettirilen bu itikâdî ve amelî bilgilere zaman zaman Köy imamı ve Köy Öğretmeninin de yardımcı olduğu ve katkı sağladığı muhakkaktır. Ama dediğim gibi köylümüzün dini inancı sağlamdır. Köyde cami yokken köylümüz oturduğu yere göre değişen bir, bir buçuk kilometre uzaklıktaki camilere özellikle Cuma ve Teravih namazları için gece gündüz demez giderdi. Hatta rahmetli “Hürüstem Dayı” (Rüstem Yılmaz) Cuma namazı kılmak için her Cuma günü ilçeye gidip gelirdi. Daha önceleri Gelemet Camisine giden köylümüz Muhtar Ali Rıza Bakioğlu ve Oflu Hacı Habib Meral merhumların gayret ve saylarıyla 1967 yılında yaptırılan Akbulut Camisi sayesinde bu meşakkatten kurtulmuşlardır.
Köyümüzde bayram hareketliliği Arefe günü sabah gün doğarken başlamaktadır. Sabah namazından sonra yaşlı genç, kadın erkek herkes mezarlıkları ziyaret edip, ailesine ait kabirlerin bakımını yapar; otlarını keser, çiçeklerini sular. Kendileri bilmiyorlarsa hocaya kuran okutup peşinden fatihalar gönderirler. Ölümüne tanık olduğum Hikmet (Ustaoğlu) dayım, Hediye (Ustaoğlu) ninem ve dedelerimizden Cafer Ay’ın (Kocamoro) kabirlerinden başka seferberlikten yaralı olarak dönüp 15 gün içinde ölen Şevki dedem ve köyümüzün ilk kurucularından olan dedelerimizin kabirlerinin bulunduğu Gelemet Köyü asri mezarlığı küçüklüğümde her bayram ziyaret ettiğim mezarlıktı. Ramis emmim (Koşar) ve Merhum Mendü (Memduh AY) ile elimizde “girebi”lerle gün ağarmadan mezarlığa varır burada yatan büyüklerimizi ayrı ayrı ziyaret eder, kabirlerini taş ve dikenden temizler kendilerine Kur’an Ziyafeti sunar; yasinler fatihalar ikram eylerdik. Tabi buna onların değil bizim ihtiyacımız olduğunun da şuurundaydık. Biliyorduk ki Kur’an ölülere değil dirilere indirilmişti ve yine biliyorduk ki bizim onlara verebileceğimiz, gönderebileceğimiz tek şey hayırlı bir evlatları olmaya çalışarak onların “Sadaka-i Cariye” yani her daim geçerli sadakaları olarak amel defterlerini kapattırmayıp mahşer gününe kadar hep açık kalmasını sağlamaktı. Rabbim, hiç kimseyi “Nesilleri kesilmiş, mübarek gün ve gecelerde bir Fatiha okuyacak kimsesi kalmamış” kimselerden eylemesin. Bu kabir ziyaretlerini çeşitli sebeplerden dolayı Arefe günü gerçekleştiremeyenler bayram günlerinde de gün boyu yapabilmektedirler. Daha düne kadar (1996) tek muhtarlık olan Gelemet ile Sordan köyü bugün idarî bakımdan Kışlakonak ve Akbulut Köyü olarak ikiye ayrılmış olsalar da Gelemet Köyündeki en az yüz elli yıllık “asrî” mezarlıkta ninelerimiz dedelerimiz hep birlikte yatmaktadırlar. Günümüzde köyümüz Akbulut’un mezarlık sorunu ayrı bir derttir; neredeyse her hanenin önü bir mezarlık olup köylünün ortak bir mezarlık yeri konusunda ciddi bir şekilde uyarılmaya, aydınlatılmaya ihtiyacı vardır.
Köyde bayramlar, her yerde olduğu gibi, camide kılınan bayram namazından sonra başlar. Namaz kılınmadan önce kimse kimsenin elini öpüp bayramını kutlamaz. Bayrama girebilmek için önce Camide bayram namazı kılınır. Daha önceleri de toplanılan Cami önünde bu defa durum çok farklıdır. Vakit ne sabah namazı vakti ne de öğle ya da Cuma namazı vaktidir. Güneşin doğmasına bir saat kala okunan sabah ezanıyla kalkılıp, güneşin doğmasına yarım saat kala başlanan Sabah namazının camide cemaatle kılınmasının ardından imam hatibimiz bayram vaazına başlar. Cemaate yetişemeyip sabah namazlarını evlerinde kılanlar güneşin doğumundan kırk beş dakika sonra başlayacak olan bayram namazı vaktini gözeterek birer ikişer caminin yolunu tutarlar. Tabi bu arada ayrıca belirtelim; senede iki kere de olsa, alışkın olmadığımız bir vakitte kılınan bayram namazını kaçırıp yetişemediğimiz zamanlar da olmuştur. Geç kalmanın mazereti olmaz ama biz yine de sıralayalım. Özellikle bayramdan bir evvelki gün olan Arefe günü ve daha önce gelen misafirler buluşmanın hasretiyle bayram gecesinde sohbeti fazla kaçırınca geç yatıp geç kalkabilmektedirler. Yol yorgunluğu ve bir de buna bir aydır yaşanan sahur alışkanlığı da eklenince vacip bir namaz olmasına karşın senede bir kere kapımızı çalan bu namaza ne yazık ki yetişemediğimiz zamanlar da olmuştur. Günün ilk ışıklarıyla birlikte yaşlı genç demeden köyün bütün erkekleri Bayram namazının ardından Caminin önünde toplanıp bir birleriyle “tokalaşıp” bayramlaşırlar. Bu bayramlaşma merasiminde uygulanan bir kural yoktur. Camiden ilk çıkanın dışarıda bekleyip ardından gelenle bayramlaşıp o ikincinin de hemen onun yanında sıraya durarak, herkesin bir biriyle mutlaka bayramlaşmasını temin eden bir sistem zaman zaman uygulamaya konulmaya çalışılsa da yaşlıların ayakta bekletilmesi gibi bir durum doğduğu için bu uygulama rağbet görmemiştir. Karışık bir durumda da olsa herkes bir biriyle mutlaka bayramlaşır; küçükler büyüklerin ellerinden öper, gurbetten gelenlerle ayrıca bir de sarılıp kucaklaşmayla yapılan bir “hoşgeldiniz” merasimi de vardır. Bayramlaşmanın ardından farklı farklı gruplar halinde ayak üstü yapılan 15-20 dakikalık sohbetlerin ardında herkes evlerine dağılır. Bu arada herkes bir birini kendi evine davet eder. Geçerli bir mazereti olmayan mutlaka bu davete icabet eder.
Erkeklerimiz Bayram Namazıyla birlikte köyde Bayramı başlatmışken kadınlarımız ise günler öncesinden başladıkları bayram hazırlıklarını tam bitirmek üzeredirler. Adeta küçük çocukların gözünden kaçırılarak gizliden gizliye yapılan bu hazırlıkların “sunum zamanı” gelip çatmıştır. Şerbeti akşamdan verilen baklavalar, “sütlü” dediğimiz sütlaçlara ilaveten mevsimine göre değişse de şerbetini iyice çekmiş “balkabağı tatlısı”, “nokul” ya da “lokum” dediğimiz üzümlü bayram ekmeğimizle birlikte sacdan yeni indirilmiş ve fırından yeni çıkarılmış sıcak börek ve “yağlı”lar, “soğukluk” olarak kazan kazan kaynatılan “hoşaf”lar ve tavuk etiyle yapılan “herse” ve “keşkek” yemekleri köydeki bayram sofralarımızın “demirbaş”larıdır. Camiden dönenlerin evdekilerden bekledikleri bayram kutlaması sözle değil, ortaya kurulan zengin içerikli sofra ile olacaktır. Tam bir aydır gün ışığında yemek yemeyen köylü tabiri caizse tam manasıyla şimdi bayram edecektir. Otuz gündür istirahata çekilen mideler aslında bu ziyafete taraftar değildirler. Ramazan Bayramının bu zengin içerikli sofrası sanki bir aydır edinilen “öğün” alışkanlığını değiştirme, yeni uygulamayı cazip kılma girişimi, bir başka ifade ile nefis terbiyesi gibi bir şeydir. Tıpkı oruç gibi bayramı da bereketiyle gelen Ramazan’da hangi kapıyı çalıp bir komşuyla bayramlaşmaya girsek evde bizi karşılayan bir sofra mutlaka vardır. Ne kadar başına oturmaya itiraz ederek sofradan kurtulsak da bir tabak içersinde bir çatal ile gelen her hangi bir tatlı mutlaka yenilecektir. Ya bayramlaşmaya gitmeyeceksin ya da ikram edileni oturup yiyeceksin. Bizim onu tuttuğumuz gibi onun da bizi tuttuğu güzelim Orucun ardından gelen bu “güzelim felaket” sonunda mide fesadı geçirmeden sağ kalana ne mutlu. Bu konuda asıl sıkıntıyı misafirler yaşamaktadır. Özelikle hele mevsim de yaz ise çeşit çeşit meyvelerin tadına bakmadan duramayacakları için köyden bayram dönüşü yapan kentlilerin “hasta” olmaları gayet normaldir.
Hayvanların konuşturulduğu “fabl” türü bir çizgi filmde geçen “Bizler yaşamak için yeriz. İnsanlar ise yemek için yaşarlar” sözü bu ramazan gününde dikkatimi çekmişti. “Bir lokma bir hırka” mevsimi çoktan gelip geçmiş ülkemiz için bu söz beni derin derin düşündürmeye devam ediyor. Tamam, insan yemeden içmeden duramaz ama bu kadar “tamah” hayvanlarla aramızda olan mesafe konusunda beni de endişelendirmiyor değil. Güzel yurduma Mübarek Ramazan ayı gelmiş hatta yarılanmış fakat ülkemin sanatçısı kendisiyle röportaja gelen gazetecilere kek ve cola ikram ediyor. “Niyetli” oldukları için ikramı geri çeviren konuklarına karşı ikinci hatasını da “Aaaa Ramazan’damıyız?” diye hayretler içinde kalarak işliyor. 19. yüzyılın başlarında ilimiz Samsundaki Ramazan anıları anlatılan bir yazıda, nüfusunun %20’si Rum ve Ermenilerden oluşan Gayr-i Müslim vatandaşlarımızın Ramazan ayı geldiğinde oruç tutmadıkları halde kesinlikle sokakta ya da açıkta “aşikâr” yiyip içmediklerini yazmaktadır. Günümüze baktığımızda Samsun’da ayakta kalan ve açık olan bir kilise var fakat hiç cemaati yok. Bu ne demektir, Samsun şehir merkezinde yaşayanların hepsi Müslüman ama bir zamanlar oruç tutmayanlar için camekânları kâğıtla kapatılan lokanta ve kahvehanelerin yerini 24 saat hizmet veren lüks lokanta ve “Cafe”ler almıştır. Kapalı mekânlara getirilen sigara yasağıyla da kaldırımlara ve sokağa taşan insanımız herkesin gelip geçtiği yolun kenarında oturup rahat rahat yemeğini yiyip, çayını yudumlayıp sigarasını tüttürebilmektedir. “Gâvurlar” bizim inancımıza saygı göstermek için, daha doğrusu “insanın insana saygısı” icabı “aşikârlık” etmeyip “gizliliği” tercih ederlerken bizim kendi insanımızın bu garip halini hangi kefeye koymak gerek bilemiyorum. Daha düne kadar Dünya’ya “Medeniyet” öğreten şehirlerin bu “kokuşmuşluğu” her ne kadar “çağdaş ve uygarlık” düzmeleriyle bastırılmış olsa da içimizdeki “mutlu gelecek” umutlarını “söndürmektedir”. Oysa köylerimiz “umut” açısından bizleri şanslı kılmaktadır. Tutanın tutmayana saygı göstermesi kadar tutmayanın da tutana tıpkı Osmanlı dönemi Samsun’unda olduğu gibi insanlık gereği bir saygısı çok şükür hâlâ devam etmektedir. Bayram günü telaffuz edilen sözlerden birisi de mazeretsiz olarak bir ay boyunca oruç tutmayanlar için söylenen “Bugün oruç tutan ile tutmayanın bir olduğu” gerçeğidir. Kendinde oruç tutacak gücü bulamayanlar oruç tutmayabilirler. Dinde zorlama olmadığına göre bunda da sorun yoktur. Sorun insanın insana saygısıdır; Oruç tutanın tutmayana olduğu kadar tutmayanın da tutana saygı göstermesi bir erdemdir.
Bayramlarda en çok sevinenlerin çocukların olduğu söylenir ama göçler nedeniyle nüfusunun yarıdan fazlasını kentlere kaptırmış olan köyümüzde bence bayramlarda en çok sevinenler bayram vesilesiyle evlatlarına kavuşan annelerimizdir. Yukarıda bahsi geçen bayram sofralarının bunca zenginlik kaynağı hiç şüphesiz gurbetten “ocağa” gelecek olanlara kavuşma sevincidir. Bu sevinç bazı yıllar o kadar büyük olurdu ki birkaç sofra parti parti kurularak yemek işi halledilirdi fakat dört odalı evimizde oturacak yer bulamaz, gece yatmak için yerlere döşekler serilince oda kapıları açılıp kapanmazdı. Bu bayram ziyaretleri yaz kış fark etmez; mevsim kış ise diğer odalar içi kül dolu tenekelere konan “köz”lerle ısıtılır öyle yatılıp uyunurdu. Bu durumdan ne konuklar rahatsız olurdu ne de ev sahibi. Çünkü gün bayram günüydü. Evin de “bayram yerine” dönmesi gerekliydi ve de öyle oluyordu. Ziyaret trafiği genelde dışardan köye doğru olsa da bayramın ikinci ve daha sonraki günlerinde özellikle köy dışından gelin olarak gelen analarımız için de köy dışına doğru gözle görülür bir akış olmaktadır. Tüm hazırlıklarını yaparak ilk gün gelen misafirlerini ağırladıktan sonra gelinin de çocuklarıyla birlikte hatta ilk yıllarda damat ile birlikte “ana evi”ne gidip bayramlaşmaları adettendir. Ancak, işlerin yoğun olduğu bir mevsim ise ya da gelen misafirleri çoksa bu ziyaretler bazen sekteye uğrar, umutların bir sonraki bayrama ertelendiği de olurdu. Şimdilerde hemen hemen herkesin kapısında bir arabası var. Oysa bir zamanlar köye gelip gitmek için Gökçeboğaz sapağından, eskilerin ifadesiyle “Şehmi’nin kahvesi”nden itibaren bir kilometresi “yokuş” ve “rampa” olan dört kilometrelik tozlu topraklı ya da çamurlu yolu yürüyerek aşmak gerekiyordu. Gelen misafirlerin ayakkabılarındaki çamurlar evde yıkanır; giderken kendi ayakkabıları elde taşınıp emanet verilen ayakkabılarla asfalt yola kadar inilir, asfaltta değiştirilen emanet ayakkabılar “yolcu etmek” için onca yolu teperek gelenle geriye yollanırdı.
Eskiden ulaşım olanakları gibi haberleşme olanakları da kısıtlıydı. Özel ulakların dışında köylerde tek haberleşme aracı “mektup” idi. Şehirlerde bile eve bir telefon bağlatmak için aylarca, yılarca sıra beklerken araya bir ihtilal girmiş olsa da şimdi bile sürdürülen meşhur 24 Ocak (1980) kararlarıyla köyler önce PTT sistemiyle köyde tek, daha sonra da her eve bir telefonla tanıştı. Şimdi ise herkesin cebinde bir telefon var. Son veriler de gösteriyor ki artık “WEB” yoluyla köyümüz de dünyaya açılmış durumda. Bu bilgileri şunun için aktarıyorum, eskiden haberleşme ve ulaşım olanakları bu kadar kısıtlıyken bayram vesilesiyle erilen “vuslat”lara ne yazık ki artık eskisi kadar ulaşamıyoruz. “Uzakları yakın” eden teknoloji maalesef bizleri daha da yalnızlaştırmıyor mu? “-Alo. Anneciğim nasılsın?” “-İyiyim yavrum. Sen nasılsın?” “-Ben de iyiyim anne. Babam nasıl?” “-O da iyi yavrum. Sana selamı var.” “-Aleykümselâm… Anne biz bu bayram falan filan sebeplerden dolayı gelemeyeceğiz. Sakın üzülme emi?” ”Olsun yavrum. Canınız sağ olsun. Sesinizi duymak yetiyor!” Bir anne için gurbetteki evladının sesini duymak neye yetecek telefonu kapattıktan sonra hıçkırıklara boğularak ağlamasından başka. Ama bu olanaklar yokken aylarca görüşülemeyen yakınlarla görüşmek için kilometrelerce yolu aşıp köyüne ulaşmaya vesile olacak olan bayramlar iple çekilen günlerdi. Gelenlerin gelişi “çat kapı” şeklinde olduğu için köylüye “sürpriz” olurdu. Bu nedenle karşılama töreni yapılamazdı. Ama dönüşlerde yapılan uğurlama merasimi evin kapısından bahçe kapısına taşar bu da yetmez evdeki kedi ve köpeğin de iştirakiyle köy yollarında sürerdi. Ta ki köyün sınırlarına varıldığında “kapı bacayı açık bırakarak” uğurlamaya katılan hane halkından bir kişi hariç diğerleri dönerlerken o bir kişi de onları Şehmi’nin kahvesine kadar onları yolcu ederdi. Daha sonraları, sapaktan “taksi” çağırma ya da köydeki bir vasıta ile gönderme ya da kendi vasıtası varsa onunla gitme nedeniyle bu “yolcu etme” kültürü evin önünde sonlanır hale gelmiştir.
Eş-dost ziyaretine bir vesile olan bayram ziyaretlerinde köyümüze gelen “misafir profili”ne de bir göz atacak olursak elbette ilk sırayı gurbetteki aile efradı almaktadır. Bir bayram olmazsa öteki bayramda mutlaka gelen bu aile efradı çok uzaktan geliyorsa mutlaka çoluk çocuklarıyla birlikte geldiği için oldukça kalabalık olmaktadırlar. Her biri ayrı bir aile olan kardeşler, amcalar, halalar bu sınıftandır. Her zaman gelemedikleri için aynı zamanda baba ocağı olarak kendi evlerine gelmişken bir gece kalmayıp bu kendi evinde “misafirlik” bayram sonrası günlerde de sürebilmektedir. Bunların dışında gelen diğer misafirler genellikle gelin tarafından gelen “hısım”lardan oluştuğu gibi bunların kalış süreleri de yine yakın civarlardan gelen akrabalarda olduğu gibi günübirlik olmaktadır.
Köydeki bayramlarımızda toplu olarak yapılan her hangi eğlence ve şenlik yoktur. Genellikle ilk gün için köy işlerinin acil olmayanlarına ara verildiğinden insanlar “yabanlık” elbiselerini giyerek evde oturup gelen gidenle ilgilenirler ya da kendileri köydeki yaşlıları ve varsa hastaları ziyaret ederler. Çocuklar için bayram, getirilen şekerlemelerin dışında gelen misafir (amca, dayı, teyze vb.) çocuklarıyla hoşça vakit geçirmedir. Gençler için arkadaşlarıyla köyün yollarını “arşınlamak”tır. Babalar “tamla taşla” meşgul olurken anneler evde adeta “Turizm ve Otelcilik Meslek Yüksek Okulu” mezunları gibi evde harıl harıl turizm sektörüne hizmet etmektedir.
Köyümüzde iki türlü giyim kuşam vardır. Biri “gündelik” diğeri “yabanlık”tır. Bunun dışında “bayramlık” adı altında ayrı bir giyim tarzı yoktur. Kentlerdeki gibi özel bayram alışverişlerine de çıkılmamaktadır. Ancak, bayram vesilesiyle çocuklara yeni bir giyecek almak adet olmaya başlamıştır. Bu, daha sonra yabanlık olarak kullanılmaya başlanacak bir ayakkabı olabileceği gibi, bir tişört ya da bir pantolon ve gömlek de olabilmektedir.
Her bayram geldiğinde “Bayram gelmiş neyime. Kan damlar yüreğime” türküsünü söyleyerek başkalarının “yüreğine indirmeye” kastedenlerin yanında “Deliye her gün bayram” deyip gülüşmelere vesile olan bayram üstüne söylenen sözlerimiz de vardır. Hele sinirlendiğimiz zaman “Açtırma bana bayramlık ağzımı” sözü oldukça tehditkârdır. Hele bir de “içki içiyor musun?” sorusuna “akşamdaaan akşama”, “namaz kılıyor musun?” sorusuna ise hızlı bir şekilde “bayramdan bayrama, bayramdan bayrama” diye cevap verilen fıkraya da çok güleriz. Eskiye göre biraz daha yoksun geçen bayram günlerimizde “nerede o eski bayramlar” diye iç geçirenler nedense yaşlılarımız olmaktadır. “Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü?”,
Kış günlerindeki bayramlarımız daha az misafirle “hava muhalefeti” nedeniyle kısa sürerken, yaz günlerine denk gelen bayramlarımız da “tarla-tabak” nedeniyle daha da kısa sürmektedir. Her ne kadar devletimiz “memur”larına tam gün yani bayram üç gün ise üç gün izin, dört gün ise dört gün izin veriyorsa da bazılarını tenzih ederim ama kocaman kocaman özel firmalarda çalışan “işçi”ler için bayram bir ya da iki günden fazla sürmemektedir. Bir ayağı köyde olan insanımızın bu durumu da köydeki “bayram sevinci” süresini daraltan sebepler arasındadır.
Bayramların bayram olabilmesi için insanların maddi ve manevi bir takım “var”lıklarının olması gerekmektedir. Dünyada her şey para demek değildir. Bunun için gereken ortaya konulacak koca bir yüreğin “var” olması yeterlidir. Bayramlar özellikleri nedeniyle, günlük yaşamın tek düzeliğine bir son verirler. Bayramlar değişime bir vesile, bir fırsattır. Bayramları sadece “tatil fırsatı” olarak algılarsak onun değerini indirgemiş oluruz. Dargınların barıştığı, gurbettekilerin sılaya kavuştuğu, insanların insan sıcağıyla buluştuğu bayramlar bayram ola.
/Çetin KOŞAR
21.09.2009