İsimler ve lâkaplar... İsimler; kimi zaman anne
baba tarafından, kimi zaman aile büyükleri tarafından verilmiştir kişiye.
Kişinin seçme hakkı yoktur başlangıçta ismini, ne dediysek o denmiştir bir
kere. Zamanla alışır ismine insanoğlu ve sevmeye başlar. Çocuklarına
utanmayacakları, iftiharla taşıyabilecekleri güzel isimleri vermek, onların
güzel lâkaplarla hatırlanmalarını sağlayacak hasletlerle yetişmelerini
sağlamak, anne-babanın vazifelerinden, çocuğun da anne-babası üzerindeki
haklarındandır. Ebu'd-Derda (ra)'nın rivayet ettiği, "Sizler kıyamet günü
isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız, öyleyse
çocuklarınıza güzel isimler koyunuz." hadîs-i şerifinden hareketle, güzel
isim koymanın dinî vecibelerden olduğu da söylenebilir.
Yine bir başka hadîs-i şerifte, "Allah'ın en
çok sevdiği isimler; Abdullah, Abdurrahman'dır. En çirkinleri de, Harb (Savaş)
ve Mürre (Acı) isimleridir." buyurulmuştur. Demek ki insana; Allah'a kul
olduğunu hatırlatacak, aczinin, fakrının farkına vardıracak isimler; güzel
isimlerden addedilmiş, enaniyetini kabartacak, meydan okumaya, büyüklenmeye
sevk edecek isimler ise kerih görülmüştür.
Hz. Cabir (ra)'in rivayet ettiğine göre,
Peygamberimiz (sas), "Bereket, Ya'la, Eflah, Nafi" vb. isimleri
yasaklamayı arzu etmiş, sonra da bu mevzuda sükut etmiştir. Efendimiz bu
tavrıyla, "Burada bereket var mı?", "Eflah burada yok."
gibi cümlelerin işaret ettiği mânâların hoş olmadığını nazara vermek istemiştir.
Kaynaklarda Hz. Peygamber (sas)'in sadece insan
isimleriyle ilgilenmediği; mekân, eşya isimlerinin de güzel mânâlara sahip
olmasını istediği, hattâ tedaileri nahoş olan cahiliye döneminden kalma mekân
ve eşya isimlerini de değiştirdiği belirtilmektedir.
İsimlerin kişinin ruhî yapısı üzerinde de tesirli
olduğu bilinmektedir. Tecrübeyle sabit olan darb-ı mesellerden biri de,
"Bir adama kırk gün deli dersen deli, akıllı dersen akıllı olur; ne dersen
o olur." sözüdür. Yani sürekli telkinle (isim ve lâkaplarla), insanın bilinçaltına
bazı hisler, hasletler yerleştirilebilir. Kaldı ki isim ya da lâkapların
kullanım süreleri atasözünde ifade edildiği gibi kırk günle de sınırlı
değildir. İnsanın hayatı boyunca; Aslan, Fatih, Bahadır, Barış, Efe gibi
isimlerle çağrılmasının, kişiliği üzerinde müspet tesirinin olacağı
muhakkaktır. Belki de bu sebeple, anne-babalar ve aile büyükleri çocukları
hakkında hüsn-ü zanda bulunarak -güzel isimlerin işaret ettiği vasıflara sahip
olmalarını ümit ederek- çocuklarına; Aslan, Yiğit, Cesur, Onur gibi isimler
verirler.
Çocuklarının, ismine uygun vasıfları taşıması
bulunmaz bir mutluluktur aile için. Meselâ, 'aslan' gibi cesur bir çocuğunun
olması her aile için bir bahtiyarlıktır. Böyleleri için de, "ismiyle
müsemma" (isimlenmiş) denmiştir, atalarımız tarafından.
Ailelerin, çocuklarına isim vermek için hürmet
ettiği, fikrine itibar ettiği kişilerden isim istemesi de kültürel bir
özelliğimizdir. Bunun eski Türklerde de böyle olduğu, Dede Korkut
Hikâyeleri'nden biri olan Dirse Han Oğlu Boğaç Han hikâyesinden
anlaşılmaktadır. Kişinin gösterdiği bir kahramanlıktan ya da topluma
faydasından dolayı, "Dede Korkut gelsin, boy boylasın, soy soylasın bu
oğlana bir ad koysun." denerek, Dede Korkut'un vereceği ismi merakla
beklemektedir atalarımız. Bayındır Han'ın çocuğunun, oğlanın diğer
arkadaşlarının meydandan kaçmasına rağmen kendisinin boğaya meydan okuyarak
boğayı alt edip yere yıkmasından hareketle, Dede Korkut, Bayındır Han'a; 'Ak
Meydanı'nda bu oğlan savaş etmiş, bir boğa öldürmüş, oğlunun adı Boğaç olsun,
adını ben verdim, yaşını Allah versin.' diyerek, isim verme merasimini
noktalamıştır.
Ailelerin çocuklarına verdikleri isimleri seçerken
zaman zaman sosyal hâdiselerin etkisinde kaldıkları, bazı isimlerin hâdiselerin
de tesiriyle kimi zaman moda olduğu görülmektedir. Meselâ, dönem itibariyle
Adnan, Menderes, Turgut, Özal isimlerinin, Kıbrıs Barış Harekatı zamanında ise
Bülent, Ecevit isminin, 12 Eylül zamanında da Kenan ve Evren isimlerinin moda
olması gibi. Millî Takım'ımızın 2002 Dünya Kupası maçlarında başarılı olan
oyuncularının, -Ümit, Emre, Hasan, İlhan, Hakan.. gibi- isimlerinin de moda
olması kaçınılmazdır.
Kimi zaman da yaygın isimlerin menfî tedaileri
meydana çıkar. Bu durum, o isimlerin ya kullanımdan kalkmasına ya da daha az
kullanılmasına sebep olmaktadır. Meselâ, "İnek Şaban" tiplemesinden
dolayı "Şaban" ismini; Karadeniz fıkralarının vazgeçilmez figürleri
oldukları için; Temel, Dursun, Fadime isimlerini aileler çocuklarına vermekte
eskisi kadar istekli davranmamaktadır.
Yine bazı dinî motifler taşıyan ve kültürel
özellikleri olan isimlerin, kasıtlı olarak kimi yazılı ve görsel basında menfî
anlamlarda kullanıldığı, karikatürize edildiği görülmektedir. Abdulcebbar,
Gaffar, Hacı, İmam vb. isimlerin kasıtlı olarak menfî tiplemelere verildiği,
böyle davranılarak halkın tesir altına alınmaya çalışıldığı görülmektedir.
İsimlerin tercih edilmesinde yaşanılan bölgenin de
tesirinin olduğu, belli bölgelerde bazı isimlerin daha fazla kullanıldığı
görülmektedir. Meselâ Mardin yöresinde, Şeyhmus; Karadeniz yöresinde, Temel,
Fadime; Kastamonu ve Karabük yörelerinde ise Satılmış isimleri yaygındır.
Bazı bölgelerde bir ismin çok kullanılmasında bir
zatın, daha önce orada yaşamış, hizmetlerde bulunmuş, örnek davranışlar
sergilemiş ve bölge insanının zihninde ideal insan modeli olarak yer etmiş ve
genellikle o yörede defnedilmiş olması tesirli olmuştur. Kahramanmaraş'ta
kullanılan Ökkeş, Sivas'ta Ahmet Turan ismi bunlardandır. Bunun sebebi ise,
sahabeden Hz. Ukkaşe bin Mihsan (ra)'ın Maraş'ta, mâneviyat ehlinden Ahmet
Turan'ın da Sivas'ta medfûn bulunmasıdır.
İsim belirlemede tesirli faktörlerden biri de;
bebeğin ailenin kaçıncı çocuğu olduğu veya ailenin karşılaştığı özel bir durum
olabilmektedir. Çocukları hayatını devam ettiremeyen bazı ailelerin yeni
çocuklarının yaşamasını ümit ederek dua niyetiyle Yaşar; sürekli erkek çocuğu
olan bir ailenin, en sonunda kız çocuğuna sahip olduklarını ifade için Döndü;
başka çocuklarının olmasını istemediklerini ifade için Yeter, Dursun, İmdat
isimlerinin verilmesi de ilginçtir.
İnsanları hemcinslerinden ayırmak, onların
tanınmalarını sağlamak için kullandıkları ismin farklı olması da çoğu zaman işe
yaramaktadır. Bu sebeple isimlerin yanı sıra çeşitli lâkaplar da
kullanılmaktadır.
Lâkaplar
Osmanlılarda Lâkaplar ve Hikâyeleri isimli bir
eserde, Osmanlı Devleti'nde görev yapmış padişah, sadrazam, şeyhü'l-İslâm vb.
940 resmi görevlinin isimleri incelenmiş ve bunların 251'inin isminin Mehmet,
91'inin Ahmet olduğu tespit edilmiştir. Aynı ismin bu kadar sıklıkla kullanılmasının
kişilerin tefrik edilmesini zorlaştıracağı meydandadır.
'İsmin ne?' sorusuna, Mehmet cevabını aldığında,
"Hangi Mehmet?" der, Anadolu insanı. Bu Mehmet'in tebarüz ettiği
başka bir vasfı olmalı diye düşünülüyor olacak ki, 'Sarı Çizmeli Mehmet Ağa'
cevabıyla tamamlar sorusunu. Artık Mehmet'in, ayırıcı, tanıtıcı bir hususiyeti
bulunmuştur ve söze devam edilebilir. Demek ki, isimlerin yetmediği yerde
lâkaplar devreye giriyor.
Lâkap nedir? 'Bir kimseye veya bir aileye; kendi
adından ayrı olarak sonradan takılan, o kimsenin veya o ailenin bir
özelliğinden kaynaklanan ad.' diye tarif ediliyor sözlükte lâkap. Bir yazarımız
da, 'Zamanın ve zamanenin bir adama lâkap takması, umumî efkâr karşısında o
zatın; hâl, ahlâk ve işinden dolayı verdiği imtihana mukabil bir sıfatla
anılması demektir, bunda halkın çok kereler isabet ettiği görülmüştür.' der,
lâkaplar hakkında.
Tanımından da anlaşılacağı üzere, bir eser
sayılabilecek lâkaplar, umumiyet itibariyle anonimdir. Başlangıçta belli olsa
bile, bu sonradan unutulmuş ve anonim hâle gelmiştir. Çünkü maksat sözü edilen
kişiyi tanımlamaktır. Bir kişi veya bir ailenin milliyeti, memleketi, fizikî ve
ruhî özellikleri, mesleği, alışkanlıkları, sık kullandığı kelimeler göz önüne
alınır lâkap verilirken: 'İşkodralı, Avlonyalı, Sokullu, Çandarlı; Frenk,
İngiliz, Gürcü, Tellak, Kabakçı, Çavuş, Kalın, Hezarpare, Uzun, Kara, Melek,
Canım, Lâlezar...' örneklerinde olduğu gibi.
Lâkaplar, aynı isimli kişileri tefrik etmeye
yaradığı gibi, isminin taşıdığı mânâya uygun hâl ve tavır içerisinde
bulunmayan, ismiyle davranışları tenakuz içerisinde olan insanların gerçek
yüzlerinin belirtilmesinde de kullanılmıştır. Asıl adı Aslan, kendi korkak
olan; adı Sabit kendisi bîkarar olan; adı Uygar, Çağdaş olduğu halde
yeniliklere, gelişmelere kapalı olanlar da vardır. İşte böyle bir durumda,
sözlü bir halk edebiyatı geleneğine sahip olan insanımız, 'Tam yerine rast
geldi.' dedirtecek bir kelimeyi söz konusu kişi veya ailenin ismine
ekleyiverir. Karga Paşa, bunlardan biridir. Yani ismi ile davranışları ittifak
etmemiştir, Karga Paşa'nın. Asıl adı Şahin olan paşa 93 Harbi'ne katılmıştır.
Ancak askerler üzerinde müspet bir tesir bırakmamıştır. Asker, Şahin Paşa'nın
korkak olduğunu vehmetmiştir. Hattâ hakkında, 'Bir boru çalınıp da asker silâh
başı eder veya top tüfek patlarsa, kendisini korkudan sancı tutarmış.'
rivayetleri dolaşmıştır. Bu sebeple çevresindekiler tarafından Şahin Paşa,
'Karga Paşa' diye tesmiye edilmiştir.
Ancak tenkit etmek, ayıplamak, kınamak, kötülemek
için verilen lâkapların, isimlerin kullanılmasının bir faydası olmayacağı gibi
zararlı neticeleri de olabilir. Böyle lâkaplar; haset, nefret ve düşmanlığa yol
açabilir. Bu sebeple bu tür lâkapların kullanılması âyet-i kerimeyle
yasaklanmıştır.
Yasaklanan lâkapların, kötü mânâlar ihtiva eden
lâkaplar olduğu, mânâsı güzel olan, insanları öven, onlara saygıyı ifade eden,
dostlukları ve barışı tesis etmeye katkısı olacak lâkaplarla hitap etmenin
teşvik edildiği görülmüştür. Bu konuyla alâkalı Keşşafta Peygamberimiz (sas)'den,
'Müminin, mümin kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en sevdiği ismiyle
çağırmasıdır.' hadîs-i şerifi rivayet edilmiştir. Hz. Ebu Bekir; Sıddîk, Hz.
Ömer; Faruk, Hz. Hamza; Esedullah (Allah'ın Aslanı), Halid bin Velid; Seyfullah
(Allah'ın kılıcı) lâkaplarıyla lâkaplanmışlardır.
Çevresindekilerin, insana uygun gördüğü lâkapların
ayrıca kalıcılık ve değişmezlik özelliği de vardır. Bu kalıcılığın; 'Adı çıkmış
dokuza, inmez sekize.' sözünde olduğu gibi menfî tedaileri olduğu gibi; bazen
de, 'Kendi gitti, adı kaldı yadigâr.' dedirten müspet tedaileri olur.
Lâkapların kalıcılığı hususunda Ahmet Rasim, Borazan Tevfik namlı,
şakacılığıyla tanınmış bir arkadaşıyla ilgili şunları yazmaktadır:
"Borazanımız, usûlca koluma girdi ve dedi ki:
Bu kadar işe girdim, çıktım. Askerden,
yüzbaşılıktan emekli oldum. Boyacı, ayrancı dükkânları açtım. Temsiller verdim.
Yine lâkabımla birlikte kaldım. Ölünceye kadar da böyle. Borazan Tevfik aşağı,
Borazan Tevfik yukarı."
Şimdi bu bilgiler ışığında ecdadımızın taktığı
ilginç lâkaplardan birkaçını hikâyeleriyle ele alalım:
Yedi-Sekiz
Hasan Paşa
Hasan Paşa, İkinci Abdulhamid döneminin devlet
memurlarından biridir. Okuması yazması olmadığı için, imza atmak zorunda
kaldığı zaman önce Arap rakamlarıyla V (yedi), sonra (sekiz) yazar, iki rakamın
arasına bir de kısa çizgi çekermiş. (V-) Bu nedenle de Yedi-Sekiz (V-) Hasan
Paşa diye anılmış.
Pazar Ola
Hasan Bey
Ahmet Rasim'in eserlerinde adı geçen biridir Pazar
Ola Hasan. Yazarın anlattıklarına göre, o zamanın tanınmış tiplerinden ve
meczuplarındandır. Her sabah esnafı dolaşır ve onlara 'Pazar ola' diye
seslenirmiş ve esnaf da onun bu seslenişini uğur kabul edermiş. İşte bu yüzden,
'Pazar Ola Hasan Bey' diye adlandırılmış. Ayrıca Ahmet Rasim onun hakkında, 'Ne
zaman rastlasam yüzündeki gülümsemelerini ter ü taze bulurum. Meczupluk haline
yaraşır bir temiz bakışla çevresine bakınarak her dükkâna, her satıcıya, işine
malına göre, 'Pazar ola bakkalbaşı, pazar ola balıkçı, pazar ola aşçı baba!'
der yürür gider. Esnaf onun 'pazar ola'sını uğur bellemiştir."
Ahmet Rasim bir yazısında da Pazar Ola Hasan'la
yaşlı bir kadının konuşmasına yer vermiş ve gördüklerini şu şekilde
aktarmıştır:
'Bir gün üstü başı temiz yaşlıca bir kadın,
işitilir derecede açık bir besmele çekerek Hasan Bey'e yaklaştı ve dedi ki:
-Oğlum Hasan Bey! Sulh olacak mı, sulh? Hasan Bey
kayıtsız, gülümseyerek:
- Pazar ola hanım anne!
Zavallı kadın öyle sevindi ki; 'Bu pazar mı
evlâdım?' dedi ki sorusu ağzında kaldı.
- Pazar ola turşucu!
Kadın arkasından bir müddet baktıktan sonra yanında
bulunan genç hizmetkârı:
Onlara malum olur ama söylemezler, rumuz ile
anlatırlar.
- Pazar ola kasapbaşı!'
Bunların yanında kaptan-ı deryalardan Abdurrahman
Paşa, İtalyan kökenli olduğu için Frenk; Mustafa Paşa, tersanede İngilizce
öğrenen ilk Türk denizcisi olduğu için İngiliz; bir başka Mustafa Paşa, birçok
görevi atlaya atlaya kaptan-ı derya olması sebebiyle Atlamalı; Hüseyin Paşa
ise, İspanyollarla yapılan bir deniz savaşında birçok yara aldığı için öldü
sanılıp bırakılmış, ancak sonra yaşadığı anlaşılmış olduğundan yarı ölü,
mânâsına gelen Mezomorta lâkabıyla lâkaplandırılmıştır.
Görülen o ki, insanın lâkabında; yaptığı işler,
söylediği sözler, sergilediği davranışlar belirleyici olmaktadır. Kıyamet günü
isimlerimizle çağrılacağımızı işaret eden hadîsten de anlaşıldığı üzere, o
günde 'Karındeşen, Korkunç, Kazıklı, Zalim, Kuyucu.. vb.' kötü isimlerle
çağrılma su-i akıbetine duçar olmamak için, hâl ve hareketlerimize çekidüzen
vermeli, güzel ameller işleyip güzel isimler almanın, güzel isimlerle
çağrılmanın hazırlığını yapmalıyız.
/Mehmet SUCU
Ocak 2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder