26 Haziran 2016 Pazar

Kaybolmaya Yüz Tutmuş Ramazan Medeniyeti


Çok değil yüz yıl öncesinin Ramazanlarını öğrenince, insan bir başka âlemin örtüsünü aralamışçasına hayrette kalıyor. Sanki o Ramazanlarda yaşanan insanlığın, anlayışın ve kaynaşmanın zevkini tadanlar ecdadımız değillermiş gibi şaşıp kalıyoruz. Ve meğer hakkıyla yaşandığı zaman İslami hayat, toplumu ne emsalsiz faziletlerle süslüyormuş diye düşünüyoruz...

İslam'ın da, insanlığın da giderek unutulduğu günümüzde, Ramazan hâlâ bir huzur ayı olarak yaşanmaktadır. Hâlâ, insanlığımızı ve Müslümanlığımızı daha bir köklü şekilde duymanın mutluluğu onun sayesinde kalplerimizi ferahlatmaktadır. Ve yine onun sayesinde, toplumumuz da bunaltıcı raddelere gelen maddi - manevi anarşiden bir parçacık olsun kurtulabiliyor.

Evet, her şeye rağmen Ramazan tatlı nesimini katılaşmış kalplere kadar ulaştırabilmektedir... Bu durum, milletimizin bir inanç işareti olarak sevindiricidir.

Ya eski Ramazanlar... Başlı başına bir medeniyet, bir manevi şehrayin olarak beldelerle birlikte, minarelerle birlikte, gönülleri, ruhları apaydınlık eden Ramazanlar...

Zenginlerle fakirler arasındaki farkı iyice azaltan, her makam ve cinsten insanı camide buluşturan, kaynaştıran, zaten var olan milli birliği iyice pekiştiren Ramazanlar...

Hasretle andığımız o Ramazanlar, terk ettiğimiz medeniyetin bir ayrılmaz parçası olarak yaşanmıştı mazide... Unutulan veya unutturulmak istenen medeniyetimizle birlikte kaybolmaya yüz tutan Ramazanlardayız şimdi...

Minarelerdeki mahyalarla, kandillerle birlikte, verilmeyen zekâtlarla, sadakalarla birlikte kaybolmaya yüz tutan Ramazanımızın medeniyetini ihya etmek, diriltmek zorundayız... Aksi halde, kendi yürüyüşünü değiştiren, başkasınınkini de taklit edemeyen biri gibi, şaşkın ve kararsız kalacağız. Bunalacağız yani; darboğazların çıkmazlarında, açmazlarında...

Medeniyetimizin ihtişam devirlerindeki Ramazanları bir tarafa bırakalım ama, son devirlerde yaşanmışları bile, gıpta edecek bir lezzetle toplumun ağzını tatlandırıyordu. Şimdi o günleri yaşamış "erbab-ı kalem"den, birkaç çizgi ile Ramazan medeniyetimize yahut medeniyetimizin Ramazanlarına göz gezdirelim.

Semih Mümtaz şöyle anlatıyor o günleri :

"Beklerlerdi. Rü'yet-i Hilal vuku bulunca Şeyhülislam kapısına gelir haber verir ve ayın hafifçe görüldüğünü tevsik ederlerdi.

Bundan sonra evvela Halife-i Ruy-i Zemin'e, yani Padişah'a arz-ı hal ve aynı zamanda da Ramazanı ilan ederlerdi.

Camiler mahyalarını, kandillerini yakarlardı. Bekçiler de davullarını çalarlardı. Teravih namazı da o gece başlardı. Bu namazdan sonra da camilerden çıkan halk istediğini yapardı...

...Gündüzleri de ibadet ve taat ile meşgul olunurdu. Resmi daireler de erken dağılırdı ve aralarında nev'ama nöbet yaparlardı. Alenen oruç bozmak yasaktı.

Oruçsuzlar buna dikkat ederlerdi ve oruçluların huzurunda yemezlerdi, içmezlerdi. Mübalatsızlıklar gösterenleri zabıta yakalardı. Babıali'de çalışan Hıristiyan memurlar bile, bu yasağa hürmet ederlerdi. Canları bir su istese gizli içerler, Müslüman hademelere bu işi yaptırmazlardı.

Ceplerinde taşıdıkları Mushaf-ı Şerifle camilerde Kur'an-ı Kerim okumak halkın birçoğunda adetti. Ve yazma Mushaf'lar hakikaten enfesti.

O devirlerde ve daha evvel de yazma Mushaf-ı Şeriflere çok hürmet edildiği için mükemmel hattatlar yetişmişti ve yetişirdi.

Ramazanın herkese şamil bir hususiyeti daha göze çarpardı. O da ortalığı saran bereketti. Fakir-zengin herkesin karnı doyar, yüzü gülerdi. Bunda belki Ramazanın gelmesi ve gitmesiyle beraber verilen umumi maaşların da medhali vardır: Çünkü bu sayede borç varsa verilir, esnaftan yeni kredi temin edilir; Ramazana mahsus bir kiler temin olunur, birçok konaklardan da diş kirası alınırdı.

Birçok konakta da fukara sofraları kurulurdu; her akşam iftarında fukaraya yemekler verilirdi. Hatta bazı konaklar da bulundukları mahallenin fakir evlerine erzak verirdi.

Doğrusunu söylemek lazım gelirse, eğlenceler mahdut, fakat eğlendirici şeyler nâmahduttu..."

* * *

Ramazan-Yenilenme Ayı

İbrahim Alaeddin (Gövsa) ise, yaşadığı eski Ramazanlarla günümüzdekileri ya da yarım asır öncekileri şöyle kıyaslıyor :

"Gelen Ramazanla birlikte şehrin her tarafında bir değişiklik göze çarpıyor.

...Ama bütün bu hazırlıklar, bundan otuz kırk sene önceki Ramazanların yanında yine de sönük kalıyor...

...Bu Ramazanda çifte minareli camiler, yine eskisi gibi "Merhaba, Hoş Geldin, Ey On iki Ayın Sultanı..." çeşidinden güzel ve ustalıklı yazılarla bu mübarek aya karşı olan saygılarını yerine getirdiler.

Yine şekerciler beyaz patiskalarla süsledikleri bakır reçel kavanozlarını dükkânların önüne dizdiler. Pideciler ve simitçiler, eskiden yaptıkları gibi, Ramazan gülleri mis kokulu, sesleri ile ortalığı çınlatıyorlar. Fakat nedense içimizde yine de o eski Ramazanların hasreti var...

* * *

Eski Ramazanları ve eski zamanları hatırlamamak mümkün mü? Ramazan geldi mi, herkeste -gerçi şimdi de öyle ya- bir değişiklik başlar, yeni ve hareketli bir davranış göze çarpardı. Bakkallar dükkânlarını, renk renk kâğıtlara sardıkları Kayseri pastırmaları ile süslerler; tekerlek tekerlek kaşar peynirleri getirtirler; gazevilerle (özel çuval) Mısır pirinçlerini raflara dizerler.

Haleb'in Hadidi yağını birbirleriyle rekabet yaparak satarlardı. Makarna fabrikaları, Ramazana mahsus olmak üzere, cins cins ve şekil şekil yeni makarnalar imal ederler; yer yer güllaç imalathaneleri açılır; tesbihçiler, hacıyağcılar yeni faaliyetlere başlarlardı.

Aileler, daha bir hafta önceden, Ramazan temizliğine koyulurlardı.

Ortalık silinip süpürülür, yeni çamaşırlar hazırlanır, kaplar kalaylanır, kırık dökük tabaklar yenileştirilir; yeni sofra, şerbet, reçel takımları alınır ve bu arada bir aylık erzak birden düzülürdü. Çocukların harçlıkları bile artırılırdı. Hâsılı bir sene içinde Ramazan için biriktirilen para, birkaç gün içinde yerlerine harcanırdı.

Şimdilerde Ramazan -çocukların, Ramazanın geldiğini ilan eden bekçinin arkasından koşarken söyledikleri gibi- yine de hoş geliyor ama sadece baklava tepsisi değil, eli de boş geliyor.

Dilimizde ve ruhumuzda eski tatlarını bulamıyoruz. Bunun sebebinin ne olduğunu da bilemiyoruz.

Acaba zevk ve eğlence duygularımızı körelten sebepler, arka arkaya gelen harplerden yorgun çıkmış olmamız mıdır?

Oysaki Balkan Savaşı da, Birinci Dünya Savaşı da, Kurtuluş Mücadelesi de arkada kalalı yıllar olmasına rağmen, dilimizde ve ruhumuzda o eski tat hala yok. Dileriz ki, bu yokluğu bari duyabilen idrakten mahrum kalmayalım."

Dr. Veli SIRIM