FOTO: nayn.co
Giriş
Mevsim, yılanların yeryüzünde cirit
atma mevsimi ya!... Ondan olsa gerek, sık sık yılan mevzularıyla meşgul olmaya
başladık bu günlerde… Şehirlere inip evlere, arabalara giren “deprem habercisi yılan” haberleri mi
desek; Fırsat bu fırsat deyip, yılanlardan şifayâb olanları lanse eden “yılancı halk tabipleri” mi desek; Sanki
büyük bir iş yapmış gibi öldürdükleri yılanların boy boy fotoğraflarını
yayınlayanlar mı desek… Neyse, hiç birisini
demeyip biz de mevzu güncelliğini yitirmeden köyümüz yılanlarıyla ilgili
anılarımızı, yaşadıklarımızı daha doğrusu Sordanköy’ünde yılan kültürüne ait
derlediğimiz notları dercetmeye çalışalım.
Peşinen söyleyelim ki köyümüzde
yılanların bol olmasına karşılık “yılancı”
yoktur. Yani yılanı eliyle yakalayıp, boynuna dolayan, ağrıyan yerine yılan
yatıran yoktur. Köyde herkes yılandan korkar, en az yalandan korktuğu kadar. “Ofidiyofobi” denen bu “yılan korkusu” aslında atalarımızı
dehşete düşüren koca sürüngenler sayesinde biz torunlara gen yoluyla aktarılmıştır.
Eskiler hep, büyük yılanlardan, hatta canavarlardan bahsederler. Örneğin 70’li
yıllarda köyümüzde büyük bir sel olmuştu. Hakkıcüğün Şadi (Koşar) Cilim
Mevkiinde bu selin kalıntıları arasında “bacak
kalınlığında” hatta “bir dana boynu
kadar iri” yılan parçalarına rastlandığını söylüyordu. Bu fobinin
yılanın ölümcül zehri ve düşmanını sarılıp boğarak öldürmesine bağlı olarak
geliştiği bir gerçektir. Cisminden de anlaşılacağına göre sürüngendir; Hayvanların
“yüz karası”dır.
Romanlara ve filmlere konu olan yılan
öyküleri bunun bir sonucudur. Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” romanı ile Yaşar Kemal’in “Yılanı Öldürseler” romanı bunların başlıcalarıdır.
Divan edebiyatında Yılan, sevgilinin
saçını simgeler. Saç, aşığın gönlünü çeldiği için tehlikelidir.
Argoda, özellikle fiziksel anlamda dişiliği
ortaya koyan vücut hatlarının kıvrımlarından dolayı kadınlar için “yılan gibi” sıfatı kullanılır. Zikzaklar
çizerek süratli bir şekilde geçip giden otomobiller için de “yılan gibi” geçti gitti denir. Aşırı
şekil, havalı, göz alıcı, etkileyici gibi anlamlarda kullanılabilen bir sözcüktür.
Bir de meşhur “evlat ve kuyruk acısı” hikâyesi vardır ki yüzlerce versiyonu olsa
da aslı bir EZOP Masalıdır.
“Yılanın
biri sürüne sürüne bir çiftçinin oğlunun yanına kadar gitmiş, çocukcağızı
öldürmüş. Çiftçinin yüreği yanmış: “Alırım
ben öcümü!” demiş, baltasını yakaladığı gibi yılanın yuvasının başına
gitmiş: “Hele çıksın, ezerim kafasını!”
demiş. Yılan başını çıkarır çıkarmaz çiftçi baltayı indirmiş, ama hayvan atik,
çekilivermiş; yuvanın üstündeki kaya yarılmış. Çiftçi korkmuş: “Şu yılanla dost olayım da bari bana başka
bir kötülük etmesin!” demiş. Yılan razı olmamış: “Ben bu yarık kayayı, sen oğlunun mezarını görürsün de biz birbirimizle
dostluk edebilir miyiz hiç?” demiş.
Yılan Etimolojisi
Türkçe için hazırlanan etimoloji
sözlüklerinin bazılarında yılan maddesi mevcut değildir. Bu kelimeyi tahlil
eden etimoloji sözlüklerinde ise kelime ile ilgili kesin bir yargıya varılamamıştır.
Kelime, genellikle sonu +lan yapısı ile biten arslan, sırtlan kelimeleri ile
ilişkilendirilmiştir. Vecihe Hatiboğlu bu eki ve ekin fonksiyonunu şu şekilde
açıklamıştır: “+lan eki ‘vahşi, yırtıcı, büyük cins’ bazı hayvan adlarında kullanılan
bir ektir. Ekin aslı ejderha, korkunç hayvan kavramları veren Çince ‘luŋ’
sözcüğüdür: arslan (ars+lan), burslan (bars/burs/pars, burs+lan) kaplan
(kap+lan), sırtlan (sırt+lan), yılan (y-ı-lan, ılan, ilan) gibi.
Yılanın sağlıkla doğrudan bir ilişkisi
var imgesel olarak... Yüzlerce yıldan bu güne kadar eczacılık ve genel olarak
tababet kendisi ile sembolize edilmiştir. Fars(İran) lisanında “mar” yılan; “Bimar” hasta; “Bimarhane”
ise hastane demektir.
Dini İnançlarda Yılan
İslam kaynaklarında yılan konusu bariz
değildir. Hz. Adem (a.s)’in cennetten kovulmasına vesile olan yılan hikayesi “İsrailiyyat”dır. Söz konusu hadislerin
senetleri zayıftır.
Muharref Tevrat'a göre kır
hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden'deki bahçede (cennet) yaşamakta olan
Havva'ya yaklaşmış, yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra
Havva yasak meyveden Âdem'e de yedirmiştir. (Tekvîn, 3/1-6).
İncilde ise "İblis ve şeytan
denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan yeryüzüne atıldı ve onun
melekleri kendisiyle beraber atıldılar." (Vahiy, 12/9)
Kur'ân-ı Kerîm'de yılandan söz
edilmemiştir. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen
İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.
Kur'an'a göre onları yasak ağaca
yaklaşmaya teşvik eden şeytandır. Âdem (as)'e karşı açık bir kıskançlık içinde
bulunan şeytan, önce Allah'ın emrine karşı gelerek Âdem (as)'e secde etmemiş
(bk. A'râf, 7/11-12), sonra da onu
aldatarak günah işlemesine sebep olmuştur.
Şeytanın cennete girişi ve Âdem (as)
ile Havva'ya yaklaşması konularında Kur'an ve sahih hadislerde fazla bilgi
yoktur.
Bilgimiz olması açısından şu hadisi
belirtmeden geçmeyelim. Ahmed Ziyaüddin
Gümüşhanevî (1813-1893)Hazretlerinin
Râmûzü’l-Ehâdîs adlı eserinde şöyle bir hadis nakledilir.
Hz. Ali (Radıyallâhu anh) şöyle
demiştir:
“Ey Allah’ın peygamberi, “Adem
Rabbinden kelimeler alıp tevbe etti.” ayetinde kastedilen nedir? O kelimeler
nelerdir?
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle demiştir:
“Allah, Âdem’i Hint toprağına,
Havva’yı Cidde’ye, yılanı Isfahan’a, iblisi Bisan’a indirdi. Cennette yılan ve
tavustan daha güzel bir şey yoktu. Yılanın üzerinde katırda olduğu gibi
çizgiler vardı. İblis onun arasına girdiğinde Âdem’i kandırmış, aldatmış, Allah
da yılana gazap etmiş, güzelliğini kendisinden alarak şöyle demiştir:
“Senin rızkını topraktan vereceğim!
Karnın üzerinde toprak üzerinde yürüyeceksin. Sana merhamet edene Allah
merhamet etmeyecektir.”
Allah, tavus kuşuna da gazap etmiş,
iblisin ağaca gitmesine kılavuzluk ettiği için ayaklarını mesh etmiştir.
Âdem yüz sene başını göğe
kaldırmaksızın hatasına ağlayarak kalmıştır. Bu esnada mahzun bir şekilde
oturmaktaydı. Allah, Cebrâil’i kendisine göndererek şöyle demiştir:
“Ey ‘Adem! Allah sana selam ediyor ve
sana şöyle diyor:
“Seni elimle yaratıp ruhumu üflemedim
mi? Meleklerim sana secde etmedi mi? Seni kulum Havva ile nikahlamadım mı? Bu
ağlama da nedir öyle?”
Adem şöyle cevap vermiş:
“Ey Cebrâil! Beni ağlamaktan uzak
tutacak nedir ki? Ben Rabbime komşuluktan uzaklaştırıldım.”
Cebrâil şöyle demiş:
“Ey Âdem! Şu kelimeleri söylersen,
Allah günahını mağfiret edip tevbeni kabul eder.”
Hz. Âdem “Onlar nelerdir?” diye
sormuş. Hz. Peygamber (Sallallâhu aleyhi ve sellem) de o kelimeleri şöyle
aktarmıştır:
“Allah’ım! Hz. Muhammed ve O’nun
ailesinin hakkı için senden isterim. Allah’ım! Seni tenzih ederim, sana hamd
ederim. Bir kötülük işledim, nefsime
zulmettim, günahları senden başkası bağışlayamaz, sen merhametlilerin en
hayırlısısın. Allah’ım! Seni tenzih ederim, senden başka ilah yoktur! Bir
kötülük işledim, kendime zulmettim. Benim tevbemi kabul et çünkü tevbeleri
kabul eden ve merhamet eden sensin. Allah’ım! Sana hamd ederim, senden başka
ilah yoktur. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim, mağfiret eyle, mağfiret
edenlerin en hayırlısısın.”
Azizim! “Peygamberimizi (Sallallâhu
aleyhi ve sellem)’e salâtü selâm okunmadıkça yapılan hiçbir dua Allah’a ulaşmaz
ve itibar görmez.” KAYNAK: Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî, Râmûzu’l-Ehâdis, s.342, h.4249
Aynı hadis Muhyiddin İbn-i Arabî (1165-1240)’de şu şekilde son
bulmaktadır:
(…)
“Şeytan,
Allah'a kafa tuttu, “beni azdırdın” dedi,- ebediyyen mel'un oldu. Allah'a boyun
eğmeli, kusurlarını itiraf etmeli, Allah'dan daima af ve mağfiret istemeli.
Adem'in oğlu olduğunu böylece isbat etmeli. Şeytan suyu içip de Allah'a kafa
tutanlar, nisbeti Âdem'e değil, şeytana bağlamış olurlar. Yılanı öldür.” (KAYNAK:
Muhyiddin İbn-i Arâbi´den Tavsiyeler, 5.Bölüm)
Bundan başka bir de Resulüllah’ın (sav)
hicreti esnasında Sevr dağındaki mağaraya önce Hz. Ebu Bekir (r.a)’in girdiği
ve içerideki delikleri elbisesini yırtarak tıkadığı, geriye kalan son deliği de
ayağıyla kapattığı ve orada bulunan bir yılanın Hz. Ebu Bekr (r.a)’in ayağını
soktuğu hadisesi vardır ki Asım Köksal hoca İslam Tarihi‘nde (V, 156) bu olayı
zikretmiş ve el-Beyhakî, es-Süheylî, İbnu’l-Cevzî, ez-Zehebî ve İbn Kesîr’i
referans göstermiş. Hamidullah da aynı hadiseyi İslam Peygamberi‘nde (I, 163)
zikretmekle birlikte, herhangi bir kaynağa atıfta bulunmamış. İşbu “yılan
hikâyesi”ni el-Beyhakî Delâilu’n-Nübüvve‘de (II, 477) senediyle vermiştir.
Netice itibariyle, hem âlemde hem de
küçük âlem olan insanda yılan önemli bir semboldür. İnsanın koynundaki yılan “nefs”’tir. İman nurları nefsi mesheder.
Onu deveye ve nihayet "burak"a
dönüştürür.
Yılan Yemeği
Askerliğini komando olarak yapanlar
bilir. Açlıktan gebereceğiniz bir durumda yakalayabilirseniz yenecek bir
hayvandır... Usul; derisi boyun kısmından keskin bir bıçakla halka biçiminde
çizilir ve geriye katlanarak çekilir. Böylece deri, boru biçiminde sıyrılarak
çıkartılır.. Ağaca asılıp kanı akıtılmaz ise soyulduktan sonra, eti ekşimsi ve
acımsı olur. Kuyruğu ve kafası kesilir. İç organları temizlenir ve geri kalan kısmı
sopaya takılır ve ateşte kızartılır… (NOT: Yılan yemek, Maliki mezhebine göre
helal, Hanefi, Şafi ve Hanbeli mezheplerine göre haramdır.)
Yılanların Mevsimi
Bu günlerde yılanların gündeme gelme
nedeni elbette uyanışlarıdır. Mayıs ayının üçüncü haftasından itibaren yılanlar
“kış uykusu”nu bitirip güneşin ışığı
ve sıcağı için kendilerini yeryüzüne atarlar. Bu tarih 21 Mayıs ile başlar. Her
ne kadar farklı bölgelerce 5, 15, 20 ve 21 Mayıs günleri gibi farklı zamanlarda
kutlansa da bu olay Hıdırellez gününe denk gelen bir günden itibaren
başlamaktadır. Köyümüze en yakın Hıdırellez kutlama yeri civar köylerin de
katılımıyla, Gökçeboğaz Köyünde olup 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramının ertesi
günü yani 20 Mayıs günü “Mayıs Yedisi”
adıyla “Yol Evliyası”’nın kabri
çevresinde toplanılır.
Bunun evvelinde bir de “cemre düşmesi” olayı vardır. Halkımız
arasında yaygın olarak baharın müjdecisi olarak bilinen sıcaklığın artması
olayına cemre denir. Cemre'nin birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa
düştüğüne inanılır. Üç tane olan cemrenin birincisi havaya (19-20 Şubat),
ikincisi suya (26-27 Şubat) ve üçüncüsü de (5-6 Mart) toprağa düşer. Baharı müjdeleyen bir diğer olay ise 21 Mart Nevruz olayıdır. Tüm bunlar bizim için
birer takvim olayıdır. Yani biz bu olayları takvime bakarak öğreniriz. Konumuz
olan yılanlar ise biyolojik saatlerine göre öğrenirler.
Köyümüzdeki yılanlara geçmeden önce
haklarında biraz daha ansiklopedik bilgi verelim ki yılanlar konusuna “Fransız” ve “ırak” kalmayalım.
Yılanlar karada yaşayabildikleri gibi,
suda da yaşayabilir. Suda yaşayanına “suyılanı”
deriz ama karada yaşayanına “karayılanı”
demek yerine cinslerine göre adlandırırız. Karada yaşayanlar çalılıklarda, ağaçlarda
ve toprak altında yaşam sürebilir. Hızlı sürüngenler arasında olan yılanlar,
doğadaki hayvanlarla beslenmelerini sağlarlar. Yani “etçil”dirler. Kimselere görünmeden avlanabilmeleri için seçtikleri
yerler ormanlık alanlar ve çalı dipleridir. Bahçelerde ve tarlalarda da sıkça
yılanlarla karşılaşılabilir. Sürünerek hareket ettiği için 2 yılda bir deri
değiştirirler.
Soğukkanlı hayvanlardan olan yılanlar
fazla soğukta yaşayamazlar bu bakımdan 180 gün süren “Kasım Ayları”nda yuvalarına çekilip kış uykusuna yatarlar. Yine
180 gün sürecek “Mayıs Ayları”nda da
yuvalarından çıkıp yaşamlarına devam ederler. Sonuçta kış uykusu onların fiziksel
ihtiyaçları üzerine başvurdukları bir yöntemdir. Bahar gelmeden hava
sıcaklığının mevsim normallerinin üzerinde seyrettiği dönemlerde yanılıp
yeryüzüne erken çıkan yılanlar da olur.
Mitolojide
Yılan
Türk, Mısır, Yunan, Hint, Mezopotamya,
Hitit, Roma, Japon mitolojilerine baktığımızda yılanın birçok mitik anlatıda
iki farklı şekilde tasavvur edildiği görülür. Yılan ya “kutsal” bir varlıktır ya da kutsala karşı “şeytanî” bir varlıktır. Bazı mitolojilerde ise yılanın “kötülük sembolü” olduğu görülür. Pers
mitolojisinde omuzlarında yılan taşıyan “Dahhak”,
kötülük simgesidir. Babillerin Gılgamış destanında “Gılgamış”’ın elde ettiği ölümsüzlük otunu yiyen bir yılandır.
Yahudi mitolojisinde Havva’ya yasak meyveyi yediren yarı insan yarı yılan
olarak tasavvur edilen “Lilith” adlı
bir kadın vardır.
Osmanlı kaynaklarında “evren”, çoğu zaman büyük yılan olarak
tanımlanır. Uzun yüzyıllar, dış kültür tesirlerinden uzak kalmış olan Altaylar
ile Kuzey Türkleri, “Çin ejderhası” yerine,
kendilerinin efsanevi büyük yılanlarını koymuşlardır.
Günümüzde Anadolu'nun çeşitli
yörelerinde yılanlarla ilgili bir mitoloji masallaşmış olarak devam etmektedir.
Adı “Şahmeran” (yılanların şahı) olan bu yılanın başı, insan şeklindedir. Yeraltı
dünyasında yaşar. Sarayı mücevherlerle doludur. Bütün yılanlar onun emrindedir.
Hastalıkların çaresini bilir. O, insanoğluna yardım eder fakat ihanete uğrar.
İnsanoğlu sabırsızdır. Yılanın bildiklerini onunla dost olup öğrenmek ve gizli
sırları öğrenmek yerine onu öldürüp vücudundan derdine derman aramayı tercih
etmiştir.
Anadolu mitolojisinde “kartal göklerin, yılan yerlerin”
yaratıcısı konumundadır. Toprağın altında yaşayan yılan, toprağın sembolü
olarak da kullanılmıştır. Toprak insanları beslemekte, hastaları iyileştiren
bitki ve ağaçların yetişmesine olanak vermekteydi. Orta Asya mitolojisi ve
şaman geleneklerinin zengin sembol dünyası içinde yılan “yeraltını ve karanlığı” temsil etmektedir. 10. yüzyıldan
itibaren Müslümanlığı seçen Türkler, ortaya koydukları sanat ürünlerinde Orta
Asya’dan getirdikleri konuları, stil ve sembolleri yaşatmaya devam etmişlerdir.
Eski Türkler arasında da “yılan sağlık ve mutluluk sembolü” oldu.
Sağlık kuruluşlarının kapılarında “çifte
yılan” sembolü vardır. Anadolu’daki Selçuklu Hastaneleri buna örnektir. “Ejder”ler eski inanışlar doğrultusunda
kale, han ve saray gibi yapılardan içeriye kötülük, düşman ve hastalık
girmesini önleyici bir “tılsım”
olarak kullanılmıştır. Yüzyıllarca süren bu etkilerin doğrultusunda Türk Tıp
Tarihinin kurucusu sayılan Prof. Dr.
Süheyl Ünver tarafından Çankırı Darüşşifasında bulunan bir taş üzerindeki
çifte yılan sembolü; Türk geleneklerini de yansıtması açısından “hekimliğin sembolü” olarak önerilmiş ve
bu öneri 1937 yılında kabul edilmiştir.
1956 yılında ise Dünya Tıp Cemiyeti
iki yılan figürünü “Dünya Tıp Birliği”nin
sembolü olarak benimsemiştir; birinci yılan “ölümsüzlüğü”, ikincisi ise “zehiri”
temsil eder.
Yılan
Sokmasında İlk Yardım Nasıl Yapılır
Ülkemizin konumu gereğince ormanlık
kesimlerde özellikle yaz aylarında yılan sokmaları vakaları artmaktadır. Bu
durumlarda ilk yardım bilmemiz bizim ve yanımızdaki kişi için hayati önem
taşıyabilir.
“Isırılan
yerde ağrı, şişlik, morluk, hassasiyet oluşacaktır. Hareket ettirmeden yılanın
soktuğu yeri yıkamalısınız. Isırılan yerin birkaç cm yukarısına sargı
uygulanarak zehrin kana karışması önlenmektedir. Isırılan yeri 0.5 cm kadar
kesip elle sıvazlama yöntemiyle zehri akıtmanız gerekecek. Emilmesi de olabilir
ama emen kişi için tehlikeli olacağından dolayı uygulanmaması gerekir. Kişiyi
hareket ettirmeden hastaneye en kısa sürede ulaştırılması sağlanmalı. Hastanede
görevli kişilere hangi yılanın ısırdığını tarif etmeniz gerekecektir. Gerekirse
resmini çekmelisiniz ona göre tedavisi uygulanır.”
Samsun Yılanları
Gelelim Samsun’a ve Samsun
yılanlarına… Samsun civarında bulunan
bazı yılan türlerinin yok olduğu tespit edilmiş. Uzmanlara göre 5 yıl sonra
Türkiye’de “kara yılanı” ve “su yılanı” dışında belki de yılan
kalmayacak. Yine yetkililer bazı yılan türlerine yıllardır rastlamadıklarının
altını çiziyorlar.
Samsun yılanları oldukça meşhurdur.
Samsun tarihinde yaşanan mucizevi bir olayı aktarmakla başlayalım. Kaynak
kişimiz, Türkler hakkında yazdığı hâtıratıyla tanınan bir Bavyeralı. Yıldırım
Bayezid zamanında Osmanlıya esir düşer yazarın “Türkler ve Tatarlar Arasında (1394-1427)”
adlı kitabının 48 ile 51 sayfaları arasında yer alan Samsun Anıları özetle şöyledir:
“Yılanlar
ve Engerekler
Ben
Bayezid nezdinde bulunduğum süre içinde, Samsun’da heyecan verici, mucizevî,
bir olay yaşandı. Şehrin önünde o kadar çok yılan ve engerek vardı ki bunlar
kentin önündeki ovayı bir millik daire halinde adeta kuşatmışlardı. Canik
(Samsun) odunu bol, çok ormanlık bir yerdir. Yılanların bir kısmı bu ormanlık
bölgeden, diğerleri ise denizden geliyordu. Yılanlar
birbirleriyle savaşa girişmeden önce dokuz gün boyunca toplandılar. Bu hayvanların korkusundan kimse şehirden dışarı
çıkamıyordu, hâlbuki bunlar ne hayvanlara ne de insanlara bir zarar
veriyorlardı.
Bu
sebeple şehrin ve ülkenin hâkimi yılanlara dokunulmamasını emretmişti. Zira ona
göre bunlar her şeye kâdir Tanrının takdir-i ilahisi idi. Onuncu gün yılanlar birbirleriyle burun buruna
gelip sabah güneşin doğuşundan itibaren akşam güneşin batışına kadar
savaştılar. Samsun hâkimi
ve ahalisi bunu görünce, Bey kale kapılarından birini açtırıp atlı olarak küçük
bir grupla şehrin önüne çıktı ve yılanların savaşını seyretti. Su yılanlarının
ormanlardan gelenler karşısında gerilediğini gördü.
Ertesi
sabah yılanların hâlâ orada olup olmadıklarını görmek için tekrar şehrin önüne
atla gittiğinde sadece ölü
yılanlar buldu. Bunları toplattırıp saydırdı, sekiz bin tane idiler. Bir çukur kazılarak bütün yılanların içine
atılmasını ve üzerinin toprakla örtülmesini emretti.”
Sordanköy’ün
Yılanları
Mitoloji, tarih, edebiyat, coğrafya,
biyoloji… derken sözü bir türlü köyümüzdeki yılanlara getiremedik ama olsun,
bazı şeyleri öğrenmiş olduk. Ne de olsa bilmek her zaman güzeldir.
Köyümüzde Kobra, Anakonda, Engerek
gibi büyük ve tehlikeli yılanlara rastlayamıyoruz. Bizdeki yılanlar da aynı
bizim gibi “gariban ve fakir”
yılanlardır. Çevrelerine saygılıdırlar; İnsanlardan uzak köşelerde yaşarlar,
kimseye zararları dokunmaz. Şimdiye kadar hiç birisinin bir insanımıza zarar
verdiği ne görülmüş ne de duyulmuştur. Ekin tarlalarında “Bozyürük”, su kenarlarında “Altunbaş”,
bağ ve bahçelerde “Köryılan”, orman
içlerinde “Karayılan” ve su içlerinde
de “Suyılan”ları tanıdık bildik
yılanlarımızdır.
Yılanla karşılaşma noktalarımız
ağırlıklı olarak dere, çay ve göl kenarları olmakla birlikte en yoğun
karşılaştığımız mevsim buğday hasadının yapıldığı temmuz aylarıdır. Gerek “orak biçmeleri”nde ve gerekse “bağ bağlama” ve “cuğul toplama”larında ve de “yığın”
gibi tarla işleri zaman zaman yılanla karşılaştığımız hatta “kucaklaştığımız” yerlerdir. Çünkü bu
alanlar bu mevsimde tabiri caizse “kurdun
kuşun” rızk derdine düştüğü alanlar olup ister istemez bir “herc-ü merc” yaşanmaktadır; Buğdayı biçerken, bağların altında, cuğulların
arasında hatta yapılmış yığının
tepesinde…
Pek çoğumuzun köy hayatında iç içe
olduğumuz bu hayvanların üreme şekilleri hakkında bilgisi yoktur. Çünkü bu
hayvanlar gözden uzak köşelerde yaşamaktadırlar. Türlerine göre değişse de ve
hayvanat bahçelerinde bakılan Anakonda gibi yılanların 30 yıl yaşadığı görülse
de, bir yılanın ortalama ömrü 7 ile 15 yıl arasındadır. Yılanlar memesiz
hayvanlar olup, çiftleştikten sonra, 2 ay içerisinde yumurtlar. Bir yılan 5 ile
50 adet arasında yumurta yapabilir. Bazıları yumurtalarını ana karnında taşır
ve doğum zamanı gelince canlı olarak doğurur. Yumurtlayacak yılan yumurtalarını
bırakabilmek için güvenli bir yer olarak ağaç kovuğu ya da toprağı seçer. Bazı
türler kuluçkaya yatarken, çoğu yılan yumurtladığı yere bir daha dönmez. Burası
çok önemli, doğdukları andan itibaren
yılanlar anasız babasız, tek başlarına hayat mücadelesi vermektedirler.
Yılan Yuvası
Ben ömrümde ilk ve son kez bir yılan
yuvasını Eskiköy mevkiinde görmüştüm. Eskiköy çayını geçip Kabaalmaya giderken
ilk düzlükte, çay kenarında, büyük bir ağacın altında çalılık içinde ot ve
yapraklar kımıl kımıl ediyordu. Yaklaşıp dikkatlice baktığımda sayısını
çıkaramadığım çoklukta 20 – 30 cm. uzunluklarında yılan yavruları sarmaş –
dolaş kaynaşıyorlardı. Onların yılan yavrusu olduklarını fark edince “aha şimdi ana-baba ve akraba-i taallukatı”
bana saldırır korkusuyla hızla orayı terk etmiştim. Tabi daha sonraları tek tek
bu yılanlarla gerek yavru ve gerekse yetişkin olarak çok karşılaştım.
Yılan Sokar mı Isırır mı?
Aslında yılan ısırır. Sadece üst çenede
iki dişi olduğu ve bu iki dişi de dişten sayılmadığı için hep “yılan sokma”sından bahsedilir.
Doğrudur. Yılan sokar. Ama neyi; tabiki dilini değil, dişlerini… Isırmak fiili,
iki taraflı dişlerle olur. Oysa yılan tek taraflı olan dişlerini batırır ve çıkarır.
Herhangi bir şey kopartmaz. Buna biz “sokmak”
deriz. Çevresini diliyle koklayıp, duyduğu için sürekli dilini çıkarmasından
olsa gerek, biz de çocuk aklımızla yılanın insanları “diliyle soktuğu”na inanırdık. Bu durum deyimlerimize bile
girmiştir; sözleriyle insanları rahatsız edenlere “yılan gibi dili var”, “yılan
dilli” ve “diliyle yılan gibi
sokuyor” deriz. Bu inançla bir keresinde Kömürlükte mal güderken
yakaladığım bir yavru yılanın dilini “kopartmış”
kaş bir yerde toprağı oyup ona küçük bir yuva yapmış, yanına suyla birlikte
sinek, börtü böcek ve ekmek kırıntılarından oluşan yiyecekler koymuştum. Ertesi
gün gidip baktığımda yavru yılanın yerinde yeller esiyordu tabi. Kim bilir
hangi canlıya yem oldu yavrucak bilinmez.
Yılanlar Ne Yer, Ne İçer?
Her şeyden evvel şunu diyeyim ki
yılanın en sevdiği yiyecek süt ve yumurtadır. Bilirsiniz, yumurtayı bütün
haliyle kırmadan yutar, gırtlağıyla onu kırar, içini yutar kabukları tekrar
ağzından dışarı atar. Yumurta bulma konusunda pek sıkıntı çekeceğini
zannetmiyorum. Yumurta deyince bizim aklımıza sadece tavuk yumurtası geliyor
ama doğada memesiz olup da yumurtlayan o kadar çok canlı var ki say say bitmez.
Yumurta işi tamam da sütü nerede bulur ve nasıl içer bilemiyorum doğrusu…
Kimileri, koyun ya da ineğin memesinden emdiğini söylerler.
Sadece etçil olarak beslenen yılanlar,
avlarını vücut ısılarına, kokusuna ve hareketine göre tespit ederek yakalarlar.
Avına sarılıp onu boğarak öldürüp yiyen yılanlar olduğu gibi, avlarını canlı
olarak yutan yılanlar ve avını önce zehirleyip, sonra yutan yılanlar olmak
üzere üç çeşit yılan grubu vardır. Tabi yılan, kendi zehriyle zehirlenmiyor.
Yılanlar yaşadıkları ortama göre beslenirler. Suda yaşayan yılanlar; balık,
balık yumurtası ve diğer su canlılarını yiyerek beslenirler. Karada yaşayan
yılanlar da fare, tavşan, kertenkele, kurbağa, kuş, kuş yumurtası gibi
canlıları yerler. Hatta bazen kendi cinsini de yiyen “yamyam” yılanlar görülmüştür.
Atasözlerimizde Yılan
Türk kültüründe yılanlar hakkında
birçok atasözü vardır. Bunlardan köyümüzde sıklıkla kullanılanları şunlardır.
Yılanın
başı küçükken ezilmeli:
Büyük zararlara yol açabilecek tehlikeleri önceden
sezip gerekli önlemleri almalı, söz konusu tehlikeyi ortadan kaldırmaya
çalışmalıyız.
Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın:
Birçok kimse, kendilerine kötülüğü dokunmayan kişilere
ilişmek istemez.
Yılandan
dost, ayıdan post olmaz:
Ayının
postu bir işe yaramadığı gibi yılanın dostluğuna da güvenilmez. Kuyruğuna basıldığında
ya da aç kaldığında yılanlığını yapar, dost düşman demez sokar.
Su
içerken yılana bile dokunulmaz:
Yemek, içmek ve uyumak insanların en masum ve
ortak gereksinimleridir. İnsan bu ihtiyaçlarını giderirken - kim olursa olsun -
masumdur. Bundan dolayı su içen kimseye düşmanımız bile olsa dokunmamalıyız. (Köyümüzde bu atasözü maalesef yanlış
olarak “Su içene yılan bile dokunmaz”
şeklinde kullanılmaktadır.)
Acı
söz insanı dinden, tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır:
Gönül alıcı, okşayıcı sözlerle karşımızdakinin
inadı yenilebilir.
Denize
düşen yılana sarılır:
Güç bir duruma düşenlerin bundan kurtulmak için
her türlü çareye başvurmaları olağandır.
Deyimlerimizde Yılan
Arabozucu, dedikoducu ve sert dilli
olup, diliyle insanları canından bezdirenlere “Yılan dilli” ya da “Yılan
gibi sokar” deyimi kullanılır. Önceden güvendiğimiz birisi bir gün bize
zarar verdiğinde de “koynumda yılan
beslemişim” deriz. Geçmişte yaşadığı kötü bir olayın kinini unutmayan ve
her an kötülük yapabileceğine inanılan kişilere de “kuyruk acısı var” vurgusu yapılır. Yalan söylemekten kaçınmanın
önemini ifade etmek için “Yılandan
korkmam, yalandan korktuğum kadar” deriz. Ağzı açık ve horlayarak
uyuyanlara “ağzını kapat yılan kaçar”
denir. Sevimsiz ve soğuk insanlara “yılan
gibi” derken, uzayıp giden ve bir sonuca bağlanamayan sorunlar için “yılan hikâyesi” deyimini kullanıyoruz.
Birinin, birisinin yanına haber vermeden gizlice ve sessizce girmesi ya da
yaklaşmasına da “yılan gibi sokulmak”
deyimini kullanırız.
Tüm bu deyimlerde yılan hep “kötücül” olarak tanımlanmaktadır. Oysa
bu hususlarda yılanın bir suçu yoktur. O vücut yapısı gereği hareket esnasında
ne “görüntü” olarak ne de “ses” olarak işlevsizdir. Yani hareket
ederken gürültü patırtı gibi ses çıkaramadığı gibi boyuna değil de uzunlamasına
bir vücut yapısına sahip olduğu için insanlar tarafında görülememekte ve “sinsice” hareket ettiği vehmi
doğmaktadır.
Bilmecelerde Yılan
- Yer altında yağlı kayış? (Yılan)
(Buradaki kayış, araba ve sabanı öküzlerin
boyunduruğuna bağlamak için kullanılan kayış olup, bu kayış çürümesin diye
zaman zaman inek yağıyla (tereyağı) bir güzel yağlanır; bu haliyle tıpkı bir
yılana benzerdi.)
- Kuyunun içinde yılan. (Fitil)
- Yılanın ağzında mercan. (Işık)
(Eskiden köylerimizde idare ve gaz lambaları
kullanılırdı. İdareler tenekeden, lambalar ise orta aksamı hariç camdan olurdu.
Yani gaz konulan kısım ile alev koruyucu kısmı… İşte bu gaz konulan kısım kuyu,
içindeki fitil de yılan olarak betimlenir, fitilin yanan alevli kısmı da
yılanın ağzındaki parıldayan mercandır.)
- Bel üstünde kara yılan. (Kuşak, Kemer)
- Ağzında yılan, içinde duman. (Sigaralık, Pipo)
- Bir kayada iki yılan. (Gözümüzün
üstündeki Kaşlar)
- Uzundur, ip değil; ısırır, köpek
değil (Yılan)
Beddualarda Yılan….
- Yılan gibi sürüm sürüm sürünesin.
- Dilini yılan soksun. (Bir başka
söyleyişte eşşek arısıdır.)
- Mezarına yılanlar, çıyanlar
doluşsun.
Batıl
İnançlarda Yılan…
- Yılan öldürülüp çalı ya da ağaç
dalına asılırsa yağmur yağacağına inanılır.
- Yılanın ayaklarını gören cennete
girer.
- Evde ıslık çalarsan eve yılan girer.
Rüyada Yılan Görmek.
Rüyada yılan görmek; hilekâr düşmanla
tabir olunur.
Yılanı öldürdüğünü görmek; düşmana
üstün gelir,
Yılanın kendisine güzel söz
söylediğini gören; düşmanla barışır, hayr ve mala erer,
Ayaklı yılan görmek; düşmanın
kuvvetine işarettir,
Etrafında toplanmış yılanlar görmek;
akrabalarının kendisine düşman olduğuna,
Pençeli ve boynuzlu yılan görmek;
büyük bir düşmana işaret,
Yılandan korkmadığını gören;
kederlenir,
Yılandan korktuğunu gören; düşman
şerrinden emin olur.
NOT: Bu yazının ön çalışmasını yaparken ben de
rüyamda 30-40 metre boyunda iri bir yılan gördüm. Evin avlusundaki yuvasından
bizim eve aynı yoldan sürekli gidip geliyormuş. Hatta gidiş geliş yolu
neredeyse bir karış derinliğe kadar oyulmuş. Bir gün bu giderken elimde bir “girebi”(Burunlu küçük balta) ile düştüm
peşine… Vuruyorum kuyruğundan bir parça kopuyor. Bir daha vuruyorum bir parça
daha kopuyor… Ama yılan oyuk yolundan çıkamadığı için geri dönemiyor ve ben de
bundan cesaret alarak yılanın üstüne üstene gidiyorum. Hatta ortasından kesmek
için aşağılara kuyunun yanına kadar indim bir vurdum yaralandı, kesemedim.
Sonunda yılanın sabrı taştı. Hikmet dayının avlusunun alt tarafındaki büyük
çınarın oradan başını bir kaldırdı. Yaşlı ve kart sesli bir adam gibi “lan sesimizi çıkartmıyoruz diye üstüme
üstüme geliyorsun.” Deyip toplu
tabancasını çıkarıp bana ateş etmeye başlamaz mı!... Bayıra yukarı korkuyla
dört elli kaçmaya başladım. Arkama dönüp baktığımda her ateş edişinde
tabancasında çıkan “yeşil renkli”
alevleri görüyordum. “Bu yılan artık beni buralarda yaşatmaz” deyip köyü terk ettim.
(Hayırdır inşallah.)
Yılanlarla Baş Başa
Yılanın halk arasında soğuk bir
yaratık olarak görülmesi onun zehirli olmasıyla birlikte, ölümü ve yeraltını
çağrıştıran bir varlık olmasından da kaynaklanmaktadır. Yılanlar soğukkanlı
hayvanlardır derken, “soğukkanlı”
tanımını doğru anlamak gerekiyor. Soğukkanlı; bilimsel açıdan "Kendi vücut ısısı sabit olmayıp ortama göre
belirlenen" demektir. Yılanların sıcakta serin, soğukta sıcak yerleri
tercih etmeleri de bundandır.
Yılanı “ürkütücü” kılan bir diğer özelliği de “ısırma”, “boğma” ve “çarpma” gibi aynı anda birçok savunma
sisteminin olmasıdır. Uzun ve kıvrak oluşu insan gözüyle takip etmeyi
zorlaştırmakta, biz başına bakarken o kuyruğuyla bizi boğmaya ya da biz
kuyruğuna bakarken o baş tarafıyla bizi sokmaya kalkabilir. Bir başka ifade ile
“hızlı hareket” edebilme kabiliyeti,
bizi, her an ne tarafa hareket edeceği konusunda tereddütte bırakmakta; bu
nedenle bir yılan gördüğümüzde “donup” kalmaktayız.
Çözüldüğümüzde de hemen topuklamaktayız!... Tabi yılan bizden önce “topukları yağlamaktadır.” Bazen
erkekliğimiz tutar, kaçan yılanı kovalar, yakalar ve öldürürüz.
Yılanlar aslında oldukça basit
düşünen, kendi halinde sakin hayvanlardır. Beyinleri beslenmek, çiftleşmek ve
düşmanlardan korunmak haricinde başka hiç bir işlev görmez. Bu yüzden de tehdit veya tahrik edilmedikleri sürece
insanlara bulaşmamayı tercih ederler. İnsanla karşılaşan bir yılan, insanın
yılandan korktuğundan çok fazla korku hisseder. Hemen şu notu da düşelim ki; Eğer
olur da bir yılanla karşılaşırsanız fazla panik yapmamaya çalışın. Hatta sakin
kalın. Yılan sizi fark edecek ve korkacak, saldırmayı ise aklından bile
geçirmeyecektir. Ayaklarınızı yere kuvvetli bir şekilde vurarak yürümeye devam
edin. Yılan titreşimleri hissedecek ve sizden iyice uzak durmaya çalışacaktır.
Civarımızda Yılan Olup Olmadığı Nasıl Anlaşılır.
Yılanların yaşam alanları dereler,
çaylar, çalı dipleri, ormanlık taşlık alanlar, su kaynakları civarı, farelerin
bol olduğu buğday tarlaları gibi beslenebilecekleri yerlerdir. Gerek ormanlık
alanlarda, gerek dere ve çay kenarlarında ve gerekse ekili tarlalarda olsun
buralarda dolaşırken ya da geçiş yaparken gözümüzü dört açar, kulaklarımızla
çevremize dikkat kesiliriz. Gözümüzle yılanı görmeye, kulağımızla çıkardığı
sesi duymaya çalışır, civarda yılan olup olmadığını anlamak için pür dikkat
kesilirdik. Yılanın çıkarttığı söylenen “tısss”
sesini ben hiç duymadım ama ıssız yerlerde yılan olup olmadığı konusunda
yılanın yaydığı kokudan çıkarımlar yaptığım da olmuştur. Gerçekten yılanlar çok
kötü kokmaktadır. Canlı bir yılanın kokusu “leş” gibidir. (Her ne kadar közde pişirildiğinde “kuzu pirzola” gibi koksa da… )
Çevremizde yılan olup olmadığını anlamanın bir başka yolu da yakaladığı avının
çıkardığı seslerdir. Özellikle çaylarda yakaladığı kurbağaları ağır ağır vakumlayarak
yutmaya çalışırken kurbağalar “gıııyk
gıııyk” diye sürekli yardım çığlığı atmaktadırlar. İşte bu sesin geldiği
tarafa gittiğimizde yılanı yakalayıp, kurbağayı kurtardığımız da olmuştur.
Bazen yılanlar koca kurbağa ya da kertenkeleyi hatta fareyi canlı canlı
yuttuklarında, daha yeni yuttuysa kaçmakta zorlanmakta ve kolaylıkla yakayı ele
vermektedirler. İşte yılanı öldürüp karnını yardığımızda uyuşuk da olsa kaç
kere kurbağa ve kertenkelelerin yürüyüp gittiklerini görmüşüzdür.
Yılan İnsanın Üstüne Atlar mı?
Çocukluğumuzda aramızda hep konuşurduk
arkadaşlarla. “Ok yılanları” olurmuş
da, ağaca çıkarmış da, biri oradan geçerken üzerine ok gibi fırlarlarmış da,
insanı sokarlarmış da... Mış mış da mış mış. Biri bir yalan uydurur bini inanır
hesabı ormanlık yerlerde, ağaç altından geçerken hep bu korkuyu yaşardım. İşte
günlerin birinde ağaçtan atlayan bir yılanı görünce anladım ki ok yılanı masalı
buymuş demek. Hayvan daha iyi güneşlenmek için orman içinde böyle yüksek
yerlere çıkar güneşlenir. Çıkarken ağacın gövdesine sarılarak çıkmış olsa da
tehlike anında yapacağı tek şey can havliyle kendini yere bırakmaktır.
Yaz bitmiş, mevsim artık Sonbahardı… Hava
açık, güneş var ama ısıtmıyor artık. Derler ya “Ağustosun on beşi yaz, on beşi kıştır.” İşte öyle serin günlerden
biriydi. Gemirlik mevkilerinde malları güdüyordum. Ürfetin Sefer Koşar
tarafından kendileri ailecek Almanya’ya çalışmaya gittikleri için Hasbi Şahin’e
emanet edilen ve adı “Hasbinin Dağı”
olarak kalan ormanlık alana Gemirlik yönünden yaklaşırken ben diyeyim iki
metre, siz deyin üç metre boyunda el bileği kalınlığında bir yılan, gürgen ağacına
çıkmış dala bir güzel yazılıp kurulmuş güneşleniyorken beni görünce korkudan
kendini yere atışını izlemiştim uzaktan. Bindiği ve düşerken temas ettiği diğer
dalların öyle bir savruluşu vardı ki görüntü ve seslerinden orada dehşete
kapılmamak elde değildi. Bana saldırıyor korkusuyla oradan nasıl uzaklaştığımı
hatırlamıyorum.
Yılanla Burun Buruna Gelmek
Bir zamanlar dini eğitim almak için Gelemet’e
gidip geliyordum. Gelemet camisinin imamı meşhur Vezirköprülü Sefer KOÇ hocamız, nam-ı diğer Karasakal. Avlumuz çalı dikenleriyle çevriliydi. Ancak, dibinde
köşe bir yerde mandıra kapısına benzeyen “dizeme”
vardı. Gelemet’ten köyümüze, köyümüzden Gelemet’e gelip gidenler olurdu ve
onlar rahat geçebilsin diye hazırlanmıştı. Bu dizeme cereklerinin çakıldığı
çınar ağacı yüksekçe bir yerinden tomurularak kesilmişti. Yani ağacın kalan
kısmının üzeri dümdüz, tepsi gibiydi. Sonbaharın son güneşinden yararlanmaya
çalışan bir Altunbaş yılan bu alana kafası ortada, spiral şeklinde kıvrılmış
güneşleniyorken ben alttan onu görmeden elimi ağacın yüzeyine atarak dizemeye
bir tırmandım ve yılanla göz göze geldim. Aramızda bir karış değil üç - dört
parmaklık bir mesafe vardı. Oraya çıkmamla birlikte o da kafasını benimle
birlikte havaya doğru kaldırırken ben kendimi yere attım, önce yuvarlanarak,
sonra toparlanıp koşarak soluğu “köklük”
te almıştım.
Kömürlük Çayında bir Yılan
Bahar geldiğinde köyde araziler ekim
dikim nedeniyle hayvanların yayılmasına (otlamasına) kapatılır; biz de sabahleyin
erkenden mallarımızı alır köyün ormanlarına götürür, orada gün boyu otlatır,
akşam eve getirirdik. O günlerde “Dağlarda
mal gütmek” köydeyken bizler için çok önemliydi. Burada çobanlar arasında
ayrı bir dünya kurulur, bir iki aylık o dönem içinde çok şeyler yaşanırdı;
kimimiz Kömürlük’te, kimilerimiz Eskiköy’de… Daha çok Yukarköylüler Kömürlük,
karşı köylüler ise Eskiköy dağlarındaydı. Benim içinde bulunduğum grup Kömürlük
Dağlarındaydı. Tabi köyde her aile değil de hayvan sayısı çok olan ve onları
otlatacak yeri olmayan aile çocukları dağa mal gütmeye giderdi. Herkes kendi
akranlarıyla birlikte olurdu. Zaman zaman bireyler değişse de kimler yoktu ki
bu çoban grubumuz arasında; Necmi Şen, Nihat Ustaoğlu, Turgut - Şahin Yılmaz
kardeşler, Yılmaz – Fikret (Akman) kardeşler, Şaban – Hamit Kardeşler, İrfan
Şahin, Osman Koşar… O zamanlar oralarda yaşananlar ayrı bir konu elbet; kelik
yapmak, kamp kurmak…
Dağda mal gütme mevsiminin sonlarına
doğru havalar biraz daha ısındığında artık günlerimiz çaylarda balık tutma ve
yüzmekle geçmektedir. İşte böyle bir günün birinde hep birlikte “Koca Göle” yüzmeye gidiyorduk. Çayın
bazı kısımlarında ilerlerken küçük gölcüklerden dolayı oldukça dar yerlerden
zar zor geçişler yapardık. Hatip’in değirmeninin aşağılarında bir yerde suya
düşmemek için elimi attığım kayalık sert değil yumuşak ve hareketliydi. Bir
bakarım ki kayalığın o hafif düzlüğünde kıvrılıp güneşlenen koca bir yılan…
Suya düşmemek için didinen ben kendimi yılandan önce suya atıp karşıya geçtim.
Ardımdan baktım ki yılan da yuvarlanıp peşimden atlamış suya. Yılanla ben,
ikimiz can havliyle kaçarken arkadaşlar çoktan ellerine geçirdikleri sopa ve
taşlarla yılanı oracıkta öldürmüşlerdi.
Kömürlük Dağında Bir Yılan
Ormanda mal güderken zaman zaman
onların birini ya da hepsini kaybettiğimiz anlar olurdu. Çok huysuz oldukları
için bazı hayvanların boynuna “çan”
ya da “zil” takılırdı. Bunları
bulmak işten bile değildi ancak çansız ve zilsiz olanlarının kaybolduğunda vay
halimize idi.
O gün ormanda tek başımaydım. Köy
yönünde ormanın derinliklerine doğru iyice ilerlemiş, Devret’e yaklaşmıştım.
Devret yılanlarımız da meşhurdur hani… İneklerin ayak sesleri ya da ağaç dallarına
sürtünme seslerini dinleyerek ilerliyordum. Otuz kırk metre yukarıdan kuru
yapraklar arasından bir hışırtı duydum. O yöne doğru eğilip baktığımda bir
yılanın üzerime doğru kavisler çizerek, son sürat geldiğini gördüm. Bir ara
yılanı kontrolden çıkıp yuvarlandığını, zaman zaman karnının altındaki beyaz
kısımların görülecek şekilde yukarı döndüğünü görüyordum. Tabi bu ıssız yerde
benim yapacağım tek şey arkama bakmadan oradan uzaklara, çoook uzaklara kaçmaktı.
Yılan Islık Sesine Gelir mi?
O sıralar Karanlıkdere’den Cemalın İrfan
(Şahin) ile ikimiz birlikte çobanlık yapıyoruz Kömürlük dağında. Öğle sıcağında
orman içindeki bir yol kenarında bulduğumuz bir gölgeliğe uzanmış dinleniyoruz.
Zaman zaman ıslıkla zaman zaman da sözlü olarak türkü ilahi ne biliyorsak bazen
solo bazen de koro halinde çalıp söylüyorduk. Bize de hep söylerlerdi “ıslık çalma, yılan gelir” diye de biz hiç
oralı olmazdık. İşte burada başımıza gelmesin mi?!..
Öğle yemeklerimizi yemiş, ayranlarımızı
içmiş (çıkınımızda genellikle soğan,
ekmek ve bir şişe ayran olurdu), serin çayırlara yan yana uzanmış, ıslık
çalıp türkü söylerken bir ara İrfan doğrulduğunda benim ayakucumdaki yılanı
görünce çığlıkla birlikte beni dürttü ancak yılan benden önce davranıp
kaçtığından ben onu görememiştim. “Ya uyuyor olsaydık!... Aman Allah’ım
düşünmesi bile korkunç; ağzımıza girecek, karnımıza yerleşecek ve biz
koynumuzda değil karnımızda bir yılan besleyecektik. İrfan beni teselli
ediyordu benim bu felaket tellallığım karşısında; “Korkma Çetin! Sen yine böyle
yatarsın. Senin ağzının yanına bir çanak süt koyarız. Sütün kokusunu duyan
yılan ağzından çıkıp sütü içmeye başlayınca biz onu öldürürüz o zaman…” Ben, “İyide
aga Yılan tam çıkmaz, sadece başını uzatıp sütü içerse ne yapacağız.” İrfan, “O
da iş mi? Sen onun kafasını ısırırsın.” Ben, “Ya kafası kopar ve gerisi gerisin
geriye içime tekrar kaçarsa. Tövbe, tövbee… İrfan abi sen kimden yanasın? Benden
mi yılandan mı?” Gülüşme sesleri geliyor, kaçalım…
Dört Ayaklı Bir Yılan
Aha dedim işte bana cennetin yolları
göründü. Hani derler ya “yılanın
ayaklarını gören cennete girer.” diye. Kömürlük çayındaydım. Hatip’in değirmeninin
karşısında ormana çıkan patika yolun kenarında çalılığın içinde bir buçuk metre
boyunda bir karayılan upuzun, ip gibi dümdüz duruyor. Baş kısmında tam dört
tane ayağı var!... Aramızdaki mesafe bir metre ya var ya yok. Ben ona
bakıyorum, o da bana bakıyor. Ne ben kaçıyorum ne de o… Kımıldamayınca acaba
ölü mü dedim ama gözleri pörtlek pörtlekti. Önce inanamadım. İşte ilahi bir
varlık!... Bana yakalanınca donup kaldı. Ne yapacağını bilemiyor diye düşündüm.
Çalılığa doğru biraz daha sokuldum ve
eğilerek daha yakından keşfetmeye çalıştım. Baş kısmı gövdesine göre biraz daha
farklı yapıdaydı. Başı da yılanbaşına pek benzemiyordu. Dur! dedim kendi
kendime ve bir dal parçası alıp yılanı orta yere çıkarıp öyle inceleyeyim
dedim. Dalı çalılığa soktum, tam yılanı kavrayacakken bir de ne göreyim.
Karayılan siyah bir “göden kurbağası”nı
kuyruk sokumundan yakalayıp ısırmış ve o ısırış şekliyle iyice açılan yılanın
baş kısmı kurbağanın vücuduyla kamufle olmamış mı? Görünen şey aslında ayaklı
yılan değil, kurbağa ve yılanın birleşmesinden ortaya çıkmış bir “yılanlı kurbağa” imiş. En az beş dakika
süreyle izlemeye çalıştığım yılan son müdahalemle hayvanı bırakıp kaçmasıyla,
bu defa kurbağa can havliyle üzerime doğru sıçramış ve yılan da benden önce ormanın
içlerine doğru kaçıp gitmişti.
Bent Her Türlü Yılanlarla Doluydu.
Değirmen yanı mevkiindeyiz. Akarsuyun
geçtiği dere ve çaylar her türlü canlıların ortak yaşam alanlarıydı. Çay
kenarlarına kurulan bahçeler ve bu bahçeleri sulamak için kurulan bentler
(küçük baraj) ve bu suyun çevresinde toplaşan canlılar… Biz insanlar, balıklar,
kurbağalar, kertenkeleler ve yılanlar. Hikmet Ustaoğlu ve İlaz Osmangiller bahçelerinin
üst tarafına her yaz geldiğinde bent yaparlardı. Çayın suyunu orada tutarak
bahçelerine akıtırlardı. Bu bent yaz günlerinde, bizler için çok güzel bir
yüzme yeriydi. Köylü çocuklar olarak ilk yüzme kurslarını buralarda görür;
yüzmeyi öğrenir, daha sonra büyük göllere dalardık. Bu bentlerin bir özelliği
uç tarafları sığ, örülen duvar kısmına yaklaştıkça derinleşiyor olmasıydı.
Yüzme bilmeyenler ilk provalarını sığ yerlerde yaparlarken, usta yüzücüler
derin yerlerde yüzer, hatta ağaç ya da kaşları tramplen olarak kullanıp suya
öyle dalış yaparlardı. Hatta kimimiz sırtımıza büyükçe bir taş koyup suya
dalar, suyun dibinde dört elle yürüyerek bendin bir uçundan öbür ucuna kadar su
kaplumbağası gibi derinden giderdik. Buraya kadar her şey güzel; Yüzüyoruz
eğleniyoruz. Peki ya yılanlar…
Burasının insanlardan çok hayvanların
faunası, yaşam alanı olduğu bizce malum olduğu için zaman zaman bu bente
(baraja) sessizce yaklaşır, içindeki yılanların oynaşmalarını ve kavgalarını
gizlice seyrederdik. Her türden, her renkten irili ufaklı yılanlar olurdu; kara
yılan, sarı yılan, gri yılan, Altunbaş yılan… Kurbağa, balık, kertenkele ve kuş
yuvalarının hiç eksik olmadığı bu yerlerde yılanlar hep iç içe yaşarlardı.
Öğle sıcağı bastırıp, serinlemek için
içilen soğuk suların ve ağaç altlarının gölgeleri yetersiz kalınca ferahlanmak
için tek çare çaylarda yüzmekti. İşte böylesine zor zamanlarımızda koskoca
bent’i bu yılanlara mı bırakacaktık. Tabi ki hayır!... Yüzmek istediğimiz zaman
gürültü ve patırtı çıkararak bente yaklaşır, önce, kıyısına köşesine birkaç taş
toprak atar yılanları kaçırır ardından kendimizi serin sulara bırakırdık.
Bizler, sürekli bağırıp çağırarak, gümbürtü ve şamata ile bentte yüzerken
zavallı hayvancıklar yuvalarından dışarı adımlarını atmazdı. Taki biz yüzüp
yüzüp çıkar, tarlalara uzanır güneşlenir tekrar tekrar yüzüp artık öğle sıcağı
yerini ikindi serinliğine bıraktığında ancak bendi terk eder sıra o zaman
yılanlara gelirdi. Şimdiki aklım olsa “yılanlı gölde yüzer miydim?” Asla.
Ayağıma Yılan Dolaştı.
Yaz günlerinde, evden uzak yerlerdeki
tarlalara çalışmaya giderken yiyecekle birlikte yanımıza su kabı alır ve günün
belli vakitlerinde içme suyu kaynaklarına gider, su getirir, soğuk soğuk
içerdik. Yer yine değirmen yanı. Ailecek çay kenarındaki bahçemizde çalışıyorduk.
Bizim bahçe ile Hakkı (Koşar) emmimgilin bahçeleri bitişikti. Züver (Koşar)
emmimgilin Karagöl denen yerinde de içme suyu kaynağı vardı. Yine böyle bir
günde Hakkı (Haggicüg) emmimgilin bahçesinden geçip suya gidiyordum. Geçiş güzergâhında
patates ekili idi. Patateslerin yaprakları da o kadar uzamıştı ki geçeceğim
patika yolu bile kapatmıştı. Ben de bu yaprakları ezmemek için ayaklarımı fazla
kaldırmadan sürüyerek ilerlerken, önce ayağıma dal parçası takıldı zannettim
ama yumuşaklığı ve sıyrılışıyla bir bakarım ki yılan iki ayağıma da dolaşmasın
mı!... Elimdeki su ibriği bir tarafa, ben bir tarafa ve yılan bir tarafa
kaçıştık. Tabi hiç kimse arkasına dönüp bakmıyordu.
Çayda Balık Yerine Yılan Yakalamak.
Ekinler biçilmiş, harmanlar sürülmüş,
buğdaylar “hambara”, saplar
samanlığa doldurulmuş… Yaz sıcaklarının tesiriyle çaylardaki sular azalmış.
Buna mukabil, çaylardaki balıklar da epeyi büyümüş olurlardı. Balık tutma
yöntemlerimiz konusu başlı başına ayrı bir konu ama yılanlarla muhatap olduğumuz
kısmıyla ilgili olarak ucundan azıcık değinmekte yarar. Oltayla ve süzgeçle
balık tutmanın zevkine değecek yok. Ancak, el ile balık tutmanın tek zorluğu
var ki o da günlük konuşma dilimizde sıklıkla kullanılan “elini taşın altına koyma” deyimi var ki işin en zor, korkutucu ve ürkütücü
yanı burasıdır. Diğer tüm canlılar gibi geldiğimizi gören balıklar da saklanmak
için soluğu gölün derinliklerinde ya da kaya oyukları ve taş altlarında
alırlar. İşte el ile balık yakalarken, altında ne olduğunu bilmediğimiz ancak balık
olduğunu umduğumuz bu su içindeki taşların altına iki elimizi birlikte yavaşça
sokar, başka kaçacak yeri olmayan balığı orada kıstırır elimize yakalardık.
İşte bizim içini göremediğimiz ama hep “balık
olduğunu umduğumuz” bu taşın altına elimizi soktuğumuzda bahtımıza yengeç
ve yılan da çıkabilmekte idi. Bunun için elimize eldiven da takamıyorduk. Çünkü
görmeden elimizi soktuğumuz taşın altında balık olup olmadığı ancak çıplak elle
anlaşılabilmekteydi.
Çayda balık tutmanın bir başka yolu daha
vardı ki bunu Hasbinin Ali (Alison) ile birlikte birkaç defa yapmıştık. Gün
ışığında balık avına çıkınca balıklar bizi görüyor ve kuytulara kaçıyordu. Biz
de onları gece avlamaya başlamıştık. Elimizde piknik tüpünden imal edilmiş bir
“löküz” ile akşam namazından sonra
Cilim mevkiine inip, Sarı Ahmetin değirmeninin oradan çaya girer, Gelemet
Caminin oraya kadar balık tuta tuta geldiğimizde vakit gece yarısını çoktan
geçmiş olurdu. Lüks ışığını gören su canlıları olduğu yerde kala kalırlar hiç
kımıldamazlardı. Bizim yapmamız gereken tek şey elimizdeki zıpkını (yemek
çatalı) ava saplamaktı. (Uçucu hayvanlarda böyledir; Ördek, bıldırcın, çulluk
vb. gece ışığı görünce kaçamazlar.) İşte bu zıpkını yiyenler her zaman balıklar
olmaz, genellikle akarlarda yaptığımız avlanmalarda balık zannettiğimiz
hareketli canlıların bazıları, uzunluğu bir – iki karışı geçmeyen su yılanları
da olurdu.
Yılan Eve Girer mi?
Tabi girer. Eski zamanlarda her evde
bir kedi bir köpek ve kümes hayvanları olurdu. Yılan karşısında kedi, köpeğe
göre daha ürkek olsa da yılanı asıl tedirgin eden evcil hayvanın kedi olduğu
söylenir. Bir başka ifade ile “tıslama”
konusunda kedi yılana göre daha baskındır. Hani tehlike anında hayvanlar “tısss” diye ses çıkarır ya… Kedi fareleri
yakalayıp yediği gibi küçük yılanları da yer. Kedinin olduğu yerde fare
olmadığı için yılanlar buralardan uzaklaşır. (Anti parantez: Yılan fareleri yer
ama kış uykusuna yattıkları zamanda da fareler yılanları yer.)
Eve yaklaşan bir yılan olduğunda da
köpekler sezgileri sayesinde bu tehlikeye karşı önceden harekete geçmektedirler.
Çoğu kere, bir çalılık kenarında sürekli havlayan, hırlayan bir köpek
görmüşüzdür. İşte orada bir yılan, kertenkele, fare ya da bir kaplumbağa ve ya
göden kurbağası olabilmektedir. Tavuklar da köpekler gibidir. Bir yılan
gördüler mi hemen gıdaklayarak yılanın çevresinde dönmeye başlarlar. O yılan
göz kestirdikleri bir yavru ise onu “dide
dide” öldürüp yemektedirler.
Ne zaman ki modernleştik; köye
elektrik geldi, gece gündüz her taraf ışıklandırıldı; evlerimiz betonarme oldu
artık fare için kedi ve hırsızlık için köpek beslemez olduk; deterjanlı atık
sulardan ne zamanki tavuklara “kıran”
geldi hatta “kuş gribi” yüzünden
tavuk “edinmekten” bile vazgeçtik,
yılanlar evimizin kapısını çalmaya başladılar. Ev içinde rastlamadım ama
merdiven başında ve kapı ağzında “bassak”da
karşı karşıya geldiğim olmuştu.
Yılan Derisi Çok Pahalıymış
Duyardık yılan derisi çoook pahalıymış
diye. Lâkin bu kadar pahalı olan bir şeyi, cesaret edip de kim toplar. Alacak
parayı nerede bulacak. Bu yüzden olsa gerek hayatta hiç yılan alıcısına rast
gelmediğimiz için salyangöz (cagala) gibi yılan toplayıp satamadık. Ancak;
topladığı yılanları naylon bir torbaya doldurup Alaçam’a satmaya getiren bir
adam şehrin göbeğinde bu yılanları elinden kaçırdığını ve hayvancağızların
şehirdeki dükkan ve evlere girdiğini hatta duvarlara tırmandıkları dedikodusunu
duymuştum. Ha bir de yılan derisinden yapılmış gibi taklit edilen birçok
ayakkabı, kemer ve bayan çantası da görmedik değil. Yılan Deri İmalatçıları
İçin Bkz: http://www.cnnturk.com/fotogaleri/yasam/yilan-derisinden-bakin-ne-yapiyorlar?page=15
Yılanı Öldürseler mi Öldürmeseler mi?
İnsan olarak o kadar akıllı ve zekiyiz
ki, doğanın kanunlarını yeniden yazıyoruz. Neyin zararlı, neyin faydalı olduğuna
sonunu düşünmeden karar veriyoruz. Sonrasını hiç düşünmüyoruz. Dünya yüzeyinde
yaşama hakkı sadece insana mahsus kılınmıştır sanki!.... Bu düşüncesizliğe
göre; “insana zarar veren, zarar verme
ihtimali olan tüm şeylerin kökü kurutulmalı ve yok edilmesi lazım. Haşerattan
kurtulmak için zehir, bakteri ve virüslerden kurtulmak için sıhhi deterjan,
çamaşır suyu, antiseptikler vs. kullanmak insan olmanın başlıca gereği.”
Sonra da gencecik çocuklarımız, analarımız ve babalarımız, kendimiz veya
tanıdıklarımızdan biri kanser olup öldüğünde takdir-i ilahi, deyip işin içinden çıkıyoruz.
Oysa doğal yaşamın bir parçası
olduğumuzu unutmadan doğal yaşamı korumak gerek. Doğal yaşamla uyum içerisinde olmalıyız. Her
canlı yaşamaya çalışıyor. Bizde bu canlılardan birisiyiz. Doğal yaşamda yılanlar, “besin
zinciri” içinde önemli bir yer tutmaktadır ve yaşadıkları bölgelerde
insanlara zarar değil fayda sağlamaktadırlar. Amerika’da yapılan bir
araştırmada yabani hayvanların sayısında azalma olduğu gözlenmiş. Nedeni ise
tarımsal ilaçlama imiş. Buğday zararlısı bir böceği öldürmek için yapılan
ilaçlama ile önce böcekler ölmüş; ardından onlarla beslenen tarla fareleri.
Farelerle beslenen yılanlar ve yılanlarla beslenen alıcı kuşlar… Bu besin
zinciri kırılınca tabi doğada her şey alt üst oluyor.
Aslında
yılanlar insanlardan korkmaktadır ve bir insanla karşılaşan yılan derhal orayı
terk etmektedir. Hatta bir keresinde,
Gökçeboğaz ilkokulunun oradaki köprü üzerinde bir yılanla karşılaşmıştık.
Hayvancağız bizden korkusuna kendini köprüden aşağı atmıştı. Yapılması gereken onları
rahatsız etmemek hatta görmezlikten gelmektir.
Son söz; Yılan 3(üç) yıl uyuyabilen bir hayvandır...
/Çetin
KOŞAR
16 Haziran 2017
NOT: Yazıda adı geçen ve Hakk’ın
Rahmetine kavuşmuş cümle geçmişlerimizi hayırla yâd edelim.