Köyler, ekonomik fonksiyonları büyük
ölçüde tarım ile hayvancılığa dayanan ve nüfusları şehirlere göre az olan
yerleşim merkezleridir. Konumlarına göre köyleri dağ köyü ve ova köyü olarak
sınıflandırmak mümkündür. Köyümüz bir dağ köyüdür. Yolu kendine aittir. Yani
köy içinden geçip başka köye gidilen bir yol yoktur. Örneğin biz ilçeden
köyümüze gelirken Gökçeboğaz köyünün içinden geçiyoruz. Bunun gibi Sancar
köylüleri de Gelemet köyünün içinden geçerek köylerine vasıl oluyorlar. İşte
bunun gibi bizim köyün içinden hiçbir köy yolu geçmediği için, Köyün yolları
köy ormanlarına kadar gider orada son bulur. Bu nedenle köyümüz adeta kapalı
bir köydür. Ara sıra Sancar köylüleri köyümüz yolunu yaya olarak transit
kullansalar da bu pek nadir olur, genel olarak köyümüzün içinden gelip geçen
pek olmazdı.
Sorumluluk icabı olsa gerek, köyümüzde
her aile evinin önündeki yoldan gelip geçenleri merak eder ve mutlaka onları
gözetlerdi. Bu gelip geçenler ister köyden olsun ister köy dışından gelen olsun
ya da tanıdık biri olsun veya olmasın selamlaşılır, hoş beş edilir, hal hatır
sorulur, yabancıysa nereden gelip nereye gittiği öğrenilir ve gerekirse
yardımcı olunmaya çalışılırdı. Hele bu geçenler aile ise içeri davet edilir,
açlık, susuzluk vb. bir ihtiyaçlarının olup olmadığı sorularak ilgilenilirdi.
Yani şimdilerdeki gibi her isteyenin, köyün içinden, elini kolunu sallaya
sallaya geçmesi mümkün olmazdı. Köyden birisi de olsanız karşınıza çıkan birine
nereye gittiğinizin “tekmil”ini
vermek zorundaydınız. Bu hususta özellikle yaşlılar oldukça meraklı olup, ev
yanlarında yalnız başlarına canları sıkıldığından iki laf edecek birini bulurum
umuduyla yoldan geçenleri gözetlerler, geleni kısa bir süre “tutmadan” bırakmazlar, bir de gözleri
iyi görmediği, kulakları az işittiğinden olacak o kimseyi tanımak için yüksek
sesle “kimsin” sorusuyla başlayan
ahret sorularına muhatap eder, zavallı yolcu, bir an evvel kurtulmak için ak
ile karayı seçerdi.
Bu yazımızın konusu eskiden köyümüze
kimler, ne için ve ne zaman geliyorlardı sorularına yanıt aramaktır. Tabi,
gelenlerden kastımız köyünden kalkıp göç ederek gelip köyümüze yerleşenler ve
görev icabı gelip kalanlar ve görevi bitince ayrılıp giden öğretmen ve
imamlarımız dışında kalan insanlardır.
Köyümüze kimler gelmezdi ki?
Dilencisinden tutun da sünnetçisine kadar say say bitmez. Mesela, Baytarlar, Biçerdöverciler, Bohçacılar, Davulcu
/ zurnacılar, Dilenciler, Dünürcüler, Elektrikçiler, Hızarcılar, Hurdacılar, Jandarmalar,
Kalaycılar, Karayolcular, Kaymakamlar, Mevlüthanlar, Nakliyeciler, Orakçılar, Ormancılar,
Patosçular, Puvarcılar, Sepetçiler, Sıhhıyeciler, Sucular, Sünnetçiler, Şoförler,
Tanrı misafirleri, Tecirler, Tütün eksperleri, Ziraatçılar…
Bunları geliş aralıkları, geliş
nedenleri ve tipleri gibi belirli bir kategoride vermek yerine rastgele modunda
sıralamaya çalışacağız.
TÜTÜN EKSPERLERİ
Köyümüzün ana geçim kaynağı tütüncülük
idi. Bu nedenle yetiştirilen tütünlerin niteliğini yerinde tespit için her yıl
tütünler TONGA yapılarak satışa
hazır hale getirildikten sonra köye gelecek olan tütün eksperlerinin yolu
gözlenirdi. Ne zaman geleceği önceden haber verilen tütün eksperlerinin köye
geldiği gün bütün köy adeta ayakta hazır beklerdi. “Ekisperi” kızdırmamak için hane halkı pür dikkat onun ağzından
çıkacak sözü dinlerler bir dediklerini iki etmezlerdi. O’na kolaylık olsun diye
köyün gençlerinden bir grup adeta onun emrinde çalışır; tongalar ayağına
getirilir, bırak deyince bırakılır, kaldır deyince kaldırılır, izzet ikramda
yarış yapılırdı. Elindeki formlara gerekli notlarını alan eksper bey kimseye
“iyi” ya da “kötü” gibi tek laf etmeden köyden ayrılır. Ancak tütünler TEKEL’e
teslim edildiğinde “kaçtan gittiği”
belli olurdu.
ORMANCILAR
Köyümüzün ormanları boldur. Haliyle ormanı
bol olan köyün Ormancısı da olurdu. Köyümüze ormancı gelirdi ama diğer
köylerden duyduğumuz gibi bizim ormancılarla pek bir “itişip-kakışma”larımız olmazdı. Köyümüzde kaçakçılığa tevessül eden
olmazdı. Köylü belirtilen alandan, belirtilen şekildi kışlık odun ihtiyacını
yasal olarak temin eder, Ormancıyla mahkemeyle uğraşmazdı. Muhtarımız bu işe
ağırlığını koyunca köylü ister istemez doğru olanı yapmakta idi. Orman
konusunda hem bizim bir de “Orman Bekçi”
lerimiz olurdu. Bu işi en uzun süre yapan kişi hiç şüphesiz Rahmetli Hasbi
ŞAHİN idi. Diğer bekçilerimiz bildiğim kadarıyla Ramis KOŞAR ve Nejat KOŞAR
idi. Ormancıların köyümüze gelişleri ya mutad ziyaret ve kontroller için olur
ya da ev veya müştemilat için ağaca ihtiyacı olanların izin alarak koruluktan
yapacakları kesimi kontrol amacıyla gelirlerdi.
SÜNNETÇİLER
Neredeyse her yıl düzenli olarak
köyümüze gelenlerden birisi de sünnetçiler idi. Elinde meşin çantası başında
fötür şapkasıyla aniden köy içinde zuhur eden bu sünnetçiler şüphesiz erkek
çocukların korkulu rüyası idi. “Köye sünnetçi gelmiş” haberini alan çocuğu köy
içinde bulmak ne mümkün idi. Neredeyse askerlik çağına geldiği halde her yıl
gelen sünnetçiden kurtulma başarısını gösterenlerimiz bile vardı. Ama bu
hususta son durağın askeriye olduğuna akıl erdirdikten sonra başka kaçacak yeri
kalmayan bu kaçkınların teslim olmaktan başka çareleri olmazdı. Tabi sünnetçi
köye tek başına gelmezdi. Onu alıp gelen birileri olurdu. Köy içinde dolaşırken
de yanında köyün yetişkin gençleri de hazır bulunur, kaçmaya yeltenenleri bir
çırpıda yakalar, yaka paça sünnetçinin karşısına dikerlerdi. Bizde kirvelik
geleneği yoktu ama bu arkadaşlara “zoraki
kirveler” diyebiliriz. Yeri gelmişken kendi sünnet anımı da aktarayım. Daha
çok küçüğüz. Tam aklım başımda değil. Abimle birlikte evin önünde oynuyoruz. O
günlerde evlerin dış kapılarının arkasında devlete ait asılı bir kağıt olur.
Her yıl bir devlet memuru gelir o kağıda bir şeyler yazar giderdi. Biz yazıcı
memur geldi zannettik. Çünkü, gelenler bahçe kapısından (mandıra) girip, hiç
bizimle ilgilenmeden hızlı bir şekilde doğruca eve girdiler. Biz de merak
ettik. Gidip bakalım dedik. Ancak, içeri girer girmez arkamızdan kapı üstümüze
kapatılınca kapana kısıldığımızı anladık. Teslim olmaktan başka çaremiz de
yoktu zaten.
DİLENCİLER
Her yıl hasat döneminde köyümüz “TOPLAYICI” dediğimiz bu grubun
istilasına uğrardı. Genellikle harman sonrası günlerde arpa, buğday ve mısır ne
bulunursa isterler, köylü de “başımızın
gözümüzün sadakası olsun” diyerek bir şeyler verir onları boş çevirmezdi.
Genellikle kadınların başı çektiği bu gelenlere biz “kürt garısı” derdik. Nereden geldiklerini bilmediğimiz halde yine
de sormadığımız bu toplayıcılara adeta kutsallık yükleyenlerimiz bile olurdu
ki; onlar gelerek mallarımızın, canlarımızın zekâtını alarak bizlere iyilik
yapıyorlar denirdi. Bu zevat akşama kaldıklarında evlerde gece misafir edilir,
yedirilir, içirilir yatırılırdı. Topladıkları çok ise yüklerinin bir kısmını
emanete bırakırlar, daha sonra gelip alırlardı. Hatta bu kişilerle öyle içli
dışlı olunuyordu ki, şimdiler de çocukları evlere “leylekler getirdi” hikâyeleri gibi başta ben olmak üzere köydeki
kimi çocuklar içinde “seni bir kürt
karısı bıraktı, gitti” derlerdi.
TANRI MİSAFİRLERİ
Kim oldukları, nereden geldikleri
belli olmayan, ancak akşamın alaca karanlığında herkes evine çekildiği
vakitlerde dışarda köpeğin parçalayacakmışçasına havladığı bir sırada “hane halkııı” diye seslenen birilerine
“kim o” dediğimizde “tanrı misafiri” diye cevap verdikten
sonra içeri alınan, ocağın başköşesine oturtulup kendisiyle sohbet edilen,
karnı bir güzel doyurulup altına da bir döşek serilerek yatırılan
misafirlerimiz de olurdu. Son olarak tanıklık ettiğim bu misafirimizin uzun ve
bembeyaz sakalları vardı ve konuşurken çenesiyle birlikte sakalları da aşağı
yukarı hareket ediyordu ve bir de dilinden düşmeyen duaları… Kim bilir; hani
derler ya “Allah Hızır Uğratsın.”
BAYTARLAR
İlk zamanlar köyümüzdeki hayvan türü
karasığır denen tek cins idi. Sıska yapıları nedeniyle et verimi düşük olan bu
cinslerden sütü için yetiştirilen ineklerimizin bir avuç büyüklüğünde memesi
olur ve haliyle süt verimi de çok düşük olurdu. Ama “Jersey” türü inekler öyle miydi. Bizim üç inekten aldığımız sütü
bir inek tek başına sağlıyordu. Memeleri o kadar büyük ve dolu olurdu ki süt
kendi kendine akardı. Nazar değmesin diye ineğin memesini bez torba ile
örtenlerimiz bile olurdu. Hayvancılığımızın geliştirilmesi, et ve süt
verimliliğinin artırılması için hükümetin aldığı tedbirlerden birisi de “iyi ırk döllemesi” için bahar ve yaz
ayları boyunca köylere gönderilen gezici “dölleme” ekibi idi. Her köyün belli
bir noktasına kurulan bir tertibat ile “göğe
gelmiş”, “boğasak” inekler
köydeki yerli ırk danalara gösterilmeden baytarın geliş saatine buralara
getirilir ve modern yöntemle dölleme yapılırdı. Tabi sadece dölleme değil,
hayvanı hasta olanlar da yine bu istasyona getirilir, gerekli muayene
yaptırılarak ilaç yazdırılırdı. Irkların iyileştirilmesi için yapılan bu
çalışmalara köylünün itiraz edenleri de yok değildi. İtirazların başta gelen
nedeni bu yöntemle elde edilecek buzağılardan iyi öküz çıkmayacağı idi. Malum iyi
bir çift öküzün varsa köyde senden âlâsı yoktu. Bundan başka köyde enenmemiş
boğası olanlar bu dölleme konusunda paşalar gibi havalı olurlardı. Çünkü
boğasak ineğini o boğaya döllettirmek için bir boğa sahibinin elini öpmediğimiz
kalırdı. Boğa sahipleri, hayvanın gücü gidiyor, zayıflıyor diye kendini naza
çeker, hadi bir ölçek arpa-buğday verelim de bu işi tatlıya bağlayalım denirdi.
Köyümüzden yetişen bir baytarımız da Şabanoğlu Uğur KOŞAR’dır. (NOT: İstiklal
Şairimiz M.Akif ERSOY’un mesleği de baytarlıktı.)
JANDARMALAR
Şehirlerin güvenliğinden polisler, kır
ve köylerin güvenliğinden de jandarmanın sorumlu olması nedeniyle köyümüze
gelenlerin bir diğeri de jandarmalar idi. Jandarmalar hep çift olurdu. “Çift jandarma geliyor, Kaymakam konağından”
diye başlayan türküyü biz değil Artvinliler yakmıştı ama biz de yaşardık. Gerek
adli vakalarda ve gerekse yakalama ve tebligat hususlarında köyümüze gelen
jandarmaya karşı köylümüzün sıcak ve samimi bir karşılaması olurdu. Genellikle
“asker ağa” diye hitap edilen
jandarmaya karşı saygının yanında her türlü izzet ikramda bulunulurdu. Buna
rağmen jandarma disiplinini bozmaz su dışında hiçbir ikramı kabul etmezdi.
Benim bildiğim, Köyümüze jandarma bir keresinde asker kaçağı Ürfetin Mehmet
KOŞAR’ı yakalamak için ve bir de benim için gelmişti. Her yıl yapılması gereken
askerlik tecil işlemini üniversite geç yaptığı için ben asker kaçağı durumuna
düşüyordum. Okul zamanı köyde, tatil zamanı da okulda beni arayan jandarma bir
keresinde tatildeyken beni köyde buldu. Ama bu sefer köye gelme nedenleri beni
yakalamak değil Trabzon’daki ikamet adresimi öğrenmek içinmiş. Kendi adresimi
kendim verdim. Devlet işi işte. Dört yıl boyunca, her yıl, geç bildirim
nedeniyle ceza ödeyip durmuştuk.
BOHÇACILAR
Şu bildiğimiz bohçacılar; “Bohçacı geldi hanııım!...” diyenler.
Arabalarla köy merkezine gelirler, birer ikişer köy içine dağılırlar,
getirdikleri göz alıcı renklere sahip afilli kumaşları ballandıra ballandıra
anlatırlar, “al” diye insanın “tepesine”, atarlardı. Başta 10 lira
dediklerini ateşli geçen pazarlık sonunda neredeyse yok pahasına bırakırlardı.
Bu yerli bohçacılara ilaveten hatırlıyorum da 1975’lerde yabancı ülkelerden de
örneğin Suriyeli bohçacılar da
geliyordu köyümüze. Tabi onların kumaşları daha bir parlak ve daha bir göz
alıcı renklere sahip idi.
SEPETÇİLER
Adları sepetçi idi ama onlar köyümüze
geldiklerinde bize daha çok “ÇiT”
yaparlardı; Şu tütün dikmelerinde fide koyduğumuz, tütün kırmalarında tütün
yapraklarını koyup taşıdığımız, kışın mallara samanlıktan saman taşıdığımız,
yazın sebze ve meyve hasadında kullandığımız çitler… Çit dışında
yaptırdıklarımızın başında ekmeklerimizi koyduğumuz “seleler”, çarşı pazara öteberi taşıdığımız “kolçaklar”, incir gibi hassas meyveleri toplamak ve diğer
ihtiyaçlarımız için kullandığımız çeşitli boylardaki “sepetler” bu konuda sayabileceğimiz araç gereçlerdir. Genellikle
kış aylarında köye gelen sepetçi, herhangi bir hanenin salaç, samanlık ya da
sergen gibi uygun bir mekanına tezgahını kurar ve sele, sepet ya da çit
yaptıracak olanlara gerekli malzeme için bilgi verir, hangi tür ağaçtan ve ne
şekilde getireceklerini söylerdi. Herkes sırasıyla ihtiyacı olan gereçleri
yaptırır bununla birlikte de sepetçinin beslenme ve barınma ihtiyacını
karşılardı.
KALAYCILAR
Toprak, alüminyum ve çelik kaplara
rağmen mutfak gereçlerinin en iyisi her dönemde bakır kaplar olmuştur. Gerek
temizliği ve gerekse kaliteli ısı iletimi ve sağlamlığı açısında bakır kapların
tek dezavantajı “kalay” idi. Her ne
kadar kalaylanacak kaplar tek tek çarşıya götürülüp kalaylatılsa da bazı
zamanlar çağırılmadığı halde köye seyyar kalaycıların da geldiği olurdu.
Şehirdekilere göre biraz daha ucuz olan bu seyyar kalaycılar da tıpkı
sepetçiler gibi tezgahlarını uygun bir yere kurarlar ve sırayla köyün kaplarını
kalaylamış olurlardı. (Kalaylarlardılar!...)
HIZARCILAR
1970’lere kadar köyümüz mimarisi
temeli taş, bir kısmı tuğla ağırlıklı olarak ahşap idi. Özellikle salaç ve
samanlıklar tamamen ağaçtan yapılır, evlerin ikinci katları da yine tamamen
ağaçtan olurdu. İşte bu inşaa için ormandan kesilip koşum zinciriyle öküzlerle
tek tek getirilen bu ağaçları tomruk olarak kullanıp çantı şekil dışında bir de
tahta şekline sokmak için iki kişi tarafından kullanılan hızarlar kullanılırdı.
Şimdiki gibi bıçkı atölyelerinin olmadığı o dönemlerde hızarcılık da başlı
başına bir meslek idi. İki metre yükseklikte kurulan bir tezgâh aracılığıyla
bir kişi üstte bir kışı altta olmak üzere koca koca ağaçlardan isteğe göre ince
ya da kalın tahtalar elde edilir, bunlar yerine göre göre duvar, tavan, çatı ya
da sundurma olarak kullanılırdı.
PUVARCILAR
Su kuyuları köy yerinin
vazgeçilmezleridir. Hele hele köyünüz bizim köy gibi bir su kenarında değil de
tepe bir yerde ise su ihtiyacınızı gidermek için omzunuzda boyunduruk ve su
kaplarıyla aşağılara inip eve su taşıyacaksınız ya da “12 boy” derinliğinde
kuyular kazıp suyu dolapla buradan çekeceksiniz. Bu kadar derin yani 12 adam
boyunda bir kuyuyu siz kendiniz tek başınıza kazma tekniği ve becerisine sahip
olmadığınıza göre bunu ehli kişileri bulup bu işi onlara yaptırmanız
gerekecektir. Eldeki teknolojik imkânlara göre o günlerde bir su kuyusu kazmak
bugün için petrol kuyusu kazmak kadar meşgale isteyen bir iş olsa gerek. Bu su
kuyularında birisi de köyün en tepe yerine kazdırılan dedem rahmetli Sefer
KOŞAR’ın (Sefercük) puvarıdır. Gerekli tedbirler alınarak günlerce süren kazım
işleminin ardından taşlarla örülen bu su kuyusunun derinliğinin yanında bir
diğer özelliği de dip kısmının üst kısmına göre daha geniş olmasıdır. Bazen
zincir kopar da “pakrak” kuyuya
düşünce onu oradan çıkarmak oldukça zor olurdu. Bir keresinde 80 yaşındaki
ninem kuyuya düşen su pakrağını alamayınca kuyunun dibine inmeye karar verir ve
yarıya kadar iner ancak kuyu genişlemeye başlayınca “ayaklarım yetişmemeye
başladı” diyerek inmekten vazgeçip yukarı çıkmıştı.
TECİRLER
Ticaret ile uğraşan kişilere tacir/tüccar denir de hayvan
ticaretiyle uğraşanlara neden “tecir”
denir hâlâ kavrayabilmiş değilim. Her neyse. Tecir olmak için maldan anlamak
gerekir, bunu biliyorum. Köyümüzde topluca hayvan alım satımı yapılmazdı. Ya
genç bir dana ya da düve ihtiyaçtan veya ihtiyaç fazlası olduğu için satılır.
Ya da yaşlanan öküzler kasaplık olarak satılırdı. Bunun için hayvan ilçeye
götürülür, hayvan pazarında sergilenerek uygun fiyatı veren bir alıcı çıkarsa
satılır veya trampa edilirdi. Eskiden köyümüzde hayvan ticaretiyle uğraşan tek
kişi merhum Nadir YAPRAK idi. Daha sonra Kazımın Ahmet YILMAZ, ardından
yeğenleri Seyfettinin Sürey, Ali vb. de bu kervana katılmışlardır. Aradığı hayvanı
bulamayan ya da elindeki hayvanı satmak isteyenler bazen pazara gitmek yerine
tecirlerden yardım isterlerdi. Tecirler de zaten nerede satılık bir hayvan var
bilirler ona göre piyasa araştırması yaparlar müşteri temin eder aracı
olurlardı. Köydeki tecirlerin dışında köye köy dışından da tecirlerin
geldiği/çağrıldığı da olurdu. Köye gelip de mal alan tecirlere çok kızardım. Aileden
biri gibi beraber büyüdüğümüz/yaşadığımız öküz, inek ya da “buzo”ları bizden ayırırlar, acımasızca
alıp giderlerdi!... Bu ayrılığa dayanamaz, ağlardık ama onlar “gözümüzün
yaşına” bakmazlardı. Teselli olarak elimize bir “yılar parası” tutuşturur giderlerdi. Eğer satılan hayvan köye yakın
bir köye düştüyse yazıda otlarken kaçar eski yuvasına gelince bizler bayram
ederdik ancak bu sevincimiz de çok sürmez “kursağımızda”
kalırdı.
NAKLİYECİLER
Servisciler mi deseydim!... Önceleri
köylümüz çarşı pazara Sarımsak, Gecekli, Evci üzerinden yürüyerek giderlerdi.
Bazen satmak için çarşıya indireceği yükü ağır olanlar için Alaçam’dan minibüs
gelirdi. Yolcu almak için köye gelen araçlar caminin önünde beklerken uzun uzun
korna çalarak köylüye davetiye göndermiş olurdu. Bir ara Gelemetten Zehni
Ağanın Salih GEVREK de traktörüyle gelir, Çarşamba günleri çarşıya yolcu
taşırdı. Minibüse göre daha ucuz olan traktörün karisörüne yerleştirilen
oturaklara, olmadı orta yere ya da kasanın kenarlarına oturarak yaptığımız bu
yolculuklarda ölüp ölüp dirilirdik. Daha sonraları Almanya dönüşü rahmetli
muhtarımız Ali Rıza BAKİOĞLU bir minibüs aldı da köylü paşa paşa yolculuk
ederek çarşı Pazar işlerini görür oldu.
DÜNÜRCÜLER
Şehirden ya da başka köyden kalkıp
köyümüze gelenlerden bir diğer kısım insanlar da kız istemeye gelen “dünürcü”lerdi. Sanki gizlice
geliniyormuş gibi, genellikle günün sonuna doğru bir vakitte gelip akşam vakti
evde oturulup, konuşulur, anlaşmalar yapılırdı. Dünürcü olarak gelenler elbette
sadece erkek tarafının anne babası değil, aynı zamanda yanlarında o köyün ileri
gelenlerinden birkaç kişi de olurdu. Tıpkı bunun gibi, dünürcü gelecek olan kız
evine de yine köyün ileri gelenlerinden birkaç kişi çağrılır, bu hayırlı işin
tamama ermesi için bu kişilerin deneyim ve tecrübelerinden faydalanılırdı.
Ardından “söz kesme”, “nişan”, “kına”, “gelin alma”ya
gelenleri burada topluca zikrederken, bunun gibi eğer köye de bir gelin
gelmişse onun için “cins görme”ye ve
“duvak” için gelenleri de tek
maddede sayarak geçmiş olalım.
MEVLÜTHANLAR
Eskiden köyümüzde hoca bulmak oldukça
zordu. Cami yokken hadi neyse de cami yapıldıktan sonra da kadrosuzluk
nedeniyle atanamayan hocaların yerini köylüler eğer bulabilirlerse parasını
kendileri vererek hoca tutarlar, en azından ramazan ayı boyunca caminin hocasız
kalmasının önüne geçerlerdi. İşte böyle hocalarımızdan birisi de Muştalı
Hocamızdı. Bu hocamız, Rahmetli Hacı Habib MERAL’ı onca yaşına rağmen eğiterek
hocalık yapabilecek hale getirmişti. Ardından Recep KOŞAR, Yakup MERAL, Çetin
KOŞAR ve Aziz YILMAZ gibi yeni nesil hocalarımız gelmiş olsa da o yokluk
günlerinde merhum Hikmet USTAOĞLU’nun mevlüdü için Alaçam’dan köyümüze
hocaların geldiğini hatırlıyorum. Hatta bizler Kur’an-ı Kerim ve Mevlid-i
Nebeviye’yi yere, dizüstü oturarak okurken şehirden gelen bu mevlüthanlarımız
koltuk ve kanepe üzerinde oturarak okumuşlardı da bu çok garibime gitmişti.
KARAYOLCULAR
Köy yollarımız topraktandı. Yağmur ve
kar nedeniyle kış mevsiminde yollar yol olmaktan çıkar, her yıl olmasa da
birkaç yılda bir köye dozer, grayder ve çakıl taşıyan sarı sarı kamyonlar gelir
köy yollarını düzeltir giderlerdi. Tabi muhtarın uzun uğraşı ve çabalarıyla
köye getirilen karayolcuları memnun etmekte yine köylülere düşüyordu; yedirip,
içirmek…
SIHHIYECİLER
Köyümüzde sağlık ocağı hiç olmadı.
Buna mukabil bazı yıllarda köye o gün sıhhiyeci dediğimiz sağlıkçılar gelir;
hamile, hasta, sakat ya da yaralı olanlar caminin yanına çağrılır muayene
edilirdi. En çok da okuldaki öğrencileri aşılamak için gelirlerdi bu da
öğrencilik yıllarımızın bir kabusu idi; Aşı olmak… Kendimize dikkat etmez, aşı
yerimiz iltihaplanır kolumuz şişer günlerce yara bere içinde yaşayıp giderdik…
ESKİCİ / HURDACI
Hurdacılar çok eski olmasalar da bir
ara köylerin vazgeçilmezleri gibiydiler. Demir hurda ararlardı. Eski balta,
kazma, kürek ne varsa… Ama bir yandan da evde kullanılmayan eski “kap kacak”
var mı diye de yoklama yaparlardı. Bulurlarsa da yok pahasına alırlardı. Gündüz
vakti genelde ev yanlarında hep çocuklar olur, onlar çalışamadıkları için evi
ocağı gözetler, bekçilik yaparlardı; tavuk, cücüg, tamdaki buzolar onlara
emanet edilirdi. Bu durum hurdacılar için bulunmaz bir fırsattı; çocuğu
kandırıp evde tamire gidecek kırık dökük ne tür malzeme varsa bir sakıza
kapatır giderlerdi. Bu hurdacı vakalarından biri de komşumuz Gelemet köyünde
yaşanmıştı. Köylü caminin bakım ve onarımını yapıyor. Eski demir kapı
sökülüyor, yerine güzel bir ahşap oyma kapı takılıyor. Hurdacının gözü eski
demir kapıda… Muhtar şakasına 50 torba çimento lazım, getir al kapıyı diyor.
Adam muhtarın olmadığı bir gün 50 yerine 5 torba çimentoyu bırakıyor ve eski
demir kapıyı alıp gidiyor. Gidiş o gidiş, daha köylere ne uğruyor ne de nerede
olduğunu bilen oluyor. Meğer bu “eski” dediğimiz kapı “antika” imiş. Mendü emmim
aktopraklıktaki kilisenin, bazıları da Sancar’daki kilisenin kapısı olduğunu söylüyorlardı.
ZİRAATÇILAR
Tarımsal kalkınma projeleri
çerçevesinde köyümüzde deneme amaçlı üretim yapılan arazilerde ürün izlemek
üzerine köye ziraat mühendislerinin geldiği de olurdu. Bu arada köyümüzden
yetişen Ziraat Mühendisimiz İzzet USTAOĞLU’nu bu vesileyle anmadan geçmeyelim.
Samsun Ondokuzmayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesinin ilk mezunlarından olup,
fındık, zeytin vb. ürünlerin köyümüzde yetiştirilmesi için özel çalışmaları
olmuştur.
ŞOFÖRLER
1970 yılına kadar köyümüzde motorlu
araç yoktu. İlk önce muhtar Ali Rıza BAKİOĞLU’nun Almanya dönüşü aldığı bir
ford minibüs, İlaz Osmangil ve Sarımsaktan Mahmutgillerin enter marka traktörlerinden
sonra Ali ustanın leyland traktöründen sonrasını sayamıyorum. ( Köyümüzün araç
trafiği tarihi konusunda özel bir çalışma yapmak gerekiyor.) Önemli olan bu
araçları almak değil sürmesini bilmekti. Bu konuda Emniyet Müdürlüğü sınavla
ehliyet veriyordu ama bu işi öğrenmek araç sahibine düşüyordu. Köyümüzün ilk şoförü
yanılmıyorsam Fikricüğün Mustafa (Cıslık) idi. O da İstanbul’da öğrenmişti. Hacı
Osman ŞEN, oğlu Nedim’e şoförlük öğretsin diye Kırıklıdan bir şoför tuttuğunu
hatırlıyorum.
ORAKÇILAR
Şimdiki gibi Biçer-Döverler nerede…
Eskiden herkes kendi buğdayını kendi biçerdi. Ürünün bol olduğu yıllar “orak
biçmeleri” bir şenlik havasında geçerdi. Herkes birbiriyle “keşikleme” yapar; yani bir gün bir
ailenin bir başka gün diğer ailenin buğdayları birlikte biçilirdi. Bazı yıllar
ürün o kadar bol olurdu ki, köyün buğdayını biçmeyi köylü yetiştiremez köy
dışından “orakçı” çağrılırdı. Bizim ekinler Haziran sonu Temmuz başı
biçilirken, yukarı dağ köyleri Ağustos ayında biçtikleri için oralardan ücretli
olarak “orakçı” çağrılır, yatılı
olarak günlerce çalışırlardı.
PATOSÇULAR
Önceleri harmanda öküz ve atlarla
yapılan “Hırman sürme” işi, tarımda
mekanizasyon geliştikçe terkedilip makinelerle yapılmaya başlandı. İlk önce “yabalar”
terkedildi. Yaba ile “Som Savurma”
hava durumuna bağlı idi. Yel çıkmazsa harmandaki dövülmüş buğday – arpa neyse
sapı samandan ayrılması için günlerce beklenir, hatta yağmur yağar ıslanır,
çürüme tehlikesi geçirirdi. “PATOS”
denilen ve el ile çevrilen bu alet pek yaygınlaşmadı. Onun yerine “GEYİS” dediğimiz, sapı samana çeviren
ve ekini başağından ayıran makineler çıktı. Yılda bir kere olan harman dövme
işi için herkesin bu makineden almasına imkan yoktu. Bu makineye sahip olanlarla
önceden yapılan anlaşma gereği bunlar köy köy gezerler sırayla köyün
harmanlarını gece gündüz aralıksız sürerlerdi. Ekin biçme işini yetiştiremeyenler
yani zamanında bitirip harmana hazır hale getiremeyenlere yardım edilir, olmadı
köyden ayrılan geyis sahibi daha sonra bir ara uğrar o kişinin harmanını da
sürerdi. Bazı senelerde ise köye gelecek geyisci bulunamaz, köyün yığınları
başlayan güz yağmurlarında çürümeye yüz tutardı.
BİÇERDÖVERCİLER
Köyümüzdeki adı “Döver-Biçer” olan bu makinelerin ilk dizaynı düz araziler için
yapılmıştı. Bu dizaynla köyün bayırlarına sürülen bu makineler ekini biçer,
içine alır döver, samanı tarlaya atar, buğday tanelerini de deposunda tutardı.
Ancak, yamaç arazilerde eleklerindeki taneler tarlaya dökülür büyük kayıplara
sebep olurdu. Öyle ki, güz yağmurları başlayınca bu dökülen taneler yeşerir,
sürülmüş tarla sanki yeniden ekim yapılmış gibi eskisinden de sık bir şekilde
yemyeşil olurdu. Zannederim zamanla bu hatası da düzeltildi ve köydeki “Orak Biçme”, “Bağ Bağlama”, “Ekin Çekme”, “Yığın
Yığma”, “Hırman Sürme”, “Patos” ve “Geyis” vb. gibi tarımsal kültür
olgularının hepsinin pabucunu dama attı.
ELEKTRİKÇİLER
Köyümüze elektrik 1970’li yılların
başında geldi. İlk önce ana hat direklerinin kuyuları kazıldı. Dik yamaçlara
beton, düz arazilere ağaç direkler dikildi. Kuyular hep elle kazılıyordu, özel
kazma ve kürekleri vardı çalışan işçilerin… Sonra dikilen direklerin tepesine
tırmanıp, telleri bağlayacakları “fincanları”
taktılar ve gelsin elektrik telleri… Köydeki binaların hepsi konut olduğu önce “üç
tel” çekildi. Biri sokak lambaları diğeri evler için artı uçlara karşılık bir
de “nötr” hat… Daha sonra Selfettin
dayı bir elektrikli değirmen kurunca, ana yol üzerine “sanayi ceryanı” dediğimiz bir başka hat daha çekilerek direkteki
tel sayısı beşe çıkarılmıştı. Konutlarımız yapılırken bu elektrik işi gündemde
olmadığı için herhangi bir tertibat yoktu. Eve elektrik bağlatmak isteyenler
duvarlara, tavanlara bu iş için imal edilmiş dışı alüminyum kaplı, içi özel
yağlı kağıt olan boruları açıktan montajlayıp döşerlerdi. Bu tarihten sonra
yapılan yapılar için, daha inşaat aşamasında elektrik tesisatı döşeniyordu.
Emin KOŞAR, Recep KOŞAR bildiğim ilk tesisatçılardı.
SUCULAR
Köye elektrik gelir de su gelmez
mi!... Gelir. O günkü “Köy Hizmetleri” köye Cilim mevkiinden su getirmek için, önce
Sarı Ahmet’in ataş değirmeninin olduğu yere, uygun su tutmayınca ardından, eskiden
su değirmeninin olduğu yerin karşısına bugünkü kuyuyu kazdılar. Ardından
Yukarköye bir ana depo inşaa edildi. Hacı Osman ŞEN’in harman yerine yapılan bu
depo için ilaz Osman’ı ikna etmek kolay olmamıştı, depo öyle yüksek olmayacak, sen
yığınlarını deponun üzerine de yığabileceksin diyerek ancak razı
edebilmişlerdi. Ardından, ana hatlar, peşinden “tali” hatlar döşendi. Bu işler
için köylüden ücret karşılığı çalışması istenmiş, özellikle biz gençler bu işe
talip olmuştuk. Hendekleri makine kazıyor biz de boruları hat boyu taşıyıp,
ateş ve tutkal vasıtasıyla onları birbirlerine ekliyor ve üstünü kazma kürekle
kapatıyorduk. İşlerin yapılışını denetleyecek eleman ise gölgede oturuyor,
borular doğru eklendi mi, toprak atılırken borular patlatılıyor mu umurunda
bile değildi. Sonunda o müteahhit gitti, başka bir müteahhit geldi. Yeniden
hatlar döşendi, köye su bağlandı ama “köyde su var mı var” adı kaldı. Ardından
herkes kendi başına ya da birkaç aile birleşerek köyün dağların su getirmeye
çalıştıysa da bu çözüm olmadı. 2000’li yıllarda Kaymakam bey köye su borularını
gönderip köylüden kendilerinin döşemesini istedi ancak bu çaba da akim kaldı.
En son Samsun Büyük Şehir Belediyesi tüm Samsun’u kapsayacak şekilde “BÜTÜN ŞEHİR” olunca köyümüz de ”Mahalle” adını alınca belediye bu işe
el attı… Köyün kuyularından ve derelerinden içmek ya da hayvanları sulamak ve
diğer amaçlar için su kullanmak yasaklanıp, sadece belediye suyu kullanmak
mecburiyeti getirildi.
DAVULCU ve ZURNACILAR
Düğünlerimizin vazgeçilmezi davul
zurnaydı. Köyümüzde de bu mesleği yapan kimse yoktu. Düğün olduğunda köye
dışarıdan gelen davulcu ve zurnacılar Cuma günü ikindiden başlayıp Pazar günü
ikindiye kadar köy içinde gece gündüz, köydeki deyimiyle “dalit dilitte dumbala dumbal” diye çalıp öttürürlerdi. Ahdeden bazı
varlıklı aileler bu davulcu ve zurnacıları “çift” tutar, yani iki davulcu ve
iki zurnacı çalıp söylerdi. Çalıp söylerdi derken; bazı davulcu ve zurnacılar
ara sıra türkü de söylerlerdi.
KAYMAKAMLAR
Kaymakam dediğin konağında oturur,
gelen giden devlet erkanıyla, misafirleriyle ilgilenir bilirdik. Ta ki yıl 2005
olup da ilçemiz Alaçam’a Mustafa MASATLI
adında bir kaymakam beyimiz gelip de elli iki adet olan Alaçam’ın bütün
köylerini tek tek gezip dolaşıncaya kadar. Bu gezilerinden birisi de Köyümüze
yapılmış, köyün dertleri bizzat köylüden dinlenmiş, tespitler yapılıp raporlar
yazılmıştı.
/Çetin
KOŞAR
29 Ocak 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder