SU İLE İLGİLİ KABLARIMIZ
Su, canlıların vazgeçilmezidir. Hayat su ile
başlar su ile devam eder ve su ile son bulur. Susuz bir hayat olamaz. İnsanlar
suyu elde etmek ve kullanmak için çeşitli yöntemler geliştirmiş ve araçlar
üretmişlerdir. Bunları mutfak boyutuyla sınırlayıp ele alacağız.
Akbulut Köyü’nde mutfakta kullanılan su alet
ve kaplarını alfabetik olarak şöyle sayabiliriz: Aşırma (aşurtma), Banyo
Kazanı, Bardak, Boyunduruk (bonduruk), Çıkrık (dolap), Fıçı (fucu), Güğüm, Hereni, Ibrık, Kova,
Kevük, Leğen (ileğen), Mantar, Maşrapa, Musluk, Peşkür, Sabun, Somak, Su Dinamosu
ve Hidrofor, Su Hortumu, Su kabı, Su Pakrağı, Su Tası, Su Tenekesi, Susak,
Sürahi, Şişe, Tanker, Tülbent.
Köyümüzde mutfakta kullanılan suyun kaynağı
kuyular idi. Her ne kadar tarla işlerinde mecbur kaldığımızda içmek için
kullanmak zorunda olsak da akarsu ve göl sularını yiyecek ve içeceklerimizde
kullanmazdık. Bunun için köyde hemen hemen her ailenin avlusunda kendisine ait
bir su kuyusu bulunmaktaydı. Bu kuyuların suları kimisi gür kimisi de yetersiz
olurdu. Sonbaharda sular çekilir, çoğu kuyular kurur, suyu kuruyan kuyu sahibi
aileler komşusunun kuyusundan yararlanırdı. Bundan başka, yoldan geçen yolcular
da susadıklarında teklifsiz, avluya girer, kuyudan su çeker ve içerdi. Bunun
için kuyu başlarında kova dışında bir de “su tası” bulundurulurdu. Eğer tas
yoksa kovayı başına diken kanana kadar içer ve arkadaşına bırakırken “artuk su”
vermemek için içtiği noktadan bir miktar suyu yere dökerdi. En sonunda kovada
kalan su kuyunun alt tarafına saçılarak dökülürdü.
Derin kuyulardan su, bizim “dolap” dediğimiz
sistemle, daha sığ kuyulardan “kevük” ya da “urgan” parçalarıyla, bazı
kuyularımızdan da “kaldıraç” yöntemiyle çekilirdi. Tulumba yöntemi, kuyularımız
çok derin olduğu için randıman vermemiştir. Daha sonraları çıkan elektrikli
dinamolar ve hatta basınçlı su sağlayan hidrofor sistemi sığ kuyularda ve
tanker dediğimiz su tanklarında kullanılmaya başlanmıştır. Kuyudan teleferik
sistemiyle su çekme konusunda Hacı Osman Şen’in bir çalışması olmuş ancak
kuyunun çok uzak ve çok alçakta oluşu nedeniyle proje gerçekleşememiş, kovanın
suya daldırılıp su doldurulmasında yaşanan sorun çözülemeyince bundan
vazgeçilmiştir. Kaldıraç yönteminde, ucu kuyu hizasına gelecek şekilde bir
kazık üstüne monte edilen uzun bir ağaç dalı (cerek) ucuna bağlanan ipe
bağlanan kova, bu manivela çekilerek kuyudaki suya daldırılır, diğer ucundaki
ağırlığın etkisiyle su dolu kova kendiliğinden yukarı çıkardı. Plastik
hortumlar yaygınlaşınca evi su kuyusunun aşağısında olan aileler, evden
itibaren kuyuya döşedikleri hortumla kuyudaki suyu evlerinin önüne hatta evin
içine kadar zahmetsizce ulaştırmaya başlamışlardı. Ayrıca bu hortumlar
sayesinde su kaynaklarımıza dağlardaki sular da eklenmiş oldu ve kilometrelerce
uzaklıktaki suyu birkaç aile birleşip ortaklaşa olarak getirip evlerine
paylaşıyorlardı. Gerek hortumla dağlardan gelen sular olsun ve gerekse kurak
geçen yaz günlerinin kıt sulu kuyularından çektiğimiz çamurlu sularda olsun
suyu çer, çöp ve bulanıklığından ayırmak için olsun arıtma niyetine ıbrık,
hortum ve musluk uçlarına TÜLBENT sarar, bu sayede suyu süzerek maddi temizliğini
yapardık.
Dolap sistemi, bir nevi makara sistemi
gibiydi. İki direk arasına demir mil ile asılan ve bu sisteme sarılan ip ya da
kuyu zincirinin ucuna bağlanan kova ya da benzeri bir kab kuyuya salınır, suya
daldırıldıktan sonra dolap üzerindeki tutma yerleri vasıtasıyla döndürülerek
çekilirdi. Bazı dolaplarımız da yandan kollu olup bu kol vasıtasıyla dolap
döndürülürdü. İpin ucundaki kova sürekli orada bağlı kalır, su çekerken kuyunun
taşlarına çarparak zamanla hasar görür, delinir, delikler karasakız dediğimiz
ziftin pekiyle kapatılır, ta ki haşat olana kadar kullanılırdı. Kullanılamaz
hale gelince yeni bir kova alıp takmak yerine elde kullanılan eski
“pakrak”lardan biri bağlanırdı. Son zamanlarda 5 kg’lık yağ tenekelerinden
yapılan kovalar da bağlanmaya başlanmıştı fakat teneke malzeme çabuk paslandığı
için pek kullanışlı değildi.
Bazen bu pakrakların bağı kendiliğinden
çözülerek bazen de zincir koparak -ki bu genellikle dolabın kontrolden çıkması
ve elden kaçırılmasıyla meydana gelir- kuyuya düştüğü olurdu. Urganların ucuna
bağlanan “ocak çengeli” ya da bu iş için yaptırılmış demir kancalar
kullanılarak kuyunun dibindeki ipsiz kova çıkartılırdı. Evlere yakın kuyuların
ağzı “petekli” olur, çocuk güvenliği ve çeşitli hayvan kazalarına karşı ağzı
kapatılırdı. Bütün kablarda olduğu gibi kuyu(puvar)lardaki pakrak, teneke ve su
tasları kullandıktan sonra ters çevrilerek baş aşağı bırakılırdı.
Evin ihtiyacı için kuyudan çekilen sular
kova, teneke ve aşurtma gibi kulplu kablarla eve bir kaç seferde taşınırdı.
Köydeki günlük işlerin birisi de her
akşam yapılan bu “su çekmeleri” idi. Teneke, 5-10-18 kg.’lık boş yağ kablarının
ağzı yani üst kısmı kesilip atılır, iki karşı kenar ortasına ya da çapraz köşe
arasına ağaçtan bir tutamaç çakılır ya da varsa eski bir pakrağın metal kulpu
takılarak elde edilen bir kab idi. Paslanma riskine karşılık taşıma dışında pek
tercih edilmezdi. Gerek taşıma ve gerekse saklama kabı olarak paslanmaz çelik
kablı ince sac pakraklar, kulplu bakır kazanlar kullanılırdı. Asıl kullanım
amacı, bulgur kaynatmak, tören yemeği keşkek pişirmek, pekmez işlerinde meyve
kaynatmak ve çamaşır günlerinde su ısıtmak olan bakır “hereni”ler de boş
zamanlarında evde su depolamak için de kullanılırdı. Hereniler kulaklı kulpu
olan yani karşılıklı iki yanda hareketli iki tutma yeri olan ve haliyle dolu
iken iki kişi tarafından zaptedilen en büyük kabımızdır. Aşurtma dediğimiz
kabımız bunun bir minyatürü olup tek kulplu, bir nevi kulplu kazandır. Düğün
dernek gibi kalabalıklara hazırlanacak yemeklerin pişirilmesinde kullanılırdı.
Son zamanlarda her alanda plastik malzeme olarak boy gösteren “naylon”
(leylon), çorap, ayakkabı, tabak ve çanaktan sonra su kovası ve tası(maşrapa)
olarak da hayatımıza girmiştir.
Eskiden su taşıma işinde “boyunduruk(bonduruk)”
kullanılırdı. Gerçi bu gelenek tamamen terk edilmemiş, halen zaman zaman
kullanılmaktadır. Bir zamanlar şehirlerde görülen sokak satıcılarından
yoğurtçuların kullandığı taşıma aracı “insan boyunduruk”larıyla yerine göre 40
kg.’lık ağırlıkla yerine göre 150-200 metre mesafeden bir kaç sefer edilerek
evin günlük su ihtiyacı karşılanırdı. Bu hususta en büyük zahmeti, kuyuları
evin aşağı bir yerlerinde olan aileler onca yükün altında o rampaları çıkarken
yaşamaktaydılar. (Tütün dikmelerinde gün boyu süren “sucu”luğu burada
anlatmıyoruz.) Bu boyunduruklarımız ortalama bir buçuk metre uzunluğunda kalın
bir dal parçasının uçlarına bir iple bağlanan kevük ya da metal kancalardan
oluşurdu. Her iki ucuna da eşit ağırlıkta olan su kabları takılarak taşınırdı.
Eve taşınan sular, içmek ve yiyecek hazırlamak için ayrı, banyo ve tuvalette
kullanmak için ayrı kablarda tutulurdu. Bu mutat su taşımanın dışında su
tüketiminin yoğun olduğu yaz günlerinde ihtiyaca binaen gerek yemek saati ve
gerekse gelen misafire ikram etmek için ara sıra sadece bir kova “taze ve soğuk
su” çekildiği de olurdu. İçilecek su bulanan kabın yanında mutlaka kulplu ya da
kulpsuz bir tas olur, herkes içeceği kadar su alır ve hepsini içer, artanı kaba
geri dökülmezdi. Su kabı mutfak olarak kullanılan odada olur, burada lavabo
türü su akıtılacak yer olmadığı için suyun bir damlası bile zayi edilmezdi.
Kullanma suları da ayak yolu denen iki oda arasındaki boşluktan geçilerek
gidilen abdestlik, banyo ve tuvaletin bulunduğu evin arka kısmında olurdu. Bir
başka ifadeyle eski mimari usulde yapılan evlerimizde tuvalet ve banyolarımız
göz önünde olmaz, adeta evin gizli bölümünde (arkada) bulunurdu. Lavabo
diyebileceğimiz abdestlikte sadece el, yüz, ayak gibi günlük beden temizliği
yapılır, abdest alınırdı. Soğuk günlerde abdest alınacak su ıbrıkta tutulur, bu
ıbrık da sürekli ocağın kenarında bekletilir ve her daim sıcak su hazır
bulundurulurdu. Abdest alacak kişi bu ıbrığı alır abdestliğe gider, sıcaksa
orada ılıştırır işi bitince de tekrar doldurup ocağa koyardı. Evde kız ya da
yeni gelin varsa yaşlılar için “leğen ve peşkir” devreye girer, dışarı çıkmadan
sıcak ocağın başında “ellerine su dökülerek” abdest almaları sağlanırdı. Bu
usül eve gelen misafirler için de geçerliydi.
Leğenin abdest alma işi dışında asıl kullanım
alanı yemekten önce el, yemek yenildikten sonra da el ve ağız-diş temizliği
içindi. Leğen, fötr şapka gibi bakır ya da alüminyum bir kab olup boğum
kısmında bir kapak olur, kapağın altında biriken kirli sular bu kapak sayesinde
gizlenir, görünmezdi. Bu kapağın üzerinde sabun da bulunur, isteyen kullanırdı.
Abdest alan kişi destek için ayağının topuk kısmını bu kapağın üstüne koyar
öyle yıkardı. Leğen tutan kişi eli yıkanacak kişinin önüne leğeni koyar,
elindeki ibrikten kısım kısım su döker, işi biten kişiye omzundaki havluyu alıp
bir ucundan eliyle tutar, diğer ucuyla da kişi ellerini kurulardı. Yalnız,
peşkir (havlu) yemek öncesindeki el yıkamalarında kullanılmaz, bir “sünnet-i
seniyye” olarak yemekten sonraki yıkamalarda kullanılırdı.
Yemek esnasında su isteyen olursa bakır tas
ile su verilir, içecek kişi adet gereği önce çevresindekilere teklif eder “su
içmek isteyen var mı” der, içmek için “müsadenizle” deyip izin alır, besmele
çekip içer, elhamdülillah der ve su getirene de “su gibi aziz ol”, “sular gibi
ömrün uzun olsun” diye dua ederdi. Kahvaltı dışındaki sofralarda mutlaka “katık
(ayran)” ve “soğukluk (hoşaf, çalkalama)” dediğimiz sıvılar olur, bunlar
ateşten yeni inmiş ana yemekle birlikte kaşık kaşık içilirdi.
Bulaşıklar mutfakta genişçe bir kab içinde
kimyasalsız (sabun ve deterjan kullanılmadan) yıkanır, bu su hayvanlara yal
yapmak için yal kablarında toplanırdı. O günkü yemeklerimiz oldukça yağsız
pişirilir, tabak ve çanaklarda zaten yemek bırakılmaz, dipleri ekmekle bir güzel
sünnetlenir, bu nedenle kablar yıkanmış gibi dururdu. Tirit gibi yağlı
yiyecekler yapıldığında “kül” ile ovularak yıkanır bu su ise pencereden dışarı
dökülürdü. Tabi köy evleri müstakil olduğu için çevreye rahatsızlık verecek bir
durum değildi.
Yaz mevsiminde tütün dikmelerinde su taşımak
için kullanılan fıçı(fucu)lar, kışın da evin yedek su deposu olarak
kullanılırdı. Öküz arabasına bağlanan bu petrol ürünü taşımak için imal edilmiş
metal bidonlar yan yatırılarak kullanılırdı. Ortasına açılan yumruk büyüklüğündeki
delikten huni yardımıyla kuyulardan su doldurulur, yan tarafında bulunan
orijinal kapaklı kısmından su alınırdı. Su alınan bu kısım “SOMAK” dediğimiz
taneleri alınmış (çitlenmiş) mısır koçanına bir parça bez sarılarak
oluşturulmuş tıpa ile açılıp kapatılırdı. Aynı yöntem hortumla gelen sular için
de geçerliydi. Dere ya da “aşşapuvar” gibi sığ kuyulardan doldurulan bu suyla
hayvanlar sulanır, çamaşır banyo gibi temizlik işlerinde kullanılırdı. Bundan
başka bazı aileler, evin damlalıkkarından toplanan yağmur sularının tutulduğu
betonarme su depoları da yapmışlardı. Tütün dikmeleri ve sair zamanlarda hayvan
sulama ve temizlik suyu olarak kullanılan bu depoların çabuk kirlenmesi, yosun
tutması nedeniyle kullanımı rağbet görmemiştir.
Susak dediğimiz, su kabağından imal edilen su
kabımız bir nevi su tası gibiydi. Kaynar kazanlardaki suyu uzun kulpu sayesinde
elimizi yakmadan bu susakla alırdık. Özellikle, tokmak (tokaç) ile çamaşır
yıkarken el yakan kaynar suları böylece kullanabiliyorduk. Bitkisel bir ürün
olan susaktan su içilmezdi. Banyo ve temizlik işlerinde kullanılırdı. Çünkü
yapısı ve kokusu suyla uyumlu değildir. Ben ulaşamadım ama önceleri bu hususta
yani içme suyu kabı olarak kullanılan “çam bardak”lar varmış. Bildiğimiz çam ve
köknar ağacının gövdesinden oyularak yapılan kulplu ya da kulpsuz çam
bardakların suyla uyumlu oldukları, reçinesinin suya hoş bir tat kattığı
söylenirdi. Su içmede kullanılan tas ve bardakların kulplu oluşu, su almak için
kovaya daldırırken elin suyla temasını önlemek içindir.
Şimdilerde “kâse” adını verdiğimiz o günün su
içme tasları bakırdandı. “Maşrapa” dediğimiz alüminyumden mamül kulplu ve
boğumlu yapıda bardaklarımız da vardı. Daha sonraları bunların paslanmaz
çelikten mamül olanları çıktı. Ve tabi en son olarak da plastik olanları… Bu su
içme taslarımızın yanında sadece misafir geldiğinde demlenen çayların içildiği
çay bardaklarımız ve bunların “duble” dediğimiz altı dar üstü geniş olan tipte
bardaklarımız da vardı. Ancak kırılgan oluşları nedeniyle su içmek için kullanılmazdı.
Daha sonraki yıllarda sabah kahvaltıları çorbadan çaya dönünce cama karşı
hassasiyetimiz geliştikçe cam bardakların kullanımı arttı ve bu sayede cam su
bardakları da hayatımıza girmiş oldu. Çünkü cam nazik bir madde olup kaba ve
sert temas anında çabucak kırılıyordu. Pazarda satıcılar halkı camdan mamüllere
alıştırmak, kullanımının sanıldığı gibi zor olmadığına ikna etmek için cam
bardağı uygun yerinden tutar ses çıkaran kuru tahtaya sert sert vurarak
“kırılmayan bardak” diye bağırarak satış yaparlardı. Ama biz fizik kurallarını
bilmediğimiz için ayazlı gecelerde yüzey gerilimi iyice artmış bardağa kaynar
suyu döker onu oracıkta çatlatır kırardık. Ama pahalıya mal olsa da deneme
yanılma yöntemiyle hayat bize bir çok şeyi öğretiyordu.
Eskiden evlerimizde sürahi kullanımı da
yoktu. Günümüzde bile ancak bir misafir geldiğinde su ya da ayran ikramında
kullanılmaktadır. Oysa sürahiler, bize sağlığımız için elzem olan “oda
sıcaklığında” su içme imkanı veren kacaklarımızdandı. Özellikle soğuk kış günlerine
içilecek su sürahiye doldurulur, oturulan odaya konur, susayan, bu suyu içerdi.
Günlük hayat hep ocaklı odada geçtiği için su kablarımız da aynı odada olur,
böylece ihtiyacımız olan su da oda sıcaklığında olurdu.
İçi dolu kabların ağzı kendi kapağı yoksa
bile başka herhangi bir şeyle mutlaka kapalı tutulur, boş ise ağzı alta gelecek
şekilde ters çevrilerek bekletilirdi.
-Devam Edecek-
/Çetin
KOŞAR
16 Şubat 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder