28 Aralık 2017 Perşembe

Akbulut Köyüne Gelenler

Köyler, ekonomik fonksiyonları büyük ölçüde tarım ile hayvancılığa dayanan ve nüfusları şehirlere göre az olan yerleşim merkezleridir. Konumlarına göre köyleri dağ köyü ve ova köyü olarak sınıflandırmak mümkündür. Köyümüz bir dağ köyüdür. Yolu kendine aittir. Yani köy içinden geçip başka köye gidilen bir yol yoktur. Örneğin biz ilçeden köyümüze gelirken Gökçeboğaz köyünün içinden geçiyoruz. Bunun gibi Sancar köylüleri de Gelemet köyünün içinden geçerek köylerine vasıl oluyorlar. İşte bunun gibi bizim köyün içinden hiçbir köy yolu geçmediği için, Köyün yolları köy ormanlarına kadar gider orada son bulur. Bu nedenle köyümüz adeta kapalı bir köydür. Ara sıra Sancar köylüleri köyümüz yolunu yaya olarak transit kullansalar da bu pek nadir olur, genel olarak köyümüzün içinden gelip geçen pek olmazdı.

Sorumluluk icabı olsa gerek, köyümüzde her aile evinin önündeki yoldan gelip geçenleri merak eder ve mutlaka onları gözetlerdi. Bu gelip geçenler ister köyden olsun ister köy dışından gelen olsun ya da tanıdık biri olsun veya olmasın selamlaşılır, hoş beş edilir, hal hatır sorulur, yabancıysa nereden gelip nereye gittiği öğrenilir ve gerekirse yardımcı olunmaya çalışılırdı. Hele bu geçenler aile ise içeri davet edilir, açlık, susuzluk vb. bir ihtiyaçlarının olup olmadığı sorularak ilgilenilirdi. Yani şimdilerdeki gibi her isteyenin, köyün içinden, elini kolunu sallaya sallaya geçmesi mümkün olmazdı. Köyden birisi de olsanız karşınıza çıkan birine nereye gittiğinizin “tekmil”ini vermek zorundaydınız. Bu hususta özellikle yaşlılar oldukça meraklı olup, ev yanlarında yalnız başlarına canları sıkıldığından iki laf edecek birini bulurum umuduyla yoldan geçenleri gözetlerler, geleni kısa bir süre “tutmadan” bırakmazlar, bir de gözleri iyi görmediği, kulakları az işittiğinden olacak o kimseyi tanımak için yüksek sesle “kimsin” sorusuyla başlayan ahret sorularına muhatap eder, zavallı yolcu, bir an evvel kurtulmak için ak ile karayı seçerdi.

Bu yazımızın konusu eskiden köyümüze kimler, ne için ve ne zaman geliyorlardı sorularına yanıt aramaktır. Tabi, gelenlerden kastımız köyünden kalkıp göç ederek gelip köyümüze yerleşenler ve görev icabı gelip kalanlar ve görevi bitince ayrılıp giden öğretmen ve imamlarımız dışında kalan insanlardır.

Köyümüze kimler gelmezdi ki? Dilencisinden tutun da sünnetçisine kadar say say bitmez. Mesela, Baytarlar, Biçerdöverciler, Bohçacılar, Davulcu / zurnacılar, Dilenciler, Dünürcüler, Elektrikçiler, Hızarcılar, Hurdacılar, Jandarmalar, Kalaycılar, Karayolcular, Kaymakamlar, Mevlüthanlar, Nakliyeciler, Orakçılar, Ormancılar, Patosçular, Puvarcılar, Sepetçiler, Sıhhıyeciler, Sucular, Sünnetçiler, Şoförler, Tanrı misafirleri, Tecirler, Tütün eksperleri, Ziraatçılar…

Bunları geliş aralıkları, geliş nedenleri ve tipleri gibi belirli bir kategoride vermek yerine rastgele modunda sıralamaya çalışacağız.


TÜTÜN EKSPERLERİ

Köyümüzün ana geçim kaynağı tütüncülük idi. Bu nedenle yetiştirilen tütünlerin niteliğini yerinde tespit için her yıl tütünler TONGA yapılarak satışa hazır hale getirildikten sonra köye gelecek olan tütün eksperlerinin yolu gözlenirdi. Ne zaman geleceği önceden haber verilen tütün eksperlerinin köye geldiği gün bütün köy adeta ayakta hazır beklerdi. “Ekisperi” kızdırmamak için hane halkı pür dikkat onun ağzından çıkacak sözü dinlerler bir dediklerini iki etmezlerdi. O’na kolaylık olsun diye köyün gençlerinden bir grup adeta onun emrinde çalışır; tongalar ayağına getirilir, bırak deyince bırakılır, kaldır deyince kaldırılır, izzet ikramda yarış yapılırdı. Elindeki formlara gerekli notlarını alan eksper bey kimseye “iyi” ya da “kötü” gibi tek laf etmeden köyden ayrılır. Ancak tütünler TEKEL’e teslim edildiğinde “kaçtan gittiği” belli olurdu.


ORMANCILAR

Köyümüzün ormanları boldur. Haliyle ormanı bol olan köyün Ormancısı da olurdu. Köyümüze ormancı gelirdi ama diğer köylerden duyduğumuz gibi bizim ormancılarla pek bir “itişip-kakışma”larımız olmazdı. Köyümüzde kaçakçılığa tevessül eden olmazdı. Köylü belirtilen alandan, belirtilen şekildi kışlık odun ihtiyacını yasal olarak temin eder, Ormancıyla mahkemeyle uğraşmazdı. Muhtarımız bu işe ağırlığını koyunca köylü ister istemez doğru olanı yapmakta idi. Orman konusunda hem bizim bir de “Orman Bekçi” lerimiz olurdu. Bu işi en uzun süre yapan kişi hiç şüphesiz Rahmetli Hasbi ŞAHİN idi. Diğer bekçilerimiz bildiğim kadarıyla Ramis KOŞAR ve Nejat KOŞAR idi. Ormancıların köyümüze gelişleri ya mutad ziyaret ve kontroller için olur ya da ev veya müştemilat için ağaca ihtiyacı olanların izin alarak koruluktan yapacakları kesimi kontrol amacıyla gelirlerdi.


SÜNNETÇİLER

Neredeyse her yıl düzenli olarak köyümüze gelenlerden birisi de sünnetçiler idi. Elinde meşin çantası başında fötür şapkasıyla aniden köy içinde zuhur eden bu sünnetçiler şüphesiz erkek çocukların korkulu rüyası idi. “Köye sünnetçi gelmiş” haberini alan çocuğu köy içinde bulmak ne mümkün idi. Neredeyse askerlik çağına geldiği halde her yıl gelen sünnetçiden kurtulma başarısını gösterenlerimiz bile vardı. Ama bu hususta son durağın askeriye olduğuna akıl erdirdikten sonra başka kaçacak yeri kalmayan bu kaçkınların teslim olmaktan başka çareleri olmazdı. Tabi sünnetçi köye tek başına gelmezdi. Onu alıp gelen birileri olurdu. Köy içinde dolaşırken de yanında köyün yetişkin gençleri de hazır bulunur, kaçmaya yeltenenleri bir çırpıda yakalar, yaka paça sünnetçinin karşısına dikerlerdi. Bizde kirvelik geleneği yoktu ama bu arkadaşlara “zoraki kirveler” diyebiliriz. Yeri gelmişken kendi sünnet anımı da aktarayım. Daha çok küçüğüz. Tam aklım başımda değil. Abimle birlikte evin önünde oynuyoruz. O günlerde evlerin dış kapılarının arkasında devlete ait asılı bir kağıt olur. Her yıl bir devlet memuru gelir o kağıda bir şeyler yazar giderdi. Biz yazıcı memur geldi zannettik. Çünkü, gelenler bahçe kapısından (mandıra) girip, hiç bizimle ilgilenmeden hızlı bir şekilde doğruca eve girdiler. Biz de merak ettik. Gidip bakalım dedik. Ancak, içeri girer girmez arkamızdan kapı üstümüze kapatılınca kapana kısıldığımızı anladık. Teslim olmaktan başka çaremiz de yoktu zaten.


DİLENCİLER

Her yıl hasat döneminde köyümüz “TOPLAYICI” dediğimiz bu grubun istilasına uğrardı. Genellikle harman sonrası günlerde arpa, buğday ve mısır ne bulunursa isterler, köylü de “başımızın gözümüzün sadakası olsun” diyerek bir şeyler verir onları boş çevirmezdi. Genellikle kadınların başı çektiği bu gelenlere biz “kürt garısı” derdik. Nereden geldiklerini bilmediğimiz halde yine de sormadığımız bu toplayıcılara adeta kutsallık yükleyenlerimiz bile olurdu ki; onlar gelerek mallarımızın, canlarımızın zekâtını alarak bizlere iyilik yapıyorlar denirdi. Bu zevat akşama kaldıklarında evlerde gece misafir edilir, yedirilir, içirilir yatırılırdı. Topladıkları çok ise yüklerinin bir kısmını emanete bırakırlar, daha sonra gelip alırlardı. Hatta bu kişilerle öyle içli dışlı olunuyordu ki, şimdiler de çocukları evlere “leylekler getirdi” hikâyeleri gibi başta ben olmak üzere köydeki kimi çocuklar içinde “seni bir kürt karısı bıraktı, gitti” derlerdi.


TANRI MİSAFİRLERİ

Kim oldukları, nereden geldikleri belli olmayan, ancak akşamın alaca karanlığında herkes evine çekildiği vakitlerde dışarda köpeğin parçalayacakmışçasına havladığı bir sırada “hane halkııı” diye seslenen birilerine “kim o” dediğimizde “tanrı misafiri” diye cevap verdikten sonra içeri alınan, ocağın başköşesine oturtulup kendisiyle sohbet edilen, karnı bir güzel doyurulup altına da bir döşek serilerek yatırılan misafirlerimiz de olurdu. Son olarak tanıklık ettiğim bu misafirimizin uzun ve bembeyaz sakalları vardı ve konuşurken çenesiyle birlikte sakalları da aşağı yukarı hareket ediyordu ve bir de dilinden düşmeyen duaları… Kim bilir; hani derler ya “Allah Hızır Uğratsın.”


BAYTARLAR

İlk zamanlar köyümüzdeki hayvan türü karasığır denen tek cins idi. Sıska yapıları nedeniyle et verimi düşük olan bu cinslerden sütü için yetiştirilen ineklerimizin bir avuç büyüklüğünde memesi olur ve haliyle süt verimi de çok düşük olurdu. Ama “Jersey” türü inekler öyle miydi. Bizim üç inekten aldığımız sütü bir inek tek başına sağlıyordu. Memeleri o kadar büyük ve dolu olurdu ki süt kendi kendine akardı. Nazar değmesin diye ineğin memesini bez torba ile örtenlerimiz bile olurdu. Hayvancılığımızın geliştirilmesi, et ve süt verimliliğinin artırılması için hükümetin aldığı tedbirlerden birisi de “iyi ırk döllemesi” için bahar ve yaz ayları boyunca köylere gönderilen gezici “dölleme” ekibi idi. Her köyün belli bir noktasına kurulan bir tertibat ile “göğe gelmiş”, “boğasak” inekler köydeki yerli ırk danalara gösterilmeden baytarın geliş saatine buralara getirilir ve modern yöntemle dölleme yapılırdı. Tabi sadece dölleme değil, hayvanı hasta olanlar da yine bu istasyona getirilir, gerekli muayene yaptırılarak ilaç yazdırılırdı. Irkların iyileştirilmesi için yapılan bu çalışmalara köylünün itiraz edenleri de yok değildi. İtirazların başta gelen nedeni bu yöntemle elde edilecek buzağılardan iyi öküz çıkmayacağı idi. Malum iyi bir çift öküzün varsa köyde senden âlâsı yoktu. Bundan başka köyde enenmemiş boğası olanlar bu dölleme konusunda paşalar gibi havalı olurlardı. Çünkü boğasak ineğini o boğaya döllettirmek için bir boğa sahibinin elini öpmediğimiz kalırdı. Boğa sahipleri, hayvanın gücü gidiyor, zayıflıyor diye kendini naza çeker, hadi bir ölçek arpa-buğday verelim de bu işi tatlıya bağlayalım denirdi. Köyümüzden yetişen bir baytarımız da Şabanoğlu Uğur KOŞAR’dır. (NOT: İstiklal Şairimiz M.Akif ERSOY’un mesleği de baytarlıktı.)


JANDARMALAR

Şehirlerin güvenliğinden polisler, kır ve köylerin güvenliğinden de jandarmanın sorumlu olması nedeniyle köyümüze gelenlerin bir diğeri de jandarmalar idi. Jandarmalar hep çift olurdu. “Çift jandarma geliyor, Kaymakam konağından” diye başlayan türküyü biz değil Artvinliler yakmıştı ama biz de yaşardık. Gerek adli vakalarda ve gerekse yakalama ve tebligat hususlarında köyümüze gelen jandarmaya karşı köylümüzün sıcak ve samimi bir karşılaması olurdu. Genellikle “asker ağa” diye hitap edilen jandarmaya karşı saygının yanında her türlü izzet ikramda bulunulurdu. Buna rağmen jandarma disiplinini bozmaz su dışında hiçbir ikramı kabul etmezdi. Benim bildiğim, Köyümüze jandarma bir keresinde asker kaçağı Ürfetin Mehmet KOŞAR’ı yakalamak için ve bir de benim için gelmişti. Her yıl yapılması gereken askerlik tecil işlemini üniversite geç yaptığı için ben asker kaçağı durumuna düşüyordum. Okul zamanı köyde, tatil zamanı da okulda beni arayan jandarma bir keresinde tatildeyken beni köyde buldu. Ama bu sefer köye gelme nedenleri beni yakalamak değil Trabzon’daki ikamet adresimi öğrenmek içinmiş. Kendi adresimi kendim verdim. Devlet işi işte. Dört yıl boyunca, her yıl, geç bildirim nedeniyle ceza ödeyip durmuştuk.


BOHÇACILAR

Şu bildiğimiz bohçacılar; “Bohçacı geldi hanııım!...” diyenler. Arabalarla köy merkezine gelirler, birer ikişer köy içine dağılırlar, getirdikleri göz alıcı renklere sahip afilli kumaşları ballandıra ballandıra anlatırlar, “al” diye insanın “tepesine”, atarlardı. Başta 10 lira dediklerini ateşli geçen pazarlık sonunda neredeyse yok pahasına bırakırlardı. Bu yerli bohçacılara ilaveten hatırlıyorum da 1975’lerde yabancı ülkelerden de örneğin Suriyeli bohçacılar da geliyordu köyümüze. Tabi onların kumaşları daha bir parlak ve daha bir göz alıcı renklere sahip idi.


SEPETÇİLER

Adları sepetçi idi ama onlar köyümüze geldiklerinde bize daha çok “ÇiT” yaparlardı; Şu tütün dikmelerinde fide koyduğumuz, tütün kırmalarında tütün yapraklarını koyup taşıdığımız, kışın mallara samanlıktan saman taşıdığımız, yazın sebze ve meyve hasadında kullandığımız çitler… Çit dışında yaptırdıklarımızın başında ekmeklerimizi koyduğumuz “seleler”, çarşı pazara öteberi taşıdığımız “kolçaklar”, incir gibi hassas meyveleri toplamak ve diğer ihtiyaçlarımız için kullandığımız çeşitli boylardaki “sepetler” bu konuda sayabileceğimiz araç gereçlerdir. Genellikle kış aylarında köye gelen sepetçi, herhangi bir hanenin salaç, samanlık ya da sergen gibi uygun bir mekanına tezgahını kurar ve sele, sepet ya da çit yaptıracak olanlara gerekli malzeme için bilgi verir, hangi tür ağaçtan ve ne şekilde getireceklerini söylerdi. Herkes sırasıyla ihtiyacı olan gereçleri yaptırır bununla birlikte de sepetçinin beslenme ve barınma ihtiyacını karşılardı.


KALAYCILAR

Toprak, alüminyum ve çelik kaplara rağmen mutfak gereçlerinin en iyisi her dönemde bakır kaplar olmuştur. Gerek temizliği ve gerekse kaliteli ısı iletimi ve sağlamlığı açısında bakır kapların tek dezavantajı “kalay” idi. Her ne kadar kalaylanacak kaplar tek tek çarşıya götürülüp kalaylatılsa da bazı zamanlar çağırılmadığı halde köye seyyar kalaycıların da geldiği olurdu. Şehirdekilere göre biraz daha ucuz olan bu seyyar kalaycılar da tıpkı sepetçiler gibi tezgahlarını uygun bir yere kurarlar ve sırayla köyün kaplarını kalaylamış olurlardı. (Kalaylarlardılar!...)


HIZARCILAR

1970’lere kadar köyümüz mimarisi temeli taş, bir kısmı tuğla ağırlıklı olarak ahşap idi. Özellikle salaç ve samanlıklar tamamen ağaçtan yapılır, evlerin ikinci katları da yine tamamen ağaçtan olurdu. İşte bu inşaa için ormandan kesilip koşum zinciriyle öküzlerle tek tek getirilen bu ağaçları tomruk olarak kullanıp çantı şekil dışında bir de tahta şekline sokmak için iki kişi tarafından kullanılan hızarlar kullanılırdı. Şimdiki gibi bıçkı atölyelerinin olmadığı o dönemlerde hızarcılık da başlı başına bir meslek idi. İki metre yükseklikte kurulan bir tezgâh aracılığıyla bir kişi üstte bir kışı altta olmak üzere koca koca ağaçlardan isteğe göre ince ya da kalın tahtalar elde edilir, bunlar yerine göre göre duvar, tavan, çatı ya da sundurma olarak kullanılırdı.



PUVARCILAR

Su kuyuları köy yerinin vazgeçilmezleridir. Hele hele köyünüz bizim köy gibi bir su kenarında değil de tepe bir yerde ise su ihtiyacınızı gidermek için omzunuzda boyunduruk ve su kaplarıyla aşağılara inip eve su taşıyacaksınız ya da “12 boy” derinliğinde kuyular kazıp suyu dolapla buradan çekeceksiniz. Bu kadar derin yani 12 adam boyunda bir kuyuyu siz kendiniz tek başınıza kazma tekniği ve becerisine sahip olmadığınıza göre bunu ehli kişileri bulup bu işi onlara yaptırmanız gerekecektir. Eldeki teknolojik imkânlara göre o günlerde bir su kuyusu kazmak bugün için petrol kuyusu kazmak kadar meşgale isteyen bir iş olsa gerek. Bu su kuyularında birisi de köyün en tepe yerine kazdırılan dedem rahmetli Sefer KOŞAR’ın (Sefercük) puvarıdır. Gerekli tedbirler alınarak günlerce süren kazım işleminin ardından taşlarla örülen bu su kuyusunun derinliğinin yanında bir diğer özelliği de dip kısmının üst kısmına göre daha geniş olmasıdır. Bazen zincir kopar da “pakrak” kuyuya düşünce onu oradan çıkarmak oldukça zor olurdu. Bir keresinde 80 yaşındaki ninem kuyuya düşen su pakrağını alamayınca kuyunun dibine inmeye karar verir ve yarıya kadar iner ancak kuyu genişlemeye başlayınca “ayaklarım yetişmemeye başladı” diyerek inmekten vazgeçip yukarı çıkmıştı.


TECİRLER

Ticaret ile uğraşan kişilere tacir/tüccar denir de hayvan ticaretiyle uğraşanlara neden “tecir” denir hâlâ kavrayabilmiş değilim. Her neyse. Tecir olmak için maldan anlamak gerekir, bunu biliyorum. Köyümüzde topluca hayvan alım satımı yapılmazdı. Ya genç bir dana ya da düve ihtiyaçtan veya ihtiyaç fazlası olduğu için satılır. Ya da yaşlanan öküzler kasaplık olarak satılırdı. Bunun için hayvan ilçeye götürülür, hayvan pazarında sergilenerek uygun fiyatı veren bir alıcı çıkarsa satılır veya trampa edilirdi. Eskiden köyümüzde hayvan ticaretiyle uğraşan tek kişi merhum Nadir YAPRAK idi. Daha sonra Kazımın Ahmet YILMAZ, ardından yeğenleri Seyfettinin Sürey, Ali vb. de bu kervana katılmışlardır. Aradığı hayvanı bulamayan ya da elindeki hayvanı satmak isteyenler bazen pazara gitmek yerine tecirlerden yardım isterlerdi. Tecirler de zaten nerede satılık bir hayvan var bilirler ona göre piyasa araştırması yaparlar müşteri temin eder aracı olurlardı. Köydeki tecirlerin dışında köye köy dışından da tecirlerin geldiği/çağrıldığı da olurdu. Köye gelip de mal alan tecirlere çok kızardım. Aileden biri gibi beraber büyüdüğümüz/yaşadığımız öküz, inek ya da “buzo”ları bizden ayırırlar, acımasızca alıp giderlerdi!... Bu ayrılığa dayanamaz, ağlardık ama onlar “gözümüzün yaşına” bakmazlardı. Teselli olarak elimize bir “yılar parası” tutuşturur giderlerdi. Eğer satılan hayvan köye yakın bir köye düştüyse yazıda otlarken kaçar eski yuvasına gelince bizler bayram ederdik ancak bu sevincimiz de çok sürmez “kursağımızda” kalırdı.


NAKLİYECİLER

Servisciler mi deseydim!... Önceleri köylümüz çarşı pazara Sarımsak, Gecekli, Evci üzerinden yürüyerek giderlerdi. Bazen satmak için çarşıya indireceği yükü ağır olanlar için Alaçam’dan minibüs gelirdi. Yolcu almak için köye gelen araçlar caminin önünde beklerken uzun uzun korna çalarak köylüye davetiye göndermiş olurdu. Bir ara Gelemetten Zehni Ağanın Salih GEVREK de traktörüyle gelir, Çarşamba günleri çarşıya yolcu taşırdı. Minibüse göre daha ucuz olan traktörün karisörüne yerleştirilen oturaklara, olmadı orta yere ya da kasanın kenarlarına oturarak yaptığımız bu yolculuklarda ölüp ölüp dirilirdik. Daha sonraları Almanya dönüşü rahmetli muhtarımız Ali Rıza BAKİOĞLU bir minibüs aldı da köylü paşa paşa yolculuk ederek çarşı Pazar işlerini görür oldu.


DÜNÜRCÜLER

Şehirden ya da başka köyden kalkıp köyümüze gelenlerden bir diğer kısım insanlar da kız istemeye gelen “dünürcü”lerdi. Sanki gizlice geliniyormuş gibi, genellikle günün sonuna doğru bir vakitte gelip akşam vakti evde oturulup, konuşulur, anlaşmalar yapılırdı. Dünürcü olarak gelenler elbette sadece erkek tarafının anne babası değil, aynı zamanda yanlarında o köyün ileri gelenlerinden birkaç kişi de olurdu. Tıpkı bunun gibi, dünürcü gelecek olan kız evine de yine köyün ileri gelenlerinden birkaç kişi çağrılır, bu hayırlı işin tamama ermesi için bu kişilerin deneyim ve tecrübelerinden faydalanılırdı. Ardından “söz kesme”, “nişan”, “kına”, “gelin alma”ya gelenleri burada topluca zikrederken, bunun gibi eğer köye de bir gelin gelmişse onun için “cins görme”ye ve “duvak” için gelenleri de tek maddede sayarak geçmiş olalım.


MEVLÜTHANLAR

Eskiden köyümüzde hoca bulmak oldukça zordu. Cami yokken hadi neyse de cami yapıldıktan sonra da kadrosuzluk nedeniyle atanamayan hocaların yerini köylüler eğer bulabilirlerse parasını kendileri vererek hoca tutarlar, en azından ramazan ayı boyunca caminin hocasız kalmasının önüne geçerlerdi. İşte böyle hocalarımızdan birisi de Muştalı Hocamızdı. Bu hocamız, Rahmetli Hacı Habib MERAL’ı onca yaşına rağmen eğiterek hocalık yapabilecek hale getirmişti. Ardından Recep KOŞAR, Yakup MERAL, Çetin KOŞAR ve Aziz YILMAZ gibi yeni nesil hocalarımız gelmiş olsa da o yokluk günlerinde merhum Hikmet USTAOĞLU’nun mevlüdü için Alaçam’dan köyümüze hocaların geldiğini hatırlıyorum. Hatta bizler Kur’an-ı Kerim ve Mevlid-i Nebeviye’yi yere, dizüstü oturarak okurken şehirden gelen bu mevlüthanlarımız koltuk ve kanepe üzerinde oturarak okumuşlardı da bu çok garibime gitmişti.


KARAYOLCULAR

Köy yollarımız topraktandı. Yağmur ve kar nedeniyle kış mevsiminde yollar yol olmaktan çıkar, her yıl olmasa da birkaç yılda bir köye dozer, grayder ve çakıl taşıyan sarı sarı kamyonlar gelir köy yollarını düzeltir giderlerdi. Tabi muhtarın uzun uğraşı ve çabalarıyla köye getirilen karayolcuları memnun etmekte yine köylülere düşüyordu; yedirip, içirmek…


SIHHIYECİLER

Köyümüzde sağlık ocağı hiç olmadı. Buna mukabil bazı yıllarda köye o gün sıhhiyeci dediğimiz sağlıkçılar gelir; hamile, hasta, sakat ya da yaralı olanlar caminin yanına çağrılır muayene edilirdi. En çok da okuldaki öğrencileri aşılamak için gelirlerdi bu da öğrencilik yıllarımızın bir kabusu idi; Aşı olmak… Kendimize dikkat etmez, aşı yerimiz iltihaplanır kolumuz şişer günlerce yara bere içinde yaşayıp giderdik…


ESKİCİ / HURDACI

Hurdacılar çok eski olmasalar da bir ara köylerin vazgeçilmezleri gibiydiler. Demir hurda ararlardı. Eski balta, kazma, kürek ne varsa… Ama bir yandan da evde kullanılmayan eski “kap kacak” var mı diye de yoklama yaparlardı. Bulurlarsa da yok pahasına alırlardı. Gündüz vakti genelde ev yanlarında hep çocuklar olur, onlar çalışamadıkları için evi ocağı gözetler, bekçilik yaparlardı; tavuk, cücüg, tamdaki buzolar onlara emanet edilirdi. Bu durum hurdacılar için bulunmaz bir fırsattı; çocuğu kandırıp evde tamire gidecek kırık dökük ne tür malzeme varsa bir sakıza kapatır giderlerdi. Bu hurdacı vakalarından biri de komşumuz Gelemet köyünde yaşanmıştı. Köylü caminin bakım ve onarımını yapıyor. Eski demir kapı sökülüyor, yerine güzel bir ahşap oyma kapı takılıyor. Hurdacının gözü eski demir kapıda… Muhtar şakasına 50 torba çimento lazım, getir al kapıyı diyor. Adam muhtarın olmadığı bir gün 50 yerine 5 torba çimentoyu bırakıyor ve eski demir kapıyı alıp gidiyor. Gidiş o gidiş, daha köylere ne uğruyor ne de nerede olduğunu bilen oluyor. Meğer bu “eski” dediğimiz kapı “antika” imiş. Mendü emmim aktopraklıktaki kilisenin, bazıları da Sancar’daki kilisenin kapısı olduğunu söylüyorlardı.


ZİRAATÇILAR

Tarımsal kalkınma projeleri çerçevesinde köyümüzde deneme amaçlı üretim yapılan arazilerde ürün izlemek üzerine köye ziraat mühendislerinin geldiği de olurdu. Bu arada köyümüzden yetişen Ziraat Mühendisimiz İzzet USTAOĞLU’nu bu vesileyle anmadan geçmeyelim. Samsun Ondokuzmayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesinin ilk mezunlarından olup, fındık, zeytin vb. ürünlerin köyümüzde yetiştirilmesi için özel çalışmaları olmuştur.


ŞOFÖRLER

1970 yılına kadar köyümüzde motorlu araç yoktu. İlk önce muhtar Ali Rıza BAKİOĞLU’nun Almanya dönüşü aldığı bir ford minibüs, İlaz Osmangil ve Sarımsaktan Mahmutgillerin enter marka traktörlerinden sonra Ali ustanın leyland traktöründen sonrasını sayamıyorum. ( Köyümüzün araç trafiği tarihi konusunda özel bir çalışma yapmak gerekiyor.) Önemli olan bu araçları almak değil sürmesini bilmekti. Bu konuda Emniyet Müdürlüğü sınavla ehliyet veriyordu ama bu işi öğrenmek araç sahibine düşüyordu. Köyümüzün ilk şoförü yanılmıyorsam Fikricüğün Mustafa (Cıslık) idi. O da İstanbul’da öğrenmişti. Hacı Osman ŞEN, oğlu Nedim’e şoförlük öğretsin diye Kırıklıdan bir şoför tuttuğunu hatırlıyorum.


ORAKÇILAR

Şimdiki gibi Biçer-Döverler nerede… Eskiden herkes kendi buğdayını kendi biçerdi. Ürünün bol olduğu yıllar “orak biçmeleri” bir şenlik havasında geçerdi. Herkes birbiriyle “keşikleme” yapar; yani bir gün bir ailenin bir başka gün diğer ailenin buğdayları birlikte biçilirdi. Bazı yıllar ürün o kadar bol olurdu ki, köyün buğdayını biçmeyi köylü yetiştiremez köy dışından “orakçı” çağrılırdı. Bizim ekinler Haziran sonu Temmuz başı biçilirken, yukarı dağ köyleri Ağustos ayında biçtikleri için oralardan ücretli olarak “orakçı” çağrılır, yatılı olarak günlerce çalışırlardı.


PATOSÇULAR

Önceleri harmanda öküz ve atlarla yapılan “Hırman sürme” işi, tarımda mekanizasyon geliştikçe terkedilip makinelerle yapılmaya başlandı. İlk önce “yabalar” terkedildi. Yaba ile “Som Savurma” hava durumuna bağlı idi. Yel çıkmazsa harmandaki dövülmüş buğday – arpa neyse sapı samandan ayrılması için günlerce beklenir, hatta yağmur yağar ıslanır, çürüme tehlikesi geçirirdi. “PATOS” denilen ve el ile çevrilen bu alet pek yaygınlaşmadı. Onun yerine “GEYİS” dediğimiz, sapı samana çeviren ve ekini başağından ayıran makineler çıktı. Yılda bir kere olan harman dövme işi için herkesin bu makineden almasına imkan yoktu. Bu makineye sahip olanlarla önceden yapılan anlaşma gereği bunlar köy köy gezerler sırayla köyün harmanlarını gece gündüz aralıksız sürerlerdi. Ekin biçme işini yetiştiremeyenler yani zamanında bitirip harmana hazır hale getiremeyenlere yardım edilir, olmadı köyden ayrılan geyis sahibi daha sonra bir ara uğrar o kişinin harmanını da sürerdi. Bazı senelerde ise köye gelecek geyisci bulunamaz, köyün yığınları başlayan güz yağmurlarında çürümeye yüz tutardı.


BİÇERDÖVERCİLER

Köyümüzdeki adı “Döver-Biçer” olan bu makinelerin ilk dizaynı düz araziler için yapılmıştı. Bu dizaynla köyün bayırlarına sürülen bu makineler ekini biçer, içine alır döver, samanı tarlaya atar, buğday tanelerini de deposunda tutardı. Ancak, yamaç arazilerde eleklerindeki taneler tarlaya dökülür büyük kayıplara sebep olurdu. Öyle ki, güz yağmurları başlayınca bu dökülen taneler yeşerir, sürülmüş tarla sanki yeniden ekim yapılmış gibi eskisinden de sık bir şekilde yemyeşil olurdu. Zannederim zamanla bu hatası da düzeltildi ve köydeki “Orak Biçme”, “Bağ Bağlama”, “Ekin Çekme”, “Yığın Yığma”, “Hırman Sürme”, “Patos” ve “Geyis” vb. gibi tarımsal kültür olgularının hepsinin pabucunu dama attı.


ELEKTRİKÇİLER

Köyümüze elektrik 1970’li yılların başında geldi. İlk önce ana hat direklerinin kuyuları kazıldı. Dik yamaçlara beton, düz arazilere ağaç direkler dikildi. Kuyular hep elle kazılıyordu, özel kazma ve kürekleri vardı çalışan işçilerin… Sonra dikilen direklerin tepesine tırmanıp, telleri bağlayacakları “fincanları” taktılar ve gelsin elektrik telleri… Köydeki binaların hepsi konut olduğu önce “üç tel” çekildi. Biri sokak lambaları diğeri evler için artı uçlara karşılık bir de “nötr” hat… Daha sonra Selfettin dayı bir elektrikli değirmen kurunca, ana yol üzerine “sanayi ceryanı” dediğimiz bir başka hat daha çekilerek direkteki tel sayısı beşe çıkarılmıştı. Konutlarımız yapılırken bu elektrik işi gündemde olmadığı için herhangi bir tertibat yoktu. Eve elektrik bağlatmak isteyenler duvarlara, tavanlara bu iş için imal edilmiş dışı alüminyum kaplı, içi özel yağlı kağıt olan boruları açıktan montajlayıp döşerlerdi. Bu tarihten sonra yapılan yapılar için, daha inşaat aşamasında elektrik tesisatı döşeniyordu. Emin KOŞAR, Recep KOŞAR bildiğim ilk tesisatçılardı.


SUCULAR

Köye elektrik gelir de su gelmez mi!... Gelir. O günkü “Köy Hizmetleri” köye Cilim mevkiinden su getirmek için, önce Sarı Ahmet’in ataş değirmeninin olduğu yere, uygun su tutmayınca ardından, eskiden su değirmeninin olduğu yerin karşısına bugünkü kuyuyu kazdılar. Ardından Yukarköye bir ana depo inşaa edildi. Hacı Osman ŞEN’in harman yerine yapılan bu depo için ilaz Osman’ı ikna etmek kolay olmamıştı, depo öyle yüksek olmayacak, sen yığınlarını deponun üzerine de yığabileceksin diyerek ancak razı edebilmişlerdi. Ardından, ana hatlar, peşinden “tali” hatlar döşendi. Bu işler için köylüden ücret karşılığı çalışması istenmiş, özellikle biz gençler bu işe talip olmuştuk. Hendekleri makine kazıyor biz de boruları hat boyu taşıyıp, ateş ve tutkal vasıtasıyla onları birbirlerine ekliyor ve üstünü kazma kürekle kapatıyorduk. İşlerin yapılışını denetleyecek eleman ise gölgede oturuyor, borular doğru eklendi mi, toprak atılırken borular patlatılıyor mu umurunda bile değildi. Sonunda o müteahhit gitti, başka bir müteahhit geldi. Yeniden hatlar döşendi, köye su bağlandı ama “köyde su var mı var” adı kaldı. Ardından herkes kendi başına ya da birkaç aile birleşerek köyün dağların su getirmeye çalıştıysa da bu çözüm olmadı. 2000’li yıllarda Kaymakam bey köye su borularını gönderip köylüden kendilerinin döşemesini istedi ancak bu çaba da akim kaldı. En son Samsun Büyük Şehir Belediyesi tüm Samsun’u kapsayacak şekilde “BÜTÜN ŞEHİR” olunca köyümüz de ”Mahalle” adını alınca belediye bu işe el attı… Köyün kuyularından ve derelerinden içmek ya da hayvanları sulamak ve diğer amaçlar için su kullanmak yasaklanıp, sadece belediye suyu kullanmak mecburiyeti getirildi.


DAVULCU ve ZURNACILAR

Düğünlerimizin vazgeçilmezi davul zurnaydı. Köyümüzde de bu mesleği yapan kimse yoktu. Düğün olduğunda köye dışarıdan gelen davulcu ve zurnacılar Cuma günü ikindiden başlayıp Pazar günü ikindiye kadar köy içinde gece gündüz, köydeki deyimiyle “dalit dilitte dumbala dumbal” diye çalıp öttürürlerdi. Ahdeden bazı varlıklı aileler bu davulcu ve zurnacıları “çift” tutar, yani iki davulcu ve iki zurnacı çalıp söylerdi. Çalıp söylerdi derken; bazı davulcu ve zurnacılar ara sıra türkü de söylerlerdi.


KAYMAKAMLAR

Kaymakam dediğin konağında oturur, gelen giden devlet erkanıyla, misafirleriyle ilgilenir bilirdik. Ta ki yıl 2005 olup da ilçemiz Alaçam’a Mustafa MASATLI adında bir kaymakam beyimiz gelip de elli iki adet olan Alaçam’ın bütün köylerini tek tek gezip dolaşıncaya kadar. Bu gezilerinden birisi de Köyümüze yapılmış, köyün dertleri bizzat köylüden dinlenmiş, tespitler yapılıp raporlar yazılmıştı.

/Çetin KOŞAR

29 Ocak 2017

30 Eylül 2017 Cumartesi

Ninemin Elleri -I


Ninem Hanife ile Annesi Hediye


Ninem doğduğunda ben yanında yoktum; öldüğünde de. Oysa o hep benim yanımdaydı. Bizi “arkada” bırakıp gittiği güne kadar… Yaşarken “düşün önüme” derdi. Bizi hep “arkalar”dı. Şimdi “peşinde” kaldık. Takıldık peşine. Koşsak da artık ona yetişemeyeceğiz. O, gitti.

Doğduğunda elleri yumuk yumuk muydu bilemiyorum ama başımı her okşayışında pamuk gibi yumuşacıktı o küçücük elleri. Doğduğunda “beni kucağına alsınlar” diye insanlara doğru uzanan o elleri ölüm döşeğindeyken yanıbaşındaydı. Uzanacak, yardım isteyecek hâli yoktu; zaten buna ihtiyacı da yoktu. Elleri nasırlıydı. Dünyanın yükü sırtında, meşgalesinin izi ellerinde “vuslata doğru” gidiyordu. Hep yanında olmak istedim bu kutlu yolculuğunda. Üç gün boyunca her gün 160 km yol aştım yanında olmak için son nefesini verirken. Gidemediğim günün sonunda veda etti herkese, her şeye… Acısız, sancısız, iniltisiz, sessiz... 

Nefes alıp verişi bir tesbihât gibiydi; “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahü Ekber” der gibi... Arada bir durup soluklanır gibi ritm değiştirirdi. “Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh ve eşhedü enne Muhammed’en AbduHÛ ve RasûluHÛ” diyecek miktarınca. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun” diyerek geldiği yere rücu etti. Ninem öldü. Doğduğunda olduğu gibi, öldüğünde de ben yoktum yanında. Biliyorum ki “Hüvel Bâki.” Kalıcı olan Allah(cc). Ne Ninem ne de ben… Dünyadan, yaşamdan, heva ve hevesten, hırstan, arzudan, emelden, hedeften ve diğer bilcümle her şeyden arta kalan… Hüve'l-hayyu'l-kayyum.


EVCİ KÖYÜNDEN SORDAN KÖYÜNE YOLCULUK…

Ninem bir Osmanlı kadınıydı. 1910 yılında, şimdiki adı “Madenler” olan "Evci” köyünde dünyaya geldi. O doğmadan iki yıl önce 1908’de Ulu Hâkan Abdülhamid Han tahttan indirilmiş, Mesrutiyet tekrar ilân edilmiş… Osmanlı tahtında 5. Mehmed (Reşad) vardı. Ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki hükümetleri yönetimde; Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa… Osmanlı Devleti, Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya savaşlarına girip üç savaştan da yenilgi ve toprak kayıplarıyla çıkmıştı.

Baba Halil, ninemin deyişiyle “seferbirlik” emriyle, hangisi olduğu bilinmeyen bir cepheye gitmiş ve bir daha kendisinde haber alınamayınca ninem artık bir “yetim” kız çocuğu olmuştu. Savaş kıtlık, savaş yoksulluk, savaş açlık demekti. Kocası ölen anne “Hediye” bu zor günlerin badirelerine daha fazla göğüs geremeyip bu tek evladını “Hala”sına emanet edip, bu yoksullukta bari bir boğaz eksilsin diye kendi başının çaresine bakmak için ocağı terk eder. Ninem yetimdi. Şimdi bir de “öksüz” kalmıştı. Artık ne başını okşayacak bir babası, ne de sırtını sıvazlayacak bir annesi vardı. O, yetim ve öksüzdü. Yani kimsiz, kimsesiz. Bu kimsesizlik bize göreydi tabi. Oysa o kimsesiz değildi. Onun “Kimsesizler kimsesi” olan bir Allah’ı vardı.

Savaş; Yoksul, aç ve kimsesiz çocuklar demekti. Bu günlerde ninemin elleri hep hareketliydi. Anne yok baba yok. Hastalanır eli böğründe, başında; öksürür eli ağzında, burnunda; biri seslenir eli kulağında. Bir lokma yiyecek bulsa elleriyle onu ağzına taşımanın derdinde. Kir pas içindedir. Bitlenir, kaşınmak için ellerinde tırnak arar, bulamayınca onu koruyup, gözeten, kollayan halası yetişir imdadına… Tek tek öldürür elleriyle saç diplerindeki “bit”leri, temizler “sirken”leri. Yıkayıp pak eder “killi” suyla saçını başını. Çok sürmez. Ertesi gün hücum eder yine üstüne başına bitler pireler.

Kış olur, üşür; Sokar ellerini koynuna. Yatak buz gibidir. İyice büzülür yorganın altında, titrer. Bu defa sokar ellerini karnına kadar çekilmiş dizlerinin arasına. Bir türlü ısınamaz. Sokulacağı, sıcaklığıyla ısınacağı kimsesi yoktur yanında. Kendileri bu yoksulluğun yükü altında ezilirken komşuları gayr-i Müslim teba gayet müreffehtir. Kendileri mısır ekmeği dahi bulamazken Rum komşuları “çiçek gibi bembeyaz ekmek” yapıp yerlerdi. Taze ekmeğin kokusunu aldığında evden kaçar, koşar komşularının yanına. Her seferinde de “İnce elek”ten geçirilmiş buğday unundan yapılan bu ekmeklerden tutuştururlar ellerine vefalı komşuları. Elleri kirlidir. Peçete ne gezer. İncir yaprağına yerine göre kaba yapraklı otlara sarıp öyle verirler eline. Yıllar yılları kovalar “Evcü” köyünde.

Anne Hediye” de rahat değildir; Hangi dala tutunsa o dal elinde kalmaktadır. Başını sokacak, sığınacak yuva arar hep kendine… İnsan ömrünü bitirip tüketen savaş yıllarında bir yuva kurmak ve o yuvayı bir arada tutmak ne mümkün. Sefalet ve hastalıklar bir yandan, savaşlar bir yandan dağıtır kurduğu her yuvayı.  En sonunda Sordanköy’de bir yuva daha kurar. Ordu ili Fatsa ilçesinden gelip buraya yerleşen bir “Halk Doktoru” olan İzzet ile evlenerek kurduğu bu yuvanın mutlu olabilmesi için, yetim ve öksüz Hanife’sinin de dâhil edilmesini arzular ve gereği yapılır. Gider, alır kızını getirir yanına. Ninem artık elleriyle “acı gözyaşları”nı değil, “sevinç gözyaşları”nı silmektedir. Bir “HİCRET” yaşamıştır.  Artık Evci köylü değil, Sordan köylüdür. Annesine kavuşmuştur. Ayrı babalardan olsalar da yeni kardeşleriyle tanışmıştır. Onlarla el ele tutuşmuştur. Ellerinden tutan bir babası da vardır. Yani elleri boş değil dolu doludur artık. Ellerinin bu doluluğu, gelecekteki hayatında, Rabbine bir şükran borcu olarak hep açık olacaktır. Eli açık olmak; Sadece Rabbinden isteyen ve insanlardan yardımını esirgememektir… Ninem “Açık Elli”ydi. Yani “Cömert.”


 "Yaşama Sevinci" Yüzlerinden hiç eksik olmayan 
Ninem Hanife ile Dedem Sefercük.


Cansız bedeninin kara toprağın bağrına yatırılışının üzerinden neredeyse 9 yıl geçti ama yüzünün gün yüzünden ayrılışı daha dün gibi hafızalarımızda. Ve bizler birçok şeyin değerini ve kıymetini onu kaybettikten sonra anlıyoruz. Anlıyoruz, anlamasına da iş işten geçmiş oluyor. Biliyoruz ki yarın doğacak gün bizi de taze bir toprak yığınının altında bulacak. Eliyle dokuduğu ölüme eliyle dokunmadan evvel bu dünyada yaşadıklarını bir bir anlatabilseydi bize ya da o anlatırken biz dinleseydik sözünü kesmeden ve anlasaydık anlatabilmek için keşke. Ama olmadı. Ninem bir “ümmi” idi. Yazamazdı. Biz ise “hem okuyan hemi de yazan” olarak yetiştirildik; bari dinlediklerimizi yazalım ki unutturmayalım, anılarımızda yaşatalım geçmişlerimizi ve geçmişimizi. Onları hatırladıkça dilimizin ucuna gelen “Allah Rahmet Eylesin” duasını eksik etmeyelim onlardan. Bu bir “sadaka-i cariye” yani “sürekli iyilik”tir.
***


SORDANKÖYDE BİR SORDANKÖYLÜ

O günün Sordanköyü tüm yetişkin erkeklerini cepheye göndermiştir. Öyle ki, bırak hocayı, cenazelerini kaldıracak bir Müslüman erkek bulmakta zorlanmaktadırlar. Hayatın yükü, çocuk ve kadınların omuzlarındadır. Öyle ki, 13 yaşındaki oğlunu asker yapmak için elinden almaya çalışan zaptiyelere direnen annelerin öyküleri aradan yüzyıl geçmesine rağmen hâlâ capcanlıdır.

Tıpkı ninem gibi öksüz ve yetim bir delikanlı vardır Sordanköyde. Onun babası da seferberliğe katılmıştır ama cepheden ağır yaralı ve hasta olarak döner. Fakat yaşaması çok sürmez. Rahmet-i Rahman’a kavuşur 36 yaşında daha yolun yarısındayken. Baba Şevki’nin bu ansız ölümü kıtlık ve yoksulluğun kıskacındaki anne Satu’yu da daha fazla komaz dünyada. Hastalanır. Bakacak kimi kimsesi olmadığı için Yenice Köyündeki kardeşinin yanına gider. Onlar bakarlar bir süre ve kısa sürede o da kavuşur Rahmet-i Rahman’a. Savaşın yetim ve öksüz bıraktığı çocuklar kervanına Sefer ve Zülfiye kardeşler de eklenir.

İşte Ninem ile Dedemin kaderleri burada kesişir. Tesadüfe bakın ki hem de kapı komşudurlar bir birlerine. Ninemin üvey babası “Doktor İzzet” aynı zamanda, cepheden dönüp geldiği günden beri yatak-döşek hasta yatan dedemin babası “Gazi Şevki” ile ilgilenmekte, onun hastalığını tedavi etmek için çabalamakta. On, on bir yaşlarındaki Ninem ise minik elleriyle çorba taşır müstakbel kayınpederine. Babası doktoru, ninem de hemşiresidir adeta. Babası öldükten sonra el kapılarında karın tokluğuna çalışarak hayatını sürdürmeye çalışan Sefer ile yeniden annesine kavuşan Hanife’nin kaderleri aynıdır. Yıllar yılları kovalar.

Ninem daha 16 yaşındayken Dedem ellerini uzatır ona. “Hadi gel Hanife, seninle kaçalım” der. Ninem de “hı hı” der. Tamam “kaçır” beni der. Meksut’un tarlasında mısır kırmakta olan ninemi kaçırmaya “ahd” eden Dedem, bir Sonbahar gününde Ninemin elinden tuttuğu gibi oradan kaçmaya başlarlar. Bu kaçışa ayak uyduramayan Ninem tökezleyip düşer ama Dedem aldırmaz, bırakmaz Ninemin elini. Bu defa sürüklemeye başlar biçilmiş mısır tarlasında. Mısır kökleri batmaktadır Ninemin “yan”larına. Ninem bağırır; ”Bırak elimi Sefer, ben geliyorum zaten, sürüme beni yerlerde” der ama dinleyen kim. Dedem, “Kız kaçırmak böyle olur” deyip bir elinden tuttuğu ninemi bir süre böyle sürükler tarlanın kenarına kadar. Ninem elini zor kurtarır Dedemin elinden ama olan olmuş her tarafı yara bere içinde kalmıştır. Elleriyle ovuşturur yaralarını bir süre, acıları dinsin diye. Kim bilir belki de ilk kavgasını burada etmişti dedemle.

Ninem artık hayata atılmıştır. Kendi evi olan, kendi ayakları üstünde duran bir ev kadınıdır. Evlenirken ne bir düğün ne bir eğlence ne de bir tören yapılmıştır günün anısına. Ne gelinlik giyebilir ne de çeyizi vardır. Velhasıl-ı kelam, elleriyle ne bir çeyiz düzebilmiştir kendine ne de kınaydı, düğündü deyip kollarını kaldırıp, elleri havada oynayabilmiştir. Bu mutlu gününde eller “çırpılıp”, parmaklar “pıtık” çalmamış, her gelin kızın kına gecesinde söylenen maniler söylenmemiş, gelin olan ninemin ellerine kına yakılmamış, kına gecesinde elleriyle akan gözyaşlarını silsin diye ağlatılamamıştır. Olsun. O artık bir “ev-bark“ sahibiydi. Bu onun için en büyük zenginlikti. Evi anladık da “bark” ne demektir diyenlerimiz için arzedeyim…

Günümüz Türkçesine "ev bark sahibi olmak" , "evsiz, barksız" veya "evinden barkından olmak" şeklinde geçmiş olan BARK; Eski Türk kültüründe mezarlar üzerine kurulu olan küçük evciklere denirdi. Genellikle komutanların, devlet adamlarının mezarları "Bark"ların içinde yer alırdı. Bark, aynı zamanda mabet görevi de görürdü. Bugün de demiyor muyuz “Aile Kutsaldır” diye. Bir aile için ev hem “barınak,” hem “tapınaktır.” İşte evini bir mabet gibi kutsayan ninem, yaşanan tüm yoksunluk ve yoksulluklara rağmen bu nimetin değerini, kıymetini bilmiş; ona sımsıkı sarılmış adeta dedemle birlikte “küllerinden doğmuş” lardır. “Sabi” iken ölenler hariç üç kız üç erkek olmak üzere altı çocuk sahibi olmuşlar. Fakirlik, yoksulluk onların gözünü korkutmamış aksine Allah'ın hazinesinin herkesi rızıklandıracak kadar zengin olduğuna inanacak kadar “kâmil bir iman” sahibiydiler. “Gayret bizden Tevfik Allah’tan” deyip, daha çocuk sayılabilecek yaşta Devlet-i Âliyeye birey edindirme, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” prensiplerinden haberdar idiler. Şuur altında yatan bu bilgelikle ninem önce evlatlarına “anne” sonra, sayılarını bile bilemediği torunlarına “nine” oldu. Ve bugün O bir “Rahmetli.” Aldığı ilk nefesten verdiği son nefesine kadar o elleri neler çekti neler…
(…)

Zannetmeyiniz ki, bir eş bulup evlenerek ev-bark sahibi olan ninemin gelin geldiği ev güllük gülistanlıktı. 1926’ların Türkiye’si. Koca İmparatorluğu ayakta tutabilmek için yedi düvele karşı savaş verilmiş. Son çare olarak Anadolu topraklarını savunan Türk Milleti varını yoğunu ortaya koymuş. Malı olan malıyla, malı olmayan canıyla, cepheden cepheye koşarken arkada evim var, barkım var, anam var, eşim var, çocuğum var dememiş; önce vatan demiş, yerine göre uğrunda canını vermiştir.

Topyekûn bir savaştan çıkmış bir ülkede iş yok, istihdam yok, üretim yok. Yoklar ülkesinin genel durumuna bakılırsa memleketin efendisi köylü. En azından onun işleyebileceği bir toprağı, kuyruğuna takılıp gidebileceği birkaç hayvanı vardı. Sorun; bu toprağı işleyecek insan gücü varlığında idi. Daha büluğ çağına ermeden cepheye koşan evlatların yerine karasabanın sapından tutmak kadınlara kalmıştı. Ortada devlet diye bir şey olmadığından “Sosyal Güvenlik, Kamu Hizmetleri” gibi şeyler hak getire… Şimdiki gibi evlerde elektrik yok, su yok, doğalgaz yok, elektrikli süpürge yok, çamaşır makinesi yok, bulaşık makinesi yok… Evleri bırak, birçoğu ülkede bile yok. Bu yoklar listesini bırakalım da var olanlardan, ninemin ellerindekilerden bahsedelim.


EVİM EVİM GÜZEL EVİM.

Ev dediğin altı hayvan ahırı, üstü tek odalı ağaçtan yapılmış bir ev. Ortaya serili bir hasır. Ocaklıkta üçayaklı bir sacayak, üstünde küçük bir kazan, kenarda iki tahta kaşık bir de çanak.  Kapının arkasında bir su kovası içinde bir tas. Üzerinde bir tahta kapak. Odanın bir kenarında bir döşek bir yorgan. Bir başka köşede varsa eğer bir çuval içinde bir miktar zahra. Duvara çakılı çiviye takılı urbalar… Kapıda ayakkabı aramayın. Ayakkabı henüz icat edilmemiştir bu köyde; yeni bir çarık en büyük zenginlik…

Ocakta yakılan ateşten dolayı odanın içi hep toz duman, duvarlar ve tavan is karası. Pencere olarak ancak bir insan kafası uzanacak kadar küçücük bir delik. Ocakta saç üstünde pişen genellikle mısır ekmeğidir. Buğday lüks yiyecek henüz. Yemek diye pişen hep mısır çorbasıdır. Un çorbası mı? O bir bayram yiyeceği…

Su istersen kuyular göller var. Ellerinle taşırsın eve suyu; yemek içmek için mutfağa ayrı, temizlik için abdesthaneye ayrı, tuvalete ayrı… Mevsim kış ise tamdaki hayvanları sulamak için yine ayrı…

Elektrik yoksa gaz var. O da yoksa çıra var. İşin aslını sorarsanız buna ihtiyaç bile yok. Gün battı yat, Gündoğdu kalk. Doğal yaşamanın ta kendisi…

Bunlar duyduklarım. Sıra gördüklerimde.
(Devam Edecek.)

/Çetin KOŞAR
30 Eylül 2017

16 Haziran 2017 Cuma

Akbulut Köyü Yılanları

FOTO: nayn.co

Giriş

Mevsim, yılanların yeryüzünde cirit atma mevsimi ya!... Ondan olsa gerek, sık sık yılan mevzularıyla meşgul olmaya başladık bu günlerde… Şehirlere inip evlere, arabalara giren “deprem habercisi yılan” haberleri mi desek; Fırsat bu fırsat deyip, yılanlardan şifayâb olanları lanse eden “yılancı halk tabipleri” mi desek; Sanki büyük bir iş yapmış gibi öldürdükleri yılanların boy boy fotoğraflarını yayınlayanlar mı desek…  Neyse, hiç birisini demeyip biz de mevzu güncelliğini yitirmeden köyümüz yılanlarıyla ilgili anılarımızı, yaşadıklarımızı daha doğrusu Sordanköy’ünde yılan kültürüne ait derlediğimiz notları dercetmeye çalışalım.

Peşinen söyleyelim ki köyümüzde yılanların bol olmasına karşılık “yılancı” yoktur. Yani yılanı eliyle yakalayıp, boynuna dolayan, ağrıyan yerine yılan yatıran yoktur. Köyde herkes yılandan korkar, en az yalandan korktuğu kadar. “Ofidiyofobi” denen bu “yılan korkusu” aslında atalarımızı dehşete düşüren koca sürüngenler sayesinde biz torunlara gen yoluyla aktarılmıştır. Eskiler hep, büyük yılanlardan, hatta canavarlardan bahsederler. Örneğin 70’li yıllarda köyümüzde büyük bir sel olmuştu. Hakkıcüğün Şadi (Koşar) Cilim Mevkiinde bu selin kalıntıları arasında “bacak kalınlığında” hatta “bir dana boynu kadar iri” yılan parçalarına rastlandığını söylüyordu. Bu fobinin yılanın ölümcül zehri ve düşmanını sarılıp boğarak öldürmesine bağlı olarak geliştiği bir gerçektir. Cisminden de anlaşılacağına göre sürüngendir; Hayvanların “yüz karası”dır.

Romanlara ve filmlere konu olan yılan öyküleri bunun bir sonucudur. Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” romanı ile Yaşar Kemal’in “Yılanı Öldürseler” romanı bunların başlıcalarıdır.

Divan edebiyatında Yılan, sevgilinin saçını simgeler. Saç, aşığın gönlünü çeldiği için tehlikelidir.

Argoda, özellikle fiziksel anlamda dişiliği ortaya koyan vücut hatlarının kıvrımlarından dolayı kadınlar için “yılan gibi” sıfatı kullanılır. Zikzaklar çizerek süratli bir şekilde geçip giden otomobiller için de “yılan gibi” geçti gitti denir. Aşırı şekil, havalı, göz alıcı, etkileyici gibi anlamlarda kullanılabilen bir sözcüktür.

Bir de meşhur “evlat ve kuyruk acısı” hikâyesi vardır ki yüzlerce versiyonu olsa da aslı bir EZOP Masalıdır.

“Yılanın biri sürüne sürüne bir çiftçinin oğlunun yanına kadar gitmiş, çocukcağızı öldürmüş. Çiftçinin yüreği yanmış: “Alırım ben öcümü!” demiş, baltasını yakaladığı gibi yılanın yuvasının başına gitmiş: “Hele çıksın, ezerim kafasını!” demiş. Yılan başını çıkarır çıkarmaz çiftçi baltayı indirmiş, ama hayvan atik, çekilivermiş; yuvanın üstündeki kaya yarılmış. Çiftçi korkmuş: “Şu yılanla dost olayım da bari bana başka bir kötülük etmesin!” demiş. Yılan razı olmamış: “Ben bu yarık kayayı, sen oğlunun mezarını görürsün de biz birbirimizle dostluk edebilir miyiz hiç?” demiş.


Yılan Etimolojisi

Türkçe için hazırlanan etimoloji sözlüklerinin bazılarında yılan maddesi mevcut değildir. Bu kelimeyi tahlil eden etimoloji sözlüklerinde ise kelime ile ilgili kesin bir yargıya varılamamıştır. Kelime, genellikle sonu +lan yapısı ile biten arslan, sırtlan kelimeleri ile ilişkilendirilmiştir. Vecihe Hatiboğlu bu eki ve ekin fonksiyonunu şu şekilde açıklamıştır: “+lan eki ‘vahşi, yırtıcı, büyük cins’ bazı hayvan adlarında kullanılan bir ektir. Ekin aslı ejderha, korkunç hayvan kavramları veren Çince ‘luŋ’ sözcüğüdür: arslan (ars+lan), burslan (bars/burs/pars, burs+lan) kaplan (kap+lan), sırtlan (sırt+lan), yılan (y-ı-lan, ılan, ilan) gibi.

Yılanın sağlıkla doğrudan bir ilişkisi var imgesel olarak... Yüzlerce yıldan bu güne kadar eczacılık ve genel olarak tababet kendisi ile sembolize edilmiştir. Fars(İran) lisanında “mar” yılan; “Bimar” hasta; “Bimarhane” ise hastane demektir.


Dini İnançlarda Yılan

İslam kaynaklarında yılan konusu bariz değildir. Hz. Adem (a.s)’in cennetten kovulmasına vesile olan yılan hikayesi “İsrailiyyat”dır. Söz konusu hadislerin senetleri zayıftır.

Muharref Tevrat'a göre kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden'deki bahçede (cennet) yaşamakta olan Havva'ya yaklaşmış, yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra Havva yasak meyveden Âdem'e de yedirmiştir. (Tekvîn, 3/1-6).

İncilde ise "İblis ve şeytan denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan yeryüzüne atıldı ve onun melekleri kendisiyle beraber atıldılar." (Vahiy, 12/9)

Kur'ân-ı Kerîm'de yılandan söz edilmemiştir. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.

Kur'an'a göre onları yasak ağaca yaklaşmaya teşvik eden şeytandır. Âdem (as)'e karşı açık bir kıskançlık içinde bulunan şeytan, önce Allah'ın emrine karşı gelerek Âdem (as)'e secde etmemiş (bk. A'râf,  7/11-12), sonra da onu aldatarak günah işlemesine sebep olmuştur.

Şeytanın cennete girişi ve Âdem (as) ile Havva'ya yaklaşması konularında Kur'an ve sahih hadislerde fazla bilgi yoktur.

Bilgimiz olması açısından şu hadisi belirtmeden geçmeyelim.  Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî (1813-1893)Hazretlerinin  Râmûzü’l-Ehâdîs adlı eserinde şöyle bir hadis nakledilir.

Hz. Ali (Radıyallâhu anh) şöyle demiştir:

“Ey Allah’ın peygamberi, “Adem Rabbinden kelimeler alıp tevbe etti.” ayetinde kastedilen nedir? O kelimeler nelerdir?

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle demiştir:

“Allah, Âdem’i Hint toprağına, Havva’yı Cidde’ye, yılanı Isfahan’a, iblisi Bisan’a indirdi. Cennette yılan ve tavustan daha güzel bir şey yoktu. Yılanın üzerinde katırda olduğu gibi çizgiler vardı. İblis onun arasına girdiğinde Âdem’i kandırmış, aldatmış, Allah da yılana gazap etmiş, güzelliğini kendisinden alarak şöyle demiştir:

“Senin rızkını topraktan vereceğim! Karnın üzerinde toprak üzerinde yürüyeceksin. Sana merhamet edene Allah merhamet etmeyecektir.”

Allah, tavus kuşuna da gazap etmiş, iblisin ağaca gitmesine kılavuzluk ettiği için ayaklarını mesh etmiştir.

Âdem yüz sene başını göğe kaldırmaksızın hatasına ağlayarak kalmıştır. Bu esnada mahzun bir şekilde oturmaktaydı. Allah, Cebrâil’i kendisine göndererek şöyle demiştir:

“Ey ‘Adem! Allah sana selam ediyor ve sana şöyle diyor:

“Seni elimle yaratıp ruhumu üflemedim mi? Meleklerim sana secde etmedi mi? Seni kulum Havva ile nikahlamadım mı? Bu ağlama da nedir öyle?”

Adem şöyle cevap vermiş:

“Ey Cebrâil! Beni ağlamaktan uzak tutacak nedir ki? Ben Rabbime komşuluktan uzaklaştırıldım.”

Cebrâil şöyle demiş:

“Ey Âdem! Şu kelimeleri söylersen, Allah günahını mağfiret edip tevbeni kabul eder.”

Hz. Âdem “Onlar nelerdir?” diye sormuş. Hz. Peygamber (Sallallâhu aleyhi ve sellem) de o kelimeleri şöyle aktarmıştır:

“Allah’ım! Hz. Muhammed ve O’nun ailesinin hakkı için senden isterim. Allah’ım! Seni tenzih ederim, sana hamd ederim.  Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, günahları senden başkası bağışlayamaz, sen merhametlilerin en hayırlısısın. Allah’ım! Seni tenzih ederim, senden başka ilah yoktur! Bir kötülük işledim, kendime zulmettim. Benim tevbemi kabul et çünkü tevbeleri kabul eden ve merhamet eden sensin. Allah’ım! Sana hamd ederim, senden başka ilah yoktur. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim, mağfiret eyle, mağfiret edenlerin en hayırlısısın.”

Azizim! “Peygamberimizi (Sallallâhu aleyhi ve sellem)’e salâtü selâm okunmadıkça yapılan hiçbir dua Allah’a ulaşmaz ve itibar görmez.” KAYNAK: Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî, Râmûzu’l-Ehâdis, s.342, h.4249

Aynı hadis Muhyiddin İbn-i Arabî (1165-1240)’de şu şekilde son bulmaktadır:
(…)
“Şeytan, Allah'a kafa tuttu, “beni azdırdın” dedi,- ebediyyen mel'un oldu. Allah'a boyun eğmeli, kusurlarını itiraf etmeli, Allah'dan daima af ve mağfiret istemeli. Adem'in oğlu olduğunu böylece isbat etmeli. Şeytan suyu içip de Allah'a kafa tutanlar, nisbeti Âdem'e değil, şeytana bağlamış olurlar. Yılanı öldür.” (KAYNAK: Muhyiddin İbn-i Arâbi´den Tavsiyeler, 5.Bölüm)


Bundan başka bir de Resulüllah’ın (sav) hicreti esnasında Sevr dağındaki mağaraya önce Hz. Ebu Bekir (r.a)’in girdiği ve içerideki delikleri elbisesini yırtarak tıkadığı, geriye kalan son deliği de ayağıyla kapattığı ve orada bulunan bir yılanın Hz. Ebu Bekr (r.a)’in ayağını soktuğu hadisesi vardır ki Asım Köksal hoca İslam Tarihi‘nde (V, 156) bu olayı zikretmiş ve el-Beyhakî, es-Süheylî, İbnu’l-Cevzî, ez-Zehebî ve İbn Kesîr’i referans göstermiş. Hamidullah da aynı hadiseyi İslam Peygamberi‘nde (I, 163) zikretmekle birlikte, herhangi bir kaynağa atıfta bulunmamış. İşbu “yılan hikâyesi”ni el-Beyhakî Delâilu’n-Nübüvve‘de (II, 477) senediyle vermiştir.

Netice itibariyle, hem âlemde hem de küçük âlem olan insanda yılan önemli bir semboldür. İnsanın koynundaki yılan “nefs”’tir. İman nurları nefsi mesheder. Onu deveye ve nihayet "burak"a dönüştürür.


Yılan Yemeği

Askerliğini komando olarak yapanlar bilir. Açlıktan gebereceğiniz bir durumda yakalayabilirseniz yenecek bir hayvandır... Usul; derisi boyun kısmından keskin bir bıçakla halka biçiminde çizilir ve geriye katlanarak çekilir. Böylece deri, boru biçiminde sıyrılarak çıkartılır.. Ağaca asılıp kanı akıtılmaz ise soyulduktan sonra, eti ekşimsi ve acımsı olur. Kuyruğu ve kafası kesilir. İç organları temizlenir ve geri kalan kısmı sopaya takılır ve ateşte kızartılır…  (NOT: Yılan yemek, Maliki mezhebine göre helal, Hanefi, Şafi ve Hanbeli mezheplerine göre haramdır.)


Yılanların Mevsimi

Bu günlerde yılanların gündeme gelme nedeni elbette uyanışlarıdır. Mayıs ayının üçüncü haftasından itibaren yılanlar “kış uykusu”nu bitirip güneşin ışığı ve sıcağı için kendilerini yeryüzüne atarlar. Bu tarih 21 Mayıs ile başlar. Her ne kadar farklı bölgelerce 5, 15, 20 ve 21 Mayıs günleri gibi farklı zamanlarda kutlansa da bu olay Hıdırellez gününe denk gelen bir günden itibaren başlamaktadır. Köyümüze en yakın Hıdırellez kutlama yeri civar köylerin de katılımıyla, Gökçeboğaz Köyünde olup 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramının ertesi günü yani 20 Mayıs günü “Mayıs Yedisi” adıyla “Yol Evliyası”’nın kabri çevresinde toplanılır.

Bunun evvelinde bir de “cemre düşmesi” olayı vardır. Halkımız arasında yaygın olarak baharın müjdecisi olarak bilinen sıcaklığın artması olayına cemre denir. Cemre'nin birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa düştüğüne inanılır. Üç tane olan cemrenin birincisi havaya (19-20 Şubat), ikincisi suya (26-27 Şubat) ve üçüncüsü de (5-6 Mart) toprağa düşer.  Baharı müjdeleyen bir diğer olay ise 21 Mart Nevruz olayıdır. Tüm bunlar bizim için birer takvim olayıdır. Yani biz bu olayları takvime bakarak öğreniriz. Konumuz olan yılanlar ise biyolojik saatlerine göre öğrenirler.

Köyümüzdeki yılanlara geçmeden önce haklarında biraz daha ansiklopedik bilgi verelim ki yılanlar konusuna “Fransız” ve “ırak” kalmayalım.

Yılanlar karada yaşayabildikleri gibi, suda da yaşayabilir. Suda yaşayanına “suyılanı” deriz ama karada yaşayanına “karayılanı” demek yerine cinslerine göre adlandırırız. Karada yaşayanlar çalılıklarda, ağaçlarda ve toprak altında yaşam sürebilir. Hızlı sürüngenler arasında olan yılanlar, doğadaki hayvanlarla beslenmelerini sağlarlar. Yani “etçil”dirler. Kimselere görünmeden avlanabilmeleri için seçtikleri yerler ormanlık alanlar ve çalı dipleridir. Bahçelerde ve tarlalarda da sıkça yılanlarla karşılaşılabilir. Sürünerek hareket ettiği için 2 yılda bir deri değiştirirler.

Soğukkanlı hayvanlardan olan yılanlar fazla soğukta yaşayamazlar bu bakımdan 180 gün süren “Kasım Ayları”nda yuvalarına çekilip kış uykusuna yatarlar. Yine 180 gün sürecek “Mayıs Ayları”nda da yuvalarından çıkıp yaşamlarına devam ederler. Sonuçta kış uykusu onların fiziksel ihtiyaçları üzerine başvurdukları bir yöntemdir. Bahar gelmeden hava sıcaklığının mevsim normallerinin üzerinde seyrettiği dönemlerde yanılıp yeryüzüne erken çıkan yılanlar da olur.


Mitolojide Yılan

Türk, Mısır, Yunan, Hint, Mezopotamya, Hitit, Roma, Japon mitolojilerine baktığımızda yılanın birçok mitik anlatıda iki farklı şekilde tasavvur edildiği görülür. Yılan ya “kutsal” bir varlıktır ya da kutsala karşı “şeytanî” bir varlıktır. Bazı mitolojilerde ise yılanın “kötülük sembolü” olduğu görülür. Pers mitolojisinde omuzlarında yılan taşıyan “Dahhak”, kötülük simgesidir. Babillerin Gılgamış destanında “Gılgamış”’ın elde ettiği ölümsüzlük otunu yiyen bir yılandır. Yahudi mitolojisinde Havva’ya yasak meyveyi yediren yarı insan yarı yılan olarak tasavvur edilen “Lilith” adlı bir kadın vardır.

Osmanlı kaynaklarında “evren”, çoğu zaman büyük yılan olarak tanımlanır. Uzun yüzyıllar, dış kültür tesirlerinden uzak kalmış olan Altaylar ile Kuzey Türkleri, “Çin ejderhası” yerine, kendilerinin efsanevi büyük yılanlarını koymuşlardır.

Günümüzde Anadolu'nun çeşitli yörelerinde yılanlarla ilgili bir mitoloji masallaşmış olarak devam etmektedir. Adı “Şahmeran” (yılanların şahı) olan bu yılanın başı, insan şeklindedir. Yeraltı dünyasında yaşar. Sarayı mücevherlerle doludur. Bütün yılanlar onun emrindedir. Hastalıkların çaresini bilir. O, insanoğluna yardım eder fakat ihanete uğrar. İnsanoğlu sabırsızdır. Yılanın bildiklerini onunla dost olup öğrenmek ve gizli sırları öğrenmek yerine onu öldürüp vücudundan derdine derman aramayı tercih etmiştir.

Anadolu mitolojisinde “kartal göklerin, yılan yerlerin” yaratıcısı konumundadır. Toprağın altında yaşayan yılan, toprağın sembolü olarak da kullanılmıştır. Toprak insanları beslemekte, hastaları iyileştiren bitki ve ağaçların yetişmesine olanak vermekteydi. Orta Asya mitolojisi ve şaman geleneklerinin zengin sembol dünyası içinde yılan “yeraltını ve karanlığı” temsil etmektedir. 10. yüzyıldan itibaren Müslümanlığı seçen Türkler, ortaya koydukları sanat ürünlerinde Orta Asya’dan getirdikleri konuları, stil ve sembolleri yaşatmaya devam etmişlerdir.

Eski Türkler arasında da “yılan sağlık ve mutluluk sembolü” oldu. Sağlık kuruluşlarının kapılarında “çifte yılan” sembolü vardır. Anadolu’daki Selçuklu Hastaneleri buna örnektir. “Ejder”ler eski inanışlar doğrultusunda kale, han ve saray gibi yapılardan içeriye kötülük, düşman ve hastalık girmesini önleyici bir “tılsım” olarak kullanılmıştır. Yüzyıllarca süren bu etkilerin doğrultusunda Türk Tıp Tarihinin kurucusu sayılan Prof. Dr. Süheyl Ünver tarafından Çankırı Darüşşifasında bulunan bir taş üzerindeki çifte yılan sembolü; Türk geleneklerini de yansıtması açısından “hekimliğin sembolü” olarak önerilmiş ve bu öneri 1937 yılında kabul edilmiştir.

1956 yılında ise Dünya Tıp Cemiyeti iki yılan figürünü “Dünya Tıp Birliği”nin sembolü olarak benimsemiştir; birinci yılan “ölümsüzlüğü”, ikincisi ise “zehiri” temsil eder.


Yılan Sokmasında İlk Yardım Nasıl Yapılır

Ülkemizin konumu gereğince ormanlık kesimlerde özellikle yaz aylarında yılan sokmaları vakaları artmaktadır. Bu durumlarda ilk yardım bilmemiz bizim ve yanımızdaki kişi için hayati önem taşıyabilir.

“Isırılan yerde ağrı, şişlik, morluk, hassasiyet oluşacaktır. Hareket ettirmeden yılanın soktuğu yeri yıkamalısınız. Isırılan yerin birkaç cm yukarısına sargı uygulanarak zehrin kana karışması önlenmektedir. Isırılan yeri 0.5 cm kadar kesip elle sıvazlama yöntemiyle zehri akıtmanız gerekecek. Emilmesi de olabilir ama emen kişi için tehlikeli olacağından dolayı uygulanmaması gerekir. Kişiyi hareket ettirmeden hastaneye en kısa sürede ulaştırılması sağlanmalı. Hastanede görevli kişilere hangi yılanın ısırdığını tarif etmeniz gerekecektir. Gerekirse resmini çekmelisiniz ona göre tedavisi uygulanır.”



Samsun Yılanları

Gelelim Samsun’a ve Samsun yılanlarına… Samsun civarında bulunan bazı yılan türlerinin yok olduğu tespit edilmiş. Uzmanlara göre 5 yıl sonra Türkiye’de “kara yılanı” ve “su yılanı” dışında belki de yılan kalmayacak. Yine yetkililer bazı yılan türlerine yıllardır rastlamadıklarının altını çiziyorlar.

Samsun yılanları oldukça meşhurdur. Samsun tarihinde yaşanan mucizevi bir olayı aktarmakla başlayalım. Kaynak kişimiz, Türkler hakkında yazdığı hâtıratıyla tanınan bir Bavyeralı. Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlıya esir düşer yazarın “Türkler ve Tatarlar Arasında (1394-1427)” adlı kitabının 48 ile 51 sayfaları arasında yer alan Samsun Anıları özetle şöyledir:


Yılanlar ve Engerekler

Ben Bayezid nezdinde bulunduğum süre içinde, Samsun’da heyecan verici, mucizevî, bir olay yaşandı. Şehrin önünde o kadar çok yılan ve engerek vardı ki bunlar kentin önündeki ovayı bir millik daire halinde adeta kuşatmışlardı. Canik (Samsun) odunu bol, çok ormanlık bir yerdir. Yılanların bir kısmı bu ormanlık bölgeden, diğerleri ise denizden geliyordu. Yılanlar birbirleriyle savaşa girişmeden önce dokuz gün boyunca toplandılar. Bu hayvanların korkusundan kimse şehirden dışarı çıkamıyordu, hâlbuki bunlar ne hayvanlara ne de insanlara bir zarar veriyorlardı.

Bu sebeple şehrin ve ülkenin hâkimi yılanlara dokunulmamasını emretmişti. Zira ona göre bunlar her şeye kâdir Tanrının takdir-i ilahisi idi. Onuncu gün yılanlar birbirleriyle burun buruna gelip sabah güneşin doğuşundan itibaren akşam güneşin batışına kadar savaştılar. Samsun hâkimi ve ahalisi bunu görünce, Bey kale kapılarından birini açtırıp atlı olarak küçük bir grupla şehrin önüne çıktı ve yılanların savaşını seyretti. Su yılanlarının ormanlardan gelenler karşısında gerilediğini gördü.

Ertesi sabah yılanların hâlâ orada olup olmadıklarını görmek için tekrar şehrin önüne atla gittiğinde sadece ölü yılanlar buldu. Bunları toplattırıp saydırdı, sekiz bin tane idiler. Bir çukur kazılarak bütün yılanların içine atılmasını ve üzerinin toprakla örtülmesini emretti.”




Sordanköy’ün Yılanları

Mitoloji, tarih, edebiyat, coğrafya, biyoloji… derken sözü bir türlü köyümüzdeki yılanlara getiremedik ama olsun, bazı şeyleri öğrenmiş olduk. Ne de olsa bilmek her zaman güzeldir.

Köyümüzde Kobra, Anakonda, Engerek gibi büyük ve tehlikeli yılanlara rastlayamıyoruz. Bizdeki yılanlar da aynı bizim gibi “gariban ve fakir” yılanlardır. Çevrelerine saygılıdırlar; İnsanlardan uzak köşelerde yaşarlar, kimseye zararları dokunmaz. Şimdiye kadar hiç birisinin bir insanımıza zarar verdiği ne görülmüş ne de duyulmuştur. Ekin tarlalarında “Bozyürük”, su kenarlarında “Altunbaş”, bağ ve bahçelerde “Köryılan”, orman içlerinde “Karayılan” ve su içlerinde de “Suyılan”ları tanıdık bildik yılanlarımızdır.

Yılanla karşılaşma noktalarımız ağırlıklı olarak dere, çay ve göl kenarları olmakla birlikte en yoğun karşılaştığımız mevsim buğday hasadının yapıldığı temmuz aylarıdır. Gerek “orak biçmeleri”nde ve gerekse “bağ bağlama” ve “cuğul toplama”larında ve de “yığın” gibi tarla işleri zaman zaman yılanla karşılaştığımız hatta “kucaklaştığımız” yerlerdir. Çünkü bu alanlar bu mevsimde tabiri caizse “kurdun kuşun” rızk derdine düştüğü alanlar olup ister istemez bir “herc-ü merc” yaşanmaktadır; Buğdayı biçerken, bağların altında, cuğulların arasında hatta yapılmış yığının tepesinde


Pek çoğumuzun köy hayatında iç içe olduğumuz bu hayvanların üreme şekilleri hakkında bilgisi yoktur. Çünkü bu hayvanlar gözden uzak köşelerde yaşamaktadırlar. Türlerine göre değişse de ve hayvanat bahçelerinde bakılan Anakonda gibi yılanların 30 yıl yaşadığı görülse de, bir yılanın ortalama ömrü 7 ile 15 yıl arasındadır. Yılanlar memesiz hayvanlar olup, çiftleştikten sonra, 2 ay içerisinde yumurtlar. Bir yılan 5 ile 50 adet arasında yumurta yapabilir. Bazıları yumurtalarını ana karnında taşır ve doğum zamanı gelince canlı olarak doğurur. Yumurtlayacak yılan yumurtalarını bırakabilmek için güvenli bir yer olarak ağaç kovuğu ya da toprağı seçer. Bazı türler kuluçkaya yatarken, çoğu yılan yumurtladığı yere bir daha dönmez. Burası çok önemli, doğdukları andan itibaren yılanlar anasız babasız, tek başlarına hayat mücadelesi vermektedirler.


Yılan Yuvası

Ben ömrümde ilk ve son kez bir yılan yuvasını Eskiköy mevkiinde görmüştüm. Eskiköy çayını geçip Kabaalmaya giderken ilk düzlükte, çay kenarında, büyük bir ağacın altında çalılık içinde ot ve yapraklar kımıl kımıl ediyordu. Yaklaşıp dikkatlice baktığımda sayısını çıkaramadığım çoklukta 20 – 30 cm. uzunluklarında yılan yavruları sarmaş – dolaş kaynaşıyorlardı. Onların yılan yavrusu olduklarını fark edince “aha şimdi ana-baba ve akraba-i taallukatı” bana saldırır korkusuyla hızla orayı terk etmiştim. Tabi daha sonraları tek tek bu yılanlarla gerek yavru ve gerekse yetişkin olarak çok karşılaştım.


Yılan Sokar mı Isırır mı?

Aslında yılan ısırır. Sadece üst çenede iki dişi olduğu ve bu iki dişi de dişten sayılmadığı için hep “yılan sokma”sından bahsedilir. Doğrudur. Yılan sokar. Ama neyi; tabiki dilini değil, dişlerini… Isırmak fiili, iki taraflı dişlerle olur. Oysa yılan tek taraflı olan dişlerini batırır ve çıkarır. Herhangi bir şey kopartmaz. Buna biz “sokmak” deriz. Çevresini diliyle koklayıp, duyduğu için sürekli dilini çıkarmasından olsa gerek, biz de çocuk aklımızla yılanın insanları “diliyle soktuğu”na inanırdık. Bu durum deyimlerimize bile girmiştir; sözleriyle insanları rahatsız edenlere “yılan gibi dili var”, “yılan dilli” ve “diliyle yılan gibi sokuyor” deriz. Bu inançla bir keresinde Kömürlükte mal güderken yakaladığım bir yavru yılanın dilini “kopartmış” kaş bir yerde toprağı oyup ona küçük bir yuva yapmış, yanına suyla birlikte sinek, börtü böcek ve ekmek kırıntılarından oluşan yiyecekler koymuştum. Ertesi gün gidip baktığımda yavru yılanın yerinde yeller esiyordu tabi. Kim bilir hangi canlıya yem oldu yavrucak bilinmez.


Yılanlar Ne Yer, Ne İçer?

Her şeyden evvel şunu diyeyim ki yılanın en sevdiği yiyecek süt ve yumurtadır. Bilirsiniz, yumurtayı bütün haliyle kırmadan yutar, gırtlağıyla onu kırar, içini yutar kabukları tekrar ağzından dışarı atar. Yumurta bulma konusunda pek sıkıntı çekeceğini zannetmiyorum. Yumurta deyince bizim aklımıza sadece tavuk yumurtası geliyor ama doğada memesiz olup da yumurtlayan o kadar çok canlı var ki say say bitmez. Yumurta işi tamam da sütü nerede bulur ve nasıl içer bilemiyorum doğrusu… Kimileri, koyun ya da ineğin memesinden emdiğini söylerler.

Sadece etçil olarak beslenen yılanlar, avlarını vücut ısılarına, kokusuna ve hareketine göre tespit ederek yakalarlar. Avına sarılıp onu boğarak öldürüp yiyen yılanlar olduğu gibi, avlarını canlı olarak yutan yılanlar ve avını önce zehirleyip, sonra yutan yılanlar olmak üzere üç çeşit yılan grubu vardır. Tabi yılan, kendi zehriyle zehirlenmiyor. Yılanlar yaşadıkları ortama göre beslenirler. Suda yaşayan yılanlar; balık, balık yumurtası ve diğer su canlılarını yiyerek beslenirler. Karada yaşayan yılanlar da fare, tavşan, kertenkele, kurbağa, kuş, kuş yumurtası gibi canlıları yerler. Hatta bazen kendi cinsini de yiyen “yamyam” yılanlar görülmüştür.



Atasözlerimizde Yılan

Türk kültüründe yılanlar hakkında birçok atasözü vardır. Bunlardan köyümüzde sıklıkla kullanılanları şunlardır.

Yılanın başı küçükken ezilmeli:
Büyük zararlara yol açabilecek tehlikeleri önceden sezip gerekli önlemleri almalı, söz konusu tehlikeyi ortadan kaldırmaya çalışmalıyız.

Bana dokunmayan yılan bin yaşasın:
Birçok kimse, kendilerine kötülüğü dokunmayan kişilere ilişmek istemez.

Yılandan dost, ayıdan post olmaz:
Ayının postu bir işe yaramadığı gibi yılanın dostluğuna da güvenilmez. Kuyruğuna basıldığında ya da aç kaldığında yılanlığını yapar, dost düşman demez sokar.

Su içerken yılana bile dokunulmaz:
Yemek, içmek ve uyumak insanların en masum ve ortak gereksinimleridir. İnsan bu ihtiyaçlarını giderirken - kim olursa olsun - masumdur. Bundan dolayı su içen kimseye düşmanımız bile olsa dokunmamalıyız. (Köyümüzde bu atasözü maalesef yanlış olarak “Su içene yılan bile dokunmaz” şeklinde kullanılmaktadır.)

Acı söz insanı dinden, tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır:
Gönül alıcı, okşayıcı sözlerle karşımızdakinin inadı yenilebilir.

Denize düşen yılana sarılır:
Güç bir duruma düşenlerin bundan kurtulmak için her türlü çareye başvurmaları olağandır.


Deyimlerimizde Yılan

Arabozucu, dedikoducu ve sert dilli olup, diliyle insanları canından bezdirenlere “Yılan dilli” ya da “Yılan gibi sokar” deyimi kullanılır. Önceden güvendiğimiz birisi bir gün bize zarar verdiğinde de “koynumda yılan beslemişim” deriz. Geçmişte yaşadığı kötü bir olayın kinini unutmayan ve her an kötülük yapabileceğine inanılan kişilere de “kuyruk acısı var” vurgusu yapılır. Yalan söylemekten kaçınmanın önemini ifade etmek için “Yılandan korkmam, yalandan korktuğum kadar” deriz. Ağzı açık ve horlayarak uyuyanlara “ağzını kapat yılan kaçar” denir. Sevimsiz ve soğuk insanlara “yılan gibi” derken, uzayıp giden ve bir sonuca bağlanamayan sorunlar için “yılan hikâyesi” deyimini kullanıyoruz. Birinin, birisinin yanına haber vermeden gizlice ve sessizce girmesi ya da yaklaşmasına da “yılan gibi sokulmak” deyimini kullanırız.

Tüm bu deyimlerde yılan hep “kötücül” olarak tanımlanmaktadır. Oysa bu hususlarda yılanın bir suçu yoktur. O vücut yapısı gereği hareket esnasında ne “görüntü” olarak ne de “ses” olarak işlevsizdir. Yani hareket ederken gürültü patırtı gibi ses çıkaramadığı gibi boyuna değil de uzunlamasına bir vücut yapısına sahip olduğu için insanlar tarafında görülememekte ve “sinsice” hareket ettiği vehmi doğmaktadır.


Bilmecelerde Yılan

- Yer altında yağlı kayış? (Yılan)
(Buradaki kayış, araba ve sabanı öküzlerin boyunduruğuna bağlamak için kullanılan kayış olup, bu kayış çürümesin diye zaman zaman inek yağıyla (tereyağı) bir güzel yağlanır; bu haliyle tıpkı bir yılana benzerdi.)

- Kuyunun içinde yılan. (Fitil)
- Yılanın ağzında mercan. (Işık)
(Eskiden köylerimizde idare ve gaz lambaları kullanılırdı. İdareler tenekeden, lambalar ise orta aksamı hariç camdan olurdu. Yani gaz konulan kısım ile alev koruyucu kısmı… İşte bu gaz konulan kısım kuyu, içindeki fitil de yılan olarak betimlenir, fitilin yanan alevli kısmı da yılanın ağzındaki parıldayan mercandır.)

- Bel üstünde kara yılan. (Kuşak, Kemer)

- Ağzında yılan, içinde duman. (Sigaralık, Pipo)

- Bir kayada iki yılan. (Gözümüzün üstündeki Kaşlar)

- Uzundur, ip değil; ısırır, köpek değil (Yılan)


Beddualarda Yılan….

- Yılan gibi sürüm sürüm sürünesin.
- Dilini yılan soksun. (Bir başka söyleyişte eşşek arısıdır.)
- Mezarına yılanlar, çıyanlar doluşsun.


Batıl İnançlarda Yılan…

- Yılan öldürülüp çalı ya da ağaç dalına asılırsa yağmur yağacağına inanılır.
- Yılanın ayaklarını gören cennete girer.
- Evde ıslık çalarsan eve yılan girer.


Rüyada Yılan Görmek.

Rüyada yılan görmek; hilekâr düşmanla tabir olunur.
Yılanı öldürdüğünü görmek; düşmana üstün gelir,
Yılanın kendisine güzel söz söylediğini gören; düşmanla barışır, hayr ve mala erer,
Ayaklı yılan görmek; düşmanın kuvvetine işarettir,
Etrafında toplanmış yılanlar görmek; akrabalarının kendisine düşman olduğuna,
Pençeli ve boynuzlu yılan görmek; büyük bir düşmana işaret,
Yılandan korkmadığını gören; kederlenir,
Yılandan korktuğunu gören; düşman şerrinden emin olur.

NOT: Bu yazının ön çalışmasını yaparken ben de rüyamda 30-40 metre boyunda iri bir yılan gördüm. Evin avlusundaki yuvasından bizim eve aynı yoldan sürekli gidip geliyormuş. Hatta gidiş geliş yolu neredeyse bir karış derinliğe kadar oyulmuş. Bir gün bu giderken elimde bir “girebi”(Burunlu küçük balta) ile düştüm peşine… Vuruyorum kuyruğundan bir parça kopuyor. Bir daha vuruyorum bir parça daha kopuyor… Ama yılan oyuk yolundan çıkamadığı için geri dönemiyor ve ben de bundan cesaret alarak yılanın üstüne üstene gidiyorum. Hatta ortasından kesmek için aşağılara kuyunun yanına kadar indim bir vurdum yaralandı, kesemedim. Sonunda yılanın sabrı taştı. Hikmet dayının avlusunun alt tarafındaki büyük çınarın oradan başını bir kaldırdı. Yaşlı ve kart sesli bir adam gibi “lan sesimizi çıkartmıyoruz diye üstüme üstüme geliyorsun.” Deyip toplu tabancasını çıkarıp bana ateş etmeye başlamaz mı!... Bayıra yukarı korkuyla dört elli kaçmaya başladım. Arkama dönüp baktığımda her ateş edişinde tabancasında çıkan “yeşil renkli” alevleri görüyordum. “Bu yılan artık beni buralarda yaşatmaz” deyip köyü terk ettim. (Hayırdır inşallah.)


Yılanlarla Baş Başa

Yılanın halk arasında soğuk bir yaratık olarak görülmesi onun zehirli olmasıyla birlikte, ölümü ve yeraltını çağrıştıran bir varlık olmasından da kaynaklanmaktadır. Yılanlar soğukkanlı hayvanlardır derken, “soğukkanlı” tanımını doğru anlamak gerekiyor. Soğukkanlı; bilimsel açıdan "Kendi vücut ısısı sabit olmayıp ortama göre belirlenen" demektir. Yılanların sıcakta serin, soğukta sıcak yerleri tercih etmeleri de bundandır.

Yılanı “ürkütücü” kılan bir diğer özelliği de “ısırma”, “boğma” ve “çarpma” gibi aynı anda birçok savunma sisteminin olmasıdır. Uzun ve kıvrak oluşu insan gözüyle takip etmeyi zorlaştırmakta, biz başına bakarken o kuyruğuyla bizi boğmaya ya da biz kuyruğuna bakarken o baş tarafıyla bizi sokmaya kalkabilir. Bir başka ifade ile “hızlı hareket” edebilme kabiliyeti, bizi, her an ne tarafa hareket edeceği konusunda tereddütte bırakmakta; bu nedenle bir yılan gördüğümüzde “donup” kalmaktayız. Çözüldüğümüzde de hemen topuklamaktayız!... Tabi yılan bizden önce “topukları yağlamaktadır.” Bazen erkekliğimiz tutar, kaçan yılanı kovalar, yakalar ve öldürürüz.

Yılanlar aslında oldukça basit düşünen, kendi halinde sakin hayvanlardır. Beyinleri beslenmek, çiftleşmek ve düşmanlardan korunmak haricinde başka hiç bir işlev görmez. Bu yüzden de tehdit veya tahrik edilmedikleri sürece insanlara bulaşmamayı tercih ederler. İnsanla karşılaşan bir yılan, insanın yılandan korktuğundan çok fazla korku hisseder. Hemen şu notu da düşelim ki; Eğer olur da bir yılanla karşılaşırsanız fazla panik yapmamaya çalışın. Hatta sakin kalın. Yılan sizi fark edecek ve korkacak, saldırmayı ise aklından bile geçirmeyecektir. Ayaklarınızı yere kuvvetli bir şekilde vurarak yürümeye devam edin. Yılan titreşimleri hissedecek ve sizden iyice uzak durmaya çalışacaktır.


Civarımızda Yılan Olup Olmadığı Nasıl Anlaşılır.

Yılanların yaşam alanları dereler, çaylar, çalı dipleri, ormanlık taşlık alanlar, su kaynakları civarı, farelerin bol olduğu buğday tarlaları gibi beslenebilecekleri yerlerdir. Gerek ormanlık alanlarda, gerek dere ve çay kenarlarında ve gerekse ekili tarlalarda olsun buralarda dolaşırken ya da geçiş yaparken gözümüzü dört açar, kulaklarımızla çevremize dikkat kesiliriz. Gözümüzle yılanı görmeye, kulağımızla çıkardığı sesi duymaya çalışır, civarda yılan olup olmadığını anlamak için pür dikkat kesilirdik. Yılanın çıkarttığı söylenen “tısss” sesini ben hiç duymadım ama ıssız yerlerde yılan olup olmadığı konusunda yılanın yaydığı kokudan çıkarımlar yaptığım da olmuştur. Gerçekten yılanlar çok kötü kokmaktadır. Canlı bir yılanın kokusu “leş” gibidir. (Her ne kadar közde pişirildiğinde “kuzu pirzola” gibi koksa da… ) Çevremizde yılan olup olmadığını anlamanın bir başka yolu da yakaladığı avının çıkardığı seslerdir. Özellikle çaylarda yakaladığı kurbağaları ağır ağır vakumlayarak yutmaya çalışırken kurbağalar “gıııyk gıııyk” diye sürekli yardım çığlığı atmaktadırlar. İşte bu sesin geldiği tarafa gittiğimizde yılanı yakalayıp, kurbağayı kurtardığımız da olmuştur. Bazen yılanlar koca kurbağa ya da kertenkeleyi hatta fareyi canlı canlı yuttuklarında, daha yeni yuttuysa kaçmakta zorlanmakta ve kolaylıkla yakayı ele vermektedirler. İşte yılanı öldürüp karnını yardığımızda uyuşuk da olsa kaç kere kurbağa ve kertenkelelerin yürüyüp gittiklerini görmüşüzdür. 


Yılan İnsanın Üstüne Atlar mı?

Çocukluğumuzda aramızda hep konuşurduk arkadaşlarla. “Ok yılanları” olurmuş da, ağaca çıkarmış da, biri oradan geçerken üzerine ok gibi fırlarlarmış da, insanı sokarlarmış da... Mış mış da mış mış. Biri bir yalan uydurur bini inanır hesabı ormanlık yerlerde, ağaç altından geçerken hep bu korkuyu yaşardım. İşte günlerin birinde ağaçtan atlayan bir yılanı görünce anladım ki ok yılanı masalı buymuş demek. Hayvan daha iyi güneşlenmek için orman içinde böyle yüksek yerlere çıkar güneşlenir. Çıkarken ağacın gövdesine sarılarak çıkmış olsa da tehlike anında yapacağı tek şey can havliyle kendini yere bırakmaktır.

Yaz bitmiş, mevsim artık Sonbahardı… Hava açık, güneş var ama ısıtmıyor artık. Derler ya “Ağustosun on beşi yaz, on beşi kıştır.” İşte öyle serin günlerden biriydi. Gemirlik mevkilerinde malları güdüyordum. Ürfetin Sefer Koşar tarafından kendileri ailecek Almanya’ya çalışmaya gittikleri için Hasbi Şahin’e emanet edilen ve adı “Hasbinin Dağı” olarak kalan ormanlık alana Gemirlik yönünden yaklaşırken ben diyeyim iki metre, siz deyin üç metre boyunda el bileği kalınlığında bir yılan, gürgen ağacına çıkmış dala bir güzel yazılıp kurulmuş güneşleniyorken beni görünce korkudan kendini yere atışını izlemiştim uzaktan. Bindiği ve düşerken temas ettiği diğer dalların öyle bir savruluşu vardı ki görüntü ve seslerinden orada dehşete kapılmamak elde değildi. Bana saldırıyor korkusuyla oradan nasıl uzaklaştığımı hatırlamıyorum.


Yılanla Burun Buruna Gelmek

Bir zamanlar dini eğitim almak için Gelemet’e gidip geliyordum. Gelemet camisinin imamı meşhur Vezirköprülü Sefer KOÇ hocamız, nam-ı diğer Karasakal. Avlumuz çalı dikenleriyle çevriliydi. Ancak, dibinde köşe bir yerde mandıra kapısına benzeyen “dizeme” vardı. Gelemet’ten köyümüze, köyümüzden Gelemet’e gelip gidenler olurdu ve onlar rahat geçebilsin diye hazırlanmıştı. Bu dizeme cereklerinin çakıldığı çınar ağacı yüksekçe bir yerinden tomurularak kesilmişti. Yani ağacın kalan kısmının üzeri dümdüz, tepsi gibiydi. Sonbaharın son güneşinden yararlanmaya çalışan bir Altunbaş yılan bu alana kafası ortada, spiral şeklinde kıvrılmış güneşleniyorken ben alttan onu görmeden elimi ağacın yüzeyine atarak dizemeye bir tırmandım ve yılanla göz göze geldim. Aramızda bir karış değil üç - dört parmaklık bir mesafe vardı. Oraya çıkmamla birlikte o da kafasını benimle birlikte havaya doğru kaldırırken ben kendimi yere attım, önce yuvarlanarak, sonra toparlanıp koşarak soluğu “köklük” te almıştım.


Kömürlük Çayında bir Yılan

Bahar geldiğinde köyde araziler ekim dikim nedeniyle hayvanların yayılmasına (otlamasına) kapatılır; biz de sabahleyin erkenden mallarımızı alır köyün ormanlarına götürür, orada gün boyu otlatır, akşam eve getirirdik. O günlerde “Dağlarda mal gütmek” köydeyken bizler için çok önemliydi. Burada çobanlar arasında ayrı bir dünya kurulur, bir iki aylık o dönem içinde çok şeyler yaşanırdı; kimimiz Kömürlük’te, kimilerimiz Eskiköy’de… Daha çok Yukarköylüler Kömürlük, karşı köylüler ise Eskiköy dağlarındaydı. Benim içinde bulunduğum grup Kömürlük Dağlarındaydı. Tabi köyde her aile değil de hayvan sayısı çok olan ve onları otlatacak yeri olmayan aile çocukları dağa mal gütmeye giderdi. Herkes kendi akranlarıyla birlikte olurdu. Zaman zaman bireyler değişse de kimler yoktu ki bu çoban grubumuz arasında; Necmi Şen, Nihat Ustaoğlu, Turgut - Şahin Yılmaz kardeşler, Yılmaz – Fikret (Akman) kardeşler, Şaban – Hamit Kardeşler, İrfan Şahin, Osman Koşar… O zamanlar oralarda yaşananlar ayrı bir konu elbet; kelik yapmak, kamp kurmak…

Dağda mal gütme mevsiminin sonlarına doğru havalar biraz daha ısındığında artık günlerimiz çaylarda balık tutma ve yüzmekle geçmektedir. İşte böyle bir günün birinde hep birlikte “Koca Göle” yüzmeye gidiyorduk. Çayın bazı kısımlarında ilerlerken küçük gölcüklerden dolayı oldukça dar yerlerden zar zor geçişler yapardık. Hatip’in değirmeninin aşağılarında bir yerde suya düşmemek için elimi attığım kayalık sert değil yumuşak ve hareketliydi. Bir bakarım ki kayalığın o hafif düzlüğünde kıvrılıp güneşlenen koca bir yılan… Suya düşmemek için didinen ben kendimi yılandan önce suya atıp karşıya geçtim. Ardımdan baktım ki yılan da yuvarlanıp peşimden atlamış suya. Yılanla ben, ikimiz can havliyle kaçarken arkadaşlar çoktan ellerine geçirdikleri sopa ve taşlarla yılanı oracıkta öldürmüşlerdi.


Kömürlük Dağında Bir Yılan

Ormanda mal güderken zaman zaman onların birini ya da hepsini kaybettiğimiz anlar olurdu. Çok huysuz oldukları için bazı hayvanların boynuna “çan” ya da “zil” takılırdı. Bunları bulmak işten bile değildi ancak çansız ve zilsiz olanlarının kaybolduğunda vay halimize idi.

O gün ormanda tek başımaydım. Köy yönünde ormanın derinliklerine doğru iyice ilerlemiş, Devret’e yaklaşmıştım. Devret yılanlarımız da meşhurdur hani… İneklerin ayak sesleri ya da ağaç dallarına sürtünme seslerini dinleyerek ilerliyordum. Otuz kırk metre yukarıdan kuru yapraklar arasından bir hışırtı duydum. O yöne doğru eğilip baktığımda bir yılanın üzerime doğru kavisler çizerek, son sürat geldiğini gördüm. Bir ara yılanı kontrolden çıkıp yuvarlandığını, zaman zaman karnının altındaki beyaz kısımların görülecek şekilde yukarı döndüğünü görüyordum. Tabi bu ıssız yerde benim yapacağım tek şey arkama bakmadan oradan uzaklara, çoook uzaklara kaçmaktı.


Yılan Islık Sesine Gelir mi?

O sıralar Karanlıkdere’den Cemalın İrfan (Şahin) ile ikimiz birlikte çobanlık yapıyoruz Kömürlük dağında. Öğle sıcağında orman içindeki bir yol kenarında bulduğumuz bir gölgeliğe uzanmış dinleniyoruz. Zaman zaman ıslıkla zaman zaman da sözlü olarak türkü ilahi ne biliyorsak bazen solo bazen de koro halinde çalıp söylüyorduk. Bize de hep söylerlerdi “ıslık çalma, yılan gelir” diye de biz hiç oralı olmazdık. İşte burada başımıza gelmesin mi?!..

Öğle yemeklerimizi yemiş, ayranlarımızı içmiş (çıkınımızda genellikle soğan, ekmek ve bir şişe ayran olurdu), serin çayırlara yan yana uzanmış, ıslık çalıp türkü söylerken bir ara İrfan doğrulduğunda benim ayakucumdaki yılanı görünce çığlıkla birlikte beni dürttü ancak yılan benden önce davranıp kaçtığından ben onu görememiştim. “Ya uyuyor olsaydık!... Aman Allah’ım düşünmesi bile korkunç; ağzımıza girecek, karnımıza yerleşecek ve biz koynumuzda değil karnımızda bir yılan besleyecektik. İrfan beni teselli ediyordu benim bu felaket tellallığım karşısında; “Korkma Çetin! Sen yine böyle yatarsın. Senin ağzının yanına bir çanak süt koyarız. Sütün kokusunu duyan yılan ağzından çıkıp sütü içmeye başlayınca biz onu öldürürüz o zaman…” Ben, “İyide aga Yılan tam çıkmaz, sadece başını uzatıp sütü içerse ne yapacağız.” İrfan, “O da iş mi? Sen onun kafasını ısırırsın.” Ben, “Ya kafası kopar ve gerisi gerisin geriye içime tekrar kaçarsa. Tövbe, tövbee… İrfan abi sen kimden yanasın? Benden mi yılandan mı?” Gülüşme sesleri geliyor, kaçalım…


Dört Ayaklı Bir Yılan

Aha dedim işte bana cennetin yolları göründü. Hani derler ya “yılanın ayaklarını gören cennete girer.” diye. Kömürlük çayındaydım. Hatip’in değirmeninin karşısında ormana çıkan patika yolun kenarında çalılığın içinde bir buçuk metre boyunda bir karayılan upuzun, ip gibi dümdüz duruyor. Baş kısmında tam dört tane ayağı var!... Aramızdaki mesafe bir metre ya var ya yok. Ben ona bakıyorum, o da bana bakıyor. Ne ben kaçıyorum ne de o… Kımıldamayınca acaba ölü mü dedim ama gözleri pörtlek pörtlekti. Önce inanamadım. İşte ilahi bir varlık!... Bana yakalanınca donup kaldı. Ne yapacağını bilemiyor diye düşündüm.

Çalılığa doğru biraz daha sokuldum ve eğilerek daha yakından keşfetmeye çalıştım. Baş kısmı gövdesine göre biraz daha farklı yapıdaydı. Başı da yılanbaşına pek benzemiyordu. Dur! dedim kendi kendime ve bir dal parçası alıp yılanı orta yere çıkarıp öyle inceleyeyim dedim. Dalı çalılığa soktum, tam yılanı kavrayacakken bir de ne göreyim. Karayılan siyah bir “göden kurbağası”nı kuyruk sokumundan yakalayıp ısırmış ve o ısırış şekliyle iyice açılan yılanın baş kısmı kurbağanın vücuduyla kamufle olmamış mı? Görünen şey aslında ayaklı yılan değil, kurbağa ve yılanın birleşmesinden ortaya çıkmış bir “yılanlı kurbağa” imiş. En az beş dakika süreyle izlemeye çalıştığım yılan son müdahalemle hayvanı bırakıp kaçmasıyla, bu defa kurbağa can havliyle üzerime doğru sıçramış ve yılan da benden önce ormanın içlerine doğru kaçıp gitmişti.


Bent Her Türlü Yılanlarla Doluydu.

Değirmen yanı mevkiindeyiz. Akarsuyun geçtiği dere ve çaylar her türlü canlıların ortak yaşam alanlarıydı. Çay kenarlarına kurulan bahçeler ve bu bahçeleri sulamak için kurulan bentler (küçük baraj) ve bu suyun çevresinde toplaşan canlılar… Biz insanlar, balıklar, kurbağalar, kertenkeleler ve yılanlar. Hikmet Ustaoğlu ve İlaz Osmangiller bahçelerinin üst tarafına her yaz geldiğinde bent yaparlardı. Çayın suyunu orada tutarak bahçelerine akıtırlardı. Bu bent yaz günlerinde, bizler için çok güzel bir yüzme yeriydi. Köylü çocuklar olarak ilk yüzme kurslarını buralarda görür; yüzmeyi öğrenir, daha sonra büyük göllere dalardık. Bu bentlerin bir özelliği uç tarafları sığ, örülen duvar kısmına yaklaştıkça derinleşiyor olmasıydı. Yüzme bilmeyenler ilk provalarını sığ yerlerde yaparlarken, usta yüzücüler derin yerlerde yüzer, hatta ağaç ya da kaşları tramplen olarak kullanıp suya öyle dalış yaparlardı. Hatta kimimiz sırtımıza büyükçe bir taş koyup suya dalar, suyun dibinde dört elle yürüyerek bendin bir uçundan öbür ucuna kadar su kaplumbağası gibi derinden giderdik. Buraya kadar her şey güzel; Yüzüyoruz eğleniyoruz. Peki ya yılanlar…

Burasının insanlardan çok hayvanların faunası, yaşam alanı olduğu bizce malum olduğu için zaman zaman bu bente (baraja) sessizce yaklaşır, içindeki yılanların oynaşmalarını ve kavgalarını gizlice seyrederdik. Her türden, her renkten irili ufaklı yılanlar olurdu; kara yılan, sarı yılan, gri yılan, Altunbaş yılan… Kurbağa, balık, kertenkele ve kuş yuvalarının hiç eksik olmadığı bu yerlerde yılanlar hep iç içe yaşarlardı.

Öğle sıcağı bastırıp, serinlemek için içilen soğuk suların ve ağaç altlarının gölgeleri yetersiz kalınca ferahlanmak için tek çare çaylarda yüzmekti. İşte böylesine zor zamanlarımızda koskoca bent’i bu yılanlara mı bırakacaktık. Tabi ki hayır!... Yüzmek istediğimiz zaman gürültü ve patırtı çıkararak bente yaklaşır, önce, kıyısına köşesine birkaç taş toprak atar yılanları kaçırır ardından kendimizi serin sulara bırakırdık. Bizler, sürekli bağırıp çağırarak, gümbürtü ve şamata ile bentte yüzerken zavallı hayvancıklar yuvalarından dışarı adımlarını atmazdı. Taki biz yüzüp yüzüp çıkar, tarlalara uzanır güneşlenir tekrar tekrar yüzüp artık öğle sıcağı yerini ikindi serinliğine bıraktığında ancak bendi terk eder sıra o zaman yılanlara gelirdi. Şimdiki aklım olsa “yılanlı gölde yüzer miydim?” Asla.


Ayağıma Yılan Dolaştı.

Yaz günlerinde, evden uzak yerlerdeki tarlalara çalışmaya giderken yiyecekle birlikte yanımıza su kabı alır ve günün belli vakitlerinde içme suyu kaynaklarına gider, su getirir, soğuk soğuk içerdik. Yer yine değirmen yanı. Ailecek çay kenarındaki bahçemizde çalışıyorduk. Bizim bahçe ile Hakkı (Koşar) emmimgilin bahçeleri bitişikti. Züver (Koşar) emmimgilin Karagöl denen yerinde de içme suyu kaynağı vardı. Yine böyle bir günde Hakkı (Haggicüg) emmimgilin bahçesinden geçip suya gidiyordum. Geçiş güzergâhında patates ekili idi. Patateslerin yaprakları da o kadar uzamıştı ki geçeceğim patika yolu bile kapatmıştı. Ben de bu yaprakları ezmemek için ayaklarımı fazla kaldırmadan sürüyerek ilerlerken, önce ayağıma dal parçası takıldı zannettim ama yumuşaklığı ve sıyrılışıyla bir bakarım ki yılan iki ayağıma da dolaşmasın mı!... Elimdeki su ibriği bir tarafa, ben bir tarafa ve yılan bir tarafa kaçıştık. Tabi hiç kimse arkasına dönüp bakmıyordu.


Çayda Balık Yerine Yılan Yakalamak.

Ekinler biçilmiş, harmanlar sürülmüş, buğdaylar “hambara”, saplar samanlığa doldurulmuş… Yaz sıcaklarının tesiriyle çaylardaki sular azalmış. Buna mukabil, çaylardaki balıklar da epeyi büyümüş olurlardı. Balık tutma yöntemlerimiz konusu başlı başına ayrı bir konu ama yılanlarla muhatap olduğumuz kısmıyla ilgili olarak ucundan azıcık değinmekte yarar. Oltayla ve süzgeçle balık tutmanın zevkine değecek yok. Ancak, el ile balık tutmanın tek zorluğu var ki o da günlük konuşma dilimizde sıklıkla kullanılan “elini taşın altına koyma” deyimi var ki işin en zor, korkutucu ve ürkütücü yanı burasıdır. Diğer tüm canlılar gibi geldiğimizi gören balıklar da saklanmak için soluğu gölün derinliklerinde ya da kaya oyukları ve taş altlarında alırlar. İşte el ile balık yakalarken, altında ne olduğunu bilmediğimiz ancak balık olduğunu umduğumuz bu su içindeki taşların altına iki elimizi birlikte yavaşça sokar, başka kaçacak yeri olmayan balığı orada kıstırır elimize yakalardık. İşte bizim içini göremediğimiz ama hep “balık olduğunu umduğumuz” bu taşın altına elimizi soktuğumuzda bahtımıza yengeç ve yılan da çıkabilmekte idi. Bunun için elimize eldiven da takamıyorduk. Çünkü görmeden elimizi soktuğumuz taşın altında balık olup olmadığı ancak çıplak elle anlaşılabilmekteydi.

Çayda balık tutmanın bir başka yolu daha vardı ki bunu Hasbinin Ali (Alison) ile birlikte birkaç defa yapmıştık. Gün ışığında balık avına çıkınca balıklar bizi görüyor ve kuytulara kaçıyordu. Biz de onları gece avlamaya başlamıştık. Elimizde piknik tüpünden imal edilmiş bir “löküz” ile akşam namazından sonra Cilim mevkiine inip, Sarı Ahmetin değirmeninin oradan çaya girer, Gelemet Caminin oraya kadar balık tuta tuta geldiğimizde vakit gece yarısını çoktan geçmiş olurdu. Lüks ışığını gören su canlıları olduğu yerde kala kalırlar hiç kımıldamazlardı. Bizim yapmamız gereken tek şey elimizdeki zıpkını (yemek çatalı) ava saplamaktı. (Uçucu hayvanlarda böyledir; Ördek, bıldırcın, çulluk vb. gece ışığı görünce kaçamazlar.) İşte bu zıpkını yiyenler her zaman balıklar olmaz, genellikle akarlarda yaptığımız avlanmalarda balık zannettiğimiz hareketli canlıların bazıları, uzunluğu bir – iki karışı geçmeyen su yılanları da olurdu.


Yılan Eve Girer mi?

Tabi girer. Eski zamanlarda her evde bir kedi bir köpek ve kümes hayvanları olurdu. Yılan karşısında kedi, köpeğe göre daha ürkek olsa da yılanı asıl tedirgin eden evcil hayvanın kedi olduğu söylenir. Bir başka ifade ile “tıslama” konusunda kedi yılana göre daha baskındır. Hani tehlike anında hayvanlar “tısss” diye ses çıkarır ya… Kedi fareleri yakalayıp yediği gibi küçük yılanları da yer. Kedinin olduğu yerde fare olmadığı için yılanlar buralardan uzaklaşır. (Anti parantez: Yılan fareleri yer ama kış uykusuna yattıkları zamanda da fareler yılanları yer.)

Eve yaklaşan bir yılan olduğunda da köpekler sezgileri sayesinde bu tehlikeye karşı önceden harekete geçmektedirler. Çoğu kere, bir çalılık kenarında sürekli havlayan, hırlayan bir köpek görmüşüzdür. İşte orada bir yılan, kertenkele, fare ya da bir kaplumbağa ve ya göden kurbağası olabilmektedir. Tavuklar da köpekler gibidir. Bir yılan gördüler mi hemen gıdaklayarak yılanın çevresinde dönmeye başlarlar. O yılan göz kestirdikleri bir yavru ise onu “dide dide” öldürüp yemektedirler.

Ne zaman ki modernleştik; köye elektrik geldi, gece gündüz her taraf ışıklandırıldı; evlerimiz betonarme oldu artık fare için kedi ve hırsızlık için köpek beslemez olduk; deterjanlı atık sulardan ne zamanki tavuklara “kıran” geldi hatta “kuş gribi” yüzünden tavuk “edinmekten” bile vazgeçtik, yılanlar evimizin kapısını çalmaya başladılar. Ev içinde rastlamadım ama merdiven başında ve kapı ağzında “bassak”da karşı karşıya geldiğim olmuştu.


Yılan Derisi Çok Pahalıymış

Duyardık yılan derisi çoook pahalıymış diye. Lâkin bu kadar pahalı olan bir şeyi, cesaret edip de kim toplar. Alacak parayı nerede bulacak. Bu yüzden olsa gerek hayatta hiç yılan alıcısına rast gelmediğimiz için salyangöz (cagala) gibi yılan toplayıp satamadık. Ancak; topladığı yılanları naylon bir torbaya doldurup Alaçam’a satmaya getiren bir adam şehrin göbeğinde bu yılanları elinden kaçırdığını ve hayvancağızların şehirdeki dükkan ve evlere girdiğini hatta duvarlara tırmandıkları dedikodusunu duymuştum. Ha bir de yılan derisinden yapılmış gibi taklit edilen birçok ayakkabı, kemer ve bayan çantası da görmedik değil. Yılan Deri İmalatçıları İçin Bkz: http://www.cnnturk.com/fotogaleri/yasam/yilan-derisinden-bakin-ne-yapiyorlar?page=15



Yılanı Öldürseler mi Öldürmeseler mi?

İnsan olarak o kadar akıllı ve zekiyiz ki, doğanın kanunlarını yeniden yazıyoruz. Neyin zararlı, neyin faydalı olduğuna sonunu düşünmeden karar veriyoruz. Sonrasını hiç düşünmüyoruz. Dünya yüzeyinde yaşama hakkı sadece insana mahsus kılınmıştır sanki!.... Bu düşüncesizliğe göre; “insana zarar veren, zarar verme ihtimali olan tüm şeylerin kökü kurutulmalı ve yok edilmesi lazım. Haşerattan kurtulmak için zehir, bakteri ve virüslerden kurtulmak için sıhhi deterjan, çamaşır suyu, antiseptikler vs. kullanmak insan olmanın başlıca gereği.” Sonra da gencecik çocuklarımız, analarımız ve babalarımız, kendimiz veya tanıdıklarımızdan biri kanser olup öldüğünde takdir-i ilahi,  deyip işin içinden çıkıyoruz.

Oysa doğal yaşamın bir parçası olduğumuzu unutmadan doğal yaşamı korumak gerek.  Doğal yaşamla uyum içerisinde olmalıyız. Her canlı yaşamaya çalışıyor. Bizde bu canlılardan birisiyiz. Doğal yaşamda yılanlar, “besin zinciri” içinde önemli bir yer tutmaktadır ve yaşadıkları bölgelerde insanlara zarar değil fayda sağlamaktadırlar. Amerika’da yapılan bir araştırmada yabani hayvanların sayısında azalma olduğu gözlenmiş. Nedeni ise tarımsal ilaçlama imiş. Buğday zararlısı bir böceği öldürmek için yapılan ilaçlama ile önce böcekler ölmüş; ardından onlarla beslenen tarla fareleri. Farelerle beslenen yılanlar ve yılanlarla beslenen alıcı kuşlar… Bu besin zinciri kırılınca tabi doğada her şey alt üst oluyor.

Aslında yılanlar insanlardan korkmaktadır ve bir insanla karşılaşan yılan derhal orayı terk etmektedir. Hatta bir keresinde, Gökçeboğaz ilkokulunun oradaki köprü üzerinde bir yılanla karşılaşmıştık. Hayvancağız bizden korkusuna kendini köprüden aşağı atmıştı. Yapılması gereken onları rahatsız etmemek hatta görmezlikten gelmektir.

Son söz; Yılan 3(üç) yıl uyuyabilen bir hayvandır...

/Çetin KOŞAR
16 Haziran 2017


NOT: Yazıda adı geçen ve Hakk’ın Rahmetine kavuşmuş cümle geçmişlerimizi hayırla yâd edelim.