Çok değil yüz yıl öncesinin Ramazanlarını
öğrenince, insan bir başka âlemin örtüsünü aralamışçasına hayrette kalıyor.
Sanki o Ramazanlarda yaşanan insanlığın, anlayışın ve kaynaşmanın zevkini
tadanlar ecdadımız değillermiş gibi şaşıp kalıyoruz. Ve meğer hakkıyla
yaşandığı zaman İslami hayat, toplumu ne emsalsiz faziletlerle süslüyormuş diye
düşünüyoruz...
İslam'ın da, insanlığın da giderek unutulduğu
günümüzde, Ramazan hâlâ bir huzur ayı olarak yaşanmaktadır. Hâlâ, insanlığımızı
ve Müslümanlığımızı daha bir köklü şekilde duymanın mutluluğu onun sayesinde
kalplerimizi ferahlatmaktadır. Ve yine onun sayesinde, toplumumuz da bunaltıcı
raddelere gelen maddi - manevi anarşiden bir parçacık olsun kurtulabiliyor.
Evet, her şeye rağmen Ramazan tatlı nesimini katılaşmış
kalplere kadar ulaştırabilmektedir... Bu durum, milletimizin bir inanç işareti
olarak sevindiricidir.
Ya eski Ramazanlar... Başlı başına bir medeniyet,
bir manevi şehrayin olarak beldelerle birlikte, minarelerle birlikte,
gönülleri, ruhları apaydınlık eden Ramazanlar...
Zenginlerle fakirler arasındaki farkı iyice
azaltan, her makam ve cinsten insanı camide buluşturan, kaynaştıran, zaten var
olan milli birliği iyice pekiştiren Ramazanlar...
Hasretle andığımız o Ramazanlar, terk ettiğimiz
medeniyetin bir ayrılmaz parçası olarak yaşanmıştı mazide... Unutulan veya
unutturulmak istenen medeniyetimizle birlikte kaybolmaya yüz tutan
Ramazanlardayız şimdi...
Minarelerdeki mahyalarla, kandillerle birlikte,
verilmeyen zekâtlarla, sadakalarla birlikte kaybolmaya yüz tutan Ramazanımızın
medeniyetini ihya etmek, diriltmek zorundayız... Aksi halde, kendi yürüyüşünü
değiştiren, başkasınınkini de taklit edemeyen biri gibi, şaşkın ve kararsız
kalacağız. Bunalacağız yani; darboğazların çıkmazlarında, açmazlarında...
Medeniyetimizin ihtişam devirlerindeki Ramazanları
bir tarafa bırakalım ama, son devirlerde yaşanmışları bile, gıpta edecek bir
lezzetle toplumun ağzını tatlandırıyordu. Şimdi o günleri yaşamış "erbab-ı
kalem"den, birkaç çizgi ile Ramazan medeniyetimize yahut medeniyetimizin
Ramazanlarına göz gezdirelim.
Semih Mümtaz şöyle anlatıyor o günleri :
"Beklerlerdi. Rü'yet-i Hilal vuku bulunca
Şeyhülislam kapısına gelir haber verir ve ayın hafifçe görüldüğünü tevsik
ederlerdi.
Bundan sonra evvela Halife-i Ruy-i Zemin'e, yani
Padişah'a arz-ı hal ve aynı zamanda da Ramazanı ilan ederlerdi.
Camiler mahyalarını, kandillerini yakarlardı.
Bekçiler de davullarını çalarlardı. Teravih namazı da o gece başlardı. Bu
namazdan sonra da camilerden çıkan halk istediğini yapardı...
...Gündüzleri de ibadet ve taat ile meşgul
olunurdu. Resmi daireler de erken dağılırdı ve aralarında nev'ama nöbet
yaparlardı. Alenen oruç bozmak yasaktı.
Oruçsuzlar buna dikkat ederlerdi ve oruçluların
huzurunda yemezlerdi, içmezlerdi. Mübalatsızlıklar gösterenleri zabıta
yakalardı. Babıali'de çalışan Hıristiyan memurlar bile, bu yasağa hürmet
ederlerdi. Canları bir su istese gizli içerler, Müslüman hademelere bu işi
yaptırmazlardı.
Ceplerinde taşıdıkları Mushaf-ı Şerifle camilerde
Kur'an-ı Kerim okumak halkın birçoğunda adetti. Ve yazma Mushaf'lar hakikaten
enfesti.
O devirlerde ve daha evvel de yazma Mushaf-ı
Şeriflere çok hürmet edildiği için mükemmel hattatlar yetişmişti ve yetişirdi.
Ramazanın herkese şamil bir hususiyeti daha göze
çarpardı. O da ortalığı saran bereketti. Fakir-zengin herkesin karnı doyar,
yüzü gülerdi. Bunda belki Ramazanın gelmesi ve gitmesiyle beraber verilen umumi
maaşların da medhali vardır: Çünkü bu sayede borç varsa verilir, esnaftan yeni
kredi temin edilir; Ramazana mahsus bir kiler temin olunur, birçok konaklardan
da diş kirası alınırdı.
Birçok konakta da fukara sofraları kurulurdu; her
akşam iftarında fukaraya yemekler verilirdi. Hatta bazı konaklar da
bulundukları mahallenin fakir evlerine erzak verirdi.
Doğrusunu söylemek lazım gelirse, eğlenceler
mahdut, fakat eğlendirici şeyler nâmahduttu..."
* * *
Ramazan-Yenilenme Ayı
İbrahim Alaeddin (Gövsa) ise, yaşadığı eski
Ramazanlarla günümüzdekileri ya da yarım asır öncekileri şöyle kıyaslıyor :
"Gelen Ramazanla birlikte şehrin her tarafında
bir değişiklik göze çarpıyor.
...Ama bütün bu hazırlıklar, bundan otuz kırk sene
önceki Ramazanların yanında yine de sönük kalıyor...
...Bu Ramazanda çifte minareli camiler, yine eskisi
gibi "Merhaba, Hoş Geldin, Ey On iki Ayın Sultanı..." çeşidinden
güzel ve ustalıklı yazılarla bu mübarek aya karşı olan saygılarını yerine
getirdiler.
Yine şekerciler beyaz patiskalarla süsledikleri
bakır reçel kavanozlarını dükkânların önüne dizdiler. Pideciler ve simitçiler,
eskiden yaptıkları gibi, Ramazan gülleri mis kokulu, sesleri ile ortalığı
çınlatıyorlar. Fakat nedense içimizde yine de o eski Ramazanların hasreti
var...
* * *
Eski Ramazanları ve eski zamanları hatırlamamak
mümkün mü? Ramazan geldi mi, herkeste -gerçi şimdi de öyle ya- bir değişiklik
başlar, yeni ve hareketli bir davranış göze çarpardı. Bakkallar dükkânlarını,
renk renk kâğıtlara sardıkları Kayseri pastırmaları ile süslerler; tekerlek
tekerlek kaşar peynirleri getirtirler; gazevilerle (özel çuval) Mısır
pirinçlerini raflara dizerler.
Haleb'in Hadidi yağını birbirleriyle rekabet
yaparak satarlardı. Makarna fabrikaları, Ramazana mahsus olmak üzere, cins cins
ve şekil şekil yeni makarnalar imal ederler; yer yer güllaç imalathaneleri
açılır; tesbihçiler, hacıyağcılar yeni faaliyetlere başlarlardı.
Aileler, daha bir hafta önceden, Ramazan
temizliğine koyulurlardı.
Ortalık silinip süpürülür, yeni çamaşırlar
hazırlanır, kaplar kalaylanır, kırık dökük tabaklar yenileştirilir; yeni sofra,
şerbet, reçel takımları alınır ve bu arada bir aylık erzak birden düzülürdü.
Çocukların harçlıkları bile artırılırdı. Hâsılı bir sene içinde Ramazan için
biriktirilen para, birkaç gün içinde yerlerine harcanırdı.
Şimdilerde Ramazan -çocukların, Ramazanın geldiğini
ilan eden bekçinin arkasından koşarken söyledikleri gibi- yine de hoş geliyor
ama sadece baklava tepsisi değil, eli de boş geliyor.
Dilimizde ve ruhumuzda eski tatlarını bulamıyoruz.
Bunun sebebinin ne olduğunu da bilemiyoruz.
Acaba zevk ve eğlence duygularımızı körelten
sebepler, arka arkaya gelen harplerden yorgun çıkmış olmamız mıdır?
Oysaki Balkan Savaşı da, Birinci Dünya Savaşı da,
Kurtuluş Mücadelesi de arkada kalalı yıllar olmasına rağmen, dilimizde ve
ruhumuzda o eski tat hala yok. Dileriz ki, bu yokluğu bari duyabilen idrakten
mahrum kalmayalım."
Dr. Veli SIRIM