Ninem Hanife ile Annesi Hediye
Ninem doğduğunda ben yanında yoktum;
öldüğünde de. Oysa o hep benim yanımdaydı. Bizi “arkada” bırakıp gittiği güne
kadar… Yaşarken “düşün önüme” derdi. Bizi hep “arkalar”dı. Şimdi “peşinde”
kaldık. Takıldık peşine. Koşsak da artık ona yetişemeyeceğiz. O, gitti.
Doğduğunda elleri yumuk yumuk muydu
bilemiyorum ama başımı her okşayışında pamuk gibi yumuşacıktı o küçücük elleri.
Doğduğunda “beni kucağına alsınlar” diye insanlara doğru uzanan o elleri ölüm
döşeğindeyken yanıbaşındaydı. Uzanacak, yardım isteyecek hâli yoktu; zaten buna
ihtiyacı da yoktu. Elleri nasırlıydı. Dünyanın yükü sırtında, meşgalesinin izi
ellerinde “vuslata doğru” gidiyordu.
Hep yanında olmak istedim bu kutlu yolculuğunda. Üç gün boyunca her gün 160 km
yol aştım yanında olmak için son nefesini verirken. Gidemediğim günün sonunda
veda etti herkese, her şeye… Acısız, sancısız, iniltisiz, sessiz...
Nefes alıp verişi bir tesbihât gibiydi; “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahü Ekber” der gibi... Arada bir durup soluklanır gibi ritm değiştirirdi. “Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh ve eşhedü enne Muhammed’en AbduHÛ ve RasûluHÛ” diyecek miktarınca. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun” diyerek geldiği yere rücu etti. Ninem öldü. Doğduğunda olduğu gibi, öldüğünde de ben yoktum yanında. Biliyorum ki “Hüvel Bâki.” Kalıcı olan Allah(cc). Ne Ninem ne de ben… Dünyadan, yaşamdan, heva ve hevesten, hırstan, arzudan, emelden, hedeften ve diğer bilcümle her şeyden arta kalan… Hüve'l-hayyu'l-kayyum.
Nefes alıp verişi bir tesbihât gibiydi; “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahü Ekber” der gibi... Arada bir durup soluklanır gibi ritm değiştirirdi. “Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh ve eşhedü enne Muhammed’en AbduHÛ ve RasûluHÛ” diyecek miktarınca. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun” diyerek geldiği yere rücu etti. Ninem öldü. Doğduğunda olduğu gibi, öldüğünde de ben yoktum yanında. Biliyorum ki “Hüvel Bâki.” Kalıcı olan Allah(cc). Ne Ninem ne de ben… Dünyadan, yaşamdan, heva ve hevesten, hırstan, arzudan, emelden, hedeften ve diğer bilcümle her şeyden arta kalan… Hüve'l-hayyu'l-kayyum.
EVCİ KÖYÜNDEN SORDAN KÖYÜNE YOLCULUK…
Ninem bir Osmanlı kadınıydı. 1910
yılında, şimdiki adı “Madenler” olan
"Evci” köyünde dünyaya geldi. O
doğmadan iki yıl önce 1908’de Ulu Hâkan Abdülhamid Han tahttan indirilmiş, Mesrutiyet
tekrar ilân edilmiş… Osmanlı tahtında 5. Mehmed (Reşad) vardı. Ağırlıklı olarak
İttihat ve Terakki hükümetleri yönetimde; Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa…
Osmanlı Devleti, Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya savaşlarına girip üç savaştan
da yenilgi ve toprak kayıplarıyla çıkmıştı.
Baba Halil, ninemin deyişiyle “seferbirlik” emriyle, hangisi olduğu
bilinmeyen bir cepheye gitmiş ve bir daha kendisinde haber alınamayınca ninem
artık bir “yetim” kız çocuğu
olmuştu. Savaş kıtlık, savaş yoksulluk, savaş açlık demekti. Kocası ölen anne “Hediye” bu zor günlerin badirelerine daha
fazla göğüs geremeyip bu tek evladını “Hala”sına
emanet edip, bu yoksullukta bari bir boğaz eksilsin diye kendi başının çaresine
bakmak için ocağı terk eder. Ninem yetimdi. Şimdi bir de “öksüz” kalmıştı. Artık ne başını okşayacak bir babası, ne de sırtını
sıvazlayacak bir annesi vardı. O, yetim ve öksüzdü. Yani kimsiz, kimsesiz. Bu
kimsesizlik bize göreydi tabi. Oysa o kimsesiz değildi. Onun “Kimsesizler kimsesi” olan bir Allah’ı
vardı.
Savaş; Yoksul, aç ve kimsesiz çocuklar demekti. Bu günlerde ninemin elleri hep hareketliydi. Anne yok baba yok. Hastalanır eli böğründe, başında; öksürür eli ağzında, burnunda; biri seslenir eli kulağında. Bir lokma yiyecek bulsa elleriyle onu ağzına taşımanın derdinde. Kir pas içindedir. Bitlenir, kaşınmak için ellerinde tırnak arar, bulamayınca onu koruyup, gözeten, kollayan halası yetişir imdadına… Tek tek öldürür elleriyle saç diplerindeki “bit”leri, temizler “sirken”leri. Yıkayıp pak eder “killi” suyla saçını başını. Çok sürmez. Ertesi gün hücum eder yine üstüne başına bitler pireler.
Kış olur, üşür; Sokar ellerini koynuna. Yatak buz gibidir. İyice büzülür yorganın altında, titrer. Bu defa sokar ellerini karnına kadar çekilmiş dizlerinin arasına. Bir türlü ısınamaz. Sokulacağı, sıcaklığıyla ısınacağı kimsesi yoktur yanında. Kendileri bu yoksulluğun yükü altında ezilirken komşuları gayr-i Müslim teba gayet müreffehtir. Kendileri mısır ekmeği dahi bulamazken Rum komşuları “çiçek gibi bembeyaz ekmek” yapıp yerlerdi. Taze ekmeğin kokusunu aldığında evden kaçar, koşar komşularının yanına. Her seferinde de “İnce elek”ten geçirilmiş buğday unundan yapılan bu ekmeklerden tutuştururlar ellerine vefalı komşuları. Elleri kirlidir. Peçete ne gezer. İncir yaprağına yerine göre kaba yapraklı otlara sarıp öyle verirler eline. Yıllar yılları kovalar “Evcü” köyünde.
“Anne
Hediye” de rahat değildir; Hangi dala tutunsa o dal elinde kalmaktadır.
Başını sokacak, sığınacak yuva arar hep kendine… İnsan ömrünü bitirip tüketen
savaş yıllarında bir yuva kurmak ve o yuvayı bir arada tutmak ne mümkün.
Sefalet ve hastalıklar bir yandan, savaşlar bir yandan dağıtır kurduğu her
yuvayı. En sonunda Sordanköy’de bir yuva
daha kurar. Ordu ili Fatsa ilçesinden gelip buraya yerleşen bir “Halk Doktoru” olan İzzet ile evlenerek kurduğu
bu yuvanın mutlu olabilmesi için, yetim
ve öksüz Hanife’sinin de dâhil edilmesini arzular ve gereği yapılır. Gider,
alır kızını getirir yanına. Ninem artık elleriyle “acı gözyaşları”nı değil, “sevinç
gözyaşları”nı silmektedir. Bir “HİCRET”
yaşamıştır. Artık Evci köylü değil,
Sordan köylüdür. Annesine kavuşmuştur. Ayrı babalardan olsalar da yeni kardeşleriyle
tanışmıştır. Onlarla el ele tutuşmuştur. Ellerinden tutan bir babası da vardır.
Yani elleri boş değil dolu doludur artık. Ellerinin bu doluluğu, gelecekteki
hayatında, Rabbine bir şükran borcu olarak hep açık olacaktır. Eli açık olmak; Sadece
Rabbinden isteyen ve insanlardan yardımını esirgememektir… Ninem “Açık Elli”ydi. Yani “Cömert.”
"Yaşama Sevinci" Yüzlerinden hiç eksik olmayan
Ninem Hanife ile Dedem Sefercük.
Cansız bedeninin kara toprağın bağrına
yatırılışının üzerinden neredeyse 9 yıl geçti ama yüzünün gün yüzünden ayrılışı
daha dün gibi hafızalarımızda. Ve bizler birçok şeyin değerini ve kıymetini onu
kaybettikten sonra anlıyoruz. Anlıyoruz, anlamasına da iş işten geçmiş oluyor.
Biliyoruz ki yarın doğacak gün bizi de taze bir toprak yığınının altında
bulacak. Eliyle dokuduğu ölüme eliyle dokunmadan evvel bu dünyada yaşadıklarını
bir bir anlatabilseydi bize ya da o anlatırken biz dinleseydik sözünü kesmeden
ve anlasaydık anlatabilmek için keşke. Ama olmadı. Ninem bir “ümmi” idi.
Yazamazdı. Biz ise “hem okuyan hemi de
yazan” olarak yetiştirildik; bari dinlediklerimizi yazalım ki
unutturmayalım, anılarımızda yaşatalım geçmişlerimizi ve geçmişimizi. Onları
hatırladıkça dilimizin ucuna gelen “Allah
Rahmet Eylesin” duasını eksik etmeyelim onlardan. Bu bir “sadaka-i cariye” yani “sürekli iyilik”tir.
***
SORDANKÖYDE
BİR SORDANKÖYLÜ
O günün Sordanköyü tüm yetişkin
erkeklerini cepheye göndermiştir. Öyle ki, bırak hocayı, cenazelerini
kaldıracak bir Müslüman erkek bulmakta zorlanmaktadırlar. Hayatın yükü, çocuk
ve kadınların omuzlarındadır. Öyle ki, 13 yaşındaki oğlunu asker yapmak için
elinden almaya çalışan zaptiyelere direnen annelerin öyküleri aradan yüzyıl
geçmesine rağmen hâlâ capcanlıdır.
Tıpkı ninem gibi öksüz ve yetim bir
delikanlı vardır Sordanköyde. Onun babası da seferberliğe katılmıştır ama cepheden
ağır yaralı ve hasta olarak döner. Fakat yaşaması çok sürmez. Rahmet-i Rahman’a
kavuşur 36 yaşında daha yolun yarısındayken. Baba Şevki’nin bu ansız ölümü
kıtlık ve yoksulluğun kıskacındaki anne Satu’yu da daha fazla komaz dünyada.
Hastalanır. Bakacak kimi kimsesi olmadığı için Yenice Köyündeki kardeşinin
yanına gider. Onlar bakarlar bir süre ve kısa sürede o da kavuşur Rahmet-i
Rahman’a. Savaşın yetim ve öksüz bıraktığı çocuklar kervanına Sefer ve Zülfiye
kardeşler de eklenir.
İşte Ninem ile Dedemin kaderleri
burada kesişir. Tesadüfe bakın ki hem de kapı komşudurlar bir birlerine.
Ninemin üvey babası “Doktor İzzet”
aynı zamanda, cepheden dönüp geldiği günden beri yatak-döşek hasta yatan
dedemin babası “Gazi Şevki” ile
ilgilenmekte, onun hastalığını tedavi etmek için çabalamakta. On, on bir
yaşlarındaki Ninem ise minik elleriyle çorba taşır müstakbel kayınpederine.
Babası doktoru, ninem de hemşiresidir adeta. Babası öldükten sonra el
kapılarında karın tokluğuna çalışarak hayatını sürdürmeye çalışan Sefer ile
yeniden annesine kavuşan Hanife’nin kaderleri aynıdır. Yıllar yılları kovalar.
Ninem daha 16 yaşındayken Dedem
ellerini uzatır ona. “Hadi gel Hanife,
seninle kaçalım” der. Ninem de “hı
hı” der. Tamam “kaçır” beni der.
Meksut’un tarlasında mısır kırmakta olan ninemi kaçırmaya “ahd” eden Dedem, bir Sonbahar gününde Ninemin elinden tuttuğu gibi oradan
kaçmaya başlarlar. Bu kaçışa ayak uyduramayan Ninem tökezleyip düşer ama Dedem
aldırmaz, bırakmaz Ninemin elini. Bu defa sürüklemeye başlar biçilmiş mısır
tarlasında. Mısır kökleri batmaktadır Ninemin “yan”larına. Ninem bağırır; ”Bırak
elimi Sefer, ben geliyorum zaten, sürüme beni yerlerde” der ama dinleyen
kim. Dedem, “Kız kaçırmak böyle olur”
deyip bir elinden tuttuğu ninemi bir süre böyle sürükler tarlanın kenarına
kadar. Ninem elini zor kurtarır Dedemin elinden ama olan olmuş her tarafı yara
bere içinde kalmıştır. Elleriyle ovuşturur yaralarını bir süre, acıları dinsin
diye. Kim bilir belki de ilk kavgasını burada etmişti dedemle.
Ninem artık hayata atılmıştır. Kendi
evi olan, kendi ayakları üstünde duran bir ev kadınıdır. Evlenirken ne bir
düğün ne bir eğlence ne de bir tören yapılmıştır günün anısına. Ne gelinlik giyebilir
ne de çeyizi vardır. Velhasıl-ı kelam, elleriyle ne bir çeyiz düzebilmiştir
kendine ne de kınaydı, düğündü deyip kollarını kaldırıp, elleri havada
oynayabilmiştir. Bu mutlu gününde eller “çırpılıp”,
parmaklar “pıtık” çalmamış, her
gelin kızın kına gecesinde söylenen maniler söylenmemiş, gelin olan ninemin
ellerine kına yakılmamış, kına gecesinde elleriyle akan gözyaşlarını silsin
diye ağlatılamamıştır. Olsun. O artık bir “ev-bark“
sahibiydi. Bu onun için en büyük zenginlikti. Evi anladık da “bark” ne demektir diyenlerimiz için
arzedeyim…
Günümüz Türkçesine "ev bark sahibi olmak" , "evsiz, barksız" veya "evinden barkından olmak" şeklinde
geçmiş olan BARK; Eski Türk
kültüründe mezarlar üzerine kurulu olan küçük evciklere denirdi. Genellikle
komutanların, devlet adamlarının mezarları "Bark"ların içinde yer alırdı. Bark, aynı zamanda mabet görevi
de görürdü. Bugün de demiyor muyuz “Aile
Kutsaldır” diye. Bir aile için ev hem “barınak,”
hem “tapınaktır.” İşte evini bir
mabet gibi kutsayan ninem, yaşanan tüm yoksunluk ve yoksulluklara rağmen bu
nimetin değerini, kıymetini bilmiş; ona sımsıkı sarılmış adeta dedemle birlikte
“küllerinden doğmuş” lardır. “Sabi” iken ölenler hariç üç kız üç
erkek olmak üzere altı çocuk sahibi olmuşlar. Fakirlik, yoksulluk onların
gözünü korkutmamış aksine Allah'ın hazinesinin herkesi rızıklandıracak kadar
zengin olduğuna inanacak kadar “kâmil
bir iman” sahibiydiler. “Gayret
bizden Tevfik Allah’tan” deyip, daha çocuk sayılabilecek yaşta Devlet-i
Âliyeye birey edindirme, “insanı yaşat
ki devlet yaşasın” prensiplerinden haberdar idiler. Şuur altında yatan bu
bilgelikle ninem önce evlatlarına “anne”
sonra, sayılarını bile bilemediği torunlarına “nine” oldu. Ve bugün O bir “Rahmetli.”
Aldığı ilk nefesten verdiği son nefesine kadar o elleri neler çekti neler…
(…)
Zannetmeyiniz ki, bir eş bulup
evlenerek ev-bark sahibi olan ninemin gelin geldiği ev güllük gülistanlıktı. 1926’ların
Türkiye’si. Koca İmparatorluğu ayakta tutabilmek için yedi düvele karşı savaş
verilmiş. Son çare olarak Anadolu topraklarını savunan Türk Milleti varını yoğunu
ortaya koymuş. Malı olan malıyla, malı olmayan canıyla, cepheden cepheye
koşarken arkada evim var, barkım var, anam var, eşim var, çocuğum var dememiş;
önce vatan demiş, yerine göre uğrunda canını vermiştir.
Topyekûn bir savaştan çıkmış bir
ülkede iş yok, istihdam yok, üretim yok. Yoklar ülkesinin genel durumuna
bakılırsa memleketin efendisi köylü. En azından onun işleyebileceği bir
toprağı, kuyruğuna takılıp gidebileceği birkaç hayvanı vardı. Sorun; bu toprağı
işleyecek insan gücü varlığında idi. Daha büluğ çağına ermeden cepheye koşan
evlatların yerine karasabanın sapından tutmak kadınlara kalmıştı. Ortada devlet
diye bir şey olmadığından “Sosyal Güvenlik, Kamu Hizmetleri” gibi şeyler hak
getire… Şimdiki gibi evlerde elektrik yok, su yok, doğalgaz yok, elektrikli
süpürge yok, çamaşır makinesi yok, bulaşık makinesi yok… Evleri bırak, birçoğu
ülkede bile yok. Bu yoklar listesini bırakalım da var olanlardan, ninemin
ellerindekilerden bahsedelim.
EVİM EVİM GÜZEL EVİM.
Ev dediğin altı hayvan ahırı, üstü tek
odalı ağaçtan yapılmış bir ev. Ortaya serili bir hasır. Ocaklıkta üçayaklı bir
sacayak, üstünde küçük bir kazan, kenarda iki tahta kaşık bir de çanak. Kapının arkasında bir su kovası içinde bir
tas. Üzerinde bir tahta kapak. Odanın bir kenarında bir döşek bir yorgan. Bir
başka köşede varsa eğer bir çuval içinde bir miktar zahra. Duvara çakılı çiviye
takılı urbalar… Kapıda ayakkabı aramayın. Ayakkabı henüz icat edilmemiştir bu
köyde; yeni bir çarık en büyük zenginlik…
Ocakta yakılan ateşten dolayı odanın
içi hep toz duman, duvarlar ve tavan is karası. Pencere olarak ancak bir insan
kafası uzanacak kadar küçücük bir delik. Ocakta saç üstünde pişen genellikle
mısır ekmeğidir. Buğday lüks yiyecek henüz. Yemek diye pişen hep mısır
çorbasıdır. Un çorbası mı? O bir bayram yiyeceği…
Su istersen kuyular göller var. Ellerinle taşırsın eve suyu; yemek içmek için mutfağa ayrı, temizlik için abdesthaneye ayrı, tuvalete ayrı… Mevsim kış ise tamdaki hayvanları sulamak için yine ayrı…
Elektrik yoksa gaz var. O da yoksa
çıra var. İşin aslını sorarsanız buna ihtiyaç bile yok. Gün battı yat, Gündoğdu
kalk. Doğal yaşamanın ta kendisi…
Bunlar duyduklarım. Sıra gördüklerimde.
(Devam Edecek.)
/Çetin KOŞAR
30 Eylül 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder