27 Şubat 2019 Çarşamba

Akbulut Köyü’nün Mitolojik Tarihi -1



“Ay gidi Garadenuz, doldu da daşamadu,
  Yapmayalum sevdaluk, yapanlar yaşamadu.”
Karadeniz Halk Şarkısı


Bu yazımızın konusu, bazısı bize hiçte yabancı olmayan köyümüzün geçmiş, çok eski dönemleriyle, daha ziyade iklim ve coğrafi olaylarla ilgili, kaynağını dini inançlardan alan anlatımlardır. Geçmiş dönem denince elbette aklımıza tarih gelmektedir. Bu doğru bir algılamadır. Ancak, yazımızın başlığında “tarih” geçmesine rağmen burada anlatacaklarımız, köyümüzün siyasi ve kültürel tarihi değil, bir yerde “söylence tarihi”dir. Çünkü işin içinde “mit”ler vardır; Deniz dalgalarının caminin oradan birbiya geçmesi, Gemirlik mevkiindeki gemi bağlama kazıkları, ağaç kovukları, sırtına postunu sarma vb. Konuyu kaçırmamak için anlatacaklarımızdan önce “tarih” ve “mit” nedir bunların izahını yapacağız. Sonra anlatacağımız hikâyeleri delillendirmeye çalışacağız.


Tarih

Tarih kavramını bilmeyenimiz yoktur. Tarih, insanlığın siyasal ve sosyal konularda doğru karar vermesini sağlar. Tarih, bir geçmiştir. Tarih, ders/ibret almayanlar için tekerrür/tekrar eder. İnsan ömrü, hayatı kavrayıp anlamaya yetecek kadar uzun değildir. Bunun için geçmişimizi/tarihimizi okuyarak günümüzle birleştirir, yarınımıza ışık tutar, yönümüzü tayin ederiz. Üç boyutlu hayatın (Dün- Bugün- Yarın) bir boyutunu temsil eder. Bu yönüyle tarih faydalı bir bilimdir.

Türk Dil Kurumu Sözlüğüne göre tarih şöyle tanımlanmaktadır: “Toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan olayları, zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyeti inceleyen bilimdir.” Bu konuda Prof. Fuat Köprülü’nün tanımını da vermeden geçmek olmaz; Tarih “geçmiş zaman hayatını, mümkün olduğu kadar hakikate uygun olarak yeniden ihya etmektir.


Mitoloji

“Mitoloji Sözlüğü” yazarı Azra Erhat bir yazısında şöyle der; ”İlkin Söz vardı, der Kitap. Bunu Platon duysa, “söz mü, hangi söz?”, diye sorar. Çünkü eski Yunan dilinde söz kavramını vermek için bir değil, üç sözcük vardır: Biri "mythos", öbürü "epos", üçüncüsü "logos". Mythos söylenen veya duyulan sözdür, masal, öykü, efsane anlamına gelir. Ama mythos'a pek güven olmaz, çünkü insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken birçok yalanlarla süslerler.

Mitoloji, kâinatın yaratılış öyküsüdür. Tarih, gerçeği araştıran bilimdir. Araştırmasını yaparken karşılaştığı gerçekle örtüşmeyen, “uyduruk-kaydırık” konulara “mit” adını verdi; söylence dedi. Taa ki, 19.yy başına kadar. 1920’lerden sonra tarihçiler mitlerin yaşadığı kültürlere, alanlara gittiler. Gördüler ki buralardaki mitler, en kutsal, en gerçek anlatılardı.

Milletler, yeryüzünde kendilerini dilleriyle idrak eder, düşünür ve böylece dış dünyasını tanzim eder. Bu açıdan mitler, bilimin en ilkel halidir. Prof. Dr. Fuzuli Bayat’a göre “Her milletin, milli tefekkürünün, milli psikolojisinin, kendine has özelliklerinin ilk kaynağı mitolojidir. Geniş manada mitoloji dünyayı algılama sistemi olup bu algılamayı modelleştiren, dünya görüşüdür.”


Uluslar Ve Mitleri

Mitler, ulus olma bilincinin oluşmasında çok etkilidir. Türk Mitolojik malzemeleri Çin Denizi’nden Akdeniz’e kadar geniş bir coğrafi alanda dağınık olarak bulunmaktadır. Bu konunun bilincinde olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, sağlığında bu konulara önem vermiş. Türk Mitolojisini canlı tutmak için önemli adımlar atmıştır. Güneş Dil Teorisiyle başlayan çalışmalar, Bozkurt heykeli ve kâğıt paralarımızın üstünde Bozkurt resimlerinin yer alması bu bilincin kazanılması konusunda yapılan girişimlerdi. Ancak, vefatından sonra “Türk Mitolojisi” terkedilmiş yerine “Yunan ve Latin Mitolojisi”ne yönelinmiştir. Türklerin, Bozkurt sayesinde “Ergenekon’dan Çıkış Mit”i yerine bizlere Romalıların “Doğuş Miti” olan Kurt sütü emen “Remus ve Romulus” miti öğretilmiştir. Amerika Birleşik Devletlerinde, NASA’nın toplam 16 denemelik uzay projesinine bile “ışık, sanat ve kehanet tanrısı” manasına gelen Yunan Mitolojik Tanrısı “Apollo” adını vermiştir. (Bugün biz de başladık mitolojik kurgularımızı bilimsel ve teknolojik eserlerimize vermeye; Göktürk, Anka, Kartal…)



        Roma Doğuş Miti


                                                                  Türk Doğuş Miti


Tarih eğitiminin, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “iktidar”ın “meşruiyet” araçlarından biri olarak tanımlandığı görülmüştür. Bırakın mitolojik tarihimizin öğretilmesini, daha yüzyıl öncesinin tarihi bile “sövüle sövüle” öğretilmiştir/karalanmıştır. “Geçen Yüzyılda Türkiye’de Tarih Dersleri” adlı araştırmasında Doç. Dr. Ahmet Şimşek; “Cumhuriyetle birlikte “Türk Tarih Tezi”ne oturan tarih eğitimi, 1940’lı yıllarda Hümanistik bir yaklaşımın benimsenmesiyle Eski Yunan ve Roma vurgulu bir hal arz etmiştir. 1960’lardan sonra ise anlayış, adım adım evrilerek 1980 sonrasında “Türk-İslam Sentezi” yörüngesine girmiş, içerik olarak Türk tarihinin program ve ders kitaplarındaki yoğunluğu gitgide artmıştır.” der.


Akbulut Köyünün Mitik Tarihi

Tarih nedir? Mit nedir? Bunları tanımlayıp, bizim için, bir millet için ne anlama geldiği konusuna değindikten sonra Akbulut Köyü’ne gelebiliriz. Konumuz köyümüzün “Mitik Tarihi.” Elimizde yazılı bir kaynak yok. Olamaz da zaten. Bir kere köy yerinde tarih deftere değil doğaya; toprağa, taşa, ağaca, havaya, suya yazılır. Onu okuyabilmek için o havayı solumak, taşa toprağa dokunmak gerekir. Kaçımız bunu becerebiliriz bilemem.

İnsanlar duyduklarını, gördüklerini içinde tutamaz, saklayamaz; tutar önüne gelene anlatır. Kim dinler? Kim anlar? Kim ibret alır? Oysa bir insanın, özellikle yaşı kemale ermiş bir insanın konuşması O’nu dinleyenler için bir nimettir. İnsan boş konuşmaz. Hani derler ya; “Biliyorsan bir şey söyle ibret alsınlar, bilmiyorsan sus da insan sansınlar.” Ama her şeyin en iyisini, en doğrusunu biz kendimiz bildiğimiz için başkalarının ne konuştuğunu pek kaale almayız yani “kargadan başka kuş tanımayız.” Hele bu konuşan kişi bir “köylü” ise hiç aldırış bile etmeyiz. Ama kaybeden hep biz oluruz.

Köy işleri daha ziyade beden gücüne dayandığı için insanımız iş yaparken/çalışırken sürekli konuşma/sohbet etme (laflama) ihtiyacı duyar. Günlük gereksinimlerin karşılanması için yapılan konuşmaların dışında ayrıca incelenmesi gereken bu “Laflama, Lafetme”ler aslında “köy Bilgeliği”nin nesilden nesile aktarma işleminden başka bir şey değildir. Gerek iş esnasında ve gerekse boş zamanlarda yapılan bu “iki lafın belini kırma” faaliyetleri, konuşan iki kişi dışında orada olup da “kulak misafiri” olanlar için de ayrı bir “kültürel etkileşim/aktarım” faaliyetidir. Köy işlerinin yoğun olduğu İlkbahar, Yaz ve Sonbahar aylarında “İmece ve keşikleme”lemelerde yoğun olarak sürdürülen bu muhabbetler işlerin durgun olduğu Kış aylarında karşılıklı “oturma”larda tüm hızıyla sürmekteydi. İletişimin yalnız konuşma dilinden oluştuğu bu dönemler, telefon, radyo ve televizyonun hayatımıza girmesiyle son bulmuştur.

Konumuz “mitoloji” yani “söylence” olunca, işte bu konuşmalar önem kazanıyor.


Akbulut Köyü Bir Adacık Mıydı?

Tütün dizmeleri esnasında duymuştum bu sözü ninemin ağzından. Aynen şöyle diyordu: ”Deniz gabarduğu zamannarda dalgalar caminin urdan bir biya geçiyemüş.” Ben bu sözüne kulak kabarttım ve cümlede muğlak olarak geçen “Cami”nin Gelemet Camisi mi? yoksa bizim köyün Camisi mi? hangisi olduğunu öğrenmek için sorduğumda ninemin ifadesi “Bizim köyün camisi” oldu ve ekledi: “Heliminen, Hetemgilin havlusunun urdan.” demişti. Az buçuk okumuş biri olarak bu söz, o gün bende fazla bir heyecan uyandırmamıştı tabi. “Mişli Geçmiş Zaman” kipiyle söylenen bu sözde, Ninem, “gören ve anlatan” değil de “duyan ve anlatan” olarak masumdu. Hani denir ya söylencelerin gerçeklik payı bilinemez, başka kaynaklardan da teyit edilemediği için, söyleyenin insafına kalmıştır. Ancak, ninemin bu ifadelerini teyit edici başka bir söylence de –ki köyde herkesin malumudur- “Gemirlik Mevkindeki Gemi Bağlama Kazıkları”ydı.

Ninem Merhume Hanife KOŞAR(1910-2008) bir ümmi idi. Okur-yazar değildi. Yalan konuşacak durumu da yoktu. O halde bu bilgiyi nereden edindi? Elbette ki sözlü kültür sayesinde. Bu söylenceye göre Akbulut Köyü’nün Yukarköy denen kısmı bir zamanlar küçük bir adacıktı. Bu bölgede zaman zaman ortaya çıkan “kapak taşlı mezar” kalıntıları, eski zaman denizcilerinin ölen arkadaşlarını ıssız adaların yükseklerine defnetme işiyle benzerlik göstermektedir. Zamanla sular çekildikçe köyümüz dört tarafı sularla çevrili “ada” olmaktan çıkıp, üç tarafı sularla çevrili “yarımada” halini almış, kolonist denizci kavimler de gemilerini güvenli liman olarak gelip “GEMİRLİK” e demirliyorlardı.

Bizim “gemirlik miti”mize benzer bir söylence de Alaçam ilçemizin “Sivri Tepe” höyüğüyle ilgili olarak anlatılmaktadır. 1978 senesinde lise coğrafya dersi ödevimin konusu bu höyük olup bölgede yaptığım çalışmada, civardaki köylerden Kadıköy’de ikamet eden Halis TABAN amca “Buranın “Cenoğuz”lardan kalma olduğunu, geçen yıllara kadar kale duvarlarında gemileri bağlamaya yarayan “KANCA” ların olduğunu” söylemişti. (Burada ifade edilen Cenoğuz elbette Cenevizlilerdi. Halk dilinde “Ceneviz”in, Cineviz ve Cenoğuz gibi değişik söyleniş şekilleri vardır. Antiparantez belirtelim ki buralarda Cenevizlilerden evvel Oğuzlu atalarımız da vardı. Ancak O’nlar denizci değildi. Bu söyleyiş, belki de bu iki kavmin adları karıştırılıyor da olabilir.

Bu söylencelerin elbette bir alt yapısı vardı ve kaynağı “NUH TUFANI”na dayanıyordu. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi diğer inançlarda da yer alan Nuh Tufanı neydi? Bizim yaşadığımız zamanın dışında meydana gelmiş bir olayın bizim için birincil kaynağı kutsal kitabımızdır. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah(cc) Ankebut Suresi 14. Ayette şöyle buyuruyor: “Andolsun, biz, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.” Biliyor ve inanıyoruz ki Nuh Nebi (as) kavmini azgınlıktan vazgeçiremedi ve Rabbine sığındı. Cenab-ı Allah da onlara gazap olarak bir tufan gönderdi ve onları helak etti.

Bu tufanın özelliği, tüm dünyanın geçici bir süre sular altında kalması ve Peygambere inanıp “Nuh’un Gemisi”ne binenler hariç, o gün var olan tüm insanların helak olmasıydı. Konumuz, Nuh Tufanı olunca, Karadeniz nasıl oldu da bizim köye kadar yükseldi bunun bilimsel kaynaklarına bakmamızda fayda var.

Teori şöyle; “Karadeniz önceleri ortasında küçük bir gölü olan düz bir ova idi. Zamanla nehir sularıyla dolarak bir iç deniz oldu ama yine de Akdeniz ile bir bağlantısı yoktu.”

İki Amerikalı bilim adamı Walter C.Pitman ve William B.F.Ryan’ın ekibi, Karadeniz'in kuzeyinde Azar denizi kıyılarında çalışmışlar ve örnekler toplamışlardı. Elde ettikleri sonucu 1997 yılında yazdıkları 350 sayfalık “NUH TUFANI” adlı kitapta yayınlarlar. Bu teoriye göre “Yedi bin (7.000) yıl önce dünya ikliminde büyük bir ısınma olmuş kutuplardaki buzullar erimiş, global olarak dünyanın deniz düzeyi yükselmişti. Çoğalan sular okyanuslar vasıtası ile Akdeniz'i doldurmuş sonra o zamanlar kara olan Ege'yi istila etmiş, (belki de mitolojide konu edilen batık Atlantis kıtası) Marmara’dan geçerek İstanbul Boğazı üzerinden Karadeniz'e ulaşmıştır. O zamanlar İstanbul Boğazı'nda bir bariyer yani bir eşik bulunuyordu. Tariflerine göre o kadar fazla miktarda su geldi ki Niyagara Şelalelerinden birkaç kat büyüklükte bir şelale oluştu ve küçük kapalı bir göl olan Karadeniz'i doldurdu.”

Daha sonra Karadeniz'e gelen Ballard ve ekibi ise (2001)'de su seviyesi farkının 140 metre olduğunu hesapladılar. Köyümüzün râkımı(deniz seviyesinden yüksekliği) da zaten 150 metre civarındadır.

İstanbul Rumeli Üniversitesi’nden Prof. Dr Erdal KEREY “İstanbul Boğazının Oluşumu” adlı yazısında şöyle der.

“Bu teoriyi ortaya atan Ryan ve Pitman'un ise fazla bir delili yoktu. 1997 yılının sonlarında İstanbul Boğazı'nın, Tarabya ile Beykoz arasında yapılan sondajlar buna ışık tutmuştu.(…)

İstanbul Boğazı ne zaman ve nasıl oluştu?  Kuşdili çayırında bulunan 7 bin yıldan daha yaşlı insan kemikleri, buralarda o zamanlar yaşayan insanların Nuh Tufanı olarak tanımlanabilecek bu felakete tanıklık etmişler miydi?   İstanbul Boğazı ile ilgili ilk teori Rus bilim adamı Androhsov tarafından 19. yüzyılın sonunda ortaya atılmıştı. Buna göre İstanbul Boğazı'nın yerinde o yıllarda bir nehir akıyordu, zamanla sular yükseldi ve boğaz oluştu. Daha sonraları Jeomorfologlar bunun böyle basitçe açıklanamayacağını, Boğazın ortasında bir yükselti olduğunu, bu yükseltinin, kuzeyinde kalan derelerin kuzeye, güneyindekilerin ise güneye aktıklarını, diğer bir deyimle bir su bölümü çizgisi olduğunu açıkladılar. Bu durum Topoğrafya haritalarında da açıkça görülüyordu. Son yıllarda bu konuda yapılan en ciddi araştırma ise İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü'nden Erkan Gökaşan (1997) tarafından gerçekleştirildi. Boğazdaki Jeofizik profilleri yorumlayan Gökaşan ve arkadaşları Boğazın oluşumunu, Tektonik olaylara (faylara vs.) bağlamışlardı, ancak Akdeniz ile Karadeniz'in sularının ne zaman karıştığına bir açıklık getirememişlerdi. Bu nedenle bizim yaptığımız kapsamlı araştırma bu konuya ışık tuttu. (…)

Tarabya-Beykoz arasında boğaz Sedimanlarında yaptığımız çalışma tam bir ekip çalışması idi. 65 metrelik su derinliğinden sonra taşlaşmamış sedimanlardan metre metre örmekler alındı. Temel kayaya kadar 39.50 metrelik bir sediman kesilmişti. Alttaki 19.50 m.'lik sediman incelediğimde bunların plaj çökelleri olduğunu bir nehir çökeli olmadığını bilimsel verilerle saptadım.(…) 19.50 metreden sonra Sedimanların özellikleri birden bire değişti. Yeşil renkli killer, iri fosiller gibi veriler, bilimsel gözle incelendi, tek tek ayıklandı, çeşitli analizler yapıldı. Sonuç oldukça enteresandı. Fosillerin içerisine Akdeniz türü fauna'da katılmıştı. Jeokimyasal olarak çift yönlü boğaz akıntılarının oluştuğu Sedimanlar üzerinde açıkça görülüyordu. Üste doğru, doğal olarak, yaş konağı gençleşiyordu. 3.500 yıl önceki Sedimanlara geldiğimizde gene enteresan bir buluş ile karşılaştık. Bu düzeydeki Sedimanlarda Buzul etkilerini görüyorduk. Bu belki de dünya ikliminin soğuduğunun son buzullaşma periyodunu gösteriyordu, pek emin değildik. (…)

Sonuç olarak, geriye doğru gittiğimizde, İstanbul Boğazı'nın kuzeyinde Tarabya-Beykoz arası güzergahta 26.000 yıldan daha yaşlı Sediman bulamadık. Hâlbuki güneyinde yapılan sondajlı çalışmalarda pekişmemiş yani taşlaşmamış örneklerde 800.000 yıla kadar giden bir sediman istifi bulunmuştu. Ayrıca Akdeniz-Karadeniz bağlantısı daha yaşlı örneklerde vardı. Bu bağlantı başka yolla oluşmuştu. Bizim bulgularımız ise yaklaşık 7.000 yıl kadar önce global olarak buzulların erimesi sonucunda yükselen sular, sırayla, Akdeniz'i, Ege'yi, Marmara'yı istila ederek, Boğaz eşiğini atladığını ve Karadeniz'i doldurduğunu destekliyordu. Belki de Ryan ve Pitman'ın Nuh Tufanı olarak yorumladıkları bir hadisenin zamanlaması da yapılmış oluyordu. (…)”

Sözün özü, bütün bilimsel tanım, teknik terimler bir yana, burada anlatılmak, ispatlanmak istenen konu, dini kaynaklarda anlatılan Tufan Olayının bundan yaklaşık yedi bin yıl önce gerçekleştiği, bunun da bilimsel olarak o gün dünyada meydana gelen ısınmayla kutuplardaki buzulların erimesiyle yeryüzünü su bastığını, bu baskının kimilerine göre tüm dünyayı sardığı kimine göreyse yüksek tepelerin suya gömülmeyip açıkta kaldığı şeklindedir. Aşağıda değineceğimiz bir Rize söylencesinde de olduğu gibi sular yükseldikçe insanlar yükseklere çıkarak su baskınlarından kurtulmaya çalışırmış.


Bölgemizdeki Diğer Tufan Söylenceleri

Türk eğitmen, araştırmacı-yazar Mahiye Morgül, “Antik Karadenizde Fonetik Yolculuk” adlı çalışmasında tufan ile ilgili olarak Doğu Karadeniz bölgesinden şu iki örneği vermektedir.

1.Öykü Rize’den. Çocuklar, “Su yükselirse nereye kaçarsın?” diyerek kendine yüksek tepe seçerler. (Bu söylencenin kaynağı, Rizeli 65 yaşında Nurol Banabak, kendine üzerinde kestane ağacı olan bir tepeyi seçermiş!)

2.Öykü Askoroz deresine 900 metre yüksekteki Malakamboz, Baleva sırtından.
Bayırda ineğini otlatan bir kadına diğer bir kadın yaklaşmış, sormuş, “O kadar sular seller oldu, sen niye buradasın?” Diğeri cevap vermiş, (bu sırada ineğin ayak kemiğini göstermiş) “İneğumun haburasına kadar su geldi, başka bir şey görmedim.”

Denizden yaklaşık 900 metre yüksekte, kıssadan hisse, tipik Karadenizli anlatımı olan bir anlatımdır. Suyun buraya kadar çıkmış olabileceğini, yani tufanda suların yükseldiğini çağrıştıran öyküdür.

Karadeniz’in dolup taşması şarkılara da konu olmuştur. Yazımızın başında sunduğumuz şu sözler

“Ay gidi Garadenuz, doldu da daşamadu,  
Yapmayalum sevdaluk, yapanlar yaşamadu.”

Yörede yapılan “ilk ağız” derlemesi olup daha sonra sanatçılar tarafında stilize edilmiştir.


HEY GİDİ KARADENİZ

Hey gidi Karadeniz
Doldi da taşamadi
Etmiyelum sevdaluk
Edenler yaşamadi

E verane raüani - Ey verane tepe
Guri üoxomiüani - Yüreğimi oynattın
Megaşkva vigzalare - Bırakıp gideceğim (ama)
Eüemire ûiüani - Sırtımda sepet gibisin(sensiz gidemiyorum)
Söz: Anonim (xalkuri birapa)


ANDER SEVDALUK

Ha bu akan dereler denizlere dolacak
Söylesene güzelim sonumuz ne olacak?

Ah duman karaduman sardı dört yanımızı
Ander kalsın sevdaluk oy alacak canımızı

Dere akar taş ile gözüm doldu yaş ile
Nerelere gideyim ha bu garip baş ile

Oy gidi Karadeniz sardı dört yanımızı
Ander kalsın sevdaluk oy alacak canımızı.
Söz: Uğur Sönmez -Ziynet Sönmez


-devam edecek-

/Çetin KOŞAR
27 Şubat 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder