Yerleşim yerleri genellikle su ve yol kenarlarına kurulur. Fakat bizim köyün kurucusu atalarımız, önce köy altı mevkiine, Sarımsak çayı kenarına yerleşmişlerse de daha sonra çok sulak ve çamurlu oluşu nedeniyle buradaki evlerini söküp, Yukarköy’e taşımışlar.
Köyümüz bir dağ köyüdür. Denizle kıyısı yoktur. Irmak kenarına da kurulmamıştır. Garanugdere dediğimiz Karanlıkdere mahallesini saymaz isek içinden “dere” ve "çay" bile geçmemektedir. Sarımsak ile aramızda bir küçük su vardır ama o kışlıktır. Yazın kurur. Ancak köyün Güney yönünde dört kilometrelik bir akarsuyumuz vardır ki bu da köy yerleşim yerine oldukça uzaktır. Zaten iki kilometrelik kısmı da ormanlık bölgede olduğundan köyümüz akarsu fakiridir. Peki, göl var mı? O da yok. O zaman sormazlar mı adama "deniziniz yok, ırmağınız yok, gölünüz yok, akarsu olarak iki adımlık bir çayınız var, sizin balıkla ne işiniz olur?" diye. Sorarlar. Sorsunlar. Sormaları da lazımdır. Bizde her sorunun bir cevabı mutlaka vardır.
Bizim balıkçılığımız endüstriyel değil turistiktir. Yılda bir ya da iki kere çıkarız balık avına. Bunu yaparken de öyle ahım şahım bir takım taklavatımız da yoktur. Malzeme olarak sadece oltanın kancasına para veririz. Diğer malzemelerimiz doğal yollarla temin edilir.
Giriş kısmında, köyümüzün akarsu fakiri olduğundan bahsettim ama deniz, göl, nehir ve ırmak gibi doğal kaynakların mülkiyeti kamuya ait olduğu için, yasaların izin verdiği ölçüde bunlardan o ülkenin vatandaşı olan herkes eşit oranda faydalanır. Bu nedenle bizim balık tutma hususundaki münhasır ekonomik alanımız köyün alt tarafındaki Gelemet sapağından başlayıp Muratlı, Köklük, Gelemet, Gemirlik, Değirmenyanı, Karagöl, Karanlıkdere, Devret, Papaslar, Kömürlük ve Eskiköy güzergâhını izleyen 6 Km'lik uzunluktaki bir alanı kapsıyor. Irmak ve Nehirlerin Kızılırmak, Nil Nehri vb. gibi tek bir adı varken, nedense dere ve çayların tek bir adı olmayıp akıp giderken geçtikleri yerlerin, mevkilerin adını alırlar; bu yönüyle tek ad yerine bir çok adı vardır bu çayımızın. Gelemet bölümü Gelemet Çayıdır, Gemirlik’teki kısmının adı Gemirlik Çayı, Eskiköy’deki kısmı Eskiköy Çayı diye devam edip gider. Tabi bu alanda Gelemet, Sordanköy, Karanlıkdere, Sancar ve Çetirlik köylerinden isteyen herkes at oynatabilir.
Bu çayımız genellikle Güz yağmurlarıyla sel sularına teslim olduğu için Yaz mevsimine kadar bu konuda hizmet dışıdır. Üzerinde derin göller olsa da an gelir taşla çamurla dolar bir başka yere yenisi açılır. Bazı yıllar Nil Nehri gibi yatağından çıkıp taşar, tarlalara dolar. Cilim Mevkiindeki araziler deniz derya olur. Seller yüzünden, suda ve su kenarlarında yaşayan tüm canlılar bu tufanda helak olup giderler. Sadece balıklar mı; börtü böcek, karınca, fare, köstebek, kurbağalar, yılanlar, kertenkeleler, yengeçler, tosbağalar vb. telef olup giderler.
Bu nedenle her yıl balıklarımız tazelenir. Yani bizde bayat(!) balık bulunmaz. Baharla birlikte balık aileleri içgüdüsel olarak akarsu kaynağına, yukarı doğru yolculuğa başlarlar. Bu esnada bir yandan yumurtlayarak yeni yavrular da ürer. Görüldüğü gibi bizim balıklarımız "kart" da değil, hepsi genceciktir. Bir parmak boyunu geçen balık yakaladıysak biz onu balina yerine sayarız. Balina deyince çayımızda bulunan balık cinslerine de değinecek olursak; adı balıktır işte, cinsini bilmeyiz. Tatlısu balığı olarak sadece “sazan” der “alabalık” der geçeriz.
Köy yerinde işten güçten aman bulup ta balığa kim gider? Kimse gitmez. Dağda, bayırda ve yazıda mal güdenlerimiz, hayvanlar öğle sıcağında arazide buldukları ağaç gölgelerinde siesta yaparlarken, çobanlarımız da bazen balık tutma işine dalarlar. Dalarlar dedimse öyle derin göllere yüzmek için değil, balık tutma işine dalarlar. Ve tuttukları tutacakları hamsi kadar 3-5 balık için hayvanları unuturlar. Hayvanlar da kendi başlarına kalınca istedikleri yere giderler. Kaybedilenler akşam olunca kendiliğinden eve dönüyorlar da sorun, birisinin tarlasına tabağına girip ürünlere zarar verirler ve tarla sahibi tarafından tutulup "tamlandıysa" mal çobanı için bu kıyamet alametidir. “Tamlama” deyimi, yazıda otlayan hayvanların ekili araziye girip mahsule zarar vermesi durumunda tarla sahibinin o hayvanları kendi ahırına (Tam) hapsetmesine denir. Hayvan sahibi zararı ödemeyi kabul ederse, anlaşma sağlanırsa hayvanlar serbest kalır. Yoksa üçüncü dünya savaşı çıkmaması için köyün ileri gelenleri devreye girer bir şekilde iş tatlıya bağlanır, sulh sağlanırdı. Bu tamlama işi ciddi olduğu için buna pek tevessül edilmezdi.
Köyümüzün denizle kıyısı yok demiştik. Nehir ve Irmak gibi büyük akarsuyumuz da olmadığına göre köyümüzde deniz ve ırmak balıkçılığı yapılmamaktadır. Bu vesileyle oluşmuş bir deniz ve ırmak balıkçılığı kültürümüz de yoktur. Balık avı konusunda anlatabileceğimiz hikâyelerin hepsi "çay ve dere"lerde yaptığımız balık avları üzerinedir.
Köyü çevreleyen çayımız taşlıdır. Derinliği "çarık bağını" geçmez. Genellikle irili ufaklı taşlar arasından akan çay suyu bazı yerlerde 10-15 cm. derinlik, 3-5 metrekarelik alanda gölleşerek akar. Köyün alt tarafında Muratlı Mevkiinde çay yatağında, derinliği en fazla bir metreyi bulan 3-5 metre uzunluğunda 1-2 metre genişliğinde doğal gölcükler oluşmaktadır. Bunun gibi Kömürlük Dağı ve Eskiköy'de doğal kaya katmanları arasında oluşmuş "Kocagöl", "İki Kaşın Arası" ve "Hatip'in Değirmeni Altı" gibi bir kaç gölcüğümüz daha vardır. Asıl balık avı alanımız Muratlı mevkiidir. Çünkü balıkların köy ormanına ulaşmaları zaman aldığı ve ulaşanların da avcılara yem olduğu için avlanılacak düzeye geç ulaşmaktadırlar. Güz mevsimiyle birlikte zaten havalar da soğuduğu için onlar gelişemeden av sezonu kapanmış olmaktadır.
Bu kendiliğinden oluşmuş doğal gölcüklerimizin yansıra, yaz mevsiminde çay kenarlarındaki tarla ve bahçeleri sulamak için yaptığımız bentler de önemli balık av alanlarımızdandı. Gerek bent içinde ve gerekse göç edemeyip bendin arkasında toplaşan balıklar avucumuzda olurdu. Bize göl balıkçılığı imkânı sunan bentler derin olduğu için balık yatağı gibiydi. Sığ ve küçük kuytular yerine derin göl ve bentler adeta balık kaynardı. Bu balıklar bazen bentten tarlaya akan suya kapılıp bahçelere kadar gider, sulamaya ara vermek için sular kesildiğinde orta yerde açıkta kalırlar bize de onları toplamak düşerdi.
BENTLERİMİZ
Tarla sulama işini sadece Sefercük yapardı. Onun tarlası hendekle sulamaya müsaitti. Mısırları sulardı. Bahçeler, sıkıca tutulan çalılarla tarlalardan ayrılır, içinde çeşit çeşit meyve ağaçları olur ve her türlü sebze yetiştirilirdi. Ürün kaldırılmış olan meşveretlerde sıcaktan ot bitmezken buralar adeta cennetten bir köşe gibi yemyeşil olurdu.
"Bent", tıpkı baraj gibi bir şeydir. Sulanacak tarla ve bahçenin çaya göre olan yüksekliğine bağlı olarak değişen derinlikte olan bentler aynı zamanda genç ve çocukların yüzme havuzlarıydı. Tarlanın hemen kenarına kurmak yerine mümkünse daha üste, yukarılarda tutulan sular bir kanal vasıtasıyla tarla ve bahçelere akıtılmaktaydı.
Bentlerimiz genellikle taşları yığıp önünü ot, çalı çırpı ve toprakla doldurularak oluşturulur ki bunları boyu bir metreyi bulmaz. Ancak, sulanacak tarla ya da bahçemiz çaya göre yüksekte kalıyorsa ve yukarılara bir yerlere yapılacak bendin suyunu tarlaya ulaştırmak için kullanılacak hendek için müsait bir alan yoksa, tek çare olarak boyu 2-3 metreyi bulan bentler yapardık. Hikmet Ustaoğlu ve ilaz Osmangilin Gemirlikteki yan yana bitişik bahçeleri için ortaklaşa inşaa ettikleri bu bendin göl uzunluğu 10-15 metreyi bulurdu. Burada adeta yüzme olimpiyatları yapardık. Tramblensiz olarak zıplayıp havada takla atarak atladığımızda bendin suyu taşardı. Yüzme esnasında bendin de zarar görme riski vardı. Bazen yırtılma ve delinmeler olup su kaçardı. Bu nedenle bendlerde yüzme işimizi biraz da sahibinden gizlice, kaçak yapardık.
Bu tip bent inşaasında önce çay yatağının iki yakasını birleştirecek bir kaç tomruk yatay olarak yerleştirilir. Sonra çubuklar dikey olarak bunlara ızgara şeklinde çakılır. Bunların önüne de eski hasır, kilim gibi eşyalar da ot, çalı, çırpıyla birlikte yerleştirilir. Onların önüne de taş ve toprak doldurulurdu. Setimiz dik değil de üstü geriye 15-20 derece eğimli yapılır. Bu durumdaki duvarı kuvvetlendirmek için de arkasına bir çok kazık ve dayanaklar yapılırdı. Bu bent öyle sağlam olurdu ki bir damla su sızmazdı.
Bu nedenle çaydan yeterli su alamayan Gelemetliler gece gelip bu bendimizi "deşer"ler yani tam olarak yıkmak yerine duvarında delikler açarak su tutamaz hale getirirlerdi. Biz buna bent savaşları diyorduk.
Bentlerimiz mevsimlik olduğu için iğreti yapılırdı. Bir iki ay kullanılır, sulama sezonu bitince yıkılıp kaldırılırdı. Yoksa güz yağmurlarında sele gitmesi işten bile değildi. Sağlam yapılan bendimiz de vardı. Örneğin, Sarımsak sapağındaki Sarı Ahmetin bendi gibi. Taş duvar örülerek yapılan bu bendimizin içi zamanla toprakla dolmuş, su tutulan bent olma özelliğini yitirse de işlevini sürdürmektedir. Tarla sulamanın yanında duvara monte edilen bir oluk vasıtasıyla köylünün tankerlerine su doldurmasında da kullanılıyordu.
"Bent", tıpkı baraj gibi bir şeydir. Sulanacak tarla ve bahçenin çaya göre olan yüksekliğine bağlı olarak değişen derinlikte olan bentler aynı zamanda genç ve çocukların yüzme havuzlarıydı. Tarlanın hemen kenarına kurmak yerine mümkünse daha üste, yukarılarda tutulan sular bir kanal vasıtasıyla tarla ve bahçelere akıtılmaktaydı.
Bentlerimiz genellikle taşları yığıp önünü ot, çalı çırpı ve toprakla doldurularak oluşturulur ki bunları boyu bir metreyi bulmaz. Ancak, sulanacak tarla ya da bahçemiz çaya göre yüksekte kalıyorsa ve yukarılara bir yerlere yapılacak bendin suyunu tarlaya ulaştırmak için kullanılacak hendek için müsait bir alan yoksa, tek çare olarak boyu 2-3 metreyi bulan bentler yapardık. Hikmet Ustaoğlu ve ilaz Osmangilin Gemirlikteki yan yana bitişik bahçeleri için ortaklaşa inşaa ettikleri bu bendin göl uzunluğu 10-15 metreyi bulurdu. Burada adeta yüzme olimpiyatları yapardık. Tramblensiz olarak zıplayıp havada takla atarak atladığımızda bendin suyu taşardı. Yüzme esnasında bendin de zarar görme riski vardı. Bazen yırtılma ve delinmeler olup su kaçardı. Bu nedenle bendlerde yüzme işimizi biraz da sahibinden gizlice, kaçak yapardık.
Bu tip bent inşaasında önce çay yatağının iki yakasını birleştirecek bir kaç tomruk yatay olarak yerleştirilir. Sonra çubuklar dikey olarak bunlara ızgara şeklinde çakılır. Bunların önüne de eski hasır, kilim gibi eşyalar da ot, çalı, çırpıyla birlikte yerleştirilir. Onların önüne de taş ve toprak doldurulurdu. Setimiz dik değil de üstü geriye 15-20 derece eğimli yapılır. Bu durumdaki duvarı kuvvetlendirmek için de arkasına bir çok kazık ve dayanaklar yapılırdı. Bu bent öyle sağlam olurdu ki bir damla su sızmazdı.
Bu nedenle çaydan yeterli su alamayan Gelemetliler gece gelip bu bendimizi "deşer"ler yani tam olarak yıkmak yerine duvarında delikler açarak su tutamaz hale getirirlerdi. Biz buna bent savaşları diyorduk.
Bentlerimiz mevsimlik olduğu için iğreti yapılırdı. Bir iki ay kullanılır, sulama sezonu bitince yıkılıp kaldırılırdı. Yoksa güz yağmurlarında sele gitmesi işten bile değildi. Sağlam yapılan bendimiz de vardı. Örneğin, Sarımsak sapağındaki Sarı Ahmetin bendi gibi. Taş duvar örülerek yapılan bu bendimizin içi zamanla toprakla dolmuş, su tutulan bent olma özelliğini yitirse de işlevini sürdürmektedir. Tarla sulamanın yanında duvara monte edilen bir oluk vasıtasıyla köylünün tankerlerine su doldurmasında da kullanılıyordu.
Gabaalma ve Kökçe'den gelen suların Eskiköy'de birleşmesiyle oluşan çayımıza ancak Gelemet’e girerken Sancar çayı da katılırdı. Yaz kış sürekli akan çayımız sulama mevsimi geldiğinde bentlerden sonrasında kururdu. Bu durumda yine bize gün doğar aradaki küçük gölcüklerde hapsolan balıkları, sularını bulandırarak yüzeye çıkartır kolayca yakalardık.
Sulama sezonu bittiğinde bentlerin de işi biter, sıra onları yıkarken, yukarılara göç etmeyip bent gölüne çöreklenen balıkları tutmaya gelirdi. Normal zamanda avlanmak bize serbestken yıkım anında oradaki balıklar bent sahibinin hakkıydı.
Bir istisnai durumu daha ekleyelim. Köyde tütün tarımında kullanılmak üzere avluların başına su depoları yapılırdı. Buralarda besleyip büyütmek için çayın sığ yerlerinde, dünyanın tehdit ve tehlikelerinden habersiz göz kirpiği kadarcık balık yavrularını basitçe tutar bir kap su içinde öldürmeden taşır bu depolara atar, bakardık. Yavrucaklar ne yer, ne içer bilmezdik. Bazen ekmek kırıntısı atar, gerisini Allah(cc)'a havale ederdik. Balıklarımız tekir cinsi oldukları için zaten fazla büyümez boyları bir parmak boyunu geçmezdi. Biz büyüsünler diye gözlerinin içine bakarken onlar bazen kuş olup uçarlardı. Ya kurbağalar kapıyor ya da yılanlara yem oluyorlardı. Sığ su kuyularına da attıklarımız olurdu. Bir keresinde balıklarımı yakalarken yakalamıştım yılanın birisini su kuyusunda. Buradaki yakalamak görmek, sobelemek anlamında kullanılmıştır. Tabi ben yılana sataşmak, yılanla yılan olup onunla dalaşmak yerine hızla uzaklaşmıştım oradan.
Balık avı sezonumuz Yaz mevsimi ortası, Sonbahar mevsimi başıdır. Balıklarımız, ancak bu aralıkta ele avuca gelecek kadar büyüyebilmektedir. Bin bir zahmet ve meşakkatle buralara kadar gelip üreyen ve büyüyen balıklarımız parmak boyundadır. Parmak boyunu aşanlara "bir sümürç" deriz. Sümürç, başparmak ile işaret parmaklarımızı açtığımızda iki parmağın ucu arası bir uzunluktur.
Bazı yıllar sel çok olduğunda balıklar az olmaktadır. Eğer havalar normal şartlarda gider ufak sellerden ve avcılardan kurtulan balıklar bir de güvenli barınak buldularsa o sene balık büyük ve bol olacak demektir. Nerede, ne kadar balık var bunun tespiti için özel bir çalışmaya da gerek yoktur. Köy yerinde zaten her gün iş icabı hayatımız çaylarda ve çay kenarlarında geçerdi. Nerede derin göl var, hangi gölde ne kadar büyük balık var gelip geçerken gözümüze çarpar, müsait bir zaman ayarlayıp gerekirse tek başımıza ya da arkadaşlarla anlaşıp hep birlikte ekip olarak balığa çıkılıp balık yemekten ziyade güzel bir gün geçirmiş olmanın hazzını yaşardık.
BALIK TUTMA USÜLLERİ
Balık av alanlarımız ve av zamanı gibi bilgilerden sonra balık tutma şekli ya da teknikleri konusuna geçebiliriz. Köyümüzde kullandığımız balık avı şekillerini olta, el, kurutma, süzme, kürüme, taş, çatal, kireç, ceviz, bulandırma ve sepet olarak sayabiliriz. Bunlardan başka teknikler de vardır ama biz onları tercih etmiyoruz. Kullanmadığımız o teknikler; ağ germe, saçma(ağ) atma, dinamit, elektrik, uyuşturucu ot ile avlanmaktır.
Bu av tekniklerini bireysel ve ekip olarak ayırabiliriz. Örneğin, olta sepet ve taş ve küçük çaplı el ile yapılan avlanma işi ekip gerektirmez. Bir kürüme ve kurutma işini tek başınıza yapamazsınız. Uzaktaki derin göllere el ile balık tutmaya giderken ekip kurmak çok daha avantajlı olmaktadır. Kimisi kap kacak taşıyacak, kimisi gölde tutulup kenara atılan balıkları toplayıp kaplara koyacak, kimisi suya giren arkadaşlarının özel eşyalarını (sigara, kibrit, cüzdan, (d)abanca vb.) taşıyacak, kimisi de hiç bir şeye ortak olmayıp seyretmeye ve bir yandan da muhabbet etmeye gelecektir.
OLTA İLE BALIK AVI
Oltayla yapılan balık avcılığı bireysel olup ekip çalışması gerektirmemektedir. Ama "biriyle beraber gidelim bu arada iki lafın belini kırarız" derseniz neden olmasın, olur. Issız çaylarda tek başınıza yılanı var yılmayanı var, yırtanı var, ısıranı var. Hem bir birinizi korumuş kollamış olursunuz. Ancak, olta avcılığında sessizlik çok mühimdir. Oltayı suya atıp "lak lak" etmeye kalkarsanız hem balığı ürkütürsünüz hem de hasbel kader yemi kapıp kaçan balık için uygun olta çekme zamanını kaçırırsınız.
Bizim çaylarımızdaki olta balıkçılığı için boş zaman ve bir olta takımı yeterlidir. Olta takımı dediğimiz de bir kanca, iki metre dikiş- nakış ipliği ve bir parmak uzunluğunda kamış parçasıdır. Gömlek cebine koyar gideriz. Çubuğa da gerek yoktur. Gittiğimiz yerde bir dal parçası bu işimizi görmektedir. Yem konusu da kolay. Gideceğimiz çay kenarları zolcan (solucan) ve gara çökürge (siyah çekirge) doludur. Kaldır bir taşı al sana bir avuç dolusu yem.
Çarşıdan aldığımız metal kancayı ipliğin ucuna bağlarız. Şamandıra olarak kullanacağımız kamış bildiğimiz sazlık bitkisi kamıştır. Hasır dokuduğumuz, kiremit niyetine çatılarda kullandığımız kamış bitkisi. Kurumuş olduğu için batmaz, su yüzünde kalır. İpi bu kamışın ortasından boylu boyunca geçirir ve her iki ucunu birer parça iple bağlarız ki isteğimiz dışında aşağı yukarı kaymasın.
Şamandıra dediğimiz bu kamış iki amaçla kullanılır. Suyun derinliğini bir dal parçasıyla ölçer oltayı ne kadar derinliğe salacağımızı kamışla ayarlarız. Olta ne yüzeyde ne de dibe değecek şekilde olmalı. Dipte olursa balık yeme vurduğunda titreşim alamayız. Yüzeye yakın olursa, balık derinde olduğu için yukarıda olup bitenin farkına varamaz. Kamışın bir diğer kullanım amacı ise balığın yeme geldiğinde kamışın titreşmesi hatta balık yemi kapıp kaçıyorken bir ucu ya da tamamı suya batarak bize bildirmesidir. Bu esnada oltayı sertçe çekerek olta iğnesinin balığın ağzına batması sağlanır. Pek nadir olarak bazen yemi kapıp kaçmaya çalışan balıklar ağıza batırma işini kazaen kendileri yaparlar. Oltanın ucuna taktığımız yem(zoka) genellikle ekmek olsa da canlı solucan ve çekirge balıkların dayanamayıp, üzerine ölümüne atladıkları yemlerdir.
Oltayla balık avı belki de avların en rahat ve huzur verici olanıdır. Yeri gelmişken bunun biraz poetikasını/ felsefeni yapmakta fayda vardır.
BALIK AVI POETİKASI
Balık tutmak bireysel bir spordur denir; Saatlerce hareketsiz beklemenin neresi sporsa artık!.. Balık avı daha fazla düşünsel faaliyet içerir ve bu yönüyle satrancı andırır. Tek başınıza su içindeki bir sürü balığın peşinden koşarsınız.
Oltayla balık avcılığı, yeryüzünde yaşayan bir insanın, su altında yaşayan bir canlıyla iletişim kurması demektir. Tıpkı bir uzaylıyla konuşmak gibi bir şey. İşte balık tutmanın zevki balık yemekten değil tutarken başında geçirilen zamanda yaşanan heyecandan kaynaklanır. Balık bahanedir. Ucuna yem takılıp suya atılan oltanın başında beklerken bir alevlenip bir sönen ümitler bir başka heyecan verir insana.
Hele insan gürültüsünden uzak, sessiz sakin bir dere kenarındaysanız, su sesine karışan kuş, böcek, kurbağa ve rüzgar sesleri sizi alır götürür kendinizden. Hele, kara ya da deniz meltemleriyle esip gelen oksijen yüklü tertemiz havayı çektikçe içinize, sevdikleriniz gelir gözünüzün önüne. Gülümsersiniz, mutlu olursunuz.
Bunun tam tersi de olabilir. Kuytu bir köşede tek başınıza balık tutuyorsunuzdur. Doğa susmuş olabilir. Su durgun akar, hava sus pus olmuş, kuşlar ötmez, böcekler çır çır etmez de olabilir. İlk akla gelen "bu sakin ortam insanı daha iyi sakinleştirir" dir ama öyle değildir. Her sessizlik fırtına öncesini andırır ve insanı ürkütür. Kıyıda bekleyen kurbağanın biri "clop" diye suya atladıysa hemen ayağa kalkar, ayaklanırsın. Etrafa bakınır, çevrenize kulak kabartırsınız. Çünkü büyük ihtimalle yanınıza sessizce sokulmaya çalışan bir misafiriniz; bir yılan olabilir. Ya da hafiften inleyen bir kurbağa sesi duyarsanız, bilin ki yılana paçayı kaptırmıştır. Siz, siz olun tedbiri elden bırakmayın. O yılan sizi de inletebilir.
Balık avı bir sabır işidir. Balık tutan insan sabırlı insan değildir; balık tutmak insanı sabırlı yapar. Bu sabır tutkulu bir sabırdır; beklemeyi öğretir, umut etmeyi öğretir. Bu yönüyle olta balıkçılığı, sabır ile zevki birleştiren yegâne boş vakit geçirme eylemidir. Balık avı denince akla, sakin ve sessiz bir ortamda insanın kendisiyle baş başa kalması, kafasını dinlemesi geliyor. Muhatabınız sadece balıklardır. Sizi yoran tek şey, bekleme süresi boyunca akıldan geçen aileye, sevgiliye, işe güce ve yaşama dair derin düşüncelerdir. En azından bu süre zarfında onlardan uzak kaldığınız, kısa bir mola verdiğinizden dolayı içiniz ferahlar.
Bazen avcı da av olabilir. Sürekli yem kaptırarak sudaki balıkları beslemek gibi. Kısmet işte. Balık gelip habire yeminizi kapıp kaçıyorsa hepten strese mi girersiniz yoksa sabreden derviş misali balık olta iğnesine takılı yemi kapmaya çalışırken tüm takıntılarınızı bertaraf edip, balığa odaklanıp, her titreşimi hissetmek, doğru zamanda oltayı çekmek için, yeteneğinizi mi geliştirirsiniz? İnsanı en çok rahatlatan da zaten bunca çabadan sonra balığa zokayı yutturduğumuz an oluyor. "Hıh, bak yakaladım seni!.. Sen misin benim yemlerimi kapıp kaçan. Yedim ulan seni!.." Yok bir türlü balık tutamadınızsa oturup ağlayacak haliniz yok ya. Gelecek sefere kadar büyüsünler diye balıkları beslemekle öğünerek kendinizi teselli eder gidersiniz. Bazen, küçük olanlar takılır oltaya, onları suya geri bırakırken afilli afilli "hadi yavrum büyü de gel!" der güzel bir iş yapmışçasına rahatlarsınız.
Ha bir de o esnada orada, yakınınızdan geçen bir emmi durup da "yiyenim hayvancağızların ağzına iğneleri batırıp canlarını acıtıyorsunuz, günah değil mi, çok ayıp, yakıştıramadım size" derse alınganlık yapmayıp hemen; yok emmi "İsviçreli bilim adamları açıkladı!.. Balıkların acı hissi yokmuş." der, havanızı atar yine rahatlamış olursunuz.
Balık avı esnasında yaşanan keyif, neşe, umut, karamsarlık, moral iniş çıkışları, sabır, sebat gibi olgular insanı olgunlaştırır. Dünyayı unutmanın tek yoludur balık avı. Oltanın ucuna taktığımız yemi dişleyen balığın her hareketini gözlerimizi kullanmadan görebiliyoruz zamanla. Bu yönüyle olta balıkçılığı, altıncı hissin kullanımıdır. Oltayı attığınız zaman hissiyatınızın keskinliğine ihtiyaç duyarsınız, çünkü balıkları göremediğiniz için orada olup olmadıklarını anlamanız için hislerinize ihtiyacınız vardır.
Gündelik hayatın tüm sorunlarından kurtaran, başka hiç bir şey düşündürmeyen büyülü bir iştir balık avı. Hobiler arasında belki de en çok "deşarj" sağlayan, akıl dağıtan faaliyetlerden birisidir. Oltanın ucuna yem değil gözlerinizi kalbinizi ve ruhunuzu takar atarsınız suya.
EL İLE BALIK AVI
Özellikle güz (Sonbahar) mevsiminde köyümüzü çevreleyen Çay yataklarında yaptığımız balık avcılığı için “olta”dan ziyade ellerimizi kullanmaktaydık. Siyasi nutuklarda sık sık kullanılan “Elini taşın altına koymak” deyimi buradan gelmektedir. Suyun derinliklerinde kocaman bir taş vardır ve altında ne var ne yok göremiyorsundur. Balık tutmak niyetine suyun içindeki bu taşın altına ellerimizi soktuğumuzda bizi orada bekleyen her zaman balık olmamaktadır. Kurbağa neyse de bazen “Yengeç” ve “Yılan” nasibiniz olabilmektedir. Bunun için taşın altına el atarak balık tutmak pek sevilmez. Bazı taşların konumu bir kaç kişinin birlikte el atmalarını gerektirdiği için burada ekip ruhu gerekmektedir.
Bu risklerden korunmak için eldiven kullanmak ta bir çözüm değildir. Bu defa taşın altındakinin ne olduğunu hiç anlayamayacağız. Çünkü gözümüzle göremediğimizi elimizle hissederek tanımladığımızdan eldiven, bu dokunma hissimizi engellemektedir. Zaten elle balık avlamanın zevki de buradadır. Eline kaygan ve "kıpır kıpır" eden bir şey değdiğinde onu sıkıca kavrayabilmek, sarıp sarmalayıp sahiplenebilmek; ben yakaladım, ben tuttum, ben ele geçirdim diyebilmek bir zaferdir adeta.
Korktuğumuz canlılar aslında bizim onlardan korktuğumuzdan daha fazla onlar bizden korkmaktadırlar. Yılanlar, eğer suya girmiş bir Kara Yılanı ise zaten o bizi görür görmez suyu terk edip karaya çıkmakta taşlık veya çalılıklar arasına girip saklanmaktadır; tabi elimizden sağ olarak kurtulursa... Su yılanıysa daha kuytulara kaçmakta ya da sığ yerdeyse bir taşın altına mevzi alarak saklanmaktadır. Bazen anlaşma yapar ne o bizi ne de biz onu rahatsız ederiz. Ne hikmetse bir yılan gördüğümüzde önce korkuya kapılıp kaçarız, ardından döner yılana saldırırız. Hayvancağızın bize bir şey yaptığı yok aslında. Ama bu bir kültür meselesi demek ki. "Yılanın başını küçükken ezmek." "Beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın." vb. atalar sözünün tesirinden olsa gerek yılanlar bizce hep düşman bellenmiştir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen tedbir olarak bir kaç bağırış ve ıslık sesine ek olarak gölcüklere atılan bir kaç taş, yılanları korkutup kaçırmaya yetiyordu.
Elle balık tutmak zannedildiği gibi o kadar kolay bir iş değildir. Bu işi yaparken mutlaka her tarafınızın ıslanması zaruridir. En azından popo ıslanmadan balık tutamazsınız. Derede balık tutmaya niyetlenen birimizin ilk işi "paçaları sıvamaktır." Diz boyunu aşan derinliğe girmezsek üstümüz başımız ıslanmaz diye düşünürüz. Ancak, kazın ayağı öyle değildir. Çarık bağını geçmeyecek kadar sığ bir su dahi olsa çömelmeden bu işi yapamayacağımız için eninde sonunda boğazımıza kadar suya yattığımız da olurdu. Özellikle elimizi büyükçe bir taşın altına sokmuşsak ve de oldukça büyük bir balığı da çembere almışsak, değil bilek ve dirsek, bir karışlık suya yatar ellerimizi, kollarımızı ta omzumuza, boynumuza kadar o taşın altına sokar, o balığı oradan tutup çıkarmadan kalkmayız. Yani derin bir balık inine rastlamışsanız suyun içine iyice yatmanız gerekecektir. Hele bir de derin gölde balık tutuyorsanız sık sık nefesinizi tutup suyun içine dalmak zorunda kalacaksınız demektir. Çünkü balıklar sürü halinde o dipteki inlerinde kaynamaktadırlar. Nefesini tutup ördek gibi suya dalıp balıkları yakalayacaksın. Eğer su berrak ise bu işi gözün açık olarak da yapabilirsiniz.
Bu elle balık tutma işi bireysel ya da bir kaç kişiyle yapıldığı gibi bazen bir ekip ile de yapılmaktadır. Bir sürek avını andırırcasına önceden anlaşılıp kurulan takımla köyün alt tarafından çaya girilir. Ekipte balık tutucular 3-4-5-6... kişi, balık toplayıcılar 1-2 kişi, balıkların konulduğu kapları taşıyanlar 1-2 kişi, suya girenlerin elbise ve özel eşyalarını taşıyanlar 1-2 kişi ve varsa seyirci bir kaç kişi... Topluca çıkılan bir balık avında grubun sayısı ortalama 10 kişiyi bulabilmektedir.
Sığ yerlerde birer ikişerli gruplarla yapılan el ile balık tutmanın en heyecanlı bölümü derin göllerde yaşanmaktadır. Ekip çalışması burada kendini tüm açıklığıyla göstermektedir. Bir kaç kişi gölün orta yerinde hızlı hızlı aşağı yukarı gezinerek ortalıktaki balıkları inlerine sürmekte, diğerleri de inlerine el uzatıp birer ikişer yakalayıp karaya fırlatıp atmakta, kıyıdaki toplayıcılar da zıplayıp duran bu balıkları suya kaçırmadan yakalayıp ellerindeki kaba koymaktadırlar.
Balık inleri dediğimiz de taş altları, kuytu köşeler, ağaçların su altındaki kovuk ve saçakları, çalı çırpı dipleri ve akarlardır. Altına el atacağımız taş genişse bu defa bir kaç kişi birlikte cephe oluşturarak veya çevresini sararak altını yoklardık.
O göl senin bu göl benim deyip süregiden avlanma esnasında zamanın nasıl geçtiği anlaşılmadığı gibi mekânın değişimi de fark edilememektedir. Bunun için avcılar sık sık, bir birlerine “saat kaç oldu, burası neresi” gibi sorular yöneltirler. Derin göller çayı tamamen kapattığı yerlerde suya girmeyen yardımcı ekip karşıya geçebilmek için çayın dışına çıkıp gölü dolanarak tekrar ekibe katılmaktadırlar.
Elle balık tutma işini genellikle çay kenarında tarlası olanlar daha çok yapardı. Bu konuda İzzet ve Nihat Ustaoğlu kardeşler ve Necmi Şen, Hasan Şen bizim hocalarımızdı. İçinden çay geçen Karanlıkdere sakinlerinin hepsi birer avcıydı zaten... Abdülün Cemalin Sadettin, amcaoğlu Süleyman, Rahmi Ustanın İsmet ve diğerleri. Çünkü Karanlıkdere'den yukarısı Kömürlük Dağına kadar onlardan sorulurdu.
TAKSİMAT
Tutulan balıklar tek bir yerde toplanmakta ve daha sonra pay edilmektedir. Bu nedenle "sen az tuttun, ben fazla tuttum" ya da o büyük balığı filanca tuttu onun olsun gibi bir kayırıcılık da yoktur. Önce, tutulan balıklar hep birlikte katılımcı sayısı kadar gruplara ayrılır. Büyük balıklar eşit şekilde dağıtılıp daha küçüğüne düşen gruba fazladan bir ya da iki balık daha verilerek kilolar eşitlenir. Herkesin razı olduğu taksimat tamamlanınca sıra hissedarların tespitine gelir. Bir kişi balıklara arkasına döner, diğer bir kişi herkesin gözü önünde hisseden birini rastgele göstererek arkası dönük olana sorar; "Bu kimin olsun?" der. Arkası dönük olan bir isim söyler. Böylece tutulan balıklar adil bir şekilde taksim edilmiş olur. Evine balık götürmek istemeyen ya baştan çekilir ta da çekilişten sonra payına düşeni bir ya da bir kaç kişiye bölüşerek bırakır. Kabı olanlar kablarıyla olmayanlarsa "Gabaldeyk" dediğimiz büyük ve geniş yapraklı bir bitkiye sararak ya da ağaçtan kestiği bir dalı "Kevük" yapar, balıkları kulakçıklarından kevüğe dizerek taşırdı.
Bu paylaşma yöntemi kurban etlerinin paylaşımında da kullanılır. Hisselerin herkesin gözü önünde adil bir şekilde ayrıştırılıp sonra da kura yöntemiyle dağıtılması kimsenin itiraz edemeyeceği bir taksimat şeklidir.
BULANIK GÖLDE BALIK AVLAMAK
“Bulanık gölde balık avlamak” gibi bir deyimimizde ifadesini bulan bir yöntem daha vardır ki özellikle dibi çamurlu olan ve temiz su girişi bulunmayan göller gerek ayaklarımızla gerek bir dal parçasıyla iyice karıştırılarak bulandırılır. Bulanık suyun içinde ihtiyaçları olan gerekli oksijeni alamayan balıklar ya gölün sığ kıyılarına ya da suyun yüzeyine hava almak için çıkarak kendilerini ele verirler ve kolayca yakalanmış olurlar.
İlk yaptığım "bulandırma" işinde suyun yüzeyine çıkmış ve sadece ağızları görünen balıkları görünce önce bunların ne olduğunu anlayamamış, korkmuş ve irkilmiştim. Nokta nokta, gezinen karaltılar olarak görünüyordu bu açık ağızları. Bir iki tereddütten sonra bunların balık olduğunu anlamış kolayca yakalamayı da öğrenince işin zevkine varmıştık.
Kurdun sisli havayı sevmesi gibi bizler de bulanık suyu sevmiştik. Suyumuzu bulandırıyorsunuz diye kimsenin bize bahane uydurup engel olmadığı için rahat rahat av yapardık. Bu yöntemde tek sorun, harman zamanı çayda "ekin yıkayan" kimselerin olmasıdır. Balık avı sezonuyla ekin yıkamaları aynı zamana denk gelmekteydi. Çayda ekin yıkayanlar duru ve berrak suya ihtiyaç duyarlar. Bu ara yeri gelmişken belirtelim en iri balıkları bu ekin yıkamalarının sonrasında tutardık. Balıkların önemli besin kaynaklarından birisi de buğdayları yıkama esnasında suya karışan buğday ve diğer tohumlardır. Buğday dışındaki, "kavuz" dediğimiz bu tohumlar bazen o kadar çok olurdu ki çayın suları kullanılamaz hale gelirdi. Gerçi bu kavuzlar da ayrıca toplanıp hayvan yemi olarak kullanılıyordu.
SEPET İLE BALIK AVI
Köyümüzde bazı ilkler vardır; başka yerlerde görülmüş, öğrenilmiş ve köyümüzde tatbik edilmiştir. Benim burada bahsedeceğim yöntemi Nedimoğlu Necmi Şen'de görmüştüm. Şöyle ki; bizim köyde kızılcık dediğimiz bir çalı dikeni türü vardır ki bu adı verme nedenimiz bunun Sonbahar ‘da kırmızı renkli meyvelerinin olmasıdır. Hatta bunları zaman zaman yediğimiz de olurdu. İşte bu diken türümüz ağaçlık bir alanda büyümüşse dalları sarmaşık gibi upuzun olur, ağaçlara tırmanırdı. İşte Necmi Şen, "melmeket" dedikleri Rize ili Pazar ilçesindeki "emice uşaklarından" öğrendiği üzere bu diken tefeklerini tek tek toplayıp, dikenlerini temizleyip, bir sepet örmüştü. Sepet bir metre çapında bir şeydi. Mürekkep hokkası gibi dizayn edilmiş, dış görünüş olarak "topaç"ı andırıyordu. Gittikçe daralan ağız bölümü sepetin içine doğru eviriliyordu. İçe dönük bu daracık ağızdan sepetin içine giren balıklar çıkış için bu ağızı bulmakta zorlanıyor, sepetin içinde dönüp duruyorlardı. İçi, ekmek kırıntıları, solucan ve çekirge gibi balıkların sevdiği yemlerle süslenmiş olan sepetimiz derin göllere veya bentlere yatay olarak bırakılıp, 3-5 saatte bir bağlı ipiyle çekilip kontrol ediliyordu.
SELDEN SONRA BALIK AVI
Sel ve taşkın sonrasında sular çekildikten sonra çay kenarlarında rastladığımız ölü balıkların bizim için hiç bir kıymeti yoktu. Onlara kurdun kuşun nasibi olarak bakardık. Ancak bunca felaketten sonra kıyıda köşede su birikintilerinin içinde sağ kalabilmiş ve hatta iyice sersemlemiş balıklar bizim kısmetimiz olurdu. Bunlar da tabi ufak tefek değil oldukça büyük, ele avuca gelir cinsten iri balıklar olurdu. Bir keresinde gemirlik mevkiinde sel sonrası çay kenarında bir tarlada göl oluşmuştu. Tarla dönüşü gölcüğün kenarında bir hareketlenme bir çırpınma gördük. Bu belkide bizim çaylarda gördüğüm en büyük balık idi ve sapsarı renkteki çamur deryası gölden çıkmaya çalışıyordu. Bize de ona bir el atmak düşüyordu.
GECE BALIK AVI
Her şeyin “cılkını” çıkardığımız gibi balık tutmanın da cılkını çıkarmak olarak algılayacağımız bir diğer balık tutma yöntemimiz de gece karanlığında balık tutmamızdır. Bu yöntemle, aydınlatma aparatı takılı piknik tüpüyle çaylarda balık tutulmaktadır. Geceleyin de su içinde hareketli olarak yaşayan balıklar bu lüks ışığının etkisiyle oldukları yerde hareketsiz olarak durmaktadırlar. Sığ sulardayken kaçamayıp oldukları yerde dibe çöken ve gözlerini “ışık almış” bu balıkları bir yemek çatalıyla toplamak çocuk oyuncağı gibi olmaktadır.
Gece ışık ile balık avlama tekniğinin köyümüzdeki mücidi Hasbinin Alison idi. Mucidi diyorum, çünkü bu yöntemi ben onda gördüm, başka birinden de duymadım. Zaten bazı yetenekler kişiye aileden ırsi olarak sirayet etmektedir. Babası merhum Hasbi Şahin köyümüzün belli başlı avcılarındandı. Uzun yıllar Orman Koruculuğu yapmış olmanın da etkisiyle tüfeksiz sokağa çıkmazdı. Mevsimine göre bir şeyler bulur, vururdu. Sekiz çocuk iki de kendileri on kişilik bir ailenin iaşesi belki de onu buna zorluyordu.
İşte Alison da babasının oğlu olarak her türlü avcılığa yatkın ve yetenekli idi. Av hayvanlarını avlamakla kalmaz, onları "edinme" dediğimiz yöntemle ehlileştirme hikayesi bile vardı. Yabani iki Üveyk (kumru) idi zannederim yavruyken alıp elde büyütmüş, bazen saldığında gezip dolaşıp eve gelirlerdi. Lakin bir gün bir Atmacaya yem olmuşlardı. Dönelim balık avına...
Gece olunca biz insanlar köyde evlerimize çekiliyor, kapıları kapatıyor, arkadan da sürgülüyor ve yatıp uyuyorduk ama doğa uyumuyordu. Geceleri çaylardan evlerimize kadar kurbağa vıraklamaları gelirdi. Gece çaylardaki hayatın gündüzlerden farklı olduğunu düşünürdüm ama değilmiş. En azından akşam ezanıyla girdiğimiz çaylardan gece 12 - 1 gibi çıktığımızda bile suyun içindeki ve dışındaki hayat tüm hızıyla sürüyordu. Balıklar çay sularının her alanında, göllerde akarlarda hep hareket halindelerdi. Kurbağalar, yengeçler ve özellikle gri renkli su yılanlarının yaşam mücadelesi belki de gündüzden daha hızlı sürüyordu. Bazen balık zannedip su yılanlarını da yakalayıp poşete koyduğumuz olurdu.
Gece avcılığı, ışığı gören balıkların kaçmayıp hareketsiz kalmaları nedeniyle çok verimli geçerdi. Dört saatte 2-3 kg. balık avladığımız olurdu. Ancak bu yöntemin tek zorluğu 2 kg.'lık piknik tüpünü elle iki büklüm taşımak oldukça meşakkatli oluyordu. Düşünsenize o iki kilogram ağırlık zaman ilerledikçe 10 kg. hissediliyordu.
DİĞER AVLANMA ŞEKİLLERİ
Saçma ya da asma şeklinde olsun köyümüzde ağ kullanılmamaktadır. Ancak bunun yerine zaman zaman kilim, çarşaf ve hatta gömleğimizi de kullandığımız olmuştur. Birer ucundan iki kişinin tuttuğu bu kilim, çarşaf ya da gömleğimizle çaylardaki gölcükler bir uçtan öteki uca taranarak balık tutulduğu da olurdu.
Tıpkı buna benzer bir diğer yöntem de yapraklı ağaç dalları ya da yüğdün ya da eğrelti otlarından yapılan “katlanmış halı” şeklinde ruloya benzer bir aletle gölün içi taranarak balıkların gölün bir kıyısında bir araya getirilip sıkıştırıldıkları dar alanda yakalanmaları sağlanırdı.
Çaylarda balık tutmanın bir başka yöntemi de “kurutma” şekliydi. Özellikle yaz aylarında iyice azalan ve hatta kuruyan derelerde kalan bazı gölcüklerin suyu gerek kanallarla ve gerekse kaplarla kontrollü bir şekilde boşaltılarak susuz kalan balıklar kolaylıkla tutulurdu.
Göle elektrik vererek ya da dinamit patlatarak balık avlama yöntemimiz yoktur. Ancak, bir şişe içine sönmemiş inşaat kireci doldurup, ucuna ince bir delik açılmış kapağını sıkıca kapatarak göle atıp, ıslanan kirecin reaksiyona geçerek şişeyi patlatması sonucu şoka giren balıkların avlandığı da nadir olarak görülmekteydi.
Bir diğer yöntem de cevizin yeşil kabuklarını ezerek elde edilen acı suyu balıkların barındığı gölün akarına döktüğümüzde balıkların hava almak için su yüzüne çıktıkları söylenmekteydi. Doğrusu bu yöntemi ben denemediğim için başarı oranı hakkında bir fikrim yok.
Son bir balık avlama yöntemimiz de sinsice yaklaştığımız göllerin sığ yerlerine çıkmış balıkları elimizle taş atarak ya da uzun bir sopa ile vurarak avladığımız olurdu. Tıpkı kuş avlar gibi büyükçe bir taşı suya sertçe attığımızda balıklar ses ve meydana gelen basınçtan şoke olup ödleri patlar ve suyun yüzünde sırt üstü kalırlardı.
AVLANAN BALIKLARIN YEMEĞİ
Avladığımız balıklar ilk fırsatta eve getirilip annelerimize teslim edilirdi. Tabi bir güzel aferin de çekilirdi bize maşallah ile birlikte. Tutulan balık sofraya konulacak kadar fazla ise hemen temizlenir, yağda kızartılıp yenirdi. Başka pişirme tekniği de bilmezdik. Izgara ve soğanlı buğulama işini ancak kışın hamsi için yapardık.
Sürek avı şeklinde gün boyu değil de tarlada çalışırken öğle molalarında, ya da ormanda mal güderken ara sıra yaptığımız kaçamaklarda girdiğimiz çayda tuttuğumuz 3-5 balık için elimizi ve tavaları kirletme gereği duymaz evde kedilere ikram ederdik.
Balığı tuttuğumuz anda orada temizleyip, bir çoban ateşi yakıp közde pişirip yemek hiç aklımıza gelmezdi. Kömürlük Dağı'nda tek başıma kaldığım bir günde yaptım bu işi ama bir daha gitmek nasip olmadığı için tadı damağımda kaldı doğrusu.
/Çetin KOŞAR
30 Eylül 2018
NOT 1: Evliya Çelebi'den
“İstanbul'da Kılıç Balığı Avı.”
"Baş dalyan Beykoz iskelesindedir. Kılıç balığı avlanır. Limanın canib-i bahrine ağlar gerüp bir adem üç kat gemi direği üzre bir kulbede oturup kılıç balığı gözedir. Heman bir balık nümayan olunca dideban herif direk başından bir taş atup balık-ı garib havfından dama düşünce ala diyüp hazır sayyadlar deryadan taraf ağları çeküp balık-ı garip ağlar içre kalup badehü kayıklarla varup balığı sopa ve manalalar ile katl idüp İslambol'a getirürler"
NOT 2: “Konuyla İlgili Güzel Bir Günlük:
http://balikgunlukleri.blogspot.com/