25 Ekim 2019 Cuma

Akbulut Köyü’nde Meslekler; İĞNECİLİK


 Köyümüz İğnecilerinden Havva ŞEN

Eskiden hemen hemen her köyde vardı bu enteresan mesleği yapanlar. Herhangi bir akademik formasyonları da yoktu. Erkekler genellikle askerlik hizmetini "sıhhiyeci" olarak yapanlardır. Kadın iğnecilerimiz de yetenekleri ölçüsünde zaruret icabı bir yakınından ya da eşinden öğrenirdi. Yaz kış kimin hastası varsa, kime iğne yapılacaksa ikiletmeden çıkar giderlerdi hasta evine. Hasta ayaktaysa yani gezip dolaşabiliyorsa iğneciyi eve çağırmak yerine ilacını alır kendisi giderdi iğnecinin evine.

Bu iş için tanımlanmış bir ücret yoktu. Zaten iğnecinin de isteyecek durumu yoktu köy yerinde; herkes hısım, herkes akrabaydı. Ama verecek gücü olanlar da ama az ama çok, gönlünden ne kopar, elinden ne gelirse para, tarımsal ürün, horoz-tavuk verilirdi. Bunları da verecek gücü olmayan gider iğneciye tarla işlerinde yardım ederdi; mevsimine göre tütün diker, kırar, dizer, tonga yapar, orak biçer, dağdan odun çeker...

İğnecilerin malzemeleri, tütün tabakasına benzer küçücük bir metal kutu içinde, cam şırınga (enjeksiyon aleti), boy boy birkaç iğne, küçük çubuk testere, küçük maşa, ispirto ve pamuktan ibaretti.

Köyümüzde “iğneciler” (hatırladığım kadarıyla), İlaz Osmankızı Havva ŞEN, Selahattinoğlu Emin KOŞAR, Züveroğlu Mehmet KOŞAR…(Diğerleri Eklenecek). Hava halam ailesi dışında köydeki kadınların iğneciliğini yaparken, erkek iğneciler de erkeklerin iğneciliğini yaparlardı.

Antiparantez belirteyim, iğneci halamız Havva ŞEN’in doktor olan birkaç yeğeni vardır. O’nun bu mesleği ailede idol olmuş sanki. O yeğenlerinden biri Alaçam Devlet Hastanesi’nde başhekim, diğeri Akhisar’da bir ASM'de Aile Hekimidir…

Aslında doktorlar mecbur kalmadıkça hasta reçetelerine “iğne” yazmazlardı ama zorunlu olarak yazdıkları da genellikle penisilin iğnesi olurdu. Hele o “güçlendirilmiş penisilin denilen “PENADUR” bir başkaydı. Vücutta beton etkisi yapardı. Bir yedin mi, başta felç olmuş gibi kıpırdayamasak da, bir hafta on gün sanki o içimizdeki betonları kırmak için uğraşır dururduk. Şimdiki gibi enjekte öncesi "penisilin testi" de yoktu. İğnecinin, halk deyimiyle "elinin hafif olması" çok önemliydi. Tamam, iğnecinin eli hafif, yüreği yufka olabilir ama o zamanın iğneleri de maşallah, bugün hayvanlarda bile kullanılmayan kalınlıkta idiler. Deliğinden karınca bile geçerdi. Bir hafta on gün zaten o parmağım kadar kalın iğnenin bedenimizde açtığı yaranın iyileşmesiyle geçerdi. Hele vurulacak iğne sayısı 3-5’den fazlaysa yandı gülüm keten helva. İlistire dönmüş bir kalça ile otursan oturamaz, yatsan yatamazdın. Yüzükoyun yatmaktan boynumuza kramplar girer, günlerce geçmeyen baş-boyun ağrıları işin cabası olurdu.

İğnecilerin hasta evine geldiklerinde, metal iğne kutusunun kapağını açarken ilk istedikleri, bir çanak içinde fokur fokur kaynamakta olan sudur. Bazen uygun kab olmaz, bunun yerine iğneci, iğne kutusunu boşaltır, sıcak suyu bu kutuya doldururarak kullanırdı. Şırınga ve kullanılacak iğneler bu kaynar suyun içine daldırılıp sterilize olmaları için bir süre bekletilir, ardından iğne, tüp ve piston kısmı monte edilerek bir miktar ispirto çekilip dezenfekte edilir ve içindeki ispirto boşa dökülmez vücudun iğne batırılacak yerini temizlemede kullanılacak pamuğa zerk edilirdi. Bu esnada yapılanları büyük bir zevkle izleyenler arasında o iğneyi yiyecek olan da vardır. Aletler ve onların dezenfekte işlemi tam bir seyirlik sahne idi. Bazen, maşası olmayan iğnecinin kaynar su içindeki edevati almaya çalışırken parmaklarını haşladığı da olurdu. (Oh olsun işte!... Bacak kadar çocuğun canını iğne vurarak yakarsanız, Mevla da sizin canınızı böyle yakar. :))

İğne vurulmadan önce yapılması gereken ikinci işlem ilacın hazırlanmasıydı. Lincosin gibi tek parçalı iğnelik ilaçlar da vardı tabi. Ancak, genellikle penisilin türü ilaçlar yazılırdı. Şimdiki gibi envai ilaçlar nerde; "Doktor amca (o zaman doktorlar hep erkekti), n'olursun iğne yazma, onun yerine şurup yaz, hatta hapı da olsa vallahi yutabilirim" diyebileceğimiz... Şimdi ilaçlar o kadar çeşitlendi ki eczaneler bile hepsini bulundurmak yerine Ecza Depolarından sipariş üzerine çalışıyorlar. Gidiyorsun eczaneye, "şu ilaç depoda, iki dakika bekle hemen gelir" diyorlar. Ecza depolarının önü motosikletli kuryelerle dolu, adamlar vızır vızır ilaç yetiştirmeye çalışıyor. Hatta bir ara bazı ilaçların marketlerde satılması bile düşünülmüştü.

Penisilin denilen bu meret kuru toz halinde satışa sulmaktadır. Aynı kutu içinde iki ayrı ilaç olurdu. Biri küçük tüpte sıvı çözelti diğeri asıl ilaç olan toz penisilin. Önce içinde sıvı bulunan küçük tüp alınır ele, bir elde dik tutularak içindeki hava kabarcıklarını almak için öbür elle işaret parmağıyla birkaç fiske atılır. Çubuk testere ile uç kısmı çiziktirilip yine elle pıt diye kırılarak açılırdı. Ardından bu sıvı şırıngaya çekilir ve içinde toz halde penisilin bulunan ağzı kapalı şişenin kauçuklu kapak kısmından içeri zerk edilir ve süt beyazı karışımın erimesi için bir süre elle sallanarak iyice çalkalanırdı. Bu işlem için daha kalın olan iğne kullanılır. İlaç hazır olunca şırıngaya çekilir ve ucundaki iğne çıkarılıp hastaya batırılacak yeni iğne takılırdı.

İğneci bu işleri yaparken aynı zamanda hastanın da (genellikle çocuklardır bu hastalar) hazırlanması gerekmektedir. Yüzüstü yatılacak, artık sıra hangi taraftaysa o tarafdaki kalçanın açılması lazımdı. Eh bu hasta benim gibi yalandan yere ağlayıp mızmızlanan biriyse elbette babası onu kıskıvrak yakalayıp kucağına yatıracaktır. “Ben iğne olmıcaaaaam!” feryad-ü Figanları bu noktadan itibaren faydasızdır. Anne ya da nine de babaya yardıma gelmiş, çocuğun biri kolundan diğeri bacağından kavrayıp “hiç acımayacak”, “hemen iyi olacaksın”, “ben de vurulacam senden sonra” vb yalanlara başlanır ama kim inanır.

Bu esnada iğneci toz karışımı da şırıngaya çekmiş, içindeki hava boşluğunu almak için şırıngayı şöyle yukarı doğru tutup bir miktar ilaç, dışarı, herhangi bir yere fışkırıncaya kadar yavaş yavaş pompaya basar. Bu esnada ağlayan çocuğu teselli edenler kervanına “bak biraz daha beklersek ilaç donacak” diyerek iğneci de katılır. Ben uyanığım ya içimden “donarsa donsun, o zaman ben de iğne vurulmaktan kurtulurum” deyip çıkardığım “çıngarı” sürdürüyordum. Kıpırdamamam için yapılan baskılara bir kalıp da iğneci olur, iki eliyle iğne vurmaya çalışırken, bir dizini de hastanın bacağına bastırarak; “debelenip durma, yoksa iğnenin ucu kırılır, kalçanda iğneyle gezersin” demez mi. Ben de yine içimden “hadi vur vurabilirsen bakalım deyip baskı kalıplarının boş bulduğun yerlerinden kıpraşarak bir dansözü aratmayacak şekilde kıvırtmayı sürdürmüştüm.

İğne vurulacak yer ispirtolu pamukla silinip tam iğne batırıldı ki, ilaç donmuş zerk işi gerçekleşmemişti. Düşündüğüm oldu ve şırıngadaki ilaç “dondu.” Gerçekten beton harcıymış demek. Ama iş biter mi, bitmedi tabi. Hemen bir parça ispirtolu pamuk yakıldı ve şırınganın iğnesi ısıtılarak ilacın donu çözüldü. İlacın donma hususundaki düşüncem, yani “ilaç donarsa bir daha bana iğne vuramazlar” fikrim suya düşmüştü. Son çare iğnecinin iğnesini kırmaktı. Ama nafile… Tüm kıvırtmalarıma rağmen iğne kırılmadı ama “eğrildi.” İğneci önce eliyle düzeltmeye çalıştı fakat sonuç alamayınca onu ve beni tutanlar için ortam gerilmişti. Artık benim için “acıma ve şevkat” bitmiş yerini “azarlama ve şiddet” almıştı. “Tamam, sana iine müüne furmiceez, ne halin varsa gör, git istersen öl” dediklerinde yolun sonu görülmüştü. Artık, ağlayıp nazlanacağım ne ana, ne de baba kalmıştı. Çaresiz zırlamaya devam etsem de bedenimi ölü gibi hareketsiz bir şekilde teslim etmiştim onlara. Böylece, donmuş olan iğne tekrar ısıtılıp eğri haliyle kalçama batırılarak ilaç zerk edilmiş ve işlem sona ermişti.

İğne sonrası önce bacak kısmi felce uğrar, sonra da vücudu bir ateş basar, bu ateşle beraber hasta canlanır, gözüne fer, yüzüne renk gelirdi. Ama hastalık bu derinden olunca, günlerce ciğerlerim parçalanırcasına kütür kütür öksürdüğümü hatırlarım.

Gelelim, iğne vurulmadan evvel hastanın yapması gereken işlere. İlaç alımında istisnalar hariç karnın tok olması genel kuraldır. Serde delikanlılık olunca, bir akşam üstü, tarla dönüşü vurulmam gereken iğne için yemek yemeden, şu iğne işi aradan çıksın diyerek, ilacımı almış doğru Mehmet emmimgile gitmiş iğnemi vurulmuştum. Tütün dizmeleri zamanıydı. Odadan çıktım, salonda serili dizilecek yeşil tütünlere basmamak için çekirge misali bir zıpladım, iki zıpladım, üçüncüye kendimi yerde buldum. Gözlerim karardı. Bulantı ve başdönmesiyle oracıkta kalakaldım. Mehmet emmim, otur biraz dinlen öyle gidersin demişti ama diyorum ya "delikanlılık çağı"ndaydım. Oysa, hastalığa erkeklik sökmeyeceğini önceden bilmeliydim. Kendime geçmiş olsun.

Bu yazının ana temasını oluşturan bu olay 1966 yılı civarında yaşanmıştır. 4-5 yaşlarında olmalıyım. Çok iyi hatırlıyorum, bir kış günüydü. Yatak döşek yatıyorum. Babam odanın içine tütün hevengini açıp asmış, tütün seçiyor, ninem de oturmuş dibinde seçilip ipten sökülerek yere atılan yaprakları "pastal" yapıyordu. Ben kendimden geçmiş vaziyette gözlerimi açamıyorum ama konuşulanları duyuyorum. Ninem bir ara yanıma geldi, beni kontrol etti ve babama "Seli bu cöcüg ölü gibi üyiye" dediğini hatırlıyorum. Babam da "sıkıntılı hali yok, bırakalım da rahat rahat uyusun çocuk" demişti. (Günümüzde, çocuk bir kere öksürse soluğu hastanede alıyoruz.) Gerisini hatırlamıyorum. Doktora gittik mi gitmedik mi? Ama bir akşamın alaca karanlığında yaşadığım bu "iğne vurulma" vakasını bugün bile ayan beyan hatırlıyorum. Ve bunca kahrımı çeken iğneci de kim derseniz söyliyeyim, Emin Kosar dayım idi. Allah(cc), ondan ve cümle iğnecilerimizden razı olsun. Ahirete intikal edenlere de Rabbim rahmetiyle muamele eylesin.

/Çetin KOŞAR
25 Ekim 2019

KÖYÜMÜZDEKİ İĞNECİLER
(Listenin Tamamlanması için Katkılarınızı Beliyoruz)

Ali Koca (Kadiroğlu) -Çetirlik
Emin Koşar (Selahattinoğlu)
Halime Şahin (Cemal eşi) -Karanlık Dere
Hediye Şen (Sami Eşi) -Karanlık Dere
Havva Şen (Hacı Osman kızı)
Mehmet Koşar (Züveroğlu )
Mustafa Açıkgöz (Baş Öğretmenimiz)
Mustafa Bak (Turgutoğlu)
Nazmiye Bak (Güler) (Reşat Kızı) -Sarımsak
Nevzat Yılmaz (Ethemoğlu)
Paşa Yılmaz (Celaloğlu)
Recep Koşar (Ramisoğlu)
Reşat Bak (Kazımoğlu) -Sarımsak
Rüveyde Bak (Reşat Eşi) -Sarımsak
Sami Şen (Ahmetoğlu) -Karanlık Dere
Sevim Ustaoğlu Yılmaz (Mustafa Eşi)
Sebahattin Yavuz (Paşaoğlu)
Şükrü Çelenk (Sarımsak)
Turgut Bak (İlaz Şabanoğlu)
......




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder