Köyümüz İğnecilerinden Havva
ŞEN
Eskiden hemen hemen her köyde vardı bu
enteresan mesleği yapanlar. Herhangi bir akademik formasyonları da yoktu.
Erkekler genellikle askerlik hizmetini "sıhhiyeci" olarak
yapanlardır. Kadın iğnecilerimiz de yetenekleri ölçüsünde zaruret icabı bir
yakınından ya da eşinden öğrenirdi. Yaz kış kimin hastası varsa, kime iğne
yapılacaksa ikiletmeden çıkar giderlerdi hasta evine. Hasta ayaktaysa yani
gezip dolaşabiliyorsa iğneciyi eve çağırmak yerine ilacını alır kendisi giderdi
iğnecinin evine.
Bu iş için tanımlanmış bir ücret
yoktu. Zaten iğnecinin de isteyecek durumu yoktu köy yerinde; herkes hısım,
herkes akrabaydı. Ama verecek gücü olanlar da ama az ama çok, gönlünden ne
kopar, elinden ne gelirse para, tarımsal ürün, horoz-tavuk verilirdi. Bunları
da verecek gücü olmayan gider iğneciye tarla işlerinde yardım ederdi; mevsimine
göre tütün diker, kırar, dizer, tonga yapar, orak biçer, dağdan odun çeker...
İğnecilerin malzemeleri, tütün
tabakasına benzer küçücük bir metal kutu içinde, cam şırınga (enjeksiyon
aleti), boy boy birkaç iğne, küçük çubuk testere, küçük maşa, ispirto ve
pamuktan ibaretti.
Köyümüzde “iğneciler” (hatırladığım
kadarıyla), İlaz Osmankızı Havva ŞEN, Selahattinoğlu Emin KOŞAR, Züveroğlu
Mehmet KOŞAR…(Diğerleri Eklenecek). Hava halam ailesi dışında köydeki
kadınların iğneciliğini yaparken, erkek iğneciler de erkeklerin iğneciliğini
yaparlardı.
Antiparantez belirteyim, iğneci
halamız Havva ŞEN’in doktor olan birkaç yeğeni vardır. O’nun bu mesleği ailede
idol olmuş sanki. O yeğenlerinden biri Alaçam Devlet Hastanesi’nde başhekim,
diğeri Akhisar’da bir ASM'de Aile Hekimidir…
Aslında doktorlar mecbur kalmadıkça
hasta reçetelerine “iğne” yazmazlardı ama zorunlu olarak yazdıkları da
genellikle penisilin iğnesi olurdu. Hele o “güçlendirilmiş penisilin denilen
“PENADUR” bir başkaydı. Vücutta beton etkisi yapardı. Bir yedin mi, başta felç olmuş
gibi kıpırdayamasak da, bir hafta on gün sanki o içimizdeki betonları kırmak
için uğraşır dururduk. Şimdiki gibi enjekte öncesi "penisilin testi"
de yoktu. İğnecinin, halk deyimiyle "elinin hafif olması" çok
önemliydi. Tamam, iğnecinin eli hafif, yüreği yufka olabilir ama o zamanın
iğneleri de maşallah, bugün hayvanlarda bile kullanılmayan kalınlıkta idiler.
Deliğinden karınca bile geçerdi. Bir hafta on gün zaten o parmağım kadar kalın
iğnenin bedenimizde açtığı yaranın iyileşmesiyle geçerdi. Hele vurulacak iğne
sayısı 3-5’den fazlaysa yandı gülüm keten helva. İlistire dönmüş bir kalça ile
otursan oturamaz, yatsan yatamazdın. Yüzükoyun yatmaktan boynumuza kramplar
girer, günlerce geçmeyen baş-boyun ağrıları işin cabası olurdu.
İğnecilerin hasta evine geldiklerinde,
metal iğne kutusunun kapağını açarken ilk istedikleri, bir çanak içinde fokur
fokur kaynamakta olan sudur. Bazen uygun kab olmaz, bunun yerine iğneci, iğne
kutusunu boşaltır, sıcak suyu bu kutuya doldururarak kullanırdı. Şırınga ve
kullanılacak iğneler bu kaynar suyun içine daldırılıp sterilize olmaları için
bir süre bekletilir, ardından iğne, tüp ve piston kısmı monte edilerek bir
miktar ispirto çekilip dezenfekte edilir ve içindeki ispirto boşa dökülmez
vücudun iğne batırılacak yerini temizlemede kullanılacak pamuğa zerk edilirdi.
Bu esnada yapılanları büyük bir zevkle izleyenler arasında o iğneyi yiyecek
olan da vardır. Aletler ve onların dezenfekte işlemi tam bir seyirlik sahne
idi. Bazen, maşası olmayan iğnecinin kaynar su içindeki edevati almaya
çalışırken parmaklarını haşladığı da olurdu. (Oh olsun işte!... Bacak kadar
çocuğun canını iğne vurarak yakarsanız, Mevla da sizin canınızı böyle yakar.
:))
İğne vurulmadan önce yapılması gereken
ikinci işlem ilacın hazırlanmasıydı. Lincosin gibi tek parçalı iğnelik ilaçlar
da vardı tabi. Ancak, genellikle penisilin türü ilaçlar yazılırdı. Şimdiki gibi
envai ilaçlar nerde; "Doktor amca (o zaman doktorlar hep erkekti),
n'olursun iğne yazma, onun yerine şurup yaz, hatta hapı da olsa vallahi yutabilirim"
diyebileceğimiz... Şimdi ilaçlar o kadar çeşitlendi ki eczaneler bile hepsini
bulundurmak yerine Ecza Depolarından sipariş üzerine çalışıyorlar. Gidiyorsun
eczaneye, "şu ilaç depoda, iki dakika bekle hemen gelir" diyorlar.
Ecza depolarının önü motosikletli kuryelerle dolu, adamlar vızır vızır ilaç
yetiştirmeye çalışıyor. Hatta bir ara bazı ilaçların marketlerde satılması bile
düşünülmüştü.
Penisilin denilen bu meret kuru toz
halinde satışa sulmaktadır. Aynı kutu içinde iki ayrı ilaç olurdu. Biri küçük
tüpte sıvı çözelti diğeri asıl ilaç olan toz penisilin. Önce içinde sıvı
bulunan küçük tüp alınır ele, bir elde dik tutularak içindeki hava
kabarcıklarını almak için öbür elle işaret parmağıyla birkaç fiske atılır.
Çubuk testere ile uç kısmı çiziktirilip yine elle pıt diye kırılarak açılırdı.
Ardından bu sıvı şırıngaya çekilir ve içinde toz halde penisilin bulunan ağzı
kapalı şişenin kauçuklu kapak kısmından içeri zerk edilir ve süt beyazı
karışımın erimesi için bir süre elle sallanarak iyice çalkalanırdı. Bu işlem
için daha kalın olan iğne kullanılır. İlaç hazır olunca şırıngaya çekilir ve
ucundaki iğne çıkarılıp hastaya batırılacak yeni iğne takılırdı.
İğneci bu işleri yaparken aynı zamanda
hastanın da (genellikle çocuklardır bu hastalar) hazırlanması gerekmektedir.
Yüzüstü yatılacak, artık sıra hangi taraftaysa o tarafdaki kalçanın açılması
lazımdı. Eh bu hasta benim gibi yalandan yere ağlayıp mızmızlanan biriyse
elbette babası onu kıskıvrak yakalayıp kucağına yatıracaktır. “Ben iğne
olmıcaaaaam!” feryad-ü Figanları bu noktadan itibaren faydasızdır. Anne ya da
nine de babaya yardıma gelmiş, çocuğun biri kolundan diğeri bacağından kavrayıp
“hiç acımayacak”, “hemen iyi olacaksın”, “ben de vurulacam senden sonra” vb
yalanlara başlanır ama kim inanır.
Bu esnada iğneci toz karışımı da
şırıngaya çekmiş, içindeki hava boşluğunu almak için şırıngayı şöyle yukarı
doğru tutup bir miktar ilaç, dışarı, herhangi bir yere fışkırıncaya kadar yavaş
yavaş pompaya basar. Bu esnada ağlayan çocuğu teselli edenler kervanına “bak
biraz daha beklersek ilaç donacak” diyerek iğneci de katılır. Ben uyanığım ya
içimden “donarsa donsun, o zaman ben de iğne vurulmaktan kurtulurum” deyip
çıkardığım “çıngarı” sürdürüyordum. Kıpırdamamam için yapılan baskılara bir
kalıp da iğneci olur, iki eliyle iğne vurmaya çalışırken, bir dizini de
hastanın bacağına bastırarak; “debelenip durma, yoksa iğnenin ucu kırılır,
kalçanda iğneyle gezersin” demez mi. Ben de yine içimden “hadi vur vurabilirsen
bakalım deyip baskı kalıplarının boş bulduğun yerlerinden kıpraşarak bir
dansözü aratmayacak şekilde kıvırtmayı sürdürmüştüm.
İğne vurulacak yer ispirtolu pamukla
silinip tam iğne batırıldı ki, ilaç donmuş zerk işi gerçekleşmemişti.
Düşündüğüm oldu ve şırıngadaki ilaç “dondu.” Gerçekten beton harcıymış demek.
Ama iş biter mi, bitmedi tabi. Hemen bir parça ispirtolu pamuk yakıldı ve
şırınganın iğnesi ısıtılarak ilacın donu çözüldü. İlacın donma hususundaki
düşüncem, yani “ilaç donarsa bir daha bana iğne vuramazlar” fikrim suya
düşmüştü. Son çare iğnecinin iğnesini kırmaktı. Ama nafile… Tüm kıvırtmalarıma
rağmen iğne kırılmadı ama “eğrildi.” İğneci önce eliyle düzeltmeye çalıştı
fakat sonuç alamayınca onu ve beni tutanlar için ortam gerilmişti. Artık benim
için “acıma ve şevkat” bitmiş yerini “azarlama ve şiddet” almıştı. “Tamam, sana
iine müüne furmiceez, ne halin varsa gör, git istersen öl” dediklerinde yolun
sonu görülmüştü. Artık, ağlayıp nazlanacağım ne ana, ne de baba kalmıştı.
Çaresiz zırlamaya devam etsem de bedenimi ölü gibi hareketsiz bir şekilde teslim
etmiştim onlara. Böylece, donmuş olan iğne tekrar ısıtılıp eğri haliyle kalçama
batırılarak ilaç zerk edilmiş ve işlem sona ermişti.
İğne sonrası önce bacak kısmi felce
uğrar, sonra da vücudu bir ateş basar, bu ateşle beraber hasta canlanır, gözüne
fer, yüzüne renk gelirdi. Ama hastalık bu derinden olunca, günlerce ciğerlerim
parçalanırcasına kütür kütür öksürdüğümü hatırlarım.
Gelelim, iğne vurulmadan evvel
hastanın yapması gereken işlere. İlaç alımında istisnalar hariç karnın tok
olması genel kuraldır. Serde delikanlılık olunca, bir akşam üstü, tarla dönüşü
vurulmam gereken iğne için yemek yemeden, şu iğne işi aradan çıksın diyerek,
ilacımı almış doğru Mehmet emmimgile gitmiş iğnemi vurulmuştum. Tütün dizmeleri
zamanıydı. Odadan çıktım, salonda serili dizilecek yeşil tütünlere basmamak
için çekirge misali bir zıpladım, iki zıpladım, üçüncüye kendimi yerde buldum.
Gözlerim karardı. Bulantı ve başdönmesiyle oracıkta kalakaldım. Mehmet emmim,
otur biraz dinlen öyle gidersin demişti ama diyorum ya "delikanlılık
çağı"ndaydım. Oysa, hastalığa erkeklik sökmeyeceğini önceden bilmeliydim.
Kendime geçmiş olsun.
Bu yazının ana temasını oluşturan bu
olay 1966 yılı civarında yaşanmıştır. 4-5 yaşlarında olmalıyım. Çok iyi
hatırlıyorum, bir kış günüydü. Yatak döşek yatıyorum. Babam odanın içine tütün
hevengini açıp asmış, tütün seçiyor, ninem de oturmuş dibinde seçilip ipten
sökülerek yere atılan yaprakları "pastal" yapıyordu. Ben kendimden
geçmiş vaziyette gözlerimi açamıyorum ama konuşulanları duyuyorum. Ninem bir ara
yanıma geldi, beni kontrol etti ve babama "Seli bu cöcüg ölü gibi
üyiye" dediğini hatırlıyorum. Babam da "sıkıntılı hali yok, bırakalım
da rahat rahat uyusun çocuk" demişti. (Günümüzde, çocuk bir kere öksürse
soluğu hastanede alıyoruz.) Gerisini hatırlamıyorum. Doktora gittik mi gitmedik
mi? Ama bir akşamın alaca karanlığında yaşadığım bu "iğne vurulma"
vakasını bugün bile ayan beyan hatırlıyorum. Ve bunca kahrımı çeken iğneci de
kim derseniz söyliyeyim, Emin Kosar dayım idi. Allah(cc), ondan ve cümle iğnecilerimizden
razı olsun. Ahirete intikal edenlere de Rabbim rahmetiyle muamele eylesin.
/Çetin KOŞAR
25 Ekim 2019
KÖYÜMÜZDEKİ İĞNECİLER
(Listenin Tamamlanması için
Katkılarınızı Beliyoruz)
Ali Koca (Kadiroğlu) -Çetirlik
Emin Koşar (Selahattinoğlu)
Halime Şahin (Cemal eşi) -Karanlık
Dere
Hediye Şen (Sami Eşi) -Karanlık Dere
Havva Şen (Hacı Osman kızı)
Mehmet Koşar (Züveroğlu )
Mustafa Açıkgöz (Baş Öğretmenimiz)
Mustafa Bak (Turgutoğlu)
Nazmiye Bak (Güler) (Reşat Kızı)
-Sarımsak
Nevzat Yılmaz (Ethemoğlu)
Paşa Yılmaz (Celaloğlu)
Recep Koşar (Ramisoğlu)
Reşat Bak (Kazımoğlu) -Sarımsak
Rüveyde Bak (Reşat Eşi) -Sarımsak
Sami Şen (Ahmetoğlu) -Karanlık Dere
Sevim Ustaoğlu Yılmaz (Mustafa Eşi)
Sebahattin Yavuz (Paşaoğlu)
Şükrü Çelenk (Sarımsak)
Şükrü Çelenk (Sarımsak)
Turgut Bak (İlaz Şabanoğlu)
......