15 Ekim 2016 Cumartesi

Turşu Nasıl Yapılır


İyi yapılmış bir turşuyu yemenin keyfine diyecek yoktur. Ama turşuyu tutturması da öyle kolay değildir. Çoğu zaman büyükannemizin ya da falanca teyzenin turşusunun lezzetini hiçbir turşuda bulamayız. Defalarca tarifini alsak da bir türlü tutturamayız. Aslında işin temeli; su, tuz, sirke veya limonun belirli oranlarda karıştırılması ve asitik bir ortamın oluşturulmasıdır. Fakat burada en önemli vazife, gözle göremediğimiz bakterilere düşmektedir. Tıpkı yoğurt ve peynirde olduğu gibi, turşuda da o nefis tat ve lezzeti sağlayan, Rabbimizin bizlerin hizmetine sunduğu bakterilerdir.


TURŞUMUZU KENDİMİZ KURALIM 

Turşu bir bakıma, Türk mutfağının en eski geleneksel kış lezzetlerindendir. İnsanların gıda maddelerini uzun süre saklayabilmek ve bu ürünlerden ileride faydalanabilmek için geliştirdikleri saklama usûlü sayılır.

Gıda teknolojisinde turşu, “sebze ve meyvelerin sirke veya salamura içindeki laktik asit fermentasyonu ile sulandırılmış asetik asit içinde oluşan ürün” şeklinde târif edilmektedir.

Sebze ve meyvelerin laktik asit fermentasyonu ile dayanıklı hâle getirilmesi, çeşitli avantajlara sahip bir uygulamadır. Öncelikle, sebze ve meyveler, fermentasyon tamamlandıktan sonra lezzet ve yapı bakımından hoşa giden bir özellik kazanmaktadır. Oluşan laktik asit sayesinde ürünün bozulması önlenmiş olur, gıda değerinde azalma olmadan uzun süre saklanması sağlanır. Yine içerdiği vitamin ve mineraller korunarak sindirilmesi güç olan maddeler kolay sindirilebilir hâle gelir, ayrıca hastalık yapıcı mikroorganizmaların gelişimi de engellenir.

Ayrıca sonbaharda ürünün bol ve ucuz olduğu dönemlerde alınıp işlenmesiyle ekonomik bir kazanç da sağlanır. Buna ilave olarak havanın ne çok sıcak, ne de çok soğuk olması da bakterilerin yaşayabildiği ve çoğalabildiği sıcaklık aralığına uygunluk gösterir. “Laktik asit bakterileri” adı verilen bu bakterilerin, belirli sıcaklık aralıklarında yaşayabilmesinin sebebi enzimleridir. Enzimler protein yapısında olduğundan, vazifelerini ancak belirli sıcaklıklarda gerçekleştirebilir. Bu yüzden henüz sıcak olan güz aylarında hazırlanan turşular olgunlaşmadan bozulabilir.

EV TURŞUSU

Market raflarında çeşit çeşit turşuları görür görmez ağzımız sulanır ve hemen almak isteriz. Taptaze, dipdiri görünmelerine dayanamayıp aldığımızda ne yazık ki ev turşusunun lezzetini bulamayız. “Peki, bunlar neden ev turşusunun yerini tutmuyor?” diye sorabilirsiniz. Sebepleri şöyle sıralanabilir:

Turşu işletmelerinde asitliği sağlamak için sirke yerine asitlik sağlayıcı kimyasallar kullanılır. Bunlar asetik asit, sitrik asit ve salisilik asittir. Sirke, bu asitlere göre daha pahalı olduğu için maliyeti artıracağından üreticilerin işine gelmez.



Sanayi tipi turşuda, sarımsak çok az veya hiç kullanılmaz. Bu da hem fiyatı, hem de işlenme zorluğundan ve de işçilik mâliyetinden dolayı istenmez.
Bu turşular için şehir şebeke suyu kullanılır.



Turşulara, lezzeti artıran herhangi bir yeşillik, baharat vs. ilave edilmez.
Raf ömrünü artırabilmek için kimyasal katılır.



TURŞU YAPIMI İÇİN GEREKLİ MALZEMELER

Turşu Kabı:

Turşu suyu asidik olduğu için kimyevî etkileşime girmeyecek en ideal kap, cam kavanozlardır. Plastik kaplar, en kolay kimyevî reaksiyona girenlerdir. Bu yüzden kullanılması mahzurludur. Turşu yaparken 1,5 kg. sebze için 2,5 litrelik kap yeterlidir.


Su:

Turşu suyu için içme suyu kullanılmalıdır. Çeşme suyu kullanmak istiyorsanız hiç değilse iyice kaynatıp bir gün bekletmelisiniz. Bazı turşularda su yerine domates suyu da kullanılabilir. Örneğin kornişon, lahana, biber turşusu yaparken içine su yerine rendelenmiş domates konulduğunda apayrı bir lezzet verir.


Tuz:

Turşularda prensip olarak kaya tuzu kullanılır. Kaya tuzu zor eridiğinden, önceden suya katılıp iyice erimesi sağlanmalıdır. Tuz miktarını ayarlamak için önce 1 litre suda bir çay bardağından biraz fazla kaya tuzu eritilir. Tuz eriyince içine bir yumurta bırakılarak yumurtanın suyun yüzeyinde durup durmadığına bakılır. Yumurta yüzeyde ya da yüzeye yakın yüzüyorsa tuzun ayarı tamamdır. Eğer yumurta kabın altında yüzüyorsa, azar azar tuz ilâve ederek suyun tuzu ayarlanır. Böylece 1 litre su için konulacak tuz miktarı belirlenmiş olur.


Sirke:

Turşularda tercihen iyi kalite hakikî üzüm sirkesi kullanılır. Sirke tadını sevmeyenler aynı miktarda limon suyu, biraz da limon tuzu ile de kurabilirler; ama sirkeli turşunun lezzetini vermez. Karadeniz’in meşhur fasulye turşusu gibi sirkesiz turşular da vardır. Sirke ölçüsü, 1 litrelik kavanozlara yarım su bardağından biraz fazla sirke şeklinde olmalıdır. Turşu olgunlaştıkça sirkenin keskin tadında yumuşama olacağı için, turşu kurduktan hemen sonra suyunu tadarak iyice ekşi olmasına dikkat edilmelidir.


Sarımsak:

Sarımsak, her turşu çeşidinin vazgeçilmez malzemesidir. Sarımsağın antibiyotik özelliği turşunun bozulmadan olgunlaşmasına yardımcı olur. Çoğunlukla, sarımsağın bol miktarda olması turşuyu güzelleştirir ve lezzetini artırır.


Sebzeler:

Sebzeler sağlam ve taze olmalı, turfanda olmamalıdır. Salatalıklar küçük, sert ve diri olmalıdır. Patlıcanlar çekirdeksiz, ufak boy, parlak ve siyah renkte olmalıdır. Kelekler de tatlanmamış ve ufak olmalıdır. Domatesler ham veya yarı-olgun olmalıdır.


Diğer malzemeler:

Maydanoz ve sarımsak kesinlikle konulmalıdır. Bununla beraber, defne yaprağı, kereviz sapı ve yaprağı, 4-5 karanfil, birkaç karabiber tanesi, hardal tohumu, nane ve en üste de taze asma yaprağı veya asma filizi koymak hoş koku verip güzelleştirir. Ayrıca acı sevenler için minik Arnavut biberi konulabilir. İstenirse kırmızı lahanalarla turşunun rengi değiştirilebilir. Nohut, turşu kurulurken kavanozun dibine atılır ve turşunun çabuk mayalanmasını sağladığı gibi asitliğini de artırır. Yine biraz bal ya da şeker de turşu suyunun asitliğine katkıda bulunurlar.


Hijyen:

Hijyen, sağlıklı temizlik veya mikro-organizmalardan arındıran temizlik demektir. İyi bir turşu yapmanın yolu hijyenle başlar. Kavanozunuzda ne kadar az mikro-organizma olursa, turşunuz o kadar başarılı olacaktır. Küflenme, salyalanma gibi turşu hastalıklarının hepsi, turşuda üreyen mikro-organizmalardan kaynaklanır. Sebze yıkamakta kullandığınız kapları, süzgeçleri, kevgirleri, kesme tahtalarını, tezgâhı, bıçakları vs. çok özenle yıkamak-temizlemek gerekir. Sebzelerden kabuğu soyulmayacakları yıkayıp suda bekletmeli ve tekrar tekrar yıkamalıdır. Özellikle kornişon ve fasulye, çok tozlu-topraklı olmaktadır.


Sebzelerin hazırlanması:

Fasulye, lahana ve yeşil biberleri kaynamakta olan suya birkaç dakika atıp çıkardıktan sonra kavanoza koymalıdır. Havuç, karnabahar, salatalık, kelek, domates vb. çiğden koyulur. Kırmızı lahanalar ise, kıyıldıktan sonra tuz ve şekerle ovulur, öyle suyu atılır.


Sebzeleri, çatalınıza hangi büyüklükte gelmesini istiyorsanız o büyüklükte doğrayın. Eğer bütün olarak atacaksanız üç-beş yerinden çatalla delmelisiniz. Sarımsakları da soyduktan sonra doğramak veya ezmek en doğru olandır.

Turşu yapımına abdest yenilemiş olarak, eûzü-besmeleyle başlayıp, güzel niyetlerle birlikte sevgimizi-ihlâsımızı katarsak şifâya ve berekete vesile olur. Şimdi turşumuzu yapmaya başlayabiliriz.

Kavanoza doldurma:

İlk önce her 1 litrelik kap için 5-10 kuru nohudu kabın dibine atın. Turşunun tuzlu suyunu ve sirkesini, sebzeleri kavanoza doldurmadan önce koymalısınız. Böylece aralarda hava kalma ihtimalini en aza indirmiş olursunuz. Su ve sirkeyi kavanozlara paylaştırmadan önce, doğranmış yeşillikleri, sarımsağı ve baharatları, bu arada limon tuzu, şeker vs. arzuya göre eklemek istediğiniz diğer malzemeyi de suya karıştırın, daha sonra bu suyu kavanozlara paylaştırın. En sonda da bütün sebzeleri kavanozlara paylaştırın. Sebzeler, kavanozun ağzının iki parmak altına gelene kadar bastırarak kavanozu doldurun. En üste de yine kıyılmış maydanoz ve sarımsaktan birer tutam koyun. Turşunun hava almasını önlemek için en üstüne bir asma çubuğunu veya haşlanmamış uzun bir fasulyeyi yay gibi bükerek koyabilirsiniz. Sonra fasulye yayını kapatacak kadar biraz sirke ekleyin ve biraz tuz ekin ve kavanozun ağzını kapatın. Bu yay işini yapamamışsanız, en son biraz sıvı yağ dökerek kavanozun kapağını kapatabilirsiniz.


Turşuyu bekletme:

Turşunuzu kurduktan sonra mutlaka serin ve loş bir yerde en az 15-20 gün bekletin. Kâide olarak, turşu, bu olgunlaşma döneminde açılmaz, ama çok kısa bir süre açıp, elinizi sürmeden bir kaşıkla üzerinden alarak tuzunu ve sirkesini kontrol edebilirsiniz. Lahana turşusu kurduysanız, birkaç günde bir açıp içini temiz bir kaşık vb. ile karıştırarak biriken gazını almalısınız. Turşunuzu açtıktan sonra, tüketirken su seviyesinin sebze seviyesinin altına düşmemesine dikkat edin.  Turşularınızın sebzeleri azaldığında ya da bittiğinde suyu halen bozulmamışsa, yeniden kullanabilirsiniz. Bu suya eklenecek sebzeler kısa sürede turşuya dönüşür.


TURŞUNUN FAYDALARI

Özellikle bu faydalar, tabiî olarak fermente edilmiş ve hakikî sirke kullanılmış turşular için birinci derecede geçerlidir.

Sadece iştah açıcı özelliğe sahip olduğunu söylemek, turşuya yapılan bir haksızlıktır. Turşunun tam bir tabiî şifâ kaynağı olduğu, günümüzün en çok konuşulanları arasındadır. Uzmanlar; soğan, sarımsak, lahana, karnabahar, brokoli, patlıcan, enginar, elma, armut, yumurta, kiraz, ayva gibi hem ülkemizde üretilen, hem de ithal edilen sebze ve meyvelerden îmal edilen turşunun her çeşidinin sağlık açısından çok önemli fonksiyonlara sahip olduğunu söylüyorlar. Genel olarak turşunun sağlığa katkılarını şöyle sıralayabiliriz:

Turşu tabiî bir lif kaynağıdır.

Sebze ve meyveler, zaten lif açısından zengin olduklarından bunlardan yapılan turşularla da lif ihtiyacı giderir.

Sindirimi kolaylaştırır. Turşulardan az miktarda bile yemek, bağırsaktaki faydalı bakterilerin sayısını artırır. Sindirimi geliştiren bu faydalı bakteriler, bağışıklık sistemini kuvvetlendirirken, B ve K vitaminleri sentezinde de önemli bir rol oynamaktadır. Buna ek olarak reflü ve kabızlık gibi yaygın sindirim sistemi rahatsızlıklarına da iyi gelen yiyecekler arasında turşu ön plâna çıkmaktadır.



Vitamin ve mineral kaynağıdır.

Turşu ve turşu suyu; magnezyum, demir, potasyum, kalsiyum, çinko gibi mineralleri ve elementleri bünyesinde bolca barındırır.


Bunamayı geciktirir.

Halk arasında bunama olarak da bilinen Alzheimer hastalığına bitkisel bir çözüm de turşu yemektir. Turşunun olmazsa olmazı, sarımsakta bulunan birtakım flavonoidler, bunamayı büyük ölçüde bertaraf etmektedir.


Tansiyonu düşürür.

Turşunun mayalanma sürecinde üretilen laktik asit, tansiyonu düşürür ve kan dolaşımını teşvik ederek damar açıcı tesir gösterir. Buna ilâve olarak şeker hastaları (diyabetliler) için de faydalı bir gıda maddesi olarak bilinir.

Kalp ve damar hastalıkları riskini azaltır. Turşunun en önemli kaynağı olan sirkede bulunan pektin, kalp dostu olan bir enzimdir.



Bütün bunlara rağmen özellikle mide rahatsızlıkları olanların turşuyu doktor kontrolünde yemeleri gerekir. Ayrıca tuzundan dolayı özellikle tansiyon hastaları da dikkat etmelidirler. Her şeyde olduğu gibi turşuyu da kararında yiyerek istenilen fayda sağlanmalıdır. Aksi hâlde turşunun aşırı tüketimi, susuzluk hissi oluşturabilir, görmede bozulma ve osteoporoza sebep olabilir.

Kaynak: Nejla Baş, Şebnem Dergisi, Ocak-2016, Sayı: 131

8 Temmuz 2016 Cuma

Köy Müdürü


Rotasyonmuş adı; demek?
İşe kızar köy müdürü,
Değersizmiş onca emek,
Boşa yazar köy müdürü.

Olmayınca birçok imkân,
Dertle kardeş olur insan,
Yazmak için yeni destan,
Taşı kazar köy müdürü.

Gelen giden bir lâf atar,
Kem gözler sineye batar,
Bir amir de olur muhtar,
Sanki ‘gözer’ köy müdürü.

Kara kış gelip yağınca,
Dağlar yollara ağınca,
Hasret gönlünü boğunca,
Türkü düzer köy müdürü.

Elbet vefa var hamurda,
Yavrular dâim umurda,
Su olmasa da çamurda,
Her gün yüzer köy müdürü.

Bürokrasi çekilmez yük,
Mevcut işler dağdan büyük,
Ateşten gömlek müdürlük,
Hâlden bîzar köy müdürü.

Çile dolu her yaşında,
Yalnızlık var gözyaşında,
Bu gidişle kırk beşinde,
Yazar mezar, köy müdürü.

Varoğlu, köydesin mâdem,
Çalışma zamanı bu dem,
Vermezse takdiri Âdem,
Mahzun gezer köy müdürü.

Mehmet Ali Var

26 Haziran 2016 Pazar

Kaybolmaya Yüz Tutmuş Ramazan Medeniyeti


Çok değil yüz yıl öncesinin Ramazanlarını öğrenince, insan bir başka âlemin örtüsünü aralamışçasına hayrette kalıyor. Sanki o Ramazanlarda yaşanan insanlığın, anlayışın ve kaynaşmanın zevkini tadanlar ecdadımız değillermiş gibi şaşıp kalıyoruz. Ve meğer hakkıyla yaşandığı zaman İslami hayat, toplumu ne emsalsiz faziletlerle süslüyormuş diye düşünüyoruz...

İslam'ın da, insanlığın da giderek unutulduğu günümüzde, Ramazan hâlâ bir huzur ayı olarak yaşanmaktadır. Hâlâ, insanlığımızı ve Müslümanlığımızı daha bir köklü şekilde duymanın mutluluğu onun sayesinde kalplerimizi ferahlatmaktadır. Ve yine onun sayesinde, toplumumuz da bunaltıcı raddelere gelen maddi - manevi anarşiden bir parçacık olsun kurtulabiliyor.

Evet, her şeye rağmen Ramazan tatlı nesimini katılaşmış kalplere kadar ulaştırabilmektedir... Bu durum, milletimizin bir inanç işareti olarak sevindiricidir.

Ya eski Ramazanlar... Başlı başına bir medeniyet, bir manevi şehrayin olarak beldelerle birlikte, minarelerle birlikte, gönülleri, ruhları apaydınlık eden Ramazanlar...

Zenginlerle fakirler arasındaki farkı iyice azaltan, her makam ve cinsten insanı camide buluşturan, kaynaştıran, zaten var olan milli birliği iyice pekiştiren Ramazanlar...

Hasretle andığımız o Ramazanlar, terk ettiğimiz medeniyetin bir ayrılmaz parçası olarak yaşanmıştı mazide... Unutulan veya unutturulmak istenen medeniyetimizle birlikte kaybolmaya yüz tutan Ramazanlardayız şimdi...

Minarelerdeki mahyalarla, kandillerle birlikte, verilmeyen zekâtlarla, sadakalarla birlikte kaybolmaya yüz tutan Ramazanımızın medeniyetini ihya etmek, diriltmek zorundayız... Aksi halde, kendi yürüyüşünü değiştiren, başkasınınkini de taklit edemeyen biri gibi, şaşkın ve kararsız kalacağız. Bunalacağız yani; darboğazların çıkmazlarında, açmazlarında...

Medeniyetimizin ihtişam devirlerindeki Ramazanları bir tarafa bırakalım ama, son devirlerde yaşanmışları bile, gıpta edecek bir lezzetle toplumun ağzını tatlandırıyordu. Şimdi o günleri yaşamış "erbab-ı kalem"den, birkaç çizgi ile Ramazan medeniyetimize yahut medeniyetimizin Ramazanlarına göz gezdirelim.

Semih Mümtaz şöyle anlatıyor o günleri :

"Beklerlerdi. Rü'yet-i Hilal vuku bulunca Şeyhülislam kapısına gelir haber verir ve ayın hafifçe görüldüğünü tevsik ederlerdi.

Bundan sonra evvela Halife-i Ruy-i Zemin'e, yani Padişah'a arz-ı hal ve aynı zamanda da Ramazanı ilan ederlerdi.

Camiler mahyalarını, kandillerini yakarlardı. Bekçiler de davullarını çalarlardı. Teravih namazı da o gece başlardı. Bu namazdan sonra da camilerden çıkan halk istediğini yapardı...

...Gündüzleri de ibadet ve taat ile meşgul olunurdu. Resmi daireler de erken dağılırdı ve aralarında nev'ama nöbet yaparlardı. Alenen oruç bozmak yasaktı.

Oruçsuzlar buna dikkat ederlerdi ve oruçluların huzurunda yemezlerdi, içmezlerdi. Mübalatsızlıklar gösterenleri zabıta yakalardı. Babıali'de çalışan Hıristiyan memurlar bile, bu yasağa hürmet ederlerdi. Canları bir su istese gizli içerler, Müslüman hademelere bu işi yaptırmazlardı.

Ceplerinde taşıdıkları Mushaf-ı Şerifle camilerde Kur'an-ı Kerim okumak halkın birçoğunda adetti. Ve yazma Mushaf'lar hakikaten enfesti.

O devirlerde ve daha evvel de yazma Mushaf-ı Şeriflere çok hürmet edildiği için mükemmel hattatlar yetişmişti ve yetişirdi.

Ramazanın herkese şamil bir hususiyeti daha göze çarpardı. O da ortalığı saran bereketti. Fakir-zengin herkesin karnı doyar, yüzü gülerdi. Bunda belki Ramazanın gelmesi ve gitmesiyle beraber verilen umumi maaşların da medhali vardır: Çünkü bu sayede borç varsa verilir, esnaftan yeni kredi temin edilir; Ramazana mahsus bir kiler temin olunur, birçok konaklardan da diş kirası alınırdı.

Birçok konakta da fukara sofraları kurulurdu; her akşam iftarında fukaraya yemekler verilirdi. Hatta bazı konaklar da bulundukları mahallenin fakir evlerine erzak verirdi.

Doğrusunu söylemek lazım gelirse, eğlenceler mahdut, fakat eğlendirici şeyler nâmahduttu..."

* * *

Ramazan-Yenilenme Ayı

İbrahim Alaeddin (Gövsa) ise, yaşadığı eski Ramazanlarla günümüzdekileri ya da yarım asır öncekileri şöyle kıyaslıyor :

"Gelen Ramazanla birlikte şehrin her tarafında bir değişiklik göze çarpıyor.

...Ama bütün bu hazırlıklar, bundan otuz kırk sene önceki Ramazanların yanında yine de sönük kalıyor...

...Bu Ramazanda çifte minareli camiler, yine eskisi gibi "Merhaba, Hoş Geldin, Ey On iki Ayın Sultanı..." çeşidinden güzel ve ustalıklı yazılarla bu mübarek aya karşı olan saygılarını yerine getirdiler.

Yine şekerciler beyaz patiskalarla süsledikleri bakır reçel kavanozlarını dükkânların önüne dizdiler. Pideciler ve simitçiler, eskiden yaptıkları gibi, Ramazan gülleri mis kokulu, sesleri ile ortalığı çınlatıyorlar. Fakat nedense içimizde yine de o eski Ramazanların hasreti var...

* * *

Eski Ramazanları ve eski zamanları hatırlamamak mümkün mü? Ramazan geldi mi, herkeste -gerçi şimdi de öyle ya- bir değişiklik başlar, yeni ve hareketli bir davranış göze çarpardı. Bakkallar dükkânlarını, renk renk kâğıtlara sardıkları Kayseri pastırmaları ile süslerler; tekerlek tekerlek kaşar peynirleri getirtirler; gazevilerle (özel çuval) Mısır pirinçlerini raflara dizerler.

Haleb'in Hadidi yağını birbirleriyle rekabet yaparak satarlardı. Makarna fabrikaları, Ramazana mahsus olmak üzere, cins cins ve şekil şekil yeni makarnalar imal ederler; yer yer güllaç imalathaneleri açılır; tesbihçiler, hacıyağcılar yeni faaliyetlere başlarlardı.

Aileler, daha bir hafta önceden, Ramazan temizliğine koyulurlardı.

Ortalık silinip süpürülür, yeni çamaşırlar hazırlanır, kaplar kalaylanır, kırık dökük tabaklar yenileştirilir; yeni sofra, şerbet, reçel takımları alınır ve bu arada bir aylık erzak birden düzülürdü. Çocukların harçlıkları bile artırılırdı. Hâsılı bir sene içinde Ramazan için biriktirilen para, birkaç gün içinde yerlerine harcanırdı.

Şimdilerde Ramazan -çocukların, Ramazanın geldiğini ilan eden bekçinin arkasından koşarken söyledikleri gibi- yine de hoş geliyor ama sadece baklava tepsisi değil, eli de boş geliyor.

Dilimizde ve ruhumuzda eski tatlarını bulamıyoruz. Bunun sebebinin ne olduğunu da bilemiyoruz.

Acaba zevk ve eğlence duygularımızı körelten sebepler, arka arkaya gelen harplerden yorgun çıkmış olmamız mıdır?

Oysaki Balkan Savaşı da, Birinci Dünya Savaşı da, Kurtuluş Mücadelesi de arkada kalalı yıllar olmasına rağmen, dilimizde ve ruhumuzda o eski tat hala yok. Dileriz ki, bu yokluğu bari duyabilen idrakten mahrum kalmayalım."

Dr. Veli SIRIM

6 Mart 2016 Pazar

Toplumcu Gerçekçi Anlayışla Yazılan Eserler


İlk Türkçe gerçekçi köy romanı 
olarak kabul edilen 
Karabibik



Toplumcu gerçekçi anlayışın başlangıcı Nabizade Nazım ve Hüseyin Rahmi'ye kadar uzanır. Nabizade Nazım'ın "Karabibik" adlı eseri ile köy hayatına, köylü insanının sorunlarına yönelme başlar. Toplumcu gerçekçi anlayışla verilen eserlerde gözleme dayalı tasvirler yapılır, sosyal yaşamın sorunları dile getirilir.Özellikle köy hayatı ve bu bağlamda köyde yaşanan zengin-fakir, aydın-cahil, ağa-köylü çatışmaları ele alınır.


Bunun yanında köyden kente göçün doğurduğu problemler işlenir. Toplumcu gerçekçi anlayış, "memleket edebiyatı" çizgisinde sürdürülmüştür. Bu anlayışla verilen eserler 1930'lardan 1980'lere kadar edebiyat dünyasında güçlü bir şekilde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Özellikle roman alanında bu varlık daha çok hissedilmiştir. 1950'li yıllarda Köy Enstitülerinde yetişen köy kökenli yazarlar Anadolu'nun köylerini ve kasabalarını, buralardaki sorunları, yaşanan hayatı eserlerinde farklı boyutlarıyla işlemişlerdir.


Temsilcileri:

Sadri Ertem (1900-1943): Sadri Ertem "Sanat balık gibidir, toplumsal suyun içinde yaşar" diyerek toplumcu gerçekçi anlayışta eserler verdi. Hikayelerinde ve romanlarında biçim, üslup, estetik vb endişeleri olmadı. O sadece toplumsal ve ekonomik gerçekleri anlatmaya çalıştı. Bu nedenle sağlam bir dil ve üslup sahibi olduğu söylenemez.

Eserleri:
Roman: Çıkrıklar Durunca (1931), Bir Varmış Bir Yokmuş (1933), Düşkünler (1935), Yol Arkadaşları (1945)
Hikaye: Silindir Şapka Giyen Köylü (1933), Bacayı İndir Bacayı Kaldır (1933), Korku (1934), Bay Virgül (1935), Bir Şehrin Ruhu (1938)

Sabahattin Ali (1907-1948): Sabahattin Ali Anadolu'nun çeşitli yerlerinde öğretmenlik yapmış bir sanatçıdır. Ayrıca bir kaç defa hapis cezası almış ve hapishanede kalmıştır. Edebi yaşamına şiirle başlamıştır. Eserlerinin ve özellikle hikayelerinin konusu, öğretmenlik yaptığı köylerdeki izlenimleri ve hapishane hayatında dinledikleri üzerine kuruludur. Realist akımın öncülerinden olan yazar, çok iyi bir gözlemci olup izlenimlerini kendi dünya görüşü çerçevesinde yazıya aktarmış, köylerde ve kasabalarda ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirmiştir. Sabahattin Ali'nin "Kuyucaklı Yusuf (1937)" romanı, edebiyatımızda realist bir anlayışla yazılmış en özgün örneklerden biridir. Yazar ayrıca Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz ile birlikte "Marko Paşa (1946-1947) adlı siyasi mizah dergisini çıkarmış, ancak dergi İsmet Paşa ile alay edildiği gerekçesiyle kapatılmıştır.

Eserleri:
Roman: Kuyucaklı Yusuf (1937), İçimizdeki Şeytan (1940), Kürk Mantolu Madonna (1943)
Hikaye: Kağnı (1936), Ses (1937), Yeni Dünya (1943), Sırça Köşk (1947)...
Şiir: Dağlar ve Rüzgar, Kurbağaların Serenadı, Öteki Şiirler...

Orhan Kemal (1914-1970): Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan sanatçı, edebiyata ilk olarak şiirle başlamış, Nazım Hikmet ile tanıştıktan sonra hikaye ve romana yönelmiştir. Edebiyat dünyasındaki asıl şöhretini de hikaye ve romanlarıyla kazanmış olup bu türdeki birçok eseri sinema filmi olarak çekilmiştir. Hikaye ve romanlarında orta ve alt tabakadan insanların yaşam mücadelelerini, ekmek kavgalarını, acılarını işlemiş, tarımın makineleşmesiyle ortaya çıkan Çukurova insanının geçim sıkıntılarını konu edinmiştir. Kendisi de bu hayatın içinden gelmiş bir sanatçı olarak eserlerinde gözlem ve izlenimlerinden geniş ölçüde faydalanmış, kişileri yerel şiveyle konuşturmada başarılı olmuştur. Roman, hikaye, oyun türünde eserler vermiştir.

Eserleri:
Hikaye: Ekmek Kavgası (1949), Sarhoşlar (1951), Çamaşırcının Kızı (1952), 72. Koğuş (1954), Arka Sokak (1956), Babil Kulesi (1957), Dünyada Harp Vardı (1963), İşsiz (1966), Önce Ekmek (1968)...
Roman: Bereketli Topraklar Üzerinde (1954), Devlet Kuşu (1958), Hanımın Çiftliği (1961), Eskici ve Oğulları (1962), Üç Kağıtçı (1969), Tersine Dünya (1986 ö.s.)...
Oyun: 72. Koğuş, İspinozlar, Eskici Dükkanı

Yaşar Kemal (1923-2015): Asıl adı Kemal Sadık Göğceli olan yazar, ilk hikaye kitabı olan "Sarı Sıcak"taki "Bebek" isimli hikayesini 1952 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımladı. Bu hikaye Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Rusça ve Romence dillerine tercüme edildi. En önemli eserlerinden biri olan "İnce Memed" isimli romanı 1953-54 yıllarında Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı. Eserlerinde mekan olarak genellikle Çukurova'yı seçmiş, konularını destan, efsane, halk hikayeleri ile güçlendirmiştir. Hikaye ve romanlarında sıkıntılarını, acılarını, yaşam mücadelelerini anlattığı insanların iç dünyalarında hissettiklerini şiirsel bir üslupla anlatmış, etkileyici doğa tasvirleri ve benzetmeler kullanmış özgün bir sanatçıdır.

Eserleri:
Hikaye: Sarı Sıcak (1952), Bütün Hikayeler (1975)
Roman: İnce Memed (1955), Orta Direk (1960), Yer Demir Gök Bakır (1963), Yılanı Öldürseler (1976), Kuşlar da Gitti (1978), Yağmurcuk Kuşu (1980), Kale Kapısı (1985), Kanın Sesi (1991), Karıncanın Su İçtiği (2002), Çıplak Deniz Çıplak Ada (2012), Tek Kanatlı Bir Kuş (2013)...
Derleme: Ağıtlar, Üç Anadolu Efsanesi
Röportaj: Bu Diyar Baştan Başa, Çukurova Yana Yana

Kemal Tahir (1910-1973): Eserlerinde köy merkezli toplumsal sorunları, eşkiyalık hikayelerini, hapishane hayatını ve tarihi olayları konu edinmiştir. Hikayelerinde gözlemlerine yer vermiş, toplumsal yapıyı derinden kavrayan bir bakışla ele almıştır. "Devlet Ana" ve "Yorgun Savaşçı" romanları meşhurdur. "Devlet Ana"da Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu, "Yorgun Savaşçı"da Kurtuluş Savaşı'nı konu edinmiştir. "Göl İnsanları" adıyla kitaplaştırdığı hikayelerinde ise köylü insanının sorunlarını ele almıştır.

Eserleri:
Roman: Esir Şehrin İnsanları (1956), Köyün Kamburu (1959), Kelleci Memet (1962), Yorgun Savaşçı (1965), Devlet Ana (1967), Yol Ayrımı (1971)...
Hikaye: Göl İnsanları (1955)

 Aziz Nesin (1916-1995): Mizahî hikaye alanında Cumhuriyet döneminin önemli ve usta bir yazarı olan Aziz Nesin, çağımızın Nasrettin Hoca'sı olarak anılır. Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz ile birlikte 1946-47 yıllarında "Marko Paşa" adlı mizah dergisini çıkarmıştır. Hayatını kalemiyle kazandığı için özellikle hikaye alanında çok eser vermiş, bunun yanında roman, çizgi roman, anı, çocuk kitapları gibi türlerde de eserler kaleme almıştır.

Eserleri:
Roman: Gol Kralı (1957), Zübük (1961), Şimdiki Çocuklar Harika (1967), Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (1977)...
Hikaye: Geriye Kalan (1948), İt Kuyruğu (1955), Fil Hamdi (1956), Damda Deli Var (1956), Hangi Parti Kazanacak (1957), Ölmüş Eşek (1957), Bay Düdük (1958), Gıdıgıdı ( 1958), Gözüne Gözlük (1960), Namus Gazı (1964), Vatan Sağ Olsun (1968), Büyük Grev (1978), Maçinli Kız İçin Ev (1987)...
Oyun: Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom
Anı: Bir Sürgünün Hatıraları, Yokuşun Başı
Masal: Aziz Dede'den Masallar, Uyusana Tosunum, Hoptirinam

 Fakir Baykurt (1929-1999): Köy enstitüsü kökenli yazarlardandır. Yazı hayatına şiirle başlamış, asıl şöhretini roman ve hikâyeleriyle kazanmıştır. Eserlerinde toplumcu sanat anlayışıyla daha çok köy insanının ve köy hayatının sorunlarını ele almış, son dönem hikâyelerinde Almanya'da çalışan işçilerin sıkıntılarına da değinmiştir. Hikâye ve romanlarında yer alan kahramanların konuşmalarında mahalli ağız özelliklerini öne çıkarmıştır.

Eserleri:
Roman: Yılanların Öcü (1954), Irazca'nın Dirliği (1961), Onuncu Köy (1961), Keklik (1975), Kara Ahmet Destanı (1977), Koca Ren (1986), Yarım Ekmek (1997)...
Hikaye: Çilli (1955), Efendilik Savaşı (1959), Anadolu Garajı (1970), On Binlerce Kağnı (1971), İçerdeki Oğul (1974), Gece Vardiyası (1982), Duisburg Treni (1986), Dikenli Tel (1998)...

Kemal Bilbaşar (1910-1983): Sanat hayatına hikaye ile başlayan yazar, daha çok memleket hikayeleri sınırı içinde kalmıştır. Eserlerinin konusunu Kuzey ve Batı Anadolu'da yaşayan kasaba insanlarının hayatları oluşturur. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında toplumda yaşanan rüşvet, kumar, karaborsacılık, fuhuş vb aksaklıkları da işlemiştir. "Cemo" adlı romanı geniş bir okuyucu kitlesi tarafından okunmuş ve sevilmiştir.

Eserleri:
Roman: Cemo (1966), Memo (1970), Başka Olur Ağaların Düğünü (1972), Bedoş (1980), Zühre Ninem (1981)...
Hikaye: Anadolu'dan Hikayeler (1939), Cevizli Bahçe (1941), Pazarlık (1941), Pembe Kurt (1953), Üç Bulutlu Hikayeler (1956), Irgatların Öfkesi (1971)

Necati Cumalı (1921-2001): Şiir, roman, hikaye ve oyun türlerinde eserler vermiştir. Eserlerinde Ege köylüsünün sorunlarını ele almış; tütün işçilerinin problemleri, köy insanının doğayla mücadelesi, kadın-erkek ilişkileri gibi konular üzerinde durmuştur. Eserlerini yazarken gözlemlerinden geniş ölçüde yararlanan sanatçının sade ve duru bir anlatımı vardır.

Eserleri:
Roman: Tütün Zamanı (1959), Yağmurlar ve Topraklar (1973), Acı Tütün (1974)...
Hikaye: Yalnız Kadın (1955), Değişik Gözle (1956), Susuz Yaz (1962), Ay Büyürken Uyuyamam (1969), Makedonya 1900 (1976), Kente İnen Kaplanlar (1976)
Şiir: Yağmurlu Deniz, Harbe Gidenin Şarkıları, Mayıs Ayı Notları...

Samim Kocagöz (1916-1993): Roman ve hikayelerinin birçoğunda kendisinin de yaşadığı Söke ve civarındaki insanların hayatlarını anlatmış, sorunlarını ele almıştır. Yazar, büyük ölçüde gözleme dayanan bu eserlerinde toplumcu endişe ile sanat endişesi arasında bir tavır sergilemiştir. Hikayeleri, "Memleket Hikayeleri" çerçevesinde değerlendirilir.

Eserleri:
Roman: Bir Şehrin İki Kapısı, Yılan Hikayesi, İzmir'in İçinden, Onbinlerin Dönüşü, Mor Ötesi, Eski Toprak...
Hikaye: Telli Kavak (1941), Sığınak (1946), Sam Amca (1951), Ahmet'in Kuzuları (1958), Yağmurdaki Kız (1967), Alandaki Delikanlı (1978), Gecenin Soluğu (1985), Baskın (1990)...

Mahmut Makal: Köy enstitülerinden yetişen Mahmut Makal, köy öğretmenliği yaptığı yıllardaki gözlemlerini anlattığı "Bizim Köy " kitabı ile okuyucu üzerinde büyük bir ilgi uyandırdı. Bu kitap aynı zamanda "Köy edebiyatı" akımının başlangıcı kabul edilir. Makal yine bu yıllarda Varlık dergisine gönderdiği köy mektupları ve köy notları ile de dikkat çekmiştir. Eserlerinden bazıları İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, İtalyanca, Macarca gibi çeşitli dillere çevrilmiştir.

Eserleri: Bizim Köy, Memleketin Sahipleri, Köye Gidenler, İplik Pazarı, Köy Enstitüleri ve Ötesi, Anımsı Acımsı...

Talip Apaydın: Talip Apaydın sanat hayatına şiirle başlamış, sonrasında hikaye ve romana yönelmiştir. İlk hikayeleri ve şiirleri Köy Enstitüsü dergisinde yayımlanmıştır. Kendisi de Köy Enstitüsü çıkışlı olan yazar, Köy edebiyatı akımının temsilcilerindendir.

Eserleri:
Şiir: Susuzluk
Roman: Sarı Traktör, Yarbükü, Emmioğlu, Kente İndi İdris, Ortakçılar...
Hikaye: Koca Taş, O Güzel İnsanlar, Hendek Başı, Hem Uzak Hem Yakın, Ateş Düşünce...

Abbas Sayar (1923-1999): Yozgatlı olan yazar, eserlerinde Orta Anadolu insanının hayatını konu edinmiştir. 1970 yılında yayımlanan "Yılkı Atı" isimli romanı, yazarın edebiyat dünyasında tanınmasını sağlamıştır. Eserde doğaya bırakılan bir atın hayatta kalma mücadelesi anlatılır. Arka planda ise köy insanının fakirlikle mücadelesi, çaresizliği dile getirilir.

Eserleri:
Hikaye: Yorganımı Sıkı Sar
Roman: Yılkı Atı (1970), Dik Bayır (1977), Tarlabaşı Salkım Saçak (1987), Anılarda Yumak Yumak (1990)...